22 Mart 2020 Pazar

'Altı bin çalışanın hepsi evde şu an, ne olacak bilmiyor' - Pınar Öğünç

Bu virüs olayı Türkiye'de patlak vermeden önce bir önlem alınmamıştı, sonra da sadece müşterinin kendi bardağına kahve uygulamasını kestiler. Maske, eldiven, dezenfektan talebinde bulunmuştuk. Temizlik için verilen eldivenleri mağaza dışına çıkartamazsınız diye mail geldi. O kadar.


26 yaşındaki S.D. altı yıldır Starbucks’ta çalışıyor. Aklında sorular… Acaba önlem alınmayan haftalar boyunca virüs kaptı mı? Risk grubunda olmasına rağmen çalışmaya devam eden annesiyle birlikte aileyi geçindirdiği için, şunu da bilmek zorunda: Acaba artık işsiz mi?

Şu an işsiz miyim bilmiyorum. Beyaz yakalıların geldiği bir plaza mağazasında çalışıyorum. Korona virüsünün birinci gününde bizim plazada kimse kalmadı. Kuryeler, bilgisayarını eve götürmek isteyenler; sadece bunlar. Ciro yarıya indi zaten. Sağlık Bakanlığı’nın kafeteryalarla ilgili kararıyla da kapandı. Hazırlık yapın falan diyen olmadı. Her gün kapanışı yaptığımız yedi buçukta haber geldi. Mağaza dışındaki kimseye belli etmeden, kaos ortamı yaratmadan mağazayı kapatmamız istendi. Vardiyamızın dışında bir de iki buçuk saat mesai yaptık, her şeyi topladık. Ama mağazayı tamamen mi kapatıyoruz bilmiyoruz. Masa, sandalye, makineler, her şey naylonlandı. Beş yüz Starbucks var Türkiye’de, altı bin çalışanın hepsi şu an evde, ne olacak bilmiyor. Kimse bir açıklama yapmıyor. Sağdan soldan duyduğumuz, Starbucks’ın acil durum paketi varmış böyle durumlar için. Tecrübeme dayanarak, belki bu ayki maaşımız yatırılır diyorum ama daha evde kalırsak fazlasını yatıracaklarını düşünmüyorum.

Bu virüs olayı Türkiye’de patlak vermeden önce bir önlem alınmamıştı, sonra da sadece müşterinin kendi bardağına kahve uygulamasını kestiler. Maske, eldiven, dezenfektan talebinde bulunmuştuk. Temizlik için verilen eldivenleri mağaza dışına çıkartamazsınız diye mail geldi. O kadar. Bir sürü insanla muhatap oluyoruz, virüslü birine temas edersek binlerce kişiye bulaştırabiliriz, ailemize taşırız diye kendi aramızda konuşuyorduk. Eğer kapatılmasaydı imza kampanyası başlatacaktık ücretli izin için. Ama Bakanlık demeseydi emin ol kapatmazlardı, öyle devam ederdi.
Ailemle yaşıyorum, bir abim, okuyan bir kızkardeşim var. Babam kalp hastası, çalışmıyor. Annemle ben geçindiriyoruz evi. Annem bir yemek şirketinde çalışıyor. Aslında risk grubunda, kalp ritim bozukluğu da var. Bir de nişanlıyım, ekim sonu evleneceğiz. O da Starbucks’ta çalışıyordu, beşinci senesinde askere gitmek için ayrıldı. Evlilik hazırlıkları da benim üzerime bindi yani. Maaş yatacak mı bakacağım, sonra gündelik olur, başka bir şey olur iş bakacağım mecburen. Bu süreçte iş bulmak ne kadar mümkün bilmiyorum ama bir şekilde bu eve de yemek girmesi gerekiyor.

18 yaşımda Burger King’de çalışmