7 Şubat 2020 Cuma

Finansal kapitalizm: Bir analiz - KORKUT BORATAV


Değerli meslektaşımız Yılmaz Akyüz’ün bir makalesi 24 Ocak 2020 tarihli Inter Press Service’te İngilizce yayımlandı. Başlığını Türkçeleştiriyorum: 
Eşitsizlik, Durgunluk ve İstikrarsızlık: Finansal Kapitalizmin Yeni ‘Normal’ Hali


Kapitalist dünya ekonomisinin güncel durumuna ışık tutan özlü, güzel bir yazı… 
Bu yazıda Akyüz’ün önemli tespitlerini, birkaç yorum ekleyerek aktaracağım. İktisatçıların özgün metni okuyacaklarını umarım. 

Son on yılın ekonomik bilançosu
Kapitalist dünya ekonomisi 2008-2009’da sert bir kriz yaşadı. Akyüz’e göre, “gelişmiş ekonomiler bugün kronik bir talep yetersizliği ve durgunlaşma heyulası ile yüz yüzedir.” 

2010-2019’da ABD, tarihinin en uzun ekonomik genişleme evresini yaşadı. Ne var ki, geçmişteki tüm daralma / kriz aşamalarıyla karşılaştırılırsa son on yılda gelir, yatırım, istihdam göstergelerindeki düzelme, öncekilerin gerisinde seyretmiştir. Üstelik aşırı parasal genişleme önlemlerine rağmen… 

Akyüz, ABD dışındaki Batı ekonomilerindeki düzelme sürecinin daha yavaş ve çalkantılı olduğunu vurguluyor. 2019’da ise dünya ekonomisi finansal kriz sonrasındaki en düşük oranda büyümüştür ve küçülme öngörüleri yaygınlaşmıştır.

Geçen hafta bu köşede IMF’nin dünya ekonomisiyle ilgili son verilerini gözden geçirmiştim. Ortalama büyüme oranı yüzde 2,9’a inmiştir. Bu ortalamanın yüzde 2,5’e ulaşması dünya ekonomisinde “küçülme”nin başlangıcı olarak yorumlanır. 
Öte yandan kapitalist sistemin çevresinde yer alan iki büyük bölgede (Latin Amerika ve Orta Doğu’da) kişi başına ortalama millî gelirin düştüğünü de vurgulamıştım. Neoliberalizmin ağır reçetelerine ve emperyalizmin saldırganlığına muhatap olan iki coğrafya… Buralarda ağır krizden geçen ülkeler olmasaydı, bölge ortalamaları “eksi” çıkamazdı. 2019’un ülke istatistikleri yayımlandıkça “Güney” krizlerinin listesini, boyutlarını öğreneceğiz. 

Bölüşüm ve talep yetersizliği 
Kapitalist dünya ekonomisi bugün, yatırım ve millî gelir hareketlerinde durgunlaşma, düşük enflasyon, düşük faizler ve hızlı borçlanma özellikleri taşıyor. Yılmaz Akyüz’e göre bu özellikler kronik talep yetersizliği ile bağlantılıdır. 
Batı ekonomilerinde kalıcı bir durgunlaşma tespiti yaygındır; talep yetersizliğini öne çıkaran iktisatçılar da vardır. Akyüz, temel nedeni, “ücret payının gerilemesine ve servet dağılımında artan eşitsizliğe” bağlayarak çoğundan ayrılıyor. 

Akyüz’e göre ücret payındaki gerilemeyi iki gelişme belirlemiştir: Emek/sermaye karşıtlığını işçi sınıfları aleyhine dönüştüren neoliberal politikalar ve Batı ücret hareketlerini baskı altında tutan küreselleşme.

Batı ekonomilerinde enflasyon son tahlilde işgücü maliyetleri tarafından belirlenmektedir. Bu ülkelerin ücret hareketleri ise Çin’in, Hindistan’ın ve eski Sovyet blokunun küresel ticaret sistemiyle bütünleşmesinin etkisi altına girmiştir. Bu etken, uluslararası işgücü piyasasını hızla değiştirmiş; bu piyasada emek arzı, son kırk yılda (bir tahmine göre) 1,6 milyar yeni emekçinin katılımı ile genişlemiştir.

“Güney” coğrafyasının ortalama ücretleri, böylece, Batı ücret hareketlerini frenleyen bir etken olmuştur. Burada “Batı” ve “Güney” ücret düzeyleri arasında bir eşitlenme değil; Batı ekonomilerinde ücret payını aşağı çeken bir “mıknatıs etkisi” söz konusudur. 

Neoliberal politikaların ve uluslararası emek piyasasının ikili baskısının ABD’deki bir yansıması, Amerikan işçi sınıfının sendikalaşma oranının 2019’da yüzde 10,3’e, yani son yarım yüzyılın dip noktasına inmesidir. 

Finansallaşmanın sonuçları 
2008 krizi sonrasında FED ve Batı’nın diğer merkez bankaları deflasyona karşı savaş açtılar; enflasyonu bir-iki çentik yükseltme çabasına girdiler. Bunun için faiz oranlarını (hemen hemen) sıfırladılar ve astronomik parasal genişlemeye geçtiler. 
Sonuç alamadılar; zira, enflasyon (Friedman’ın iddia ettiği gibi) parasal etkenlerden çok baskı altındaki ücret düzeylerine bağlıydı. Akyüz, bugünün kapitalizminde ücretlerle faizler arasında yakın bir bağlantı olduğunu ileri sürüyor. Ücret payının gerilemesi enflasyonu aşağı çekmekte; merkez bankaları deflasyona son vermek (fiyat düzeylerini yukarı çekmek) için faiz oranlarını sıfırlamakta; ama sonuç alamamaktadır: 
Ücretler → enflasyon → faiz oranları
Niçin sonuç alamıyorlar? 
Parasal genişleme mal piyasalarına değil, finansal varlıklara kaydığı için… Merkez bankalarının pompaladığı likidite borsaya, şirket alımlarına (hisse senetlerine) bağlanmış; servet eşitsizliklerindeki tırmanmayı beslemiştir. Sadece 2019’u örnek verelim. ABD’de hisse senedi endeksleri 2019’da yüzde 30 yükselmiştir. Aynı yıl (cari fiyatlarla) ABD millî gelirindeki artış yüzde 4 ile sınırlı kalmıştır. Servet/gelir oranlarında böylesine şişme hayra alamet değildir. 
Yılmaz Akyüz bu dönüşümü finansallaşma olarak adlandırıyor ve talep yetersizliğine yol açan etkenlerden ikincisi olarak ileri sürüyor: “Finansallaşma servet dağılımında eşitsizliği ve talep yetersizliğini beslemiş; kaynakları verimsiz kullanımlara yönlendirerek büyüme potansiyelini de geriye çekmiştir.”

Finans kapitalin (başta rantiyelerin) sabit sermaye birikimine yönelme eğilimi zayıftır. Ücretlerin bastırılması kârları yukarı çeker; ne var ki, artık-değer oranının yükselmesi talep yetersizliğini telafi edemez. “Zira, ücretler toplam talebin en önemli öğesidir. Ücretlerin bastırılması, böylece, artık değerin realizasyonu ile ilgili klasik Marksist soruna yol açar. Borçlanma maliyetinin düşüklüğü dahi yatırımları canlandıramaz.” Yılmaz Akyüz’ün Keynes’e de değer veren bir iktisatçı olduğunu biliyoruz. Nitekim ekliyor: “Keynes de işsizliğe çare olarak ücretleri düşürme önerisini reddetmişti.”

