13 Şubat 2020 Perşembe

Ya Atatürk ya Abdülhamit - Enver Aysever


Siyasal İslam ve ülkücü hareket öteden beri Amerikancı siyaset izlemiş, bugün de aynı çizgiyi sürdürmektedir. Bunda şaşacak bir yan yok. Tarihsel veri bu! Suriye konusunda kol kola girip ülkeyi savaşa sürüklemelerinin nedeni ideolojik varlıklarıdır. TSK; eskiden ulusal görünen NATO kuvvetiydi, şimdi mücahit kılıklı NATO ordusu oldu. Nihayetinde çizgisi Amerikancıdır. Kürt hareketi farklı gerekçelerle Amerika ile yan yana düşmüştür. Benzer durum CHP için de geçerlidir. Hal böyle olunca Suriye meselesinde sağlıklı tutum alacak, daha doğrusu AKP’nin neo-Osmanlı hayallerine set çekecek hakiki bir siyasal hareket yazık ki Meclis’te bulunmamaktadır.
İhvancı miting
Geçen pazar Abdülhamit ve Erbakan posterleri altında Kudüs Mitingi’nde konuşan Kılıçdaroğlu ve İmamoğlu, İhvancı AKP’yi meşrulaştırdı. Siyasal İslam Türkiye’de kazanmıştır. (Bu konuyla ilgili Fatih Yaşlı Sol’da yazdı, mutlaka okunmalı) Yazık ki laiklik kaygısı güden büyük Atatürkçü kesim yenildiğinin farkında değildir. 
Üç beş belediye kazanmakla övünen, mutlu olan insanlar büyük çöküşün ya farkında değil ya da kondurmak istemiyor. Oysa hakikati olduğu gibi görmeden mücadele etmek, yeniden ayağa kalkmak mümkün değildir.
Bugün Uğur Mumcu’nun, Aziz Nesin’in kemiklerini sızlatacak ölçüde ürkütücü bir tablo ile karşı karşıyayız. İşin tuhaf yanı Kemal Kılıçdaroğlu daha dün Sivas’ta olduğu gibi yakılmak istendi. Merak ediyorum, kendisini yakmaya gelenlerin hangi düşünsel çevreden olduğunu sanıyor? 
Siyasal İslam tonları arasında bizim göremediğimiz hangi farkı algılamış durumda? 
Ne olduğu belirsiz ittifak uğruna toplumu ateşe atıyor.
Her tür gericilik
Siyasal, toplumsal olaylar arasında bağ vardır. Örneğin Canan Karatay’ın tüm bilimsel ilkeleri yok sayıp “Turp yiyin turp gibi olursunuz, fıstık yiyin fıstık gibi olursunuz” tezi, bilimden kopan toplumun sefaletini gösterir. 
Doğru dürüst üniversitesi olan bir memlekette artık psikiyatrinin konusu olan bir kadın bu kadar rahat konuşabilir mi? 
Her gün ekranlarda aşı karşıtı, bilim dışı tezler savunulabilir mi? 
Hal böyle olunca Meclis’te bir vekil, depremden korunmak için hangi duaları okumamız gerektiğini anlatır. Birine “fesuphanallah”, diğerine de “hıyar yersen hıyar gibi olursun” demek geliyor insanın içinden. Cennetten tapu vaat eden Diyanet’in başına şaşırmıyoruz, meşhur Züğürt Ağa filminde alay ettiğimiz insanlar, bugün ülke yönetiyor. Büyük çöküştür bu.
Siyasi ayak safsatası
FETÖ’nün siyasi ayağı kimdir” sorusu öteden beri güldürdü beni. 80’de inşa edilen, büyük sermaye eliyle güçlendirilen Türk-İslam sentezinin ürünüdür Fethullah çetesi. Büyürken siyasal İslamcı diğer hareketlerle ve sağ partilerle işbirliği yapmıştır. Sanıldığı gibi TSK bu konuda duyarlı falan da değildir. Evren’in gerici ordusu ve NATO’cu takipçi Genelkurmay başkanları soğuk savaş güdüsüyle İslamcılarla kol kola girmiştir. Nasıl oluyor da ellerinde onca istihbarat kadrosu varken olan bitenin farkında değillermiş, hayret! İş döndü sonunda onları da vurdu. Subaylar sonsuza dek sürecek iktidarları (!) çöktüğünde çok geç kaldıklarını fark ettiler. Eğer gericilikle bir kez tokalaşırsanız, kolunuzu, bedeninizi kaptırırsınız. Bugün İlker Başbuğ’a neredeyse FETÖ sanığı muamelesi yapma keyfiyeti nereden kaynaklı sanıyorsunuz?
Kafasını kuma gömenler
Etik açmaz büyük sorundur kuşkusuz toplumlar için. Ancak düşünsel sefalet daha tehlikelidir. Aydın çevrenin günlük kişisel çıkarları uğruna kafasını kuma gömmesi, sanatçıların ölçüsüz bir süreçte, birkaç konser, söyleşi için görevlerinden vazgeçmesi utandırıcıdır. Diyeceğim; AKP kurmaya çalıştığı düzeni inşa etti. Geçen gün sosyal medyada bir yobazın videosunu gördüm, diyor ki: “yüz yıllık Cumhuriyet bitti, şimdi ikinci Osmanlı dönemindeyiz, ilk padişah da Erdoğan.” Bence adam doğru söylüyor. Kızmak, sövmek yerine Cumhuriyeti yeniden kazanmak için kafa yormalıyız. Unutmayalım, Cumhuriyeti yıkmak isteyenler, bunu bir başına yapamazdı, bu büyük ittifaktır. 
Diyorum ki; ya Atatürk ya Abdülhamit... İkisi birden olmaz!
Enver Ayseven / CUMHURİYET

