4 Mart 2020 Çarşamba

Sepet ayarı da enflasyonu tutamadı - Recep Genel / SÖZCÜ

Enflasyon TÜİK’in yaptığı güncellemeye rağmen çift hanede yüksek seyrini korudu. Yıllık bazda TÜFE yüzde 12.37 seviyesine yükseldi. Üretici fiyatlarındaki yıllık artış ise yüzde 9.26 oldu .


TÜİK'in geçen ay enflasyon sepetinde yaptığı gıda ve ulaştırmanın ağırlığını düşürmesi de yeterli olmadı. TÜFE'de yıllık enflasyon yüzde 12.37'ye yükseldi. Üstelik mevsim sonu olması dolayısıyla özellikle indirimlerin başlamasıyla şubat ayında giyim ve ayakkabı grubunda yıllık enflasyon yüzde 5.98 seviyesine geriledi.
Şubat ayında yıllık bazda en büyük fiyat artışı yüzde 40.15 ile alkollü içecekler ve tütün grubunda yaşandı. Gıda ve alkolsüz içeceklerde yıllık artış yüzde 10.58 olurken, ulaştırmada ise bu oran yüzde 11.73'ü buldu.
Dünyayı etkisi altına alan koronavirüs salgını dolayısıyla ham petrol fiyatlarının 50 dolar seviyelerine gerilemesinin önümüzdeki aylarda fiyat artışının hızının kesilmesinde etkili olabileceği dile getiriliyor.
Türkiye İstatistik Kurumu'nun (TÜİK) dün açıkladığı şubat ayı verilerine göre, Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) şubatta gıda fiyatlarında yaşanan artışın öncülüğünde yüzde 0.35 artış gösterdi. TÜFE'de yıllık artış yüzde 12.37'ye yükseldi.
Ocak ayında yıllık TÜFE yüzde 12.15 olarak açıklanmıştı. TÜİK verilerine göre Yurtiçi Üretici Fiyat Endeksi (Yİ-ÜFE) şubatta aylık yüzde 0.48, yıllık bazda ise yüzde 9.26 artış gösterdi.
FİYATLAR HIZLA ARTTI
TÜİK verilerinin ayrıntılarına bakıldığında şubat ayında aylık bazda fiyat artışının en yüksek olduğu gruplar yüzde 2.33 ile gıda ve alkolsüz içecekler, yüzde 2.03 ile sağlık ve yüzde 0.86 ile eğitim oldu.
Buna karşılık aylık en yüksek azalış mevsim indirimlerinin etkisi ile yüzde 4.83 ile giyim ve ayakkabı grubunda gözlendi. Azalış gösteren diğer gruplar ise, yüzde 1.34 ile alkollü içecekler ve tütün, yüzde 0.38 ile ulaştırma, yüzde 0.22 ile haberleşme oldu.
SEPETİ HAFİFLETMİŞTİ
Şubat ayında enflasyon sepetini güncelleyen TÜİK, enflasyonun belirlenmesinde önemli etkiye sahip gıda, ulaşım ve konutun ağırlığını azalttı. TÜİK enflasyon oranı hesaplanırken gıdanın ağırlığını yüzde 23.29'dan yüzde 22.77'ye indirdi.
Otomobil, benzin, motorin, köprü ve otoyol ücretleri gibi kalemleri içeren ulaştırma grubunun ağırlığı yüzde 16.78'den yüzde 15.62'ye çekildi. Konut grubunun sepetteki ağırlığı da yüzde 15.16'dan yüzde 14.34'e düşürüldü.
Giyim ve ayakkabı grubunun ağırlığı da yüzde 7.24'ten yüzde 6.96'ya indi.

Zam şampiyonu kabak

Şubat ayında zam şampiyonu fiyatı yüzde 44.09 artan kabak oldu. Fiyatı en çok ucuzlayan ürün ise yüzde 12.58 ile erkek kazağı oldu. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre, kabaktaki fiyat artışını yüzde 23.76 ile sivri biber, yüzde 22.12 ile vapur bilet ücreti takip etti.
Şubat ayında fiyat artışında yüzde 20.71 ile salatalık, yüzde 18.67 ile kıvırcık marul, yüzde 17.36 ile ıspanak, yüzde 16.64 ile maydanoz, yüzde 15.34 ile limon, dikkat çekti. Fiyatı en fazla düşen ürün yüzde 12.58 ile erkek kazağı olurken, bu ürünü yüzde 11.58 ile domates, yüzde 11.53 ile kadın kabanı izledi. 
Recep GENEL / SÖZCÜ

3 Mart 2020 Salı

Denizbank'ta neler oluyor? Saraylar yıkılır, saltanatlar çöker.(ANALİZ) - Cengiz Ateş

'İlk değil ama son olsun, Denizciler kendilerine sürekli Amerikan Donanması sloganlarını hatırlatan simitten saraylarda yaşayan ateşli yöneticilerine bu sefer onurlu denizcilerin Potemkin Zırhlısı’ndan seslensin: Saraylar yıkılır, saltanatlar çöker...'

“Once a Marine, Always a Marine!!! There are no “former” Marines in the Corps. If you were once a Marine, you are always a Marine… “

Böyle yazıyor Amerikan Ordusu’nun internet sitesinde. Türkiye’de bir Banka ile Amerikan Ordusu’nun en meşhur sloganlarından birinin ilgisini ise biz kurmuyoruz.

Her platformda İngilizcesi ile övünen, şovun bir parçası olarak bazı platformlarda simultane çevirmenin performansını beğenmeyip sahneden indirmeye çalışacak kadar Ingilizceye tutkun Genel Müdürü belli ki bilerek, bizzat kuruyor. Banka ortasında, onlarca çalışanın gözleri önünde yaşanan akıl almaz rezaletlerden sonra içler acısı durumu artık belgelendiğinden Banka’dan ayrılmak zorunda kalan, kariyeri çalışanlarını işten atmakla övünmekle ve onları aşağılamakla geçen bir iştirak Genel Müdürü bile veda mailinde böyle yazıyor… Bir kez Denizci, her zaman Denizci…

Slogan birebir aynı, aslında kelime oyunu da yok, sonuçta Banka herkesten birer asker olmasını, haklarını sorgulamamasını ve fazla mesai, kreş, sağı solu dökülmemiş servis aracı ya da artık enflasyon karşısında iyice eriyen ücret ve primlerinin düzeltimini talep etmemesini, dışarıda bekleyen milyonlarca işsize bakıp kendini düşünmeden savaşmasını, plazasından gurur duymasını ve huzurla dolmak istediğinde son teknoloji mescidine inip ibadet etmesini ya da plaza çarşısındaki dükkanlardan (en meşhuru Simit Sarayı) gereksiz bir şeyler tüketmesini istiyor.

Savaş sloganları arasında Banka’da 2018 – 2019 aralığında yüzlerce işten çıkarma olduğu görülüyor. Yani bir kez Denizci olunuyor ama hep Denizci kalmak o kadar da mümkün olmuyor.  Buna rağmen sürekli çalışan sayısı artışlarının istatistiklere girdiği görülüyor. Bizzat Banka’nın açıkladığı rakamlarda geçmiş yıllarda çalışan sayısı azalmış görünse de insan aklıyla alay eder gibi her yıl çalışan sayısının azalmak bir yana nasıl da arttırıldığı anlatılıyor.Banka kendini bir ordu, çalışanlarını da hiçbir adımı sorgulamayan birer asker sanıyor olmalı.  Oysa işten çıkarmalar istatistiklere yansımasın diye Banka ve iştiraklerine yapılan sahte “istihdam seferberliği” (vergi mükelleflerinin cebinden alınan fonlarla) uygulamalarıyla doldurulan geçici kadrolar, stajyerler ve daha önce Banka kadrosundan taşeron kadrosuna atılıp sonra düşük ücretli olduklarından artık maliyet de oluşturmayacakları hesabıyla bir günde kadroya alınan hizmet görevlileri her şubede, Deniz Kule’nin her koridorunda biliniyor.