Borç tuzağı ve ek sorunlar
Akyüz, durgunlaşmaya karşı ihracatın bir çözüm olup olamayacağını tartışıyor. Bugünkü koşullarda bu “yöntem”, Çin’in yanı sıra iki büyük kapitalist ülke tarafından kullanılıyor: Almanya ve Japonya. Ne var ki, büyümeyi besleyen dış ticaret fazlalarının simetrik uzantısı, dış açık veren ekonomilerdir. 

Dış açıklarını ulusal parası ile ödeme ayrıcalığı ise ABD’ye özgüdür. Trump, bu ayrıcalığı umursamadı; Çin ve Almanya’ya (AB’ye) karşı ticaret savaşı açtı. Kronik dış açık veren “Güney” ekonomileri ise uluslararası sermaye akımlarına, dış borçlanmaya mahkumdur. Buralarda büyüme ivmesini sürdürmek dış kaynaklara, artan borçlanmaya bağlı olmaktadır. 

Borçlanma finansallaşmanın diğer boyutudur. Tahvillerin de beslediği finansal balonların şişmesi, sönmesi, patlaması kapitalizmin çevrimlerini oluşturur.
Böylece, Akyüz’e göre bugünkü dünya ekonomisi şu halkalardan oluşuyor: 

Küreselleşme → düşük ücret hareketleri → düşük enflasyon → artan finansallaşma → düşük faizler → artan borçlanma → finansal varlıklarda balonlaşma → finansal patlama, kriz

Yeni bir kriz ortamı oluştuğunda son on yılda hızla tırmanan borçların bir bölümü ödenemeyecektir. O koşullarda merkez bankalarının hareket alanı daha da daralacaktır: Faizler, daha fazla aşağı çekilemeyecek sınırdadır.

Sağlıklı çözüm: Bugünkü kapitalizm için “düzen dışı”
Kapitalizmin bugünkü çıkmazını aşmak için ne yapılabilir? Akyüz’e göre, “yapısal talep yetersizliğini ve ona yol açan temel nedenleri aşmak için Keynes’gil politikalardan daha fazlası gerekir.”

“Daha fazlası” nedir? Yılmaz Akyüz, sağlıklı bir çözümün öğelerini sıralıyor: 
  • Para matbaası tarafından ve artan-oranlı gelir-servet vergileri ile finansmanı sağlanan daha büyük bir devlet 
  • Üretim araçları üzerinde devlet mülkiyetinin genişlemesi ve ekonomide daha fazla devlet kontrolü
  • Bütçe aracılığıyla millî gelirin yeniden dağıtılması
  • Emek ve sermaye arasında dengenin yeniden oluşturulması
  • Ücretlerin sürüklediği büyümeye geçiş
  • Finans kapitalin hizaya getirilmesi
Kıdemli ve devrimci arkadaşım Yılmaz Akyüz elbette bilmektedir ki bu öneriler kapitalist düzen açısından “devrimci” değildir. Olsa olsa geçen yüzyılın “Altın Çağı” özleminin dışavurumudur. Ama ciddiye alınmalıdır. 
Bugünkü kapitalizmin egemen bloku ise kapitalizmin geçmişinden esinlenen bu özlemleri dahi “düzen dışı” sayar; tartışmayı reddeder. O derecede gericilik içindedir. 

Korkut Boratav / SOL

6 Şubat 2020 Perşembe

Damadın enflasyon taklaları - ALPASLAN SAVAŞ


Ocak ayı enflasyon oranı 12,15 olarak açıklandı. Yükseliş Ekim ayından bu yana devam ediyor. 

2018 yılında rekor düzeye ulaşan aylık fiyat artışları, yıllık enflasyon oranlarını da yukarıya çekmişti. O sene Eylül’de aylık 6,3 yıllık 25,3 tepe oranlarını görmüştük. 
Sonra Ekonomi Bakanı Damat’ın enflasyonla mücadele adını verdiği taklalar başladı.

Tepe noktasının faturası dönemin TÜİK başkan yardımcısına kesildi. Yerine Damat’a yakınlığı ile bilinen bir başkası getirildi. 3 Ekim’de göreve getirilen “yakın” bir süre sonra kuruma başkan yapıldı.

Bu görev değişikliği enflasyona iyi geldi. Eylül/2018 tepe noktasından düşüş başladı. Yani esasen iktisatçıların düşüşün nedenleri arasında gösterdikleri “baz etkisi” öncesinde böyle bir “başkan etkisi” olduğunu söyleyebiliriz. İktisat ilmine Damat katkısıdır.




Katkının seyri yukarıdaki gibi oldu. Özellikle Haziran/2019 sonrası ivmeli düşüş, önceki yılın aynı aylarındaki aylık yüksek artış nedeniyledir. Baz etkisi dedikleri bu. 

Enflasyon taklasında TÜİK’ten sonra sıra Merkez Bankası’na geldi. MB’nin faizleri yeterince düşürmediğinden şikâyet eden Erdoğan, Temmuz ayında şiddetini arttırdı ve bankanın başkanını görev süresinin dolmasına daha on ay varken görevden aldı. Temmuz ayındaki bu görevden alma sırasında faiz 23,3 idi ve Ocak ayından o yana sadece bir puanlık düşüş olmuştu. Görevden alınan başkanın yerine yeni bir kanka bulundu. Ve hemen o ay, enflasyondaki gibi faiz de düşmeye başladı. Önce dört puan, sonra iki puan derken son olarak yılın ilk ayında 11,2’ye kadar geriledi. 

Damat enflasyonla mücadeleye faiz düşüşünü de eklemeyi başardığını söyleyerek böbürlenmeyi sürdürdü. Böylece “başkan etkisi” enflasyon düşüşüne ek olarak faiz indirimi aracı olarak da iktisat kuramındaki yerini perçinledi. 
Damat böbürlendi böbürlenmesine ama geçen senenin Ekim ayından itibaren enflasyon oranı yeniden artmaya başladı. Kayınpeder ile damadın “faiz lobisi enflasyona neden oluyor” diye birlikte yaygara kopardıkları günleri hatırlarsınız. 

Şimdi kim ayarı tutturamadı diye millet birbirine soruyor. MB mi faizi düşük açıklıyor, yoksa TÜİK mi? Yoksa her iki gösterge için yeni bir “başkan etkisi” daha mı lazım?

Şaka bir yana, Ocak ayı rakamlarından sonra esas tartışma konusu Damat’ın YEP’te ilan ettiği 8,5 ve MB’nin biraz daha altında revize ettiği 8,2’lik 2020 yılsonu enflasyon hedefinin tutturulup tutturulamayacağı.

Görünen o ki bu hedefin tutturulabilmesi için yeni taklalara ihtiyaç var. Bu konuda TÜİK hızla harekete geçmişe benziyor. Zira TÜİK, Ocak ayı enflasyonunu açıklarken 2020 yılı için sepet ağırlığını da güncelledi. Buna göre sepette önceki yıl zam şampiyonu olan sigara ve alkollü içeceklerin payı artarken gıda ve alkolsüz içecekler, giyim ve ayakkabı, konut, ev eşyası, ulaştırma kalemlerinin ağırlığı düştü. Bunun anlamı şu: Yeni sepet 2020 yılında dar ve orta gelirli ücretlilerin enflasyonu ile TÜİK’in enflasyonu arasındaki farkı açacak. 

Tamam, sigara ve alkollü ürünlerin sepetteki ağırlığının artmasında geçen yıl bu ürünlere gelen insafsız zamların da etkisi var. Ancak sadece bu bile, devletin vergi ayarlama kolaylığı olan ürünlerle enflasyon rakamına müdahale edebilmesini kolaylaştırdı.

Anladığınız damat taklaya devam edecek. Çakılana kadar.

Alpaslan Savaş / SOL


Efsanevi Hollywood yıldızı Kirk Douglas 103 yaşında hayatını kaybetti - SPUTNIK

Hollywood'un Altın Çağı'ndan geriye kalan son aktörlerinden biri olan ve zihinlere 'Spartacus' gibi filmleriyle kazınan ünlü oyuncu Kirk Douglas 103 yaşında yaşamını yitirdi.
ABD merkezli magazin dergisi People'ın elde ettiği açıklamaya göre, Douglas'ın kendisi gibi oyuncu olan oğlu Michael Douglas, "Kardeşlerim ve ben üzüntüyle açıklıyoruz ki, Kirk Douglas 103 yaşında aramızdan ayrıldı" ifadelerini kullandı.

Kirk Douglas kimdir?

Kirk Douglas, Gerçek ismi Issur Danielovitch Demsky'dir. 9 Aralık 1916, New York da doğdu. ABD’li aktör ve film yapımcısı. Aktör Michael Douglas’ın babasıdır. Annesi Bryna ev hanımı, babası Herschel ise serbest meslek sahibiydi. İkisi de şimdi Beyaz Rusya (Belarus) sınırları içerisindeki Gomel kentinden göçen Rus Yahudileriydi. Babasının kardeşi önceden göçmüştü ve kendisine Demsky soyadını almıştı, Douglas’ın ailesi de aynı soyadını benimsedi. Douglas bir süre Izzy Demsky olarak bilindi.
Kirk Douglas, yoksul bir aileden gelen ve 6 kızkardeşiyle birlikte olmaktan sıkıntı içindedir. Douglas değirmen işçilerine soğuk yiyecekler satarak harçlığını çıkartır. Daha sonra gazete dağıtıcılığı dahil çeşitli işlerde çalışır. Aktör olmadan önce kırktan fazla işte çalıştı. Lise yıllarında piyeslerde rol alır ve aktör olmak istediğini anlar. Okumak için parasız olmasına karşın St.Lawrence Üniversitesine bir yolunu bulup girer ve burs alır. Aldığı burs parasını geri ödemek için temizlikçilik ve bahçevanlık yapar. Ayrıca güreşe meraklıdır ve festivallerde para karşılığı güreşir. New York Drama Sanatları Akademisinde oyunculuk yetenekleri keşfedilir ve özel bir öğrenim bursu verilir. Sınıf arkadaşları arasında Lauren Bacall ve daha sonra eşi olacak Diana Dill vardır. Mezun olduktan sonra Broadway’de ilk rolünü aldı.
Douglas, ABD’nin 2.Dünya Savaşına girdiği 1941 yılı ile aldığı yaralardan dolayı ordudan ayrıldığı 1944 yılına kadar donanmada görev yaptı.
Sınıf arkadaşı Diana Dill’i 1943’de Life dergisinin kapağı olduğu sayıda gören Douglas donanmadaki bahriyeli arkadaşlarına onunla evleneceğini söyler ve 2 Kasım 1943’de evlenir.
Savaştan sonra Douglas New York’a döner ve radyo tiyatrosunda iş bulur. Arkadaşı Lauren Bacall sayesinde birkaç filmde rol alır ve beğeni kazanır. Önemli roller almaya başlar.
Douglas, 'Spartaküs' gibi 20. yüzyılın en önemli filmlerine imza atmış , önemli bir oyuncudur.
Douglas çevirdiği sekizinci film olan 'Şampiyon'da bencil ve sert bir boksörü canlandırır. Bu tür roller artık onun ayrılmaz bir parçası olacaktır. Başarılı olmak için biraz cesaretli olması gerektiğini anlar, film şirketleriyle yaptığı anlaşmaları feshederek annesinin adı olan 'Bryna Yapım' adlı bir şirket kurarak cesur işler yapmaya girişir.
Douglas 1950 ve 60’lı yıllarda çok ünlü bir oyuncu olarak zamanın önde gelen kadın oyuncuları ile birlikte sahne almıştır, bunlar arasında Lauren Bacall, Barbara Stanwyck, Doris Day, Jeanne Crain, Rhonda Fleming, Virginia Mayo, Lizabeth Scott, Laraine Day, Jane Wyman, Eleanor Parker, Lana Turner, Kim Novak, Susan Hayward, Janet Leigh ve Jean Simmons sayılabilir.
Aldığı birçok rol arasında 1951 yılındaki Along the Great Divide adlı filmdeki kovboy rolü için ata binmeyi ve silah kullanmayı öğrenecek ve birçok Western filmde başrolde oynayacaktır. Lonely Are the Brave (1962) filminde ise kovboy rollerinin zirvesindedir.
Douglas ayrıca birçok farklı askeri rolde oynamıştır. Bunların arasında Top Secret Affair (1957), Paths of Glory (1957), Town Without Pity (1961), The Hook (1963), Seven Days in May (1964), In Harm’s Way (1965), Cast a Giant Shadow (1966), ve Is Paris Burning (1966) sayılabilir. En çok bilinen rolü ise Paths of Glory’deki Albay Dax rolüdür.
Kirk Douglas’ın Vincent Van Gogh’un hayatını canlandırdığı Lust for Life (1956) filmi sanatçının iç çelişkilerini çok iyi yansıttığı için beğeni kazanmıştır.
Douglas çok önemli aktörlerin rol aldığı “Spartacus” (1960) filminde hem oyuncu hem de yapımcıdır. Bu filmin bir özelliği de McCarthyci komünist cadı avının sonucu olarak kara listeye alınarak iş verilmeyen Dalton Trumbo’nun projede çalıştırılması ve isminin jenerikte geçmesidir. Filmin yönetmeni Paths of Glory filminde beraber çalıştıkları Stanley Kubrick’dir.
1991 yılında bir helikopter kazasından yara almadan kurtulan Douglas 1996 yılında geçirdiği kalp krizi sonrasında konuşma yetisini kısmen kaybeder.
Douglas iki kez evlenmiştir, ilkin 1943 yılında Diana Dill ile olan evliliğinden aktör Michael Douglas ve yapımcı Joel Douglas dünyaya gelmiştir. Çift 1951 yılında boşanmıştır. Douglas sonra 1954 yılında Anne Buydens ile evlenmiştir. Yapımcı Peter Douglas ve aktör Eric Douglas dünyaya gelmiştir. Eric Douglas 2004 yılında aşırı dozda uyuşturucudan hayatını kaybetmiştir

Evlilikleri :

Diana Dill ( 2 Kasım 1943-1951 boşandı) 2 oğlu oldu (Michael Douglas ve Joel Douglas)
Anne Buydens (29 Mayıs, 1954-günümüz.) 2 oğlu oldu (Peter Douglas ve Eric Douglas)

Filmleri :

1. The Strange Love of Martha Ivers (1946)
2. Out of the Past (1947)
3. Mourning Becomes Electra (1947)
4. I Walk Alone (1948)
5. The Walls of Jericho (1948)
6. My Dear Secretary (1949)
7. A Letter to Three Wives (1949)
8. Champion (1949)
9. Young Man with a Horn (1950)
10. The Glass Menagerie (1950)
11. Along the Great Divide (1951)
12. Ace in the Hole (1951)
13. Detective Story (1951)
14. The Big Trees (1952)
15. The Big Sky (1952)
16. The Bad and the Beautiful (1952)
17. The Story of Three Loves (1953)
18. The Juggler (1953)
19. Act of Love (1953)
20. 20,000 Leagues Under the Sea (1954)
21. The Racers (1955)
22. Ulisse (U.S. title: Ulysses) (1955)
23. Man Without a Star (1955)
24. The Indian Fighter (1955)
25. Lust for Life (1956)
26. Top Secret Affair (1957)
27. Gunfight at the O.K. Corral (1957)
28. Paths of Glory (1957)
29. The Vikings (1958)
30. Last Train from Gun Hill (1959)
31. The Devil’s Disciple (1959)
32. Strangers When We Meet (1960)
33. Spartaküs (1960)
34. Town Without Pity (1961)
35. The Last Sunset (1961)
36. Lonely Are the Brave (1962)
37. Two Weeks in Another Town (1962)
38. The Hook (1963)
39. The List of Adrian Messenger (1963)
40. For Love or Money (1963)
41. Seven Days in May (1964)
42. In Harm’s Way (1965)
43. The Heroes of Telemark (1965)
44. Cast a Giant Shadow (1966)
45. Is Paris Burning? (1966)
46. The Way West (1967)
47. The War Wagon (1967)
48. Once Upon a Wheel (1968) (belgesel)
49. A Lovely Way to Die (1968)
50. The Brotherhood (1968)
SPUTNIK

Dört kişilik ailenin aylık gıda harcaması 2 bin 250 lira - YENİÇAĞ

Birleşik Metal İş Sendikası Araştırmaları Merkezi'nin (BİSAM) hesaplamalarına göre, dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenme için ayda en az 2 bin 250 lira gıda harcaması yapması gerekiyor.

Bisam Ocak 2020 dönemi için açlık ve yoksulluk sınırı verilerini hesapladı. Hesaplamaya göre dört kişilik bir ailenin sağlıklı bir biçimde beslenebilmesi için, günlük en az 74.99 lira, aylık 2.250 lira harcama yapması gerekiyor.

Buna göre yetişkin bir kadının sağlıklı beslenmesi için yapması gereken günlük harcama tutarı 19.32 lira, yetişkin bir erkeğin 19.97 lira, 10-18 yaş arası bir çocuğun 21.39 lira, 4-6 yaş arası bir çocuğun ise 14.32 lirayı buluyor. Bu verilere göre yoksulluk sınırı da 7 bin 782 lira oldu.



Günlük harcamalarda Ocak 2020’de en yüksek maliyet grubunu peynir/çökelek grubu 18.80 lira, et, tavuk ve balık grubu için yapılması gereken minimum harcama da 14.15 lira oldu.


Araştırma sonuçlarına göre;

- süt ve yoğurt için 9.35 lira,

- sebze ve meyve için 11,67 lira,

- ekmek için 4.83 lira,

- katı yağ için 3.93 lira,

- sıvı yağ için 1.34 lira harcama yapılması gerekiyor.

Ayrıca, yumurta için 0.96 lira, şeker, bal, reçel ve pekmez için ise 3.51 lira harcama yapılması gerekiyor.

Gıda harcamaları için, İstatistiki Bölge Birimleri Sınıflandırması (İBBS) Düzey 2 Bölgeleri için de ayrıca hesaplandı. Buna göre sağlıklı beslenmenin maliyetinin en yüksek olduğu il 2 bin 444 lira ile İzmir olurken, İstanbul’da sağlıklı beslenmenin maliyeti 2 bin 406 lira, Ankara’da 2 bin 220 lira olarak belirlendi. 

YENİÇAĞ

5 Şubat 2020 Çarşamba

Sağlıkta devrim yaptılar: AKP’nin sağlık notu(I-II) - İLKER BELEK


(I)

İlker Belek, sağlıkta devrim yapan AKP'yi değil, AKP'nin yaptığı sağlık devrimini yazdı. Sağlık durumumuzu yaptığımız harcamaları, bilgisayarlı tomografi cihazlarımızı sayarak değil de, önemli sağlık göstergelerini kullanarak ölçtüğümüzde yapılan 'devrim' sağlığa pek yaramamış gibi görünüyor.

“Sağlıkta devrim yaptık.”
17 yılı geçen dönemin sağlıktaki sonuçlarını böyle özetliyor iktidardakiler.
Şehir hastanelerini, ülkenin her tarafını sarmış bulunan özel hastaneleri, sigortalıların istedikleri eczaneden ilaç alabilmesini, aile hekimliği sistemini, bilgisayarlı tomografileri, magnetik rezonans cihazlarını buna dayanak gösteriyor.
Bunların tamamı sağlıkta gelişme açısından önemsiz sayılabilecek şeyler değil elbette ama bir ülkenin sağlık durumu ve iktidarının sağlıktaki başarısı bunlarla ölçülmüyor. Daha somut, ölçülebilir kriterleri var.
Sağlıktaki başarı sağlık göstergeleriyle değerlendirilir. Bebek ölüm hızıyla, hasta başına ayrılan ortalama muayene süresiyle, sağlık personelinin ülke geneline nasıl dağıldığıyla, sağlık hizmeti için kullanılan finansal kaynaklarla…
En önemli sağlık göstergelerini kullanarak, AKP’nin mücadele ettiğini iddia ettiği sağlık sorunlarına odaklanarak Türkiye’nin sağlıktaki durumunu saptayacağız, AKP’nin “devrim” iddiasını bir dizi yazıyla sorgulayacağız.

Ülkelerin sağlıktaki durumunu ölçmek konusunda en iyi gösterge gelire göre beklenen bebek ölüm hızıdır.

Bebek ölüm hızında beklenen şey, ülkenin dünya liginde gelirdeki sırasıyla bebek ölüm hızındaki sırasının birbirine eşit ya da yakın olmasıdır.

Eğer ülkenin bebek ölüm hızındaki sırası gelirdeki sırasının gerisindeyse negatif, üzerindeyse pozitif sağlık performansından söz edilir.

Negatif performans ülkenin gelirini sağlık, sosyal refah, insani gelişme için kullanmadığını, başka işlerde çarçur ettiğini, birilerine yedirdiğini, gelirin sosyal alanlara giremediğini, gelir eşitsizliğinin yüksek olduğunu düşündürür.

TÜRKİYE'NİN PERFORMANS PUANI -23

Aşağıdaki tablo Türkiye’nin 192 ülkenin yer aldığı dünya liginde kişi başı gelir ve bebek ölüm hızındaki durumunu 2017 verileriyle gösteriyor.

 Gerçekleşen değerDünya Ligindeki Sırası
Bebek Ölüm Hızı (BÖH)1072.
Kişi başı gelir (Satın alma gücü paritesi)24,70249.


Türkiye’de BÖH binde 10 ve bu değerle dünya liginde 72. sırada; kişi başı gelir 24.702 Dolar ve bu değerle dünya liginde 49. sırada.
Türkiye’nin sağlıktaki performansı eksi 23 puan.

Bu çok büyük bir fark. Türkiye sağlıkta gelirine göre beklenen konumun tam 23 basamak gerisinde.

TÜRKİYE SAĞLIKTA GÜRCİSTAN, TUNUS, ERMENİSTAN SEVİYESİNDE

Eğer Türkiye, sağlıkta da gelirde olduğu gibi 49. sırada yer almış olsaydı bebek ölüm hızı binde 10,0 değil, 6,3 olacaktı. Türkiye’nin BÖH beklenenden tam %59 daha yüksek.

Bebek ölüm hızı Türkiye’ye yakın (binde 9,2-11,2 aralığında) olan ülkeler; kişi başı yıllık geliri 18.462 Dolar olan Arjantin (BÖH 9,2), 7.325 Dolar olan Gürcistan (BÖH 9,7), 10.564 Dolar olan Tunus (BÖH 11,2)’tur.

Bunların içinde geliri Türkiye’ye en yakın olan Arjantin ele alınsa bile, Türkiye’nin her yıl kişi başına 6.000 Dolar’dan daha fazla kaynağı heba ettiği ortaya çıkar.
Öte yandan örneğin Gürcistan’a bakarak BÖH’nı Türkiye’nin bugün sahip olduğu binde 10 değerine çekmek için 7300 Dolar kişi başına yıllık gelirin de yeterli olabildiği görünmektedir.

Sağlıkta devrim yaptığını iddia eden AKP’nin başarısı budur.

(II)

Türkiye sağlık harcaması payında OECD sonuncusu

Ulusal gelirden sağlığa ayrılan payın en düşük olduğu OECD ülkesi Türkiye. Üstelik yılar içinde sağlığın ulusal gelirden aldığı pay azalıyor.
“Sağlıkta devrim yaptık" diyen AKP'nın “devrim” iddiasını sorguladığımız dizi yazıya devam ediyoruz.

Sağlık harcaması ülkenin ve o ülkeyi yöneten siyasi yapının sağlığa verdiği önemin doğrudan göstergesidir.
Toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı, kişi başı yıllık sağlık harcaması ve sağlık harcamasında özel ve kamu sektörlerinin payları önemli harcama göstergeleridir.

ULUSAL GELİRDEN SAĞLIĞA AYRILAN PAYIN EN DÜŞÜK OLDUĞU OECD ÜLKESİ TÜRKİYE

OECD ülkeleri her yıl ulusal gelirlerinin %8,8‘ini sağlık için kullanıyorlar. Oran ABD’de %17,1, Yunanistan’da %8,0, Polonya’da %6,5, Meksika’da %5,5.
Türkiye ise %4,2 ile ligin en gerisinde yer alıyor.
OECD ülkelerinde cari sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı için grafik şöyle:
                        Kaynak: Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018: 260

SAĞLIĞIN ULUSAL GELİRDEN ALDIĞI PAY AZALIYOR
Ama daha vahim durum, ulusal gelirden sağlık için ayrılan kaynakların oranının giderek azalması. AKP’li yıllarda oldu bu. Toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki oranı 2002’de %5,2 idi, 2018’de 4,4’ye düştü. Eğilim 2011’den beri kesintisiz devam ediyor.

Yıllara göre toplam sağlık harcamasının ulusal gelirdeki payı (%) şöyle seyrediyor:
                          Kaynak: Sağlık Bakanlığı Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2018: 259

SAĞLIK HARCAMASINDA KAMU PAYI DÜŞÜYOR

Yukarıdaki grafik çok önemli bir şeyi daha gösteriyor: Ulusal gelirde sağlık harcaması payındaki düşüş esas olarak kamu payındaki azalmadan kaynaklanıyor. 2011’den beri özel sağlık harcamasının ulusal gelir içindeki oranı %1,0 iken; kamununki %4,7’den (2009), %3,4’ye kadar indi (2018).

KİŞİ BAŞI SAĞLIK HARCAMASINDA SONDAN İKİNCİYİZ
2018 yılı kişi başı sağlık harcaması OECD ortalaması 3.994 Dolar (satın alma gücü paritesi cinsinden). Harcama Yunanistan’da 2.238, Polonya’da 2.056 Dolar. Türkiye ise 1.227 Dolar ile OECD liginde Mersika’nın önünde sondan ikinci sırada yer alıyor.

AKP Yunanistan’ın ancak yarısı kadar kişi başı bağlık harcaması yapıyor.

OECD ve diğer bazı ülkelerde yıllık kişi sağlık harcaması (2018) için grafik ise şöyle:

                                 Kaynak: OECD Health at a Glance 2019: 151

Özetle AKP sağlığa önem vermiyor, sağ popülist politikalarla şov yapıyor.

İlker Belek / SOL

Borsada yatırım lideri Katar oldu - Mehtap ÖZCAN ERTÜRK

ABD’li yatırımcıların borsada yabancılar içindeki payı yüzde 25.8’e gerilerken, Katarlıların payı yüzde 25.9’a yükseldi. Böylece borsanın en büyük yabancı yatırımcısı Katarlılar oldu. Katarlı yatırımcıların portföy büyüklüğü 77.3 milyar TL’ye ulaştı.


Son yıllarda Türkiye'de bankacılıktan turizme, gıdadan perakendeye pek çok alanda faaliyetlerini artıran Katar sermayesi borsada da zirveyi ele geçirdi. Katar sermayesi ocak ayında Borsa İstanbul'da hisse senetlerinin yarısına sahip 10 ülke arasında birinci sıraya yerleşti. 

Borsa İstanbul'da yatırımın başını çeken ABD'li ve İngiliz yatırımcıları geride bırakan Katarlıların portföy büyüklüğü 2019'da 58.6 milyar TL'ye ulaştı. Katar'da ikamet eden 6 hesabın 2019 Haziran sonunda portföy büyüklükleri 16 milyar TL iken, yıl sonunda yüzde 266 artış görüldü. Alnus Yatırım Araştırma Müdürü Yunus Kaya'nın analizine göre, bu artışta Mayhoola'nın Boyner Perakende'de kalan payları alması ve Katar Ulusal Bankası'nın yüzde 99'una sahip olduğu QNB Finansbank'ın piyasa değerinin artması etkili oldu.
İNGİLİZLERİ YERİNDEN ETTİ
Kaya, “QNB Finansbank'ın ocak ayında yüzde 31 daha değer kazanmasının da katkısıyla ocak ayı sonunda 4 Katarlı hesaptaki MKK payı toplamı 77.3 milyar TL'ye yükseldiği görüldü. Bu rakam, Borsa İstanbul'daki en büyük yabancı yatırımcının Katarlılar olmasını sağladı” dedi. Yunus Kaya, QNB Finansbank'ın önümüzdeki dönemde ikincil bir halka arz yapması ya da borsadan çıkması ihtimalinin de olabileceğini hatırlattı. 
Analize göre, 2017 sonunda ABD'li yatırımcılar borsadaki yabancılar içinde yüzde 33 paya sahipken, bu yatırımcıları yüzde 16 payla İngilizler takip ediyordu. 2019 Haziran sonunda yüzde 30.5 paya sahip ABD'lilerin en yakınında yüzde 13 ile yine İngilizler vardı. Fakat 2019 sonunda yüzde 25.9 paya sahip ABD'lileri bu kez yüzde 20.2 ile Katarlılar takip etti. 2020'nin ilk ayı sonunda ise Katarlıların borsadaki yabancılar içindeki payı yüzde 25.9 ile liderliğe geçerken, ABD'liler yüzde 25.8 ile ikinciliğe geriledi. Bu arada son 6 ayda 68 ABD'li ve 2 Katar'lı yatırımcının borsadan çekildiği de gözlemlendi. 2019 Haziran'da yüzde 13 paya sahip İngilizlerin de son iki aydır yüzde 13.7 paya çıktığı ama yine de üçüncü sırada kaldığı görülüyor.
BAE LİSTEDEN ÇIKTI
Borsadaki yabancı yatırımcılar içinde 2019'da ilk defa ilk 10'a giren Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), yıl sonunda yüzde 7 paya ulaştı. Bunda Rus Sberbank‘ın yüzde 99.85 hissesini BAE'li Emirates NBD'ye devretmesi etkili oldu. Denizbank'ın kottan çıkmasıyla BAE, ocak ayı itibarıyla borsadaki ilk 10 yatırımcı listesinden çıktı. Lüksemburglu yatırımcıların payı ise ocak ayında yüzde 4.7'ye düştü.