12 Şubat 2020 Çarşamba

Finans kapitalizminin yeni normalleri - Erinç Yeldan

Parasal genişleme son yıllarda büyümenin ana kaynaklarından birisi olageldi; ancak ‘ucuz para’ politikalarıyla yola devam edilmesi durumunda artık düşük gelirli ülkeler zarar görmeye başlayabilir, yatırımlar ‘aşırı riskli’ alanlara kayabilir ve tasarruf sahipleri olumsuz etkilenebilir...” Bu sözler IMF İcra Direktörü Kristalina Georgieva’ya ait. Georgieva ayrıca ekliyor: ekonomiler “ağır aksak büyüme” içinde ve ana riskler de çok düşük faiz oranlarıdüşük üretkenlik kazanımları ve düşük enflasyon olarak görülüyor.
Gerçekten de 2009’un küresel krizi sonrasında, örneğin ABD ekonomisi son elli yılın belki de en uzun süren pozitif büyüme sürecine girdi. Ne var ki, 2010’dan bu yana düzenli süreklilik gösteren pozitif büyüme oranlarının bir başka ayırt edici özelliği var: büyümenin tarihsel olarak çok düşük düzeyde seyrediyor olması!
Uzun süreli, ancak düşük tempolu büyüme St. Louis Federal Reserve araştırmacılarının da dikkatini çeken bir olgu. Aşağıdaki Şekil’de ABD’nin İkinci Dünya Savaşı sonrasında geçirmiş olduğu büyüme salınımlarının süresi (aylar olarak, yatay eksen) ve elde edilen birikimli milli gelir artış (dikey eksen) düzeyleri var. Bundan evvelki dönemlerle karşılaştırıldığında ABD’nin mevcut büyüme döngüsünün uzun süreli olmasına ve tüm olumlu parasal konjonktürlere rağmen, ne kadar yavaş ve durgun olduğu hemen göze çarpıyor. 
                                Kaynak: Federal Reserve Bank of St. Louis, https://fred.stlouisfed.org
UNCTAD’ın eski direktörlerinden Yılmaz Akyüz Hoca InterPress Service sitesinde geçen hafta yayımladığı yazısında da söz konusu durağan yatırım harcamaları, durgun büyüme, derinleşen gelir eşitsizliği, düşük enflasyon ve faiz oranları ve hızla artan borçluluğun hemen tüm küresel  ekonominin ortak özelliklerini  oluşturduğunu dile getirmekteydi. “Eşitsizlik, durgunluk ve istikrarsızlık” unsurlarının, finansal kapitalizmin yeni normali olduğunu vurgulayan Yılmaz Hoca’ya göre, bu unsurlar birbirine bağlıdır ve hepsinin merkezinde de “ücretlerin baskılandırılmasına dayanan gelir eşitsizliği” yer almaktadır.
Yılmaz Hoca şiddetlenen gelir eşitsizliğini üç ana nedene bağlamakta: Birincisi, neo-liberal esnekleştirme politikaları emeğin kurumsal kazanımlarını geriletmiş, emek örgütlerini sermaye örgütleri karşısında güçsüz kılmıştır; ikinci olarak, finansallaşan kapitalizm bir yandan gelir ve servet eşitsizliğini körükler, toplam efektif talebi geriletirken, bir yandan da kıt tasarruf kaynaklarını üretken olmayan spekülatif alanlara yönlendirerek ekonomilerin potansiyel büyüme oranlarının gerilemesi neden olmuştur. Üçüncü olarak neo-liberal küreselleşmenin getirdiği dayatmalar ve Sovyet sisteminin çöküşü ile birlikte Çin ve Hindistan’da büyük miktarlarda işgücünün küresel işgücü pazarlarına katılması sonucunda ücretli emeğin konumu büyük sermaye karşısında güçsüzleşmiştir
Gerçekten de gelişmiş, gelişmekte olan bütün ekonomilerde (Çin H. C. dahil) emeğin milli gelirlerden almakta olduğu pay sürekli gerileme göstermektedir. Bu da efektif talebin düşmesiyle sonuçlanmakta; düşük enflasyon -gerileyen kâr oranları (bkz. 8 Ocak tarihli yazımız)- düşük yatırım temposu ve gerileyen üretkenlik kazanımlarıyla birlikte bir bütün olarak küresel ekonomiyi durgunluk kıskacında tutmaktadır.
Yılmaz Hoca’ya göre Keynesgil mali genişleme, para basmaya yönelik genişleyici para politikalarıyla birlikte anca günü kurtarmaya yetebilir. Ancak, toplam talebin yetersizliğini ve üretkenlikteki durgunluğun aşılmasını sağlamak için üst sınıfların vergilendirilmesiyle finanse edilecek genişleyici mali politikalar, üretici sektörlerde ve genel olarak ekonominin kontrolünde devletin daha fazla söz sahibi olması, ücret-yönlü birikim rejimine geçiş ve finans sermayesinin dizginlenmesi gereklidir.
Aklıma hep Korkut Hoca’nın o sözleri geliyor: “Aykırı düşünmeye hazır mıyız”?
Erinç Yeldan / CUMHURİYET

Prof. Türkel Minibaş’ı kaybettik…/ T24 (06/ŞUBAT 2009)

Çalışkan bir akademisyen, iyi bir hoca, iyi bir yazar, iyi bir dost, iyi bir insan, güzel bir kadın… Minibaş, 56 yaşında aramızdan ayrıldı.

Çalışkan bir akademisyen, iyi bir hoca, iyi bir yazar, iyi bir dost, iyi bir insan, güzel bir kadın…İktisatçı Prof. Dr. Türkel Minibaş, tedavi gördüğü Memorial Hastanesi’nde bu sabaha karşı hayata veda etti.

İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisadi Gelişme ve Uluslararası İktisat Ana Bilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Türkel Minibaş 56 yaşında mide kanserine yenik düşerek hayatını kaybetti. Minibaş’ın en üretken olduğu dönemdeki kaybı, akademi, basın ve ekonomi dünyasını yasa boğdu.

Para, kalkınma, Türkiye ekonomisi, uluslararası yatırımlar, küreselleşme, yolsuzluk ekonomisi, kadın ve cinsiyetçilik içerikli yayınlanmış birçok makalesi bulunan Türkel Minibaş, öğretim üyeliğinin ve gazete yazarlığının yanı sıra birçok sivil toplum kuruluşunda kurucu ve yönetici olarak görev yaptı. Minibaş, aynı zamanda pek çok projenin ve kurumun da danışmanlığını yürütüyordu.


’Pekiyi’ dereceyle doktor

1953’de İstanbul’da doğan Türkel Minibaş ilk ve orta öğrenimini İstanbul’da tamamladı. AFS bursuyla gittiği ABD’nin Los Angeles kentinde Pasific Palisades High School’dan 1971’de mezun oldu. 1975 yılında Marmara Üniversitesi İktisadi İdari Bilimler Fakültesi’ni bitirdi. 1985’te İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nden İktisat Teorisi ve İktisat Tarihi Anabilim dalında “pekiyi” dereceyle doktor, 1988’de doçent, 1995’de de “Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme” dalında profesör unvanı aldı.

“Az gelişmiş Ülkelerde Kalkınmanın Finansman Politikaları ve Türkiye”, “Çağ Atlatma Serüveni 1453-1980” adlı iki basılmış kitabı, “Çalışmaya Hazır İşgücü Olarak Kentli Kadın ve Değişimi” ve “Türkiye’de Yolsuzluğun Sosyo-Ekonomik Nedenleri Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı ortak çalışmaları yayımlandı. Para, kalkınma, Türkiye ekonomisi, uluslararası yatırımlar, küreselleşme, yolsuzluk ekonomisi, kadın ve cinsiyetçilik konularında yüzlerce makale kaleme aldı.

Kadın ve çocuk üzerine çalışmalar da yapan Prof. Dr. Türkel Minibaş, İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi İktisat Bölümü'nde Uluslararası İktisat ve İktisadi Gelişme Anabilim dalında öğretim üyesi olarak görev yapıyordu.

Öğretim üyeliğinin yanı sıra aynı üniversitenin Kadın Sorunları Araştırma ve Uygulama Merkezi’nde müdür yardımcılığı ve Anadolu Üniversitesi Açık Öğretim Fakültesi İstanbul İl Koordinatörlüğü’nü de üstlenen Minibaş, 1994’de tamamlanan Dünya Bankası’nın Çalışmaya Hazır Kentli Kadınlar Projesi’nin sürekli danışmanlığını, 2002-2004’te de İzmit-Adapazarı Bölgesinde Depremden Etkilenen Sanayi Kuruluşları ve Yolsuzluk Ekonomisinin Etkileri konulu projeleri yürüttü.

1995-1999 arasında İMKB Başkanlık Ekonomi Danışmanlığı yaptı, İstanbul Menkul Kıymetler Borsası ve İzmir Ticaret Odası’nın eğitim programlarına öğretim üyesi olarak katkı verdi; 2000-2003 arasında Hava Harp Okulu’nda Türkiye Ekonomisi ve Kamu Ekonomisi dersleri verdi.
1994’den beri Cumhuriyet gazetesinde pazartesi günleri “Gözucuyla” başlığı altında köşe yazdı, çok sayıda televizyon ve radyo kanalında ekonomi programı yaptı.

8. Beş Yıllık Kalkınma Planı’nın “Küreselleşme” ve “Toplumda Kadın Katılımı Özel İhtisas Komisyonu”nda ve Vizyon 2023 çalışmalarının küreselleşme panelinde görev üstlendi.

1991’de 1. Ulusal Çocuk Kurultayı’nın düzenlenmesinde görev üstlendi, 1991-1993 arasında Yapı Kredi Çocuk Yayınları Danışmanlığı, 1993-1995 arasında T.C. Kültür Bakanlığı Yayın Komisyonu üyeliği yaptı. Umut Çocukları Derneği’nin çalışmalarına gönüllü destek verdi. Ayrıca Bilim Sanat Eserleri Meslek Sahipleri Kuruluşu’nda iki dönem Yönetim Kurulu Üyeliği ,Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Genel Başkan Yardımcısı olan Prof. Dr.Türkel Minibaş, Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı Mütevelli Heyeti Üyesi, Türk Kültür Vakfı, Türkiye Avrupa Vakfı, Türk Çağ Vakfı, İstanbul Mülkiyeliler Vakfı, Sosyal Demokrasi Vakfı gibi vakıfların da kurucu üyesiydi.

Ekşi Sözlük’ten: Daima bakımlı, tatlı, iyi

Ekşi Sözlük’te Minibaş için yazılan bazı satırlar şöyle:

- Sezgileri, öngörüsü ve yorumlarıyla her zaman kendisine hayran olduğum insan. Yaşadıkları, başından geçenler ne olursa olsun bugünün kıymetini bilen, hayatı iyi tanıyan ve iyi değerlendirmeye çalışan yüreği hepimizden genç hepimizden dayanıklı ve her zaman örnek alacağım gerçek bir kadın. Öğrencilerine sağladığı destek ve yol göstericilikle sadece derslerde vs değil kültür/sanat aktivitelerinde de çok verimli ve basarılı çalışmalara ön ayak olmuş asla unutulmayacak biri.

- Vakti zamanında küreselleşme üzerine yaptığımız bir sohbete katılmış, beni kendisine fena şekilde hayran bırakmıştır. unvanına fazlasıyla yakışan iktisatçıdır. Hem fikirleri hem de kişiliği ile çok sevilen hocalardandır. Keşke tekrar sohbet edebilsek…

- İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nin aklı başında birkaç öğretim görevlisinden biri. Sanırım benim de içinde bulunduğum sınıfın para teorisi dersine geliyordu. İktisatla fazla ilgilenmememe rağmen diyebilirim ki çok iyi ders yapar, teori ile pratiği birleştirme konusunda maharet sergilerdi. Sonrasında da Cihangir'de komşu olduk sayılır. Çarşıda pazarda güler yüzüyle rastlamak iyi gelir. Anıldığı gibi pek hoşsohbet, pek bakımlı bir kadındır. Soyadıyla uyumlu bir biçimde minyon tiplidir.

- Tartışma programlarını hiç kaçırmaz, çok bakımlıdır her zaman.... Kadın sorunları araştırma ve uygulama merkezi master programında medya ve cinsiyet üzerine ders verir; sözün size gelmesini sakın beklemeyin der sürekli, konuşmayı çok sever ve keyifle dinlenir, cihangirde yaşar, dünya iyisi bir kadındır...

(T24)

Prof. Yavuz Sabuncu’yu anıyoruz - T24 (12/Şubat/2009)

Anayasa Hukuku’nun önde gelen hocası Prof. Yavuz Sabuncu’yu, iki sene önce(yayımlanma tarihi-12/Şubat/2009), şubat ayında kaybettik.

Anayasa Hukuku’nun önde gelen hocası Prof. Yavuz Sabuncu’yu, tam iki sene önce, küçük bir ömüre büyük bir hayat sığdıran Prof. Türkel Minibaş gibi, şubat ayında kaybettik.

Tam iki yıl önce bugün, 12 Şubat 2007’de, henüz 59 yaşındayken yaşama veda eden Yavuz Sabuncu, 14 Şubat’ta Ankara Cebeci Mezarlığı’nda son yolculuğuna uğurlandı.

Yavuz Sabuncu’nun öğrencilerinden Doğan Akın’ın 18 Şubat 2007’de Milliyet’te çıkan yazısını tekrar yayımlıyoruz: 

Tuğrul Eryılmaz: Akademia’nın onurlarındandı

Enis Rıza: Prusyalı bir prens

***
Cebeci'nin yanı başındaki Kurtuluş Parkı'nda sapsarı kesilmiş bir sonbahar. Biraz heyecan, biraz merak, biraz gurur ama biraz da korkuyla ilk ders için Cebeci'deki Siyasal Bilgiler Fakültesi'ne doğru yürüyoruz.

Daha dumanı tüten 12 Eylül 1980 darbesinin Mülkiye'yi kasıp kavurduğu 1983 yılındayız. Aylardan ekim.

Kapıda dekan, yardımcıları ve polisler var. Mülkiye'de, sonradan alışacağımız bu "12 Eylül karması"yla ilk karşılaşmamız. Fakülte yönetiminin gözetiminde üzerimiz aranırken soran gözlerle birbirimize bakıyoruz: "Mülkiye sahiden burası mı?"

Giriş kapısının hemen yanından "İktisat", "Kamu Yönetimi", "Maliye", "Uluslararası İlişkiler", "Çalışma Ekonomisi" ve "İşletme" bölümlerinin ilk iki yıl birlikte ders aldıkları Büyük Amfi'ye (Prof. Aziz Köklü Dersliği) geçiyoruz.

İlk hayal kırıklığını unutturacak ders ile hocası bir süre sonra ortaya çıkacak ve öğrencileri, hâlâ dünyayı değiştirebilecek hayaller kurabilecekleri okulun orası olduğuna ikna edecektir.

Ders, Anayasa Hukuku'na Giriş'tir.

Hoca da, Yavuz Sabuncu.

Sert mizacını tamamlayan madeni sesiyle Sabuncu'nun dersleri başladıktan sonra anlaşılır ki, evet, orası Mülkiye'dir.

Büyük Amfi'ye gelir, kol saatini çıkarıp kürsüye bırakır, azarlayan bakışlarla ama hınzırca bir sabırla gürültünün sona ermesini bekler. Ardından mikrofonu eline aldığında ders Anayasa Hukuku ile başlamaz: "Siz susana kadarki bölümü anlatmış sayıyorum!"

Derse biraz ortadan girse de, Büyük Amfi bir kez daha eşsiz bir hukuk ve siyaset bilimi söylevine sahne olacaktır.

Öğrencilerin arandığı kapının yanı başında ders verdiği amfiyi "doğrudan demokrasi" arenasına çeviren Sabuncu, bunu hiçbir şeyden çekinmeden yapar. Vakur ama gösteri ve gösterişe tenezzül etmeden yapar.

Kapıda didik didik aranan (önce Türkiye) öğrenciler, birazdan onun dersinde (sonra Mülkiye) bambaşka bir ülkenin çocukları olurlar!

’Kurtulma’nın yakışan sıkıntısı

Yavuz Sabuncu 24 Eylül 1948'de İstanbul'da doğar. Sultanahmet İlkokulu ve İstanbul Erkek Lisesi'nden sonra Mülkiye'yi kazanınca Ankara'yı da Mülkiye'yi de bir daha bırakmaz.

Mülkiye'de tamamladığı doktora tezi, "Sosyalist Ülkelerde Yönetime Katılma-Doğu Almanya Örneği" adıyla basılır.

Mülkiye'nin en şöhretli bölümünde, efsanevi Anayasa Hukuku kürsüsünde Prof. Dr. Bahri Savcı ve Prof. Dr. Mümtaz Soysal'ın yanında "asistan" olur.

Kendisini genç yaşta alanında "otorite" haline getiren çalışmalarından bazıları "Türk Anayasa Sistemi", "Seçimden Koalisyona Siyasal Karar Alma" ve "Anayasa Hukuku" adlarıyla yayımlanır.

Hocaları "sakıncalı" bulunarak 12 Eylül rejimince art arda okuldan uzaklaştırılırken Sabuncu henüz "asistan" olduğu bu dönemde o dalgadan kurtulur.

Bir yandan "kurtulmuş" olmanın kendisine çok yakışan "sıkıntısını" yaşar, diğer yandan hocaları savrulan Mülkiye'de büyük bir yük üstlenir. Bu arada meslektaşlarını 12 Eylül'e karşı giriştikleri hukuk mücadelelerinde asla yalnız bırakmaz.

Büyük Amfi, Mülkiye'ye paraşütle indirilen özel görevli bazı asistanlara karşı yetebildiği bütün dersleri üstlenen Sabuncu'nun bu dönemdeki dersleriyle "kurtarılmış bölge"dir. Öğrencilerinin kafasındaki ezberleri 1980'lerin başından itibaren birer birer gerçeklerle değiştirmeye koyulur.

Çıkarsız, cesur ve gösterişsiz

Sigara dudağında kül olur, elinden düşmeyen makasıyla önündeki kâğıtları doğrarken öğrencilerini dinler, kaleme aldıkları heveskâr makaleler üzerine kafa yorar.

Dostu Tuğrul Eryılmaz'ın ifadesiyle mizahı "hınzır", aşağılaması "sevecen"dir. Meselelere tam tersinden de bakmanın hakkını veren zekâsının keskinliğini, cesaretinin gösterişsizliğini, tavırlarının çıkarsızlığını da ekleyin.

"Anayasa Hukukuna Giriş", "Çağdaş Devlet Düzenleri", "Seçim Sistemleri", "Siyaset Bilimine Giriş", "Türk Anayasa Sistemi" ve daha nicesi... Derslerde "didaktik" değil "entelektüel" tavrıyla öne çıkan ve kelimenin tam anlamıyla "karizmatik" bir hocadan söz ediyoruz.

Onun dersinde Mülkiye, ta kendisi oluverir!

Profesör Yavuz Sabuncu'yu 12 Şubat Pazartesi günü kaybettik.
Haber metinlerindeki klişelere inanıp o çok yavuz hocanın "kansere yenildi"ğine inanabilir misiniz?

Biz iki cihanda da tanığız, o en habis rejimlere bile yenilmedi!

Mülkiye'nin en "soğukkanlı delikanlı”sına selam olsun!

(T24)

11 Şubat 2020 Salı

Antik Kent’te ÇED oyunu - BURCU CANSU

Antalya Termessos Antik Kent'e üç buçuk kilometre mesafede bulunan ve faaliyet süresi dolan maden ocağına “ÇED gerekli değildir” raporu verildi ve bu yolla işletme süresi uzatıldı.


Türkiye’nin en iyi korunmuş antik şehirlerinden Termessos’a üç buçuk kilometre mesafede bulunan ve faaliyet süresi dolan maden ocağına “ÇED gerekli değildir” raporu verildiği ortaya çıktı.

Termessos Madencilik Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi tarafından 10 yıldır işletilen kalker ocağı, kırma eleme tesisinde kapasite artışı ve yer değişikliği için onay verildi. Antalya’nın Döşemealtı ilçesinde Kovanlık Mahallesi mevkiindeki ormanlık alanda maden faaliyetini 11 yıl daha yapmasının önü açıldı.

Proje tanıtım dosyasına göre, faaliyet alanında üretim kapasitesi 49 bin 920 tondan, 350 bin tona çıkarıldı. 100 hektarlık ruhsat sahasının “ÇED gereklidir” raporuna ihtiyaç duyulmaması için yasal sınır olan 25 hektarın altında belirlenmesi dikkati çekti. Şirket, 24,31 hektarlık alanda malzeme çıkaracağını bildirdi. Açık işletme yöntemi ile işletilecek projenin maliyeti 900 bin TL olarak belirlendi.

YILDA 192 PATLATMA
Antalya’nın merkez ilçesi Döşemealtı’na uzaklığı yaklaşık 42,5 km, en yakın yerleşim yeri olan Dağbeli Mahallesi’ndeki konuta uzaklığı kuş uçumu 2 bin 560 metre olan alanda ayda 16 defa, yılda 192 defa patlatma yapılacak.
Proje dosyasına göre, sahanın tamamı ve çevresi orman. Bölgede kızılçam türlerinin bulunduğu tespit edilirken, Akdeniz Kızılçam ormanlarının yaygın bir şekilde bulunduğu bölge olduğu da dosyaya yansıdı.

KESİLECEK AĞAÇ SAYISI BELİRSİZ
İşletme aşamasında ve orman projelerine bağlı olarak orman izinleri alınırken Antalya Orman Bölge Müdürlüğü ile birlikte yapılan çalışmalarda kesilecek ağaç miktarı belirlenecek. Kaç ağacın kesileceği belirtilmezken ağaçların kesimleri Antalya Orman Bölge Müdürlüğü’nün kontrolünde yapılacağı kaydedildi.

YERALTI SUYU TEHLİKEDE
Daha önce bölge halkının suyunun çamurlu ve az akmasına sebep olduğu için tepki gösterdiği proje, yeraltı suları için tehdit oluşturmaya devam edeceği görüldü. Proje tanıtım dosyasına göre, alan yeraltı sularının tam üzerinde yer alıyor.
Ayrıca maden sahası Yaban Hayatı Geliştirme sahasına olan mesafesinin 3 bin 720 metre olduğu görüldü.

Burcu Cansu / BİRGÜN

Siyasi seçenek olabilmek - OĞUZ OYAN

İktidar içte ve dışta zor günlerden geçiyor. Bu zorlukların önemli bölümü bizzat iktidarın ve liderinin kendi yanlış politikalarının/ideolojik saplantılarının sonucu

Bununla birlikte iktidar bunlardan ders çıkarmakla uğraşmıyor. Daha önce hep yaptığı gibi, bazen bir geri iki ileri, bazen -daha da sıkışmışsa- iki geri bir ileri adımlarla hedefine doğru mehter takımı yürüyüşünü sürdürmeye odaklanıyor. 

Geri adımlarını asla siyasi karşıtlarıyla veya Cumhuriyet'in kurucu ilkeleriyle bir uzlaşmaya veya ana hedefinden uzaklaşmaya dönüştürmüyor.

2018 ortasındaki döviz krizinde olduğu gibi, faiz inadından büyük geri adımlar atmayı (yani hem ekonominin gerçeklerine hem uluslararası finans kapitale boyun eğmeyi) içine sindiriyor; ama faizleri enflasyonun tek nedeni görerek hızla düşürme saplantısından vazgeçmiyor. 

Bunun için 2019'da TCMB'nin kısmi karar bağımsızlığının son tortularını dahi askıya almaktan çekinmiyor. Eskiden bir yasanın geçmesinde sorunlar olduğunda bunu dinlendirip tekrar getirmek veya torba kanunlar içine yedirmek gibi yöntemleri kullanırdı. Şimdi artık CBK'larla çok daha geniş bir hareket alanı elde etmiş durumda. Gene de torba kanunlarla veya gece yarısı önergeleriyle, yasal düzenlemelerin gerçek mahiyetini gizleme uygulamaları rafa kaldırılmış değil. Çünkü çok işlevsel; çünkü muhalefetin gecikmiş tepkilerini karşılamak ve yönetmek, sıcak tepkilerini yanıtlamaktan daha kolay. 

AKP'nin iktidar süreci yalnızca sürekli yenilenen iç koalisyonlar, bunlarla kurulan iktidarı paylaşma / iktidardan tasfiye / çatışma ilişkilerinden ibaret değil. AKP ve RTE, kendileri için "her şer'den bir hayır çıkarma"yı düstur eylemiş durumdalar. Bu nedenle, en zor durumlarda (örneğin 17-25 Aralık 2013 sürecinde) bile bir karşı saldırı zemini oluşturulmaya girişiliyor; bakanların istifa ettirilmesi bile bir geri çekilmeden farklı bir şey gibi sunulmaya çalışılıyor. Her türlü toplumsal denetimin dışında kalmayı garanti ederek toplumun en azından yarısının kendisine biat edeceğinin hesabı yapılıyor. Bunun için, Demirel'in ünlü deyişini yani "taraftarlarının ağzına laf vermeyi" de hiç ihmal etmiyorlar. 

Dolayısıyla, iktidar kanadı iç ve dış zorluklardan sürekli olarak kendi iktidarı lehine sonuçlar çıkarmaya çalışmaktan geri durmuyor. Dış sıkışmışlıkları, milliyetçi hezeyanlara dönüştürerek içerde siyasi hasımlarının eleştirilerini geçici olarak sönümlendirmenin veya dahası onlara yüklenmenin fırsatı olarak kullanmaktan çekinmiyor.

Fakat şimdilerde işleri o kadar da yolunda gitmiyor. Anketlerin gösterdiği gibi iç desteği her alanda zayıflıyor. En az destek gördüğü alan da Suriye politikası... Dün itibariyle "beş askerin daha şehit olduğu" haberi gelince, mevcut iktidar aklının gerginliği tırmandırmadan başka bir seçeneğe meyletmesi zor görünüyor. 

Daha önce söylenmişti: Suriye'ye girmekten daha zor olanı, Suriye'den çıkmaktır. "Onurlu bir çıkış" olanağının da artık giderek yitirilmekte olduğu bir yeni dönüm noktasına giriliyor olabilir.

ŞİMDİ SEÇENEK OLUŞTURMANIN TAM ZAMANI
İktidarın toplumsal desteğinin zayıfladığı bir ortamda anamuhalefete düşen şey, yeni bir siyasi seçenek oluşturabilmektir. Bunun temel ekseni de, topluma iktidarınınkinden farklı bir toplum projesi sunabilmekten ve bunu halka maledebilmekten geçiyor. Bunun için 2014 öncesine dönüş gibi kolaycı ve kestirme çözümler bulunmuyor.

İktidarın toplum projesi iki bölümlü: Cumhuriyet'ten arta kalanları tamamen tasfiye etme ve kendi rejimini kurma. Bunları kâh açık kâh örtük biçimlerde topluma sunuyor. Farklı toplum kesimlerine de farklı siyaset dilleriyle hitap edebiliyor. Tamamen dışladığı "karşı mahalledeki" seçmenleri (bir yerel seçimi alma gibi fırsatçılıklar dışında) zaten genellikle umursamıyor. Her durumda, sınırları/ hedefleri belli bir programı topluma sunma ve tartıştırma ekseni üzerinden ilerlemiyor. 
İslamcı otokratik rejimini, inşa sürecini göstere göstere uyguluyor; hiçbir adımı için hesap vermeye yanaşmıyor, bu adımlar kendi Anayasasına bile aykırılıklar içerse dahi... Laikliği ayaklar altına bu yöntemle alıyor örneğin. Meclis içi muhalefetin tümünün laiklik üzerinden bir tartışmayı göğüsleyemeyerek edilgen bir konuma çekileceğini öngörüp fırsata da çevirerek.

              ***

Anamuhalefet partisi bugünlerde kongrelerini yapıyor ve önümüzdeki ay toplanacak kurultayına hazırlanıyor. Bu hazırlık, CHP'nin kendi iç demokratik tartışma ve yarışma sürecinin önemli ölçüde budanması üzerinden gerçekleşiyor. 

Genel merkezin istemleri doğrultusunda büyük illerde (hatta büyük ilçelerde) tek adaylı il (ilçe) seçimlerine gidiliyor. Buna tepkiler de oluşuyor. Örneğin İzmir'de seçilen il başkanı kullanılan oyların yarısını bile alamadan seçiliyor! Başka deyişle, geçersiz oylar birer tepki oyuna dönüşüyor. Gerçi çok adaylı kongreler yapılıyor olsaydı dahi buralarda CHP'nin iktidara yürüyüş projelerinin tartışıldığı ve yarıştığı bir havanın oluşması beklenemezdi. 

Bu gelenekler 1980 öncelerinde kaldı. Aynı durumun 28-29 Mart'ta yapılacak Kurultay açısından da geçerli olacağı söylenebilir. Gerçi, seçilme olasılığı olmasa da, Kurultay'da adaylık sürecini tamamlayabilen bir partilinin hiç olmazsa böyle bir tartışma başlatması olasılığı sıfır değildir. Ama bu tartışmanın -en azından bu Kurultay'da- bir yere varması beklenemez.

Bununla birlikte, CHP içinde "iktidara yürüyüş" stratejileri bakımından olsun, iktidara gelinirse hangi siyaset çizgisinin izleneceği bakımından olsun, iki ayrı yaklaşım olduğu söylenebilir. 

Bunlardan birincisi CHP Genel Başkanı üzerinden yürütülen stratejidir ki uzunca bir süredir uygulandığı için ve kenarından köşesinden bazı öğeleri alenen dillendirildiği için esas olarak bilinmektedir. Dinci iktidarın seçmen kitlesine ters gelmeyecek, toplumdaki genel kabullere ters düşmeyecek, "cennette ev vaadi" gibi endüljans ve din ticareti saçmalıkları dışında eğitimin ve devletin dincileştirilmesi topuna girmeyecek (5 temel sorundan biri "eğitim" olarak görülürken, anti-laik eğitime dolaylı bir ima yapıldığıyla avunabilirsiniz, ancak TÜSİAD bile bu konuda daha açık görünüyor), egemen ekonomik sistemi ve sermaye çevrelerini karşısına almayacak, dış politikada köşeli görünmekten kaçınıp güvenilir siyasi alternatif imgesi verecek bir uzlaşmacı orta yol tutturulmasıdır. Burada AKP artığı siyasi oluşumlarla yakın ilişkiden, sağ siyasetçilere önemli temsil görevleri verilmesi de vardır. İstanbul ve Ankara seçimlerinin kazanılması, bu politikanın doğrulanması olarak sunulabilir veya öyle düşünülmesi sağlanabilir, ama gerçek tam da böyle değildir.

Parti tabanında ve küçük temsiliyetlerle Parti Meclisi ve Meclis Grubunda, eski parti yöneticilerinde tam da böyle düşünmeyen, laiklik konusunda olsun, iktidarın dinci bir rejim inşası projesine veya otokratik eğilimlerine karşı çıkış konusunda olsun, neoliberal ekonomik politikalara seçenek oluşturma konusunda olsun iktidara tam cepheden ve çok daha sol bir perspektiften muhalefet edilmesi ve alternatifin bunun üzerinden oluşturulmasını düşünenler bulunmaktadır. 

Ancak bu yaklaşımın CHP'nin hâkim güncel yaklaşımı olmasının bugün için koşulları bulunmamaktadır.

Önümüzdeki haftalarda belki bu konuya yeniden dönme fırsatı bulabiliriz.

Oğuz Oyan / SOL

9 Şubat 2020 Pazar

Opera’daki hayal - Mine G. Kırıkkanat

1860 yılında Fransa, henüz sömürgelerinin sefasını süren bir imparatorluktu. Mutlak muktediri Üçüncü 
Napolyon, Paris’in kalbi denebilecek bir mevkide “Emperyal Müzik ve Dans Akademisi” kurulmasını istedi.    
İmparatorun imar mimar işlerinden anlayan inşaatçı kankası mı yoktu, ihalelerden komisyon almayacak kadar aptal mıydı bilinmez; akademi için “devlet proje yarışması” açıldı. Dünyadan ve Fransa’dan pek çok kallavi mimarın katıldığı yarışmada projeler jüriye isimsiz, ama birer rumuzla sunuluyordu.
 Kazanan “Çok isterim, az beklerim” rumuzuyla katılan Charles Garnier’nin projesi oldu.
Garnier, 1848 Roma Mimarlık Proje Yarışması’ndaki birincilik ödülüne karşın o güne değin hiçbir kayda değer eser vermemiş bir mimardı. Ama 14 yıl süren akademi inşaatı sırasında, hem mimarlık hem de mühendislik açısından bir dâhi olduğunu gösterdi.
İnşaatın temeli kazılırken, arazinin Seine Nehri’ni besleyen bir ırmağa çok yakın olduğu ve kurulacak binayı sürekli su basacağı anlaşıldı. 
Mimarlık dehası
Charles Garnier, suyu kurutmak yerine bugün adını taşıyan opera -aynı zamanda müzik ve dans akademisi- binasının altına suni bir göl inşa etti, üstüne de muhteşem anıtını oturttu. Suni gölü, yangınlara karşı su haznesi olarak düşünmüştü.
Binanın inşaatı 1870’ten 1873’e kadar iç ve dış savaş yüzünden durdu. 1875 yılında Avrupa’dan gelen iki bin seçkin davetliye kapılarını açarken, kurdelesini Cumhurbaşkanı Mac Mahon kesti. Arada Fransa rejim değiştirmiş, ancak ne emperyal Paris’i, ne de akademi inşaatını yıkmayı kimse düşünmüştü. 
Dünyanın en ünlü yapılarından biri olan Garnier Operası, yazar Gaston Leroux’ya esinlediği “Operadaki Hayalet” romanıyla pek çok kez sinemaya aktarılır ve ihtişamıyla milyonlarca turistin gözlerini kamaştırırken; altındaki gözlerden uzak ve zaten yabancılara yasak göl, uzun yıllardan beri Paris itfaiyesinin sualtı antrenman sahası. İtfaiyecilerin yangında ölen her arkadaşları için bir balık bıraktıkları su havzası, zamanla pek çok tür balığın yaşadığı doğal bir sit olmuş.
Altında balıklar yüzer, üstünde balerinler uçar
Cumhurbaşkanı Charles de Gaulle ve Kültür Bakanı Andre Malraux, 17 Şubat 1960 gecesi Peru Cumhurbaşkanı onuruna bir gala için Garnier Operası’na geldiler. Maurice Ravel’in Dafne ve Kloe adlı balesi ilk kez görücüye çıkıyordu. Dekor ve kostümleri Marc Chagall çizmişti. 
Müzik ve dansla arası pek olmayan, ama resimden çok iyi anlayan Andre Malraux, gösteri sırasında başını kaldırıp operanın kubbesine baktı. Ressam Jules Lenepveu’nün pek akademik freski, zamana yenilmişti.
Açılışından yüzyıl sonra, Garnier Operası’nın tarihi tavan yapmaya; daha doğrusu tavanı bir kez daha tarih yazmaya hazırdı.
Antrakt sırasında devlet erkânı bir araya geldiğinde, Peru Cumhurbaşkanı’nın Marc Chagall’in çizdiği dekor ve kostümlere bayıldığı anlaşıldı. Andre Malraux, Chagall’e dönüp: “Operanın kubbesini yeniden resimler misiniz” diye sordu.
Malraux, kırk yıldır tanıdığı ressamın hem sanatına, hem de kültürüne hayrandı. Andre Malraux’nun seçkin bir aydın olduğu düşünülürse, bu hayranlığın değeri daha iyi anlaşılır.
Marc Chagall, sipariş işlerden hiç hoşlanmaz, hatta nefret ederdi. 77 yaşında, dünyaca ünlü bir sanatçıydı, kendini kanıtlamaya hiç ihtiyacı yoktu. Ama Garnier Operası’nın kubbesi “Beyaz Rus” kanını kaynatmıştı. Zaten dostu Malraux’ya da “hayır” diyemezdi. Günlerce uyumadı, karın ağrılarıyla kıvranıyordu. Sonunda eşinin, “Kırkayak gibi debeleneceğine otur ve çiz, belki bir şeyler çıkar!” ültimatomuyla çalışmaya başladı.
Yaş yetmiş, badana boya bitmemiş
Her şeyiyle klasik opera kubbesinin modern resmin öncülerinden Marc Chagall’e teslim edilmesi, sanat çevrelerinde büyük bir şok yarattı. Öylesine sert eleştiriler yapıldı ki, iki yıl sonra resmiyete dökülen sipariş sözleşmesine, orijinal tavanın korunması ve Chagall’in resmedeceği tuvallerin üzerine yapıştırılması şartı konuldu.
Marc Chagall, 220 metrekarelik kubbeyi kaplayacak tuvaller üzerinde çalıştığı bir gün, öğle yemeğini bir bistronun tezgâhında yiyordu. Üstündeki iş tulumunda tabii ki boya lekeleri vardı. Bistroya iki badanacı girdi, kendileri gibi badanacı sandıkları Chagall’in yanına yerleştiler. Selamlaştılar. Badanacılardan biri, “Nereyi boyuyorsun” diye sordu. Yaşlı ressam hiç bozuntuya vermeden, “Opera’nın tavanını!” dedi. Öteki badanacı bir ıslık koyverip, hayranlıkla başını salladı: “Bu yaşta helal olsun, kallavi iş almışsın!
Marc Chagall’in büyülü fırçasıyla gençleşen kubbe, 1964 yılında törenle açıldı.  
Muzip ressam, 12 büyük bestecinin eserlerine gönderme yaptığı soluk kesici güzellikteki dev freskine, bir pencereden bakan Andre Malraux ve dansçılar arasına da kendi suretini yerleştirmeyi ihmal etmemişti. 
Garnier Operası’nın tavanı, 98 yaşında dünyamızdan ayrılan büyük ustanın başyapıtı sayılıyor. 
Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET




(*) Y.N.: Değerli okurlarım, 15 Şubat Cumartesi günü saat 15’ten öteye Caddebostan Kültür Merkezi’ndeki taptaze Kırmızı Kedi Kitabevi’nde kitaplarımı imzalayacağım. 

8 Şubat 2020 Cumartesi

Akademik Özgürlük paneli: Kalanların da gitmiş gibi hissettiği bir üniversite - Müzeyyen Yüce

"Akademik Özgürlük" panelinde konuşan Korkut Boratav, "Devlet, giderek gaddarlaşıyor. Ama er ya da geç ihraçlara sebep olan kişileri tazminata mahkum edeceksiniz, mücadeleye devam" dedi. Sevilay Çelenk, "Üniversitedeyken de kendimizi sürgün hissediyorduk. İhraçlar sürgünleri somutlaştırdı. Kalanların da gitmiş gibi hissettiği bir üniversite" derken, İnan Özdemir Taştan da "Her 10 akademisyenden biri mobbinge maruz kalıyor" diye konuştu.

Eğitim Sen, Ankara Dayanışma Akademisi, İnsan Hakları Okulu ve Mülkiyeliler Birliği, akademisyen cübbelerinin polis postallarının altında ezildiği, 10 Şubat 2017’de gerçekleştirilen “Büyük Buluşma”nın yıl dönümünde ortak bir panel düzenledi. Mülkiye Kültür Merkezi Prof. Dr. Oral Sander Konferans Salonu’nda gerçekleştirilen panele, Korkut Boratav, Sevilay Çelenk ve İnan Özdemir Taştan konuşmacı olarak katıldı. Panelin moderatörlüğünü Eğitim Sen Ankara 5 Nolu Üniversiteler Şubesi Başkanı Meltem Kayıran yaptı.


“Akademik Özgürlük” paneli açılış konuşmasını yapan Meltem Kayıran, akademisyenlere dönük ihraçlara ve baskılara dikkat çekerek, son 3 senede ortaya konulan mücadelenin uluslararası akademik özgürlük boyutuna taşındığını söyledi. Kayıran, 179 ülkeden 32 milyon eğitimci üyesi bulunan Eğitim Enternasyonali’nce, 10 Şubat’ın “Dünya Akademik Özgürlük Günü” ilan edildiğini söyledi.
BORATAV: BİZLER, 4 KUŞAK ÜNİVERSİTEDEN TASFİYE EDİLDİK
Prof. Dr. Korkut Boratav, üniversitelerdeki tasfiyeleri aile olarak yaşayan biri olduğuna hatırlatarak, söyle konuştu:
“Ben bir aile olarak üniversite tasfiyelerini yaşamış bir kişiyim. Aslında bizler 4 kuşak tasfiye edildik; ben, babam, öğrencilerim ve öğrencilerimin asistanları… Babamı mevcut pozisyonunda 3 kez attılar. Eski Cumhuriyet daha az gaddardı. Babamı her attıklarında sokağa atmadılar. İlk atıldığında liseye öğretmen olarak atayacaklarını söylediler. Şimdi öyle değil. Devlet, giderek gaddarlaşıyor.”
‘İHRAÇLARA SEBEP OLANLAR TAZMİNATA MAHKUM EDİLECEK’
Akademide yaşanan ihraçlara ilişkin sorumluların kim olduklarının belli olduğunu, er ya da geç hukukun işletileceğini söyleyen Boratav, “Mücadeleye devam edin. Er ya da geç buna sebep olan insanları tazminata mahkum edeceksiniz. Hukuk, gaddar insanlar için hortlayacak” dedi.
ÇELENK: KALANLARIN DA GİTMİŞ GİBİ HİSSETTİĞİ BİR ÜNİVERSİTE
Ankara Üniversitesi Radyo, Televizyon ve Sinema Bölümü’nde görev yaparken ihraç edilen Gazete Duvar Yazarı Doç. Dr. Sevilay Çelenk, “Akademide Özgürlük” kavramını “gitmek” ile “kalmak” üzerinden irdeledi.
Akademide son 10 yılı “askıda kalma” olarak değerlendiren Çelenk, “Ben Korkut hocamızın öğrencisi oldum. İnan ise benim lisans zamanlarından öğrencim. İhraç edilmiş 3 kuşak bir aradayız. Kalma ve gitme meselesini konuşuyoruz. Son 10 senemizi düşündüğümüzde, her gün biraz daha hayal ettiğimiz üniversite ile gerçek üniversite arasında farkın açıldığını gördüğümüz yabancılaşma yaşadık. Üniversitede olduğumuz zamanlarda da ne kadar özgürdük, bunu düşünmek lazım. Bizler zaten üniversitedeyken de kendimizi sürgün hissediyorduk. İhraçlar sürgünleri somutlaştırdı. Kendi üniversitelerimize adım atamıyoruz. Kalanların da gitmiş gibi hissettiği bir üniversite” diye konuştu.
‘ÜNİVERSİTEDE TASFİYE DEVAM EDİYOR’
Akademide kalanlar için her türlü mobbingin uygulandığını, tasfiyelerin devam ettiğini belirten Çelenk, “Üniversitede kalanlar için her türlü mobbing hortladı. Bizden sonra birçok arkadaşımız baskılara karşı emekli oldu. Sözleşmesi yenilenmeyen akademisyenler var. Yani tasfiye süreci devam ediyor. Akademik özgürlük bizim işimizden olmak ile yüzleştiğimiz bir durum” dedi.
TAŞTAN: TÜRKİYE’NİN AKADEMİK ALANI DARALTILIYOR
İhraç edilen akademisyenlerden İnan Özdemir Taştan ise, İnsan Hakları Okulu’nca, OHAL döneminde Türkiye’de akademik özgürlüğe ilişkin hazırladıkları, “Türkiye’de Akademinin OHAL’i; Baskı, Oto-Sansür, Mobbing” başlıklı raporu sundu. Araştırma sürecinde yoğun bir baskı ve korku ikliminin mevcut olduğunu ifade eden Taştan şunları söyledi:
“Yöneticilerin keyfi uygulamaları, soruşturmalar, cezalar ve baskılar mevcuttu. OHAL dönemi, yöneticilere geniş bir alan açtı. Bugün, her 10 akademisyenden biri mobbinge maruz kalıyor. Sendikal haklar ve örgütlenme özgürlüğü üzerinde ciddi baskılar var. Görüştüğümüz akademisyenler, OHAL döneminde en çok can güvenliğinden endişe ediyordu. Bu kadar güvencesiz bir ortamda üniversitelerde biat kültürü, particilik, cemaatleşme, kişiler bağlar gelişmiş durumda. Her 7 akademisyenden biri ya işinden atılmış ya da iş yapamaz hale getirilmiş. Akademisyenlerin yüzde 49’u KHK ile kamu hizmetinden atılma korkusu yaşamış. OHAL döneminde akademide otosansür arttı. Türkiye’nin akademik alanı daraltılıyor.”
Müzeyyen Yüce / duvaR.

Siyasal İslamcı Teodise - Deniz Yıldırım

Kötülük sorunu eskiden beri felsefi tartışmaların odağında yer alır. Hatta kötülüğün kaynağını açıklama mücadelesi, dünyevileşme ile uhrevileşme geriliminin de merkezindedir. Batı düşüncesinde bu gerilim uzun sürmüş, Aydınlanma devrimleriyle birlikte belirli oranda çözüme kavuşturulmuştur. 
Tartışmanın kaynağında, yaşanan olumsuzlukların ya da kötülüklerin kaynağını açıklama mücadelesi yatar. Belki de bu anlamda fitili ateşleyen eser, 17. yüzyılda filozof Leibniz tarafından kaleme alınan Teodise’dir. 
Tanrı ve adalet sözcüklerinin birleşiminden oluşan bu sözcüğü, “İlahi Adalet” olarak anlayabiliriz. Leibniz, mevcut dünyanın tüm kötülüklerine rağmen, mümkün dünyaların en iyisi olduğu düşüncesinden hareket etmişti.  
Ancak Leibniz’in bu düşüncesinin gerçek anlamda tartışma konusu olması, 1755’te Lizbon’u vuran depremle birliktedir. Binlerce insanın yaşamını yitirdiği, şehrin neredeyse yok olduğu bu depremden sonra, başta Voltaire gibi Aydınlanmacı düşünürler tarafından olmak üzere, Leibniz’in yaklaşımına eleştiriler yoğunlaşır.
Burada Aydınlanmacı eleştirinin merkezinde özetle şu sorgulama yatar: “Madem Tanrı her türlü kudrete sahiptir; dünya yüzeyinde bunca kötülüğün gerçekleşmesine niye izin vermekte, neden engellememektedir? Mesele ahlaki çöküntü ya da iman yoksunluğu karşısında bir imtihan ya da uyarı ise ahlaki çöküntü ya da iman yoksunluğu bakımından Lizbon’dan çok daha kötü yerler yok mudur?”
İslam fikir dünyasında da Teodise ya da “mümkün dünyaların en iyisi” tartışması yaşanmıştır. En bilineni, Gazali ile İbn-i Rüşd arasındadır. Bu aslında daha genel anlamıyla, “iman ile felsefe birbiriyle çelişir mi?” tartışmasıdır. Endülüslü İbn-i Rüşd, bu noktada İslami teodise anlayışına felsefe savunusuyla yanıt üretir. Öyleyse İslam geleneğinde teodise karşıtı tartışma, Batı’daki canlanıştan epey önce başlamış, yazık ki sürdürülememiştir.
Şimdi yeni bir tür teodise ile karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz. Bu, Siyasal İslamcı teodisedir. Batı’daki teodise, dünyadaki kötülüklere bakarak Tanrı fikrini sorgulamaya kalkanlara karşı bir savunma mekanizmasıydı. Emekleme halindeki demokratik çağ öncesinin, egemenliğin hâlâ ilahi olarak meşrulaştırıldığı dönemin ürünüydü. Bizdeki yeni teodise ise, demokrasi ve halk egemenliği çağında dünyadaki kötülükleri, fenalıkları bu dünyayla açıklamama, ihmali olan yönetici sınıf mensuplarının dünyevi sorumluluğunu ilahi otoriteye atma arayışıyla inşa ediliyor. Bu açıdan Batı’daki teodise tartışmasından farklıdır.
Bizdeki Siyasal İslamcı teodise, uhrevi görünmekle birlikte oldukça dünyevi bir nitelik taşıyor. Zira bu dünyadaki iyilikleri, güzellikleri yöneticilere; fenalıkları, kötülükleri ise dine, ilahi otoriteye yüklüyor. Esenyurt’ta AVM inşaatında çadırda kalan, ısınmak için soba yakarken can veren 11 işçi için “Kader mi? Evet, kader” diyorlar. Soma’da 301 işçi ihmalle, kâr hırsıyla, denetimsizlikle göz göre göre yerin altında can veriyor; “Bu işin fıtratında var” diyorlar. Mecidiyeköy’de rezidans inşaatında 10 işçi can veriyor; “şehit” diyorlar. Tıpkı Elazığ depreminden sonra yaptıkları gibi. Diyanet de “Deprem kıyametin bir örneğidir, alıştırmasıdır” sözüyle tamamlıyor tabloyu.

Farklar

Batı’daki teodise, dinden uzaklaşmayı önlemek içindi. Bizdeki siyasal İslamcı teodise ise halkın iktidardan uzaklaşmasını önlemek için kuruluyor. İktidarın hataları, yanlışları nedeniyle dünyevi siyaset konusunda eleştirileri artan inançlı kesimleri; insan hatalarını, yanlışlarını kadermiş, ilahi bir emirmiş gibi göstererek iktidar çizgisinde, denetiminde tutma görevinin uzantısı bu yeni teodise. Bu yüzden de her Müslüman, siyasal İslamcı değildir. Ayırmak gerek.
Bir fark daha var: Batı’da teodise tartışmasının tarafları da filozoftu. Bizdeki teodise, felsefeyi doğrudan dışarıda bırakıyor, neredeyse yasaklıyor. İlahiyat fakültelerinin programlarından dışlanıyor, ilk ve ortaöğretim programlarında varla yok arası bir ezber dersine indirgeniyor felsefe. Bilinçli elbette. Öyleyse siyasal İslamcı Teodise, İbn-i Rüşd gibi İslam aydınlarının izinde olmayan, düşünmeyi yasaklayan bir anlayışı yerleştirmek istiyor.
Siyasal İslam bunu yaparak dine mi iyilik yapıyor, kendisine mi? İyilikleri bu dünyadaki yöneticilerle, kötülükleri ilahi kararla açıklayanlar, insanları dine yaklaştırıyor mu, uzaklaştırıyor mu? Gerçekten samimi dindar herkesin sorması gereken soru budur.
Bu dünyanın “mümkün dünyaların en iyisi” olduğuna, şükredip “kaderdir” diyerek eleştiride bulunmamak gerektiğine bizi inandırmak isteyenler; mal, mülk, servet, gösteriş, ihtişam ve makam yığınakları yapmaktan niye geri durmuyor? 
İşte Türkiye’nin yeni aydınlanma mücadelesi tam da bu sorularla başlayacak. Yeni aydınlanma, inançları da istismardan kurtaracak. Var mıdır başka yolu?
Deniz Yıldırım / CUMHURİYET