Yine de Yönetimin elini hiç korkak alıştırmadığı uygulamalar da var! Türkiye’de bir ilk olarak, Banka’nın 1 Binasında 2 Simit Sarayı bulunuyor örneğin, nedenini yalnızca “Ateşli Denizciler” biliyor olmalı, Denizciler yalnızca şüpheleniyor… Ne var ki Denizciler savaştan savaşa koşulduğundan şüphelerin üzerinde fazla duramıyoruz.

BDDK’nın Yönetmelik değişikliği ardından, son iki yılda batık kredilerden başını kaldıramayan ve bilançosunu komisyon gelirleri ile dengelemeye çalıştığı görülen Banka’nın geldiği noktada bu gelirlerin önemli bir kısmından yoksun kalacağı anlaşılıyor. “Management Board” mensuplarında bir stres gözleniyor; kreş açmayıp cezasını ödeyen bu Kurul’u, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü gösterisinde Banka turnikelerinde yine ellerinde çiçekler görürseniz şaşırmayın, hem sahneye çıkıyorlar, hem stres atıyorlar.

Arada bir küçük operasyonla, yıllar önce binbir şovla borsaya açılan DenizBank hisseleri de acilen borsa kotasyonundan çıkarıldı. Haliyle bazı hisse sahipleri itiraz etti, onlara da uzun pazarlıklar ardından sus payları verildi, kimi hala pazarlıkta, ancak karar ani ve geri dönülmezdi, uygulandı. Normal koşullarda birer Hazine Bankacılığı işlemleri olan Swap, Cross Currency gibi ürünler olmak üzere artık envanterde ne cephane varsa “Denizcilerin” elinde. 

Adeta normal kredi fiyatlaması yapma mekanizması duran ve faizleri de arttıramadığından yaygın şekilde bu ürünleri kullanmaya çalışan Banka, yine de zararına kredi fiyatlaması yapan Kamu Bankaları ile rekabet gücüne sahip değil. 

Hem de sürekli sermaye getireceği söylenen ancak getirmeyen büyük patron ENBD, Bankacılık tarihinde "büyük olay" olarak nitelenen ancak aslen batık kredilerin düşürdüğü Sermaye Yeterlilik Rasyosu'nun sektör seviyesine getirilmesinden başka bir işe yaramayan sendikasyonun verilmesini sağlamaktan öte bir sermaye adımı da atmamış durumda. 

Tam tersine ENBD, NPL konusunda Banka yönetimini köşeye sıkıştırmaya, verilen kredi ve yapılandırmaları sorgulayan kadrolarını Deniz Kule'ye taşımaya devam ediyor. Dolayısıyla karşılık giderleri, yani batık krediden zarar bütçesi de artmaya devam ediyor, haliyle hisseler borsadan çekiliyor, halka “arz” ettiklerinizi birden halka kapatıveriyorsunuz. 

Bu arada, yüzen krediler artık su üzerinde durmakta zorlanırken yeni kredi verilmemesi doğal bir matematikle NPL rasyosunu hızla arttırıyor. Bankanın en yetkin kadro ve birimleri Finansal Yeniden Yapılandırma ile Banka’ya çok zor koşullarda nefes vermeye çalışıyor. Ancak bu sırada aşırı yüklenilen ve “olmayacak işler” talep edilen kadrolardan bir kısmının topluca istifa ettiği ve birimi bir süreliğine kilitlediği de biliniyor, DenizBank ile sınırlı olmayan bir durum, ayrı bir yazı konusudur, yazacağız.

Kaldığımız yerden, özel asansörlü üst katlarda müthiş bir huzursuzluk başlamış ve yönetim ekibinde bir “sosyal” rezaletle giden iştirak Genel Müdürü ardından boş kalan koltuk için, sayıları 2 Denizbank aktif büyüklüğündeki bankalardan bile fazla olan Genel Müdür Yardımcılığı kadrolarında hala tek bir taş yerinden oynatılabilmiş değil.

Çünkü tatlı karlar, istatistik oyunları ve yarı kamu bankacılığı döneminin getirileri eskisi gibi işlemiyor. ENBD’nin hükümet ile ilişkilerindeki soru işaretleri olumsuz makro ekonomik koşullar ile birleşince her yeni koltuk da “ateşten” bir gömlek haline geldi. Sahibine göre biçiliyor, dikiliyor ve armağan ediliyor olmalıdır.
İstifasını isteyen üst yöneticilerin sayısının her geçen gün arttığı söylentilerinin bu döneme denk gelmesi rastlantı değildir.

Sonuçta Banka’nın Şubeler başta olmak üzere neredeyse her biriminde “Cost/Income yüksek” diyerek çalışanlar işten atılan arkadaşlarının yerine daha fazla çalışmak zorunda kalıyorken Üst Yönetici sayısı ve GMY kadrosu önce artmaya ve hala da aynı kalmaya devam ediyor. 

Aslen kimin “Cost” kimin “Income” olduğu da geçen yıllarda anlaşıldı, Banka karda sırasını rakibine kaptırdı ancak Üst Yönetim primlerinde şampiyon olmayı başardı. Sonuçta Amerikan savaş sloganlarının vardığı nokta olarak ise inanılmaz bir şekilde DenizBank gerçekten savaşa girdi!  

Evet, bu sefer gerçek bir savaştı. Denizcilerden, simitçilere ve inşaatçılara verilen yüz milyonların batması nedeniyle NATO tarafından darmadağın edilmiş ülkesinden kaçmış ama ülkesinin kaynaklarını bir şekilde kullanmaya devam eden Libyalı (ya da Libyalı cihatçı mı demeliyiz?) bulup üye işyeri POS cihazlarından Libya kartıyla çekim yaptırılıp üye işyeri üzerinden nakde ulaşmalarının sağlanması istendi. Savaş yine Denizcileri göreve çağırmıştı. Olağanüstü komisyonlar toplandı. 

Yani Libya İç Savaşı'nın doğurduğu koşullardan yararlanılarak Bankacılık sisteminin genel işleyişinde görülmeyecek yöntemlerle (normal koşullarda POS üye işyerinin, kart sahibine nakit ödenmesine aracılık etmesi standartlarda "Fraud" olarak bilinir ve bu işyerinin POS'u kapatılır) bir şekilde milyonlar cebe indirildi. 

Yapan alkışlandı, ödül olarak afilli ünvanlar ve primler alındı, önemli toplantılarda Üst Yönetim ile yemekler yenildi, sonra diğer Bankalar da işe girdi, Bankalar arasında bu sefer de Libyalı çekme savaşı yaşandı. Bİr İç Savaşın ve kemiksiz  kazancın kaymağı yendi; yapmayanın, bu Bankacılığa karşı duranın ise savaşta yeri yoktu, bir başka ordunun, İşsizler Ordusu’nun yolu gösterildi.

Son düzenlemeler ve diğer  Bankaların kokuyu alması ile öyle görünüyor ki burası da artık daha “olağan” komisyonlara gebe.Şimdi ise sıra Denizcilerin zam dönemine geliyor. Nisan ayında zamlar açıklanacak. Metal işkolunda bir şekilde örgütlü işçilerin korkusuyla 20% üzerine çıkan zam oranları dururken, Denizcilerin örgütsüzlüğüne güvenen Yönetim, bütçe tartışmalarında  “enflasyon düşüyor 8% çok olacak ama..” diyerek cümlelere başlıyordu. 

İlk değil ama son olsun, Denizciler kendilerine sürekli Amerikan Donanması sloganlarını hatırlatan simitten saraylarda yaşayan ateşli yöneticilerine bu sefer onurlu denizcilerin Potemkin Zırhlısı’ndan seslensin: Saraylar yıkılır, saltanatlar çöker.. 

Cengiz Ateş / SOL

2 Mart 2020 Pazartesi

Akkuyu, 5 milyon turist, 26 milyar dolarlık dış ticaret... U dönüşünün ekonomik maliyeti ağır olacak - Ozan Gündoğdu

Türkiye ile Rusya’nın ekonomik ilişkileri enerji, dış ticaret ve turizmde yoğunlaşıyor. Türkiye’nin Rusya’yla ikili ticarette 18,6 milyar dolar ticaret açığı bulunuyor. 2019’da en çok ithalat yapılan ülke de en çok turist gelen ülke de Rusya. Artan gerilim döviz piyasalarını etkilemeye başladı.


İdlib’de gerilim gün geçtikçe tırmanıyor. Son olarak 27 Şubat günü Suriye Ordusu’nun saldırısı sonucu ülke yasa boğuldu. Krizin yaşandığı gün açıklama yapmayan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan ertesi gün de açıklama yapmaktan imtina etti. Nihayet 29 Şubat’ta partisinin İstanbul milletvekilleriyle bir araya gelen Erdoğan 40 saatin ardından yaptığı ilk açıklamada ekonomik gelişmeleri de ele aldı. Erdoğan “Bu yılın ocak ayında yeni bir rekora imza attık. Ülkemize ocak ayına gelen yabancı turist sayısı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 16’dan fazla artarak 1,8 milyon kişiye ulaştı. İnşallah bu yıl toplam 58 milyon turist 41 milyar dolar turizm geliri bekliyoruz” derken ekonominin de toparlanma sürecinde olduğunu ve 2023 hedeflerine yaklaşıldığını iddia etti.

Öte yandan Rusya ve Suriye ile gerilen ilişkilerin ekonomiye de olumsuz yansımaları ilk etapta döviz piyasalarında görülmeye başladı. Dolar kuru son 1 ayda 5,9’dan 6,25 seviyesine yükseldi. Türk Lirası böylece 1 ayda yüzde 5,3’lük değer kaybetti. Bu gelişmeler analistlerce gelecekte ortaya çıkması muhtemel riskin fiyatlanması olarak yorumlanıyor. Bu risklerin temelinde ise Rusya ile Türkiye arasındaki ekonomik ilişkiler yatıyor. Bu ilişkiler, Türkiye’nin turizm gelirleri, iki ülkenin mal ve hizmet ticareti ve enerji bağımlılığında yoğunlaşıyor.

Dış ticaretin yüzde 85’i rusya’dan yapılan ithalat

Türkiye ile Rusya’nın dış ticaret hacmi yani ihracatı ile ithalatının toplamı 2019 yılında yaklaşık 26,3 milyar dolar olarak gerçekleşti. Ancak bu tutarın yüzde 85’ini Türkiye’nin Rusya’dan yaptığı ithalat oluştururken yüzde 15’ini Türkiye’nin Rusya’ya yaptığı ihracat oluşturuyor. 2019 yılı boyunca Rusya’dan yapılan toplam ithalat 22,4 milyar dolarken Rusya’ya yapılan ihracatın tutarı 3,8 milyar dolar. Başka bir hesapla Türkiye Rusya ile yaptığı ticarette 18,6 milyar dolar dış ticaret açığı veriyor. Öte yandan ticaretin detaylarına mercek tutulduğunda durum daha da vahimleşiyor. Zira Türkiye’nin Rusya’dan aldığı en önemli mal alternatifini bulmanın zor olduğu doğal gazken Türkiye’nin Rusya’ya yaptığı ihracatın başında alternatifi de bulunabilen gıda ürünleri oluşturuyor.

Doğal gazda krizin sonucu enflasyon ve işsizlik olur

Türkiye ihtiyacı olan doğal gazın yarısını Rusya’dan satın alıyor. Öte yandan yurttaşın aklına doğal gaz denince ısınma ihtiyacı gelse de, Türkiye, doğal gazın yüzde 70’ten fazlasını sanayi ve elektrik üretimi için kullanıyor. Doğal gaz ithalatının azalması veya doğal gazın başka bir ülkeden satın alınmasıyla maliyetinin artması halinde bu durumun ekonomiye doğrudan etkisi maliyet enflasyonu ve işsizlik artışı olarak tahmin edilebilir.

Uçak krizinin bedeli 10 milyar dolar olmuştu

Erdoğan dün yaptığı açıklamada 2020’de 58 milyon turist ve 41 milyar dolar turizm geliri hedeflediklerini ifade etti. Ancak Türkiye turizm gelirlerindeki en önemli payı Rus turistlerden elde ediyor. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) verilerine göre 2019’da ülkeye gelen yaklaşık 52 milyon turistten Türkiye’nin elde ettiği toplam gelir 34,5 milyar dolar. Öte yandan gelen turistlerin 5,2 milyonu Rusya’dan geliyor. Bu haliyle Rusya Türkiye’nin en çok turizm geliri elde ettiği ülke konumunda. Dahası özellikle Akdeniz’deki tatil kentlerinde birçok tesis Rus turistlere hizmet vermek için organize olmuş durumda. Aynı zamanda Rusya’dan gelen turistlerin ayırt edici özelliği kalış süreleri. Tüm bu veriler ışığında turizmin başkenti Antalya’ya gelen yabancı turistlerin yüzde 40’ını Rus turistler oluşturuyor.

24 Kasım 2015’te Türkiye, Rusya’ya ait bir savaş uçağını düşürmüş ve Rusya buna karşılık olarak Türkiye’ye turist göndermeme kararı almıştı. Bu nedenle 2016 yılı özellikle yaz turizminin başkentlerinde kabusa dönmüştü. TÜİK verilerine göre 2015 yılında 2,8 milyon Rus turisti ağırlayan Türkiye’ye gelen Rus turist sayısı 2016’da 683 bine geriledi. Yaşanan uçak krizi Rusya’dan gelen turist sayısını yüzde 75 oranında azaltmıştı. 2015’te 31,5 milyar dolar olan turizm geliri Rusya’yla yaşanan krizin de etkisiyle 22,1 milyar dolara geriledi. Uçak krizi ve 15 Temmuz Darbe Girişimi beraber düşünüldüğünde Türkiye’nin turistler için güvenli olmadığı algısının ülkeye 2016’daki maliyeti yaklaşık 10 milyar dolar oldu.

Türk akımı ve Akkuyu kucaktaki dinamitler

Dış politikada savrulan Türkiye’nin Rusya ile gerilmesi halinde kucağında bulacağı diğer sorunlar Türk Akımı ve Akkuyu Nükleer gibi enerji yatırımları. Vanası henüz 8 Ocak 2020’de açılan Türk Akım projesiyle her biri 15,7 milyar metreküp doğal gaz taşıma kapasitesine sahip iki boru hattından oluşuyor. Proje özellikle Avrupa’nın güneyinde bulunan ülkeler için önem arz ediyor. Bu projeyle birlikte Rus doğal gazı ilk kez Türkiye üzerinden geçerek Avrupa’ya ulaşıyor. Bu projeyle Rusya Avrupa’ya doğal gaz satmak için Ukrayna’ya bağımlı olmadığını kanıtlamış oluyor. Türkiye ise ihtiyacı olan doğal gaz için bu boru hattına bağımlı haline gelmiş durumda. Üstelik doğal gazı satın alırken ek bir indirim de söz konusu değil.

Türkiye’nin ilk nükleer santralı olacak olan Akkuyu Nükleer’i işleten de Rus enerji şirketi Rosatom olacak. Şirkete 15 Haziran 2017’de Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu (EPDK) tarafından 49 yıllığına üretim lisansı verildi. 2023’te çalışmaya başlayacağı söylenen santral ürettiği elektriği devlete satacak. Rosatom’un nükleer santralda ürettiği elektriğin yüzde 50’sine kwh başına 12,3 centten alım garantisi dahi verildi. Bunun için kamuya ait Elektrik Üretim Anonim Şirketi’nin (EÜAŞ) Rosatom’a yapacağı ödeme toplamının 35 milyar dolar olacağı tahmin ediliyor.
***
TURİST SAYISI YÜZDE 75 AZALMIŞTI
24 Kasım 2015’te Rus uçağının düşürülmesinin ardından dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan birbiri ardına yaptıkları açıklamalarla “uçağı düşürün talimatını ben verdim” demişlerdi. Uçak krizinin ardından 1 sene geçmeden Akkuyu Nükleer’i işletecek olan Rosatom’a 35 milyar dolarlık alım garantisi verildi. 2016’da Rusya’dan gelen turist sayısı yüzde 75 azaldı. Turizmde yaşanan kayıp 10 milyar doları buldu. 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından Rus uçağını düşüren pilotlar göz altına alındı.
                   ***
1 DOLAR İHRACATA 7 DOLAR İTHALAT
Türkiye Rusya’ya 3,8 milyar dolarlık mal ve hizmet satarken, Rusya’dan 22,4 milyar dolarlık mal ve hizmet alıyor. Karşılıklı ticarette Türkiye’nin 18,6 milyar dolarlık açığı bulunuyor. Ticarete konu olan mallarda ise Türkiye’nin bağımlılığı söz konusu. Zira Türkiye’nin aldığı doğal gazın alternatifi bulunmazken, Rusya Türkiye’den satın aldığı gıda mallarını başka pazarlardan temin edebiliyor. Doğal gazın daha maliyetli getirilmesi halinde yaşanacak sorun ise maliyet enflasyonu ve işsizlik.
                    ***
TÜRKİYE İTHALATINDA ZİRVE RUSYA’NIN
Gerek Türkiye’de büyümenin durması gerekse yükselen döviz kurları nedeniyle 2019’da ithalat genel olarak geriledi. Ancak Rusya ve Türkiye arasındaki sıkı ilişkiler Rusya’dan yapılan ithalatın artmasını sağladı. En çok ithalat yapılan 5 ülkeden yapılan ithalat sadece Rusya’da arttı. 2019’da en çok mal ve hizmet ithal edilen ülkeler ve önceki yıla göre ithalattaki değişim şu şekilde;





Ozan Gündoğdu / BİRGÜN

Türkiye ile Suriye ve Avrupa Almanyası - OSMAN ÇUTSAY

İslamcı Ankara veya Erdoğan rejimi, böylece kendi ayağına sıkmış oldu. 

Edirne'den ve Ege'den Yunanistan'a yönlendirilen binlerce mülteciden söz ediyoruz: Avrupa, mülteci yüz binleri kaldıracak durumda değil. Ekonomik nedenlerin bir rolü yok bu reddiyede. Sorun siyasal. Hatta toplumsal. Neoliberal barbarlığın ürettiği yerli yoksulların, Avrupa'ya doluşacak çok daha yoksullara göstereceği tepki (“refah şovenizmi yanılsaması”) asıl sorun.

Bu tepki, AB rüyasının bitişi olur.

Avrupa ve onun en zengin ülkesi Almanya, ekonomik açıdan ihtiyacı da olmasına rağmen, büyük bir sarsıntı yaşayabilir. AB “zihniyeti” parça parça olabilir. Şu anda kısmen, Ortadoğu'daki gelişmelere müdahale etmek konusunda, paralize olmuş gibi görünüyorlar zaten.

Erdoğan rejiminin dincilikle beynini yemiş zavallı uzmanları, burunlarının ucunu bile görmelerini engelleyen düzeysizliklerini, bu tür küçük hesaplar üzerinden kanıtlamış oluyorlar. Dolayısıyla da kendi ayaklarına sıktıklarını bir süre sonra fark ediyorlar.

ERDOĞAN'IN  KOLTUĞU HEDEFTE
Almanya Avrupası'nın göstereceği bir tepki, Erdoğan'ı iktidardan alaşağı etmek olabilir. Denerler, hemen bir sonuç alamazlar belki, ama Suriye'nin parçalanmışlığı ve istikrarsızlığından, o acılı ülkenin bütünlüğüne ve istikrarına saygı yönünde bir dönüş yaşanması beklenebilir. Kanlı Suriye oyunundan Esad'ın kazançlı, Putin'in muzaffer çıkması sineye çekilebilir. AB'nin istikrarı için bu fiyat neden ödenmesin?

Gerçekten de Erdoğan, biriktirdiği “mültecileri” AB'nin üzerine salmakla, kendi ayağına sıkmış oldu. Ama  elinden de başka bir şey gelmezdi ki...

Avrupa Almanyası veya Almanya Avrupası,  İslamcı Ankara nefretini bir üst aşamaya çekecektir özellikle Yunanistan sınırında yaşanan insanlık dışı sahnelerden sonra. Ama yıllardır Suriye ve çevresinin istikrarsızlığından yaşam enerjisi çıkarmaya dayalı bir Avrupa siyasetinden de yüz çevirmeye başlayabilirler.

Tekrar: Gelenlerin ve gelecek olanların sayısı değil AB başkentlerini ve Almanya başta olmak üzere bazı büyük metropollerini düşündüren. Misal: Almanya'nın, veri bazlarına ve modele göre değişen rakamlarla, her yıl zaten 230 bin ile 500 bin arasında değişen bir “net göçmen işgücü girişine” ihtiyacı var gelecekte. Şimdiden bazı sektörler çökmek üzere işgücü eksikliği yüzünden. Yaşlı fakat “jeoekonomik güç ” Almanya'nın ekonomisi, bu giriş sağlanmazsa er ya da geç çöker. Alman burjuvazisi bunun yıllardır farkında. Ama ücretler genel düzeyini de kontrolünde tutmak zorunda.

Gelen veya gelecek göçmenin sayısı değil sorun. Sorun, neoliberal siyasetin yerli toplumda tetiklediği “refah şovenizminin” denetlenememesi. Bu konuda çekilecek güçlük. Bir kitle tabanı kazanacak olan neofaşizmler... Bu faşizan hareketler, dünya dış ticaret fazlası şampiyonunu can evinden vurabilir. Hedefteki ülke veya ekonomi olduğunu, gelenlere ihtiyacı bulunduğunu, ama Almanya'nın yoksul yerlilerini etkisizleştirmekte şu sıralarda çaresiz kalacağını biliyor Berlin.

Ana akımda yer alan,  bir zamanların iktidardaki kitle partilerinin (sosyal demokratlar ile Hıristiyan demokratlar) hızla erimesi böyle bir şaşkınlığın göstergesi.

Dolayısıyla AB egemenleri, zamanından önce Ankara'da bir iktidar değişikliğine göz kırpabilir. Daha derli toplu, yani dincilikten dinselliğe geçiş yapmış “daha liberal bir iktidara” sıcak bakabilir. AB ve Berlin, Erdoğan'a daha açıktan cephe alabilir. Çünkü Berlin başka olmak üzere, tüm AB biliyor ki, Suriye'nin bütünlüğü korunur ve o ülkede bir yeniden inşa hareketi başlarsa, Türkiye'deki  dinci iktidar tüm şansını yitirecektir: 

TÜRKİYE SURİYE GİBİ OLURSA
O zaman, Türkiye Suriye'nin rolünü üstlenebilir:  Parça parça olan, istikrarını tümüyle kaybetmiş,  5 milyonluk nereye, hangi dinamiklere büyüyeceği belli olmayan İslamcı yönelimleri çok açık bir Arap nüfusla, Kürt zihniyetinin Ankara'dan tamamen koptuğu koşullarda, dinciliğin de işlevini yitirdiği bir Türkiye'nin istikrarsızlığı, yüksek yoğunluklu bir içsavaş  demektir. (80 bin caminin cemaatlerinden 8-10 milyonluk “AKP milisleri” çıkarılabileceğini düşünen deli çok. ) AB, bu istikrarsız Türkiye olasılığını bile sineye çekebilir.

Kafasını kurcalayan tek bir şey var.

Şu: Avrupa başkentleri, Türkiye'de çatışmaların başlaması ve çeşitli cephelerin birbirine girmesi halinde, Anadolu'dan  Almanya yollarına düşecek kaçakların sayısı konusunda tedirgin.

Neden mi? 

Sadece Almanya'da 3,1 milyon Türkiye kökenli insan yaşıyor, kişi başına iki veya üç kişinin Türkiye'deki içsavaş kaosunda kurtulmak için Almanya yoluna çıkması, eğer akrabalıkları baz alırsak, hiç de öyle hayal falan değil. Almanya bir anda komünistlerin olmadığı, yani KPD'siz, bir Weimar Cumhuriyeti'ne dönüşebilir. Olmaz olmaz.

AKP rejimi yolun sonunda ve reisin adamları küçük bir aklın realite duygusunu nasıl tümüyle yitirdiğini gösteriyor. Kitle desteğini de tamamen yitiren bu “yönetici zihniyet”, bir tür Hitler-Mussolini-Franco-light rejime dönüşmüş durumda. Cumhuriyet rejimi yerle bir edilince, geriye bu kaldı işte.

Cahiller, ama bir kurnazlıkları yok değil: Örneğin Erdoğan, Esad'ın iktidarda kalması halinde, kendisinin hiçbir şansı olamayacağını anlayalı çok oluyor.

Perinçek  cemaatine bile kol kanat germesi, biraz da bu gerçeği görmesinin, bu tuhaf milliyetçi cemaat üzerinden kendisine “aşırı hesap sorulmasını” önleyebileceğini düşünmesinin bir sonucu değil midir?

Habire kendi ayaklarına sıkıyorlar. Kapitalizmin ve sınıf mücadelesinin böyle tuhaf zorunlulukları var işte. Kendi mezarlarını kazıyorlar, ama toplumları da o mezarların içine çekebileceklerini biz 20'nci yüzyılda öğrendik. Başlangıçta toplumları ve proletaryayı bu mezar kaderinden uzak tutabileceğimizi düşünüyorduk. Sonra tarih başka sürprizler hazırladı.

Friedrich Engels'in doğumunun 200'üncü yılında, bunu hatırlamak iyi olur.

Osman Çutsay / SOL

1 Mart 2020 Pazar

İdlib dramı - TANER TİMUR


Halep’in tahliyesi ile başlayan Astana görüşmeleri ve 4 Mayıs 2017’de imzalanan ateşkes, Türkiye ile Rusya’yı aynı kampta buluşturmadı. Aksine, görüşmelere iki ülke zıt tarafları temsil ederek katılmış, Rusya ve İran mevcut rejim’in “garantörü” olurken, Türkiye de muhalif cephenin “garantörü” olmuştu.

İdlib ateş içinde; savaş yoğunlaşıyor; kinler bileniyor. Yoksa siyasal hırs, dîni taassup ve kişisel düşmanlıklar, Suriye’de Türkiye’yi tarihinin en dramatik seçimlerinden birine doğru mu sürüklüyor? Soçi Mutabakatı uygulanamadı; bölgede bir “güvenlik alanı” oluşturulamadı; Türkiye’nin en kötü seçenekler karşısında kalma olasılığı giderek artıyor.

Aslında bir gün bu durumla karşılaşılacağı daha Aralık 2016’da belli olmuştu. O tarihte rejim güçleri Halep’e girerken Türkiye de aracı oluyor, yenilen cihadistleri sivil halkla beraber İdlib’e nakletmeyi üstleniyordu. Böylece, geçici de olsa, Rusya ve Suriye’nin işine gelen bir formül bulunmuş oldu. Türkiye sayesinde, kamuoyundaki Rusya ve Suriye aleyhtarı kampanya sona eriyor, Halep sessiz sedasız boşaltılıyordu! Cihadistler ve sivil halk bir kez İdlib’e yerleştikten sonra da teröristler silahtan arındırılacak ve barış sağlanacaktı. Zaten Erdoğan açıkça ilan etmişti: “Halep’ten 45 bin kardeşimizi kurtardık. Onları İdlib'e aldık. Gerekirse kendi topraklarımıza da alabiliriz. Dün akşam Sayın Putin’le bir görüşmem oldu. Bizlere teşekkürü oldu. Dediler ki, burada bu insanların kurtuluşunda sizin de kararlılığınız olmasaydı, el ele vermeseydik bu süreci bu şekilde bitiremezdik.” (Milliyet 24 Aralık 2016).

***

O günlerde bu “kardeş kurtarma” operasyonu, Batı’da, daha çok Türkiye’nin dış politikada “eksen değiştirmesi” ve Rusya’ya yaklaşması şeklinde algılandı. Oysa bu sadece görünüştü. Aslında Halep’in tahliyesi ile başlayan ASTANA görüşmeleri ve 4 Mayıs 2017’de imzalanan ateşkes anlaşması, Türkiye ile Rusya’yı hiç de aynı kampta buluşturmadı. Aksine, görüşmelere iki ülke zıt tarafları temsil ederek katılmış, ateşkeste Rusya ve İran mevcut rejim’in “garantörü” olurken, Türkiye de muhalif cephenin “garantörü” olmuştu. Ateşkesin uygulanması ve kalıcı barışın sağlanması için de “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı. Yani çatışma ortadan kalkmıyor, sadece -o günlerde BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın dediği gibi- "Haleb’in yerini, İdlib alıyordu". İdlib’in nüfusu daha o sıralarda iki milyona yaklaşmıştı ve bunun yarısı da "nakledilenler"den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline bu koşullarda geldi.

***

2017 yılında Suriye’nin kaderiyle ilgili iki önemli gelişme yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, "Timber Sycamore” adlı CİA planı çerçevesinde muhaliflere bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardımı kesiyordu. (N.Y. Times, 2 Ağustos 2017). Trump, 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a, “aynı zamanda hem Esad, hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti. 2018’de Helsinki’de Putin’le yaptığı zirve toplantısında da ABD’nin Rusya ile Suriye’de uyum içinde olduğunu, hatta “askerlerin, Suriye ve başka yerlerde siyasilerden daha sıkı işbirliği yaptıklarını” ilan etti. (N.Y. Times, 17 Temmuz 2018). Yani ABD ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyor, Esad’ın eli serbest kalıyordu. Batılı yorumcular bunu rejimin zaferi olarak yorumladılar.

2017’deki ikinci önemli gelişme de şuydu: İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütü, rakibi Ahrar el Şam’ı alt etmiş ve eyalette hâkimiyet kurmuştu. Böylece, Halep’ten İdlib’e sivillerle beraber göçen terörist bir grup, Türkiye sınırlarında ve Türkiye’nin yardımıyla hegemonya kurmuş oluyordu. Durumu, ABD bölge temsilcisi McGurk, “İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide'nin en büyük barınma alanı haline geldi” diyerek özetledi. Artık savaşın son aşamasında, Türkiye, sadece Esad güçleri ve PYD/ YPG ile değil, İslamcı terörle de karşı karşıya kalmıştı.

Aslında Türkiye İdlib’te son derece zor, belki de altından kalkamayacağı bir görev üstlenmişti. Eyalette HTŞ’li teröristlerle sivil halk iç içe yaşıyor, Baas rejimine isyan eden siviller, Cihadistlere itiraz etmiyor, ya da edemiyordu. Bu koşullarda HTŞ güçlerini sivil halktan ayırmak ve silahsızlandırmak hiç de kolay değildi. Oysa zaman ilerliyor, Esad’ın güçleri, Rusya ve İran’ın da desteğiyle, kendi topraklarında yeniden egemenlik kurmak için sabırsızlanıyordu.

***

2018 yılı Esad’ın dostlarının Türkiye’ye baskılarıyla geçti. Erdoğan ise soruna Putin’le ikili görüşmeler çerçevesinde çözüm arıyor ve bu amaçla yoğun bir telefon diplomasisi geliştiriyordu. Anadolu ajansının hesabına göre, Tayyip Bey, 2018 yılı içinde Putin ile 7’si baş başa, 18’i de telefonla olmak üzere, 25 defa görüşmüş, ayrıca 6 zirvede de bir araya gelmişti.

Bu görüşmelerde Erdoğan’ın kozları, ABD ve NATO’nun itirazına rağmen satın alınan S-400 füzeleri; Türk Akımı doğal gaz hattı anlaşması; turizm ilişkileri ve “100 milyar dolar”lık (!) alış-veriş hedefi gibi maddelerdi. Oysa Putin için daha da önemlisi, Türkiye’nin NATO’dan uzaklaşması ve böylece bu hasım ittifakın zayıflamasıydı. Bu beklentiyle Türkiye’yi kırmamaya çalışıyor, sık sık Esad’ı frenliyor ve kritik anlarda da Erdoğan’la buluşarak gerginliği yumuşatıyordu. 2018 başlarında Zeytindalı harekâtına bu anlayışla yeşil ışık yakmıştı. 17 Eylül 2018’de iki lider Soçi’de bir de ateşkes anlaşması imzaladı.

***

Ne var ki Suriye’deki durum, artık geçici uzlaşmalarla ve kimsenin uymadığı “ateşkes”lerle devam edemez hale gelmişti. Üstelik Erdoğan, Suriye’de olduğu gibi, Suriye dışında da hemen her konuda Rusya’nın tam karşısında yer alıyordu. Rusya’nın Ukrayna’ya müdahalesini kınıyor; Kırım’ın ilhakını gayrimeşru sayıyor; Putin’in Libya’da desteklediği Hafter’e savaş açıyor ve Doğu Akdeniz krizinde de karşı tarafı tutuyordu. Ve bütün bunlar yetmiyormuş gibi, PYD/YPG’yi de DAEŞ ve HTŞ’den daha tehlikeli bir terör örgütü sayıyordu.

Aslında Rusya, Suriye’de sadece dış politikadaki stratejik çıkarları nedeniyle bulunmuyordu. Rusya’nın milyonlarca Müslüman vatandaşı vardı ve Putin’in en büyük korkularından biri de ülkede İslamcı terörün yeniden canlanmasıydı. Esad’ın komutanlarından Cihad Sultan’ın İdlib’de bölge uzmanlarından Robert Fisk’e dediği gibi, Putin’in “(Suriye’deki) Çeçen’lerin Çeçenistan’a, Türkmen’lerin Türkmenistan’a, Özbek’lerin de Özbekistan’a dönmelerini hoş karşılaması hiç de olası değildi”. (Independent, 6 Eylül 2018).

***

Yine de Putin HTŞ yüzünden Türkiye ile köprüleri atmıyor, “iki adım ileri, bir adım geri” taktiğiyle hedefine her gün biraz daha yaklaşıyordu. Keskin laflar etmiyor, tehditler savurmuyor, uyarılarını daha çok sözcüsü Dmitry Peskov, Dışişleri Bakanı Lavrov ve Savunma Bakanı Sergey Şoygu dile getiriyordu. Bunlar da artık sık sık Türkiye’nin üzerine düşeni yapmadığını, sabırlarının tükenmek üzere olduğunu söylemeye başlamıştı.

Bu taktik semerelerini almakta gecikmedi. Rejimin hakimiyet alanı giderek genişliyordu. Hatta Trump’la tatlı-sert görüşme ve restleşmeler arasında başlatılan Barış Pınarı harekâtından bile en kârlı çıkan taraf Esad oldu. Öyle ki, Barış Pınarı harekâtı, bizdeki sığınmacıları kısmen yerleştirmek için, Fırat’ın doğusunda 460 km boyunda ve 30 km eninde bir güvenlik alanı kurma amacıyla başlamıştı. Oysa Türkiye, sonunda, ABD ve Rusya’nın aynı yöndeki baskılarıyla, bunun üçte biriyle yetinmek zorunda kaldı ve geri kalan kısım da, bu arada kılını kıpırdatmamış olan Suriye güçlerinin hegemonyasına geçti. Bu koşullarda Erdoğan’la Putin tekrar buluşuyor ve 22 Ekim 2019’da “Soçi Mutabakatı”nı imzalıyorlardı.

***

On maddelik Soçi Mutabakatı, şeklen Türkiye’nin “kazanım”larını onaylıyordu. Buna göre, Barış Pınarı ile kontrol altına alınan Telabyad-Resulayn alanı korunacak; Rusya ve Suriye güvenlik unsurları, Barış Pınarı alanı dışında kalan sınırın Suriye tarafında, 30 km derinlikte, YPG unsurlarını silahsızlandıracaklar; Münbiç ve Tel Fırat da 'terörist'lerden temizlenecek ve Barış Pınarı bölgesi dışındaki alanın her iki tarafında da, 10 km derinlikte Türk-Rus devriyeleri denetleme yapacaktı. Ve bütün bunlar da 150 saat içinde gerçekleşecekti.

Anlaşma güzeldi; ne var ki onaylanan maddelerin kolayca uygulanamayacağı da ortadaydı. Nitekim Mutabakat’ın imzalandığı gün, Esad komutanlarıyla beraber İdlib sınırına gitmiş ve meydan okur gibi, Türkiye ve Erdoğan’ı “Suriye’nin fabrikalarını, buğdayını, yakıtını çaldıktan sonra, şimdi de topraklarını çalmaya çalışmakla” suçlamıştı. Kısaca Soçi Mutabakatı geçici çözümlere sadece bir yenisini ekliyordu. Zaten; Mutabakat son maddesinde tarafların ihtilafa “kalıcı bir çözüm getirmek için” çalışmalara devam edeceklerini ilan ediyordu.

Oysa taraflar, bu yönde “çalışmalar” yerine, birbirlerini suçlama yolunu seçtiler ve çok geçmeden de silahlı çatışmalar yeniden başladı. İdlib’teki gözlem noktalarımız kuşatılıyor; M4, M5 otoyolları Suriye kontrolüne geçiyor; cepheden şehit haberleri geliyordu. Buna karşı Savunma Bakanımız şehitlerimizden çok daha fazla sayıda Suriyeli asker öldürdüğümüzü rakamlarla açıklarken Erdoğan da Rejim güçlerini şubat ayı sonuna kadar “gözlem noktalarının gerisine çekilmeye” davet ediyor ve şu tehditte bulunuyordu: “Bu süreçte, askerlerimize en küçük bir zarar gelmesi halinde, bugünden itibaren, İdlib’le ve Soçi Muhtırası sınırlarıyla bağlı kalmadan, rejim güçlerini her yerde vuracağımızı burada ilan ediyorum!”.

***

Peki, bu şahin konuşma ne anlama geliyordu? Bunu acı haberlerden kaynaklanan bir öfke patlaması diye mi, yoksa Suriye’de topyekûn bir savaş hazırlığı olarak mı yorumlayacağız?

Aslında tüm askeri yetkililer bölgede hava hâkimiyeti olmadan böyle bir savaşın yapılamayacağı kanısındalar. Nitekim ilerleyen günlerde Erdoğan da tansiyonu düşürdü ve mart ayına sarkarak “dörtlü zirve”lerden, ya da “en kötü ihtimalle” yine Putin’le yapılacak görüşmelerden söz etmeye başladı. Oysa Rusya bu haberleri doğrulamıyor ve Kremlin sözcüsü Peskov, Erdoğan-Putin görüşmesi için bile “bir hazırlığın olmadığını” söylüyor.

Yoksa Putin bu sorunu artık en kötü yöntemle -“Grozny yöntemi”yle- çözme kararı mı aldı?

***

Gerçek şu ki Erdoğan’ın Rusya ile Amerika’yı birbirine karşı kullanma taktiği iflas etti ve Türkiye yalnız kaldı. Bu durumda da çaresizlik içinde yeniden Batılı müttefiklere dönüyor ve NATO’dan, Trump’tan, Macron ve Merkel’den medet umuyor. Cumhurbaşkanı, yardım konusunda Trump’la yeniden görüşeceğini söylerken, Savunma Bakanı da NATO’ya, “elinizde savaş uçaklarınız, helikopterleriniz var; Türkiye’nin yanındayız demeyi bırakın, gücünüzü gösterin!” diye sesleniyor. (Hürriyet, 27 Şubat 2020). Ve Beyaz Saray’dan da olumlu yanıtlar geliyor. “Bravo Erdoğan!”, diyor Trump, “sizi destekliyoruz!”. Oysa elbette onun da kendine göre hesapları var. Belki de savaşın kızışmasını, yeni bir “vekâlet savaşı”na dönüşmesini ve Türk askerinin, ABD’nin şu anda bölgede en büyük düşman olarak gördüğü İran ordusuyla çatışmasını umuyor?

AB’ye gelince, o da boş durmuyor ve -kurum adına olmasa da- on dört Dışişleri Bakanı'nın imzasıyla bir bildiri yayınlıyor. Bildiri’de İdlib’deki insanlık dışı hava saldırıları kınanıyor ve Bakanlar, Suriye’yi, insanlığa karşı cürümlerinden dolayı Uluslararası Ceza Mahkemesi’nde yargılamakla tehdit ediyorlar. Çözüm için de -herhalde tek bir sığınmacı kabul ederken bile kılı kırk yaran bu ülkelerdeki kâbusun da etkisiyle- Rusya ile Türkiye’nin görüşmelere devam etmeleri öneriliyor.

Türk-Rus görüşmeleri?

Aslında bu görüşmeler üç dört yıldır sürüyor ve alınan sonuç da ortada! Tek cümleyle, Rusya “Esad’sız çözüm olmaz!” diyor; Erdoğan ise “Esad’la asla!”… Ve bu izansız bilek güreşi sürerken, İdlib’de de eyalet tarihinin en acı sayfaları birer birer yazılmaya devam ediyor.

Taner Timur / BİRGÜN

29 Şubat 2020 Cumartesi

İki Hamit arasında Sosyalizm kokusu - ORHAN GÖKDEMİR


21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. İç çatışmalarla sarsılıyorduk, iç çatışmalarla sarsılıyoruz. Bir dünya savaşının eşiğindeydik, bir dünya savaşının eşiğindeyiz. Hamit’in iktidarındaydık, “Payitaht Hamit”in iktidarındayız. Hürriyetsizdik ve Cumhuriyet arzuluyorduk, hürriyetsiziz ve Cumhuriyet arzuluyoruz. Onca hayhuyun arasında vatanın ellerimizin arasından kayıp gideceğinden korkuyor, bizi bir arada tutacak bir tutkal arıyorduk. 

Parçalandık ve bir tutkal arıyoruz.

Hamit paranoyaları nedeniyle bir karikatüre dönüşmüş olsa da görmüş geçirmiş bir hanedanın son kuşağına dahil olmanın bütün vakarını üzerinde taşıyordu. Mütevazıydı. Bâb-ı Ali’nin yetkilerini iç edip ülkeyi Yıldız’dan yönetmeye başlamıştı ama akrabaları daha önce sayısız kez alaşağı edilip kellesi vurulduğundan “ölçülü” olmaya özen gösteriyordu. Devlet çürümüş olsa bile toplum dinamikti. O kadar ki onu bir saray darbesiyle tahta oturan Mithat Paşa, tahtan indiren Enver Paşaydı.

Evet, Hegel’in dediği gibi dünya tarihindeki tüm büyük olgular ve kişiler iki kez ortaya çıkar. Trajediyi geçtik, komedi faslındayız. Hamit yerine Payitaht Hamit, Mithat Paşa yerine Hulusi Paşa. Talat Paşa yerine Fethullah Gülen. 31 Mart gerici ayaklanması yerine 15 Temmuz gerici kalkışması, Yıldız yerine Beştepe Külliyesi… 

Hakkında yazılanlara bakılırsa ilkinin Müslümanlığı sahici, dindarlığı siyasiydi. Avrupa’ya hayrandı ama öte yandan büyük güçlerin oyunlarla mülkünü elinden almak istediğinden kuşkulanıyordu. Dindarlığı bir savunma mekanizmasıydı. Korktuğunda dindar görünmeye çalışıyordu. Çok korktu çok dindar oldu. Haksız da sayılmazdı. İktidarının son yıllarında Anadolu’da Ermeni Tebaası ayaklanmıştı. İmparatorluğun kalbi olan Balkanlar kaynıyordu. Emperyalist merkezlerde topraklarını paylaşma planları yapılıyordu.

***

1908 Hürriyet Devrimi geçici bir rahatlama sağladı. İmamlar, papazlar, hahamlar kol kola gezdi. Makedonya dağlarındaki Rum, Bulgar, Makedon çeteler ovaya indi. Doğu Anadolu’daki Ermeni çeteler peşindeki müfrezelerle kucaklaştı, barıştı. İç savaş nihayet bitmişti. Ülkesinin nefes aldığı kısa sürenin onun yokluğuyla mümkün olmasını rastlantı sayamayız. 

Hürriyet’ten dört yıl sonra, 1912’de başlayan Balkan savaşı az zamanda büyük bir ricata dönüştü. Osmanlı ordusu 250 bin zayiat vermiş, Avrupa Türkiye’sindeki topraklarının yüzde 83’ünü ve nüfusunun yüzde 69’unu kaybetmişti. Artık “kültür başkenti” Selanik yoktu. Kuruluşundan bu yana Avrupa’nın bir parçası olan imparatorluk kısa sürede neredeyse tamamen kıtanın dışına itilmişti. 

Osmanlı, Balkan Savaşları ile Küçük Asya’ya sıkıştırıldı fakat Dünya Savaşı o küçük vatanı da tartışmalı hale getirdi. “Osmanlıcılık” için artık imkân kalmamıştı. “Türkçülüğü” mümkün kılan işte bu hızlı küçülme ve büyük çaresizlikti. İttihat ve Terakki, 1913’te Türkçeyi imparatorluk liselerinde tek eğitim dili ilan etti. Çaresizliktendir. Türkçülük büyük çaresizliğimizdir.

Çaresizdik, çok abarttık ve hiç güvenmedik. Türklüğümüzü hep nominal bir İslam’la tahkim etmeye çalıştık. Anadolu’ya sıkıştırılanlar Türklüğün de ellerinden kayıp gitmesinden korkuyorlardı. Nüfus ayarlamalarına gittiler, hassas bölgelerdeki Türk unsurları daha görünür kılmak istiyorlardı. Göçler, tehcirler dönemi böyle başladı. Esası çaresizliktir. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık bir hayaletidir. 

***

Enver Paşa, çaresiz olduğumuzu hiç kabul etmedi. Çok parlaktı, Hürriyet kahramanıydı. Osmanlı’nın büyük savaşa girmesine öncülük ederken bile çare bulacağına inanıyordu. Baktı olmayacak dönüp tek tabanca Bab-ı Ali’yi bastı. Hükumeti devirdi, İttihat ve Terakki’yi yeniden iktidar yaptı. Sonra koştu gitti, direnişle karşılaşmadan, Edirne'ye girdi. Edirne Fatihimizdir. Almanya’nın savaşı kazanacağından emindi. Onun yanında saf tutarak İmparatorluk topraklarını geri alacağına inanıyordu. Fakat tarih onun için bambaşka bir son hazırlamıştı. Serüvenine Osmanlıcı olarak başladı, biçare bir Türkçü olarak bitirdi. Rusya’daki Türkleri birleştirip büyük Türk yurdu için ayaklandırmak isterken Türkistan’da öldürüldü.

“Sarıkamış içi meşe
Urus yaktı hep ataşa
Bizi koydun eli bağlı
Nereye gittin ey Enver Paşa”

Onu bir de Sarıkamış Faciasıyla hatırlıyoruz. Harbiye Nazırı olmasına rağmen ordunun Rus kuvvetlerine karşı giriştiği Sarıkamış Kış Harekâtının komutanlığını üstlendi. 1915'te gerçekleşen o harekâtta Türk birlikleri tam bir bozguna uğradı. 78 bin asker boş yere öldü. Bırakıp İstanbul’a döndü. İstanbul basınında Sarıkamış bozgunu hakkında yayın yapılmasını yasakladı. Korkunç bozgun beş yıl sonra katılan subaylardan birinin anılarını yazmasıyla ortaya çıktı. 

Enver maceracıdır amma asla bir Hulusi Paşa değildir. Renklidir, cesaretlidir, cüretlidir. İstemediği görevleri ve hazır olmadığı rolleri tereddütsüz üstlenmiştir. Vatanseverdir. Enver, trajedidir. 

İnsan beyni seçicidir, trajedileri unutmak ister. Enver’i unuttuk. Türkistan’da çürümeye terkedilen cesedi ancak 1996’da İstanbul’a getirildi. Abide-i Hürriyet’e Talat Bey’in yanına gömüldü. Törene dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Devlet Bakanı Abdullah Gül, Kültür Bakanı İsmail Kahraman katıldı. Enver’i neredeyse bir asır sonra yeni vatanına getirebildik. O sırada açılışında rol oynadığı Hürriyet ve Cumhuriyet dönemi kapanıyordu…

***

Enver hep büyük vatanın peşindeydi. Mustafa Kemal ise elde kalana razı olarak başladı. Cumhuriyetin ardından bütün yapıp-ettiklerini, eldekini, imparatorluktan arta kalan küçük Anadolu’yu yeni yurt olarak benimsetme çabasından ibaret sayabiliriz. Mecburduk ve mecburiyetimizi kabul eden tek kişi vardı. Kemalizm’dir.

Cumhuriyet bitip Kemalizm tasfiye edilince içinden bir Enver karikatürünün çıkması kaçınılmazdı. “Payitaht Hamit”in bir Hamit-Enver sentezi olarak ortaya çıkmasını da rastlantı sayamayız. Panislamizm’in ve Pantürkizm’in tuhaf bir karışımı olan bir yeni bir bakış açısı var. Biraz “Diriliş Ertuğrul”, biraz “Payitaht Abdülhamit”tir. Yaldızı biraz kazınırsa “İhvan-ı Müslimin”e varılır ki, Suriye’deki bataklığa saplanmamızda hepsinin payı var.

“Aşağıdan ses geliyor
Figan bağrımı deliyor
Kör olasın Enver Paşa
Gelinleri el alıyor”

Yersiz maceracılığın kaçınılmaz sonucudur, gelinleri el alır. 

Sonuna yaklaşıyoruz. “Türk-İslam Sentezi” kaybedilmiş büyük yurdun küçük, çarpık hayaletidir. Varlık nedeni çaresizliktir. Cumhuriyeti yaşatamadık, laikliği sindiremedik ve hürriyeti koruyamadık. Koşup Hamit’in bir karikatürünü bulduk. Fakat Enver’in karikatürünü bile bulamadık. Kendimize harıl harıl bir Sarıkamış arıyorduk, İdlib’de bulduk. Çaresizliğimizdir. 

21. yüzyılın başında tuhaf bir biçimde her şey 20. yüzyılın başındakine benzeme eğilimi gösteriyor. Sosyalizme koşuyorduk, sosyalizme koşuyoruz.


Orhan Gökdemir / SOL

27 Şubat 2020 Perşembe

İstiklal Caddesi’ndeki Sent Antuan kilisesi ‘satışa çıkarıldı’, başrahip tedbir kararı koydurdu - DİKEN

İstanbul’un Beyoğlu ilçesindeki İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Sent Antuan Kilisesi ve müştemilatı satışa çıkartıldı. Kilise tedbir kararı koydurdu.


Kilise, avlusu ve avlunun önündeki altışar katlı, birbirine bir geçitle bağlanan iki adet apartman, dört işyeri, dönemin İtalyan kraliyet ailesi mensupları üzerine kayıtlıydı.

İHA’nın haberine göre, dünya çapında 1.2 milyar üyesi bulunan Katolik Kilisesi’nin ruhani lideri Papa Francesco ve kraliyet ailesi mirasçıları, 29 Ocak 1971 tarihinde Beyoğlu 1. Noterliği’nce söz konusu bölgedeki haklarından feragat etti.
11 Mart 2013’te Sent Antuan rahipleri olarak bilinen ‘Ordine Dei Frati Minoro Conventuali’ ve yasal temsilcilerinin talebi üzerine İtalyan başkonsolosluğu kilisenin namı müstear adına kayıtlı olduğunu, tescilin dönemin mevzuatına göre mecburen yapıldığını gösterir bir belgeyi Beyoğlu Tapu Müdürlüğü’ne sundu.
Yıllar sonra Sebahattin Gök isimli bir kişi, İtalya, Amerika, Fransa ve başka ülkelere giderek söz konusu taşınmazın kayıtlı olduğu isimlerin varislerine ulaştı. Varislere, söz konusu kilise taşınmazları üstünde hakları olduğunu belirterek mirasçılık belgesi aldırdı.
Varislerin vekaletnamelerini de alan Gök, Beyoğlu Tapu Müdürlüğü’ne başvurarak taşınmazları satmak istedi. Durum Sent Antuan Kilisesi’ne bildirilince kilise avukat Afşin Hatipoğlu aracılığıyla mahkemeye başvurdu.
Hatipoğlu’nun talebi üzerine kilise ve müştemilatları üzerine tedbir kondu.
Mahkeme ilerleyen günlerde kilise hakkındaki kararını verecek.
Hatipoğlu, Gök’ün Sent Antuan’ı satma girişimini Bulgar Katolik Kilisesi için de denediğini söyleyerek şöyle konuştu: “Hakimler bu teşebbüsü son derece hukuk dışı olduğunu fark etmek suretiyle onun aleyhine karar veriyor. Ciddi manada bir hukuk garabetiyle karşı karşıyayız. Bu garabeti Türkiye’nin yüce yargısının ortadan kaldıracağına inancımız tamdır. Katolik cemaatine hukuk yoluyla yapılan bu saldırıyı biz hukuk marifetiyle ortadan kaldıracağımıza inanıyoruz.”
DİKEN