Yabancı payı yüzde 59.5

Borsa İstanbul pay piyasasında 400'ü aşkın şirketin 412 hissesi işlem görüyor. Borsa İstanbul verilerine göre şirketlerin toplam piyasa değeri 31 Aralık 2019 kapanış itibariyle 1.1 trilyon TL olup o günkü dolar kuru 186 milyar dolara seviyesindeydi. 
MKK, günlük olarak yerli-yabancı payları raporu yayınlıyor. MKK verilerine göre yabancıların payları 2017 sonunda yüzde 65 iken, 2018'de yüzde 65.1 seviyesinde kaldı. 2019 Haziran ayı sonunda bu oran yüzde 64.8 olurken 2019 sonunda yüzde 61'e gerilediği görüldü. Aylık istatistiklere göre 2020'nin ilk ayı sonunda ise yüzde 59.5 olarak görülüyor. Borsa İstanbul verilerine göre 2019 yılında yabancı yatırımcılar 583 milyon dolar net satım gerçekleştirdiler.
Mehtap ÖZCAN ERTÜRK / SÖZCÜ

3 Şubat 2020 Pazartesi

Kimliğin mekânı ve mekânın kimliği: Rant, risk ve İstanbul Kanalı - Anıl Al-Rebholz

Günümüzde öngörülemez ve hesaplanamaz risklerin damgasını vurduğu risk toplumlarında yaşadığımızı savunan Alman Sosyolog Ulrich Beck’e göre geleneksel toplumlara kıyasla ekonomik, teknolojik, bilimsel açıdan çok daha dinamik çevresel yenilenme ve müdahalelerde bulunan sanayi toplumları, ileri gelişme aşamalarında giderek belirsizlik ve denetlenemezliğin tahakkümü altına girerler.

Aile ve akraba ilişkileri, toplumsal cinsiyet, etnik, dini, kültürel ve ulusal aidiyet ve günümüzde giderek önemli hale gelen sosyal medya (ya da daha geniş anlamda dijital topluluklar) kullanımı üzerinden tanımladığımız kimliklerin oluşumunda çok önemli rol oynayan bir başka bileşen de mekândır.

Büyüdüğümüz mahalle, gittiğimiz okul, gezindiğimiz park, takıldığımız kafe, spor yaptığımız kulüp, çalıştığımız bina, ilk öpücüğümüzü deneyimlediğimiz yer vb. Almancadaki deyimiyle identitätsstiftend (kimlik doğuran) kaynaklar işlevini görür. Mekân, bütünlüklü anlatıların gerçekleştirilebilmesi için gerekli kolektif ve bireysel hafızanın oluşumuna da asıldır. Ve mekân, her zaman fiziksel bir mekânın ötesinde toplumsal ilişkilerin ürünü olarak biçimlenmiş toplumsal bir mekândır.

Mekânın kimlik oluşturmadaki rolü o kadar temeldir ki yaşadığımız, alıştığımız, hatıralarımızın gömülü olduğu mekânlara diğer kurum ve aktörlerin müdahalesi kentsel hareketlere, dirence, isyanlara, dönüşümlere yol açabilir. Mekâna rant üretmenin aracı olarak bakan yaklaşımlar mekânın bu kimlik ve bellek oluşumundaki payını göz ardı eder. Henri Lefevbre’in somut ve soyut mekânlar ayrımı ya da mekâna kullanım değeri mi yoksa değişim değeri üzerinden mi yaklaşıldığı bunu belirler. Lefebvre’e göre kapitalist toplumlarda mekânın, “günlük yaşam pratiklerini gerçekleştirdiğimiz, yaşadığımız, ihtiyaçlarımızı karşıladığımız” kullanım değerinden çok değişim değeri önemlidir (Al-Rebholz, 2017). Sadece değişim değeri, yani kentsel dönüşümde olduğu gibi inşaat şirketlerine dönüşümün getirisi, ya da şimdilerde İstanbul Kanalı’nda tartışıldığı gibi “Türkiye’ye” getireceği gelir değerlendirilir bu tür yaklaşımlarda. Kâr ve rant aracı olarak değerlenen mekânın bu anlamda ne tarihselliği ne de kullanımının ve sosyal değerlerinin önemi vardır: Tarihi Emek sinemasında, Haydarpaşa garında ya da yerine Neo-Osmanlıcı bir nostalji ile bir kışlanın ve alışveriş merkezinin kurulması istenen Gezi Parkı’nda olduğu gibi… Birbirinden farklı mekânları sadece değişim değerine indirgeyen kapitalizm aracılığıyla soyut mekân homojenliğe yönelir ve farklılıkları, tikellikleri azaltılır (Al-Rebholz, 2017). Aslında farklılığı yücelten ve pazarlayan küreselleşmenin ve küresel kentler arasındaki kimlik rekabetinin mantığına da ters düşer bu, bir anlamda kapitalist rasyonalite kendi bindiği dalı da kesmiş olur.

Toplumsal ve siyasal pratikler tarafından denetim, tahakküm ve hegemonya altına alınmaya çalışılan mekânın kendisi de toplumsal ve siyasal pratikler doğurur (Lefebvre, 2014). Yani kent, Lefebvre’e göre çatışmaların, yüzleşmelerin ve çelişkilerin mekânıdır. Günümüzde insan yapısı çevreler olarak Türkiye’de kentsel mekân ve son olarak da İstanbul Kanalı üzerine süregelen çekişmelere bu açıdan bakılması gerektiğini düşünüyorum.

ÇED raporu onaylanan İstanbul Kanalı projesinin yol açabileceği ekolojik ve jeolojik risklere, kentsel, demografik, sosyolojik, hukuksal, diplomatik, ekonomik ve kültürel açıdan öngörülemeyecek sonuçlarına birçok uzman tarafından dikkat çekildi. Son olarak İBB Yayınları İstanbul Bülteni’nde Ayşe Kahveci ve Koray Çalışkan tarafından hazırlanan yazı da çarpıcı rakamlarla bu çekinceleri iyice göz önüne seriliyor. Bu sonuçlardan en dikkat çekici olanlardan birisi de yukardaki mekân-kolektif/bireysel hafıza-kimlik oluşumu çerçevesinde anlaşılması gereken Arnavutköy’deki Baklalı, Roman, Yeniköy mezarlıkları ile Küçükçekmece, Başakşehir, Altınşehir ve diğer mezarlıkların taşınmak zorunda kalınması. Kamusal alanlar, anıtlar gibi mezarlıkların da toplumsal hafızanın oluşmasındaki yeri yadsınamaz.

Ekonomik açıdan da kanalın getirisinin tartışmalı olmasının ötesinde kime getirisi olacağı sorusu daha önemli. 1983 yılında dönemin hükümeti tarafından yapılan yanlışın–boğazdan geçiş için gemilerden ton başına alınan Frank altınının 2,8 dolara sabitlenmesi-düzeltilmesi halinde devletin kasasına girecek gelirin kat be kat artacağına dikkat çeken görüşlerin aksine bu gelirden vazgeçiliyor (Bkz. Ozan Gündoğdu, Birgün; Mahfi Eğilmez, t24). “Devlet neden bu gelirden vazgeçmek ister, neden bu gelirin kendi kasası yerine özel bir şirketin kasasına girmesini yeğler” sorusu neoliberal düzende devletin dönüşümü açısından değerlendirilebilecek başka bir yazının konusu. Yine de burada hatırlatmadan geçemeyeceğimiz başka bir nokta var: 2002’de iktidara gelen AKP’nin önemli meşruiyet kaynaklarından birisi de merkeziyetçi otoriter modernleşmenin aktörü olarak görülen cumhuriyetçi modelin yerine âdem-i merkeziyetçi bir anlayışın getirilmesi, yani merkezi irade dışında bizzat yerel belediyelere yönetimde hak ve özgürlüklerin verilmesi idi. O zamanlar böyle bir yerelleşmeyi bizzat savunan bir iktidarın, bugün hem TOKİ uygulamalarında hem de özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve merkezi yönetim arasındaki çekişmede ve diğer birçok başka söylem ve politikalarında görüldüğü üzere, iktidara geldiği dönemlerdeki duruşuna ters düşmüş olması ve yerel belediye ve aktörleri süreç dışı bırakması çok dikkat çekicidir.

Rant ekonomisinde doğa, insan istismarına açık kaynaklarından sınırsızca faydalanabilecek atıl bir nesne olarak görülüyor. Halbuki ekolojik ve eko-feminist yaklaşımların ortaya koyduğu gibi doğa ve uygarlığı iki ayrı ve birbirine karşıt olgular olarak görüp bu iki karşıtlık üzerinden çıkarımlarda bulunmak yanlış. Küresel ısınma ve en son olarak da bu yılın, son yüzyıl içinde yaşanan en sıcak yıllardan birisi olması sonucu yaşanan afetlerin gösterdiği gibi dünya ekolojik sisteminin kendine ait dinamikleri var ve bu dinamiklere insan müdahalesinin ne şekilde sonuçlanacağı hiçbir şekilde öngörülemiyor.

Günümüzde öngörülemez ve hesaplanamaz risklerin damgasını vurduğu risk toplumlarında yaşadığımızı savunan Alman Sosyolog Ulrich Beck’e göre geleneksel toplumlara kıyasla ekonomik, teknolojik, bilimsel açıdan çok daha dinamik çevresel yenilenme ve müdahalelerde bulunan sanayi toplumları, ileri gelişme aşamalarında giderek belirsizlik ve denetlenemezliğin tahakkümü altına girerler. Risk toplumları sanayi toplumlarından çok önemli bir şekilde ayrışır. Örneğin sanayi toplumlarında zenginliğin dağıtımı belli iken (üst tabaka ve elitler en yüksek payı alırlar), artık küreselleşmiş dünyada ortaya çıkan risk toplumlarında riskin dağıtımı coğrafi sınır, sınıf, grup topluluk tanımaz aynı Çernobil’de afetinde olduğu gibi.

Yine Beck’e göre risk toplumlarında geleneksel toplumlara kıyasla uzmanlara olan ihtiyacımız çok daha fazla artmıştır. Fakat uzmanların bilgi ve yetkinlikleri bile ileri sanayi toplumunda karşılaşılabilecek riskleri denetim altına alınması ya da öngörülebilmesine yetmez. Riskler ancak deneyerek öğrenilebilir. Bu durumda uzmanların rolü ancak risklerin kabul görmesi ya da meşrulaştırılması olur. İstanbul Kanalı ÇED raporu da bu anlamda basit bir kandırmaca, siyasal yanlılık ya da dolandırıcılık değil aslında artık çok ayrışmış uzmanlık alanlarının birbirlerine tercümelerinin zorlukları olarak okunabilir. Aynı zamanda bu tür uzman raporları uzmanların dilinin oluşturabileceği tuzakları ve uzman tartışmalarının kamuoyuyla paylaşılsa bile örneğin konuyla ilgili birtakım ögelerin öne çıkartılarak diğerlerinin üstünün örtülmesi gibi basit yollar ile riskin ne dereceye kadar meşrulaştırılabileceğini göz önüne serer.

Ulrich Beck her şeye rağmen risk toplumu hakkında kötümser değildir. Risk toplumlarından öz-eleştirel toplumlar bile çıkabilir ona göre. Yeter ki siyasetçiler, tüketiciler, üreticiler, bilim insanları, uzmanlar vb. özgür bir ortamda biraya gelip birbirlerini eleştirebilsinler ve risk kaderine karşı gelebilsinler. Süregiden tartışmalara rağmen İstanbul Kanalı hakkında rantın ötesinde ekolojik dengeleri gözeten, riski kaderimiz yapmayacak öz-eleştirel bir karara varılabilmeli, bunu sağlayacak özgür ve eşitlikçi bir tartışma ortamı yaratılabilmeli.

Anıl Al-Rebholz - Sosyolog ve Siyaset Bilimci / BİRGÜN



Kaynaklar:

Anıl Al-Rebholz (2017): “Kent Kuramları: Klasikler ve Çağdaşlar”. Lisans yayıncılık, Kent Sosyolojisi içinde.
Ayşe Kahveci & Koray Çalışkan: “Ya Kanal ya İstanbul”. İstanbul Bülteni Ocak 2020
Henri Lefebvre (2014): Mekânın Üretimi, Sel Yayıncılık
Mahfi Eğilmez: “Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Kanal İstanbul”. T 24, 02.01.2020
Ozan Gündoğdu: “Özelleştiremeyince Kanal Açıyorlar”, Birgün 22.12.2019
Ozan Gündoğdu: “Kanal İstanbul’da Yalanlar ve Gerçekler, Birgün 16.12.2019
Ulrich Beck, Risk toplumu, Anıl Al-Rebholz “Güncel Tartışmalar” ders notları

Davos’ta kafalara dank etmiş (I-II) - ERGİN YILDIZOĞLU

(I)

Dünya Ekonomik Forumu (DEF) Davos toplantısına katılanların nihayet kafasına dank etmiş. Hem demokrasiyi hem de kapitalizmi aynı anda kurtarmak mümkün olacak gibi görünmüyor. Toplantılara katılabilmek için en az 19 bin doları gözden çıkarmak gerekiyor. Ben panellerdeki tartışmaları internet üzerinden izliyorum. Tabii, 300-600 bin dolar aidat vererek, arka odalarda yapılan toplantılara katılma hakkı kazananların ne konuştuğunu bilmek olanaklı değil. 
Adını koymak zor
Davos’ta, finansal kriz günlerinde, örneğin 2008’de tam anlamıyla bir şaşkınlık hâkimdi: Katılımcılardan “Yıllardır bize, ‘merak etmeyin piyasalar riskleri dağıtarak azaltıyor ve kaynakları optimal düzeyde dağıtarak ekonomileri dengeliyor. Devletlerin ekonomiye karışmasına gerek yok’ diyordunuz. Şimdi ne oldu” gibisinden öfkeli sorular geliyordu. Ana toplantıda adeta kavga çıkmıştı. 
Bu yıl bir şey “kafalara dank etmiş” gibiydi. Panellere katılanlar, iklim krizi, gelir dağılımında aşırı bozulma, göçmenler ve vatandaşlık kurumundaki aşınma, demokrasi ile kapitalizm, ekonomi ile devlet, uzun dönemli toplumsal sorunlarla şirketlerin ve siyasetçilerin kısa dönemci bakışları, finansallaşma ve reel ekonomi gibi ikilemlerdeki çelişkileri görüyorlar ama çözüm üretmeye gelince her kafadan bir ses çıkıyor. 
Örnek olarak, “Demokratik kapitalizm: Bir çıkmaz sokak mı yoksa ortak bir kader mi?” (23 Ocak) başlıklı, ilginç paneli alabiliriz. Kolaylaştırıcı Ngarie Woods, Oxford, Princeton, IMF, UNDP. Paul Polman, Unilever CEO’su (2009-2018), IMAGINE adlı STK’nin kurucusu, BM Global Compact Başkan Yardımcısı. Nial Ferguson, Stanford, Oxford, Harvard, kendi deyimiyle, muhafazakâr tarihçi. Dambisa Mayo, Afrikalı, Oxford, Harvard Küresel Ekonomi profesörü, Chevron’ın ve 3M’in yönetim kurulu üyesi, TIME magazinin en etkili 100 kişisinden biri Martin Wolf, Oxford, Dünya bankası, Financial Times baş ekonomisti ve editör.
Bir şeyler yapmalı 
Panelin başlığından anlaşılacağı gibi egemen algı şöyle: Demokrasi ve kapitalizm tehlikede. Wolf’a göre böyle giderse ya faşizm ya sosyalizm. Ancak Wolf esas tehlikenin faşizm olduğuna inanıyor. 
Polman’a göre finansa odaklanmış ekonomik sistemin ağırlaştırmaya devam ettiği bir gelir dağılımı sorunu var, teknoloji insanları korkutuyor, iklim değişikliği yoksulluğu artırıyor. Finansal sermayenin ötesine geçip, toplumsal ve çevresel sermaye üzerinde odaklanmamız gerekiyor, finansı reel ekonominin hizmetine vermemiz gerekiyor. Bu noktada, Ferguson öfkeli bir sesle, Polman’ın, sözünü kesti, “nasıl yapacaksınız bunu” diyerek lafa girdi. Yalnızca devlet ve ekonomi yok, sivil toplum da var çözümler orada, dedi. Woods, Wolf’a döndü. Wolf, “Ben bu ikisinin arasında bir yerdeyim” diye başladı, lafı iyice dolaştırdı, kesin bir şey söyleyemedi. Ferguson, konuşmasında eğitim sisteminden yakındı. İnsanlara kapitalizm doğru öğretilmiyormuş, üniversitelerde düşünce çeşitliliği, yeterince muhafazakâr tarihçi yokmuş, entelektüel sınıf piyasadan nefret ediyormuş. Mayo, şirketlerin ve hükümetlerin “kısa dönemli bakışı” ödüllendirmesini eleştirdi. Halbuki, teknoloji, eşitsizlik, iklim değişikliği, nüfus artışı gibi yapısal sorunlar vardı, ama devletler sorumluluklarını yeterince üstlenmiyorlardı. Mayo’ya göre, o zaman sosyal politikaları tanımlamak şirketlere ve STK’lere kalıyordu. Demokrasi bu değildi. Wolf, “provokatif olacak ama demokrasiyi yaşatmak için sınırları, gerçekçi biçimde denetlemek gerekir” dedi ve ekledi, demokratik sistem bir coğrafyaya ilişkindir. O coğrafyada yaşayan vatandaşlar siyasi sistemin kendilerine ait olduğunu düşünürler. Denetimsiz göçmenlik, onlara kimliklerinin bu kritik bileşeninin mezata çıkarıldığını, siyasi sistemlerini artık denetleyemediklerini düşündürür. Wolf, denetimsiz, yasadışı göçmenlikten iş çevrelerini sorumlu tuttu. “Demokrasiyi korumak için sınırları denetlemek gerekir” düşüncesinde ısrar etti. Mayo, “Kimse durup dururken kendi ülkesini terk edip başka yere göç etmek istemez” dedi, göçmenlerin ezici çoğunluğunun Batı’nın dış politikalarının yıkıcı etkilerinin kurbanı olduklarını anımsattı...

(II)
Geçen pazartesi, “Dünya Ekonomik Forumu (DEF) Davos toplantısına katılanların nihayet kafasına dank etmiş. Hem demokrasiyi hem de kapitalizmi aynı anda kurtarmak mümkün olacak gibi görünmüyor” saptamasıyla başlamış, yüksek “oktanlı” katılımcıların konuştuğu bir paneli örnek olarak aktarmıştım: Ne kapitalizm çalışıyor ne de demokrasi!
O panelde konuşmacılardan Polman, mali piyasalara öncelik vermekten vazgeçmeliyiz diyordu. Nial Ferguson, üniversitelerde demokrasinin, kapitalizmin doğru dürüst öğretilmediğinden, entelektüellerin kapitalizme düşmanlığından yakınıyordu. Dambiso Moyo’ya göre, “kısa dönemli bakış açısını” terk etmek gerekiyordu. Martin Wolf’a göre ise, demokratik kapitalizmi koruyabilmek için, sınırları denetleyebilmek yaşamsal öneme sahipti yoksa yine, faşizm tehlikesi vardı.
Bu konuşmaları bir araya koyunca, panelin başlığındaki “Demokratik kapitalizm: Bir çıkmaz sokak mı, yoksa ortak bir kader mi” sorusunun, Davos’ta bir cevabının olmadığını anlıyoruz.
Davos’ta aktarılan bir kamuoyu yoklamasına göre, halkın yüzde 60’ı seçimlerin bir değişiklik yarattığına inanmıyormuş. Kısacası demokrasiye güven yerlerde sürünüyor. Davos’ta “5 Ana Eğilim” başlığı altında sergilenenlere bakınca, kapitalizmin çalışmadığının da kafalara dank ettiği anlaşılıyor: 10 yıl boyunca alınan parasal önlemlere karşın üretkenlikteki düşme eğilimi yaşanıyor, düşük faiz ortamına karşın devlet yatırımları geriliyor, çalışanların vasıfları teknolojik gelişmelere uyum sağlayacak yönde güncellenemiyor, rekabete ve ekonomik büyümeye odaklanma yaşam standartlarını geliştirmiyor.
Uzlaşma fantezisi
Davos’ta yayımlanan “Nasıl bir kapitalizm istiyoruz” başlıklı “Manifesto”, bu soruya “stakeholders capitalism” (kâr maksimizasyonu yerine çalışanların, müşterilerin, genel olarak toplumun çıkarlarına öncelik verilmelidir) gibi, ilk yarısı ikinci yarısıyla çelişen bir cevapla geliyor. İlk kez, 1932’de yine derin bir kriz dönemde, uydurulan bu cevap, “emekle sermaye arasında yapısal bir çelişki yoktur” fantezisine dayanıyor. O zaman serbest piyasa modeline karşı “New Deal” ikliminde önerilen bu model, II. savaştan sonra, ulusal Keynescilik modeli (devletin ekonomiyi, piyasayı denetlemesi, düzenlemesi ve üretici rol üstlenmesi) içinde bile “çöp tenekesi modeli” olarak niteleniyor, şirket yönetimlerinde büyük karmaşa yarattığı için eleştiriliyordu. Bu yaklaşım, Tony BlairBill Clinton döneminde yeniden canlandırılmaya çalışıldı, bu kez kimsenin ilgisini çekmedi. Şimdi yeniden gündemde. Bu da kapitalist sınıfın artık ekonomik modelinin yanı sıra “hikâyesinin” de tükendiğini gösteriyor.
Pazartesi günü aktardığım paneldeki katkılara dönersem, Nial Ferguson dışındaki panelistler, devlet müdahalesinin, devletin düzenleyici rolünün gereğini, devletin sorumluluk üstlenmesinin önemini, Ferguson da şirketlerin esas görevinin kâr yapmak olduğunu anımsattı.
Sonuç olarak, Davos’ta “kapitalizmin” tehlikede olduğu kafalara dank etmiş. Eğer demokrasiyi güçlendirecek olursak, kısa dönemde seçmenin, gelir dağılımı, küresel ısınma, toplumsal dayanışma, vatandaşlık hakları gibi alanlardaki taleplerinin kapitalizmin krizini derinleştirmesi kaçınılmaz. Kapitalizmin krizinin aşılması, üretkenliğin ve kâr oranlarının restorasyonundan geçtiğinden buna odaklanmak, sermaye açısından daha fazla serbestlik için demokrasinin dayattığı sınırları kaldırmaktan geçiyor.
O zaman siyasi ve kültürel ortamın, sermayeye engel oluşturmayacak, halkın öfkesinin sermaye dışındaki “şeyleri” hedef almasını sağlayacak biçimde yeniden düzenlenmesi gerekiyor. Bu da bizi kriz içindeki egemen sermayenin diğer hikâyesine, “ulusu yabancı unsurlardan temizleyerek yeniden yükseltmek” fantezisine, diğer bir deyişle faşizm olgusuna getiriyor. Dün egemen sermayenin derdi işçi hareketiyle, sol muhalefetleydi. Sermaye işçi hareketinin taleplerini karşılayacak üretkenliğe, kârlılığa sahip değildi. Bugün sermaye, iklim krizine ve gelir dağılımındaki bozukluklara karşı yükselmekte olan talepleri karşılayacak konumda değil. Bu gerçek sol hareketin kafasına da dank etmeli!
Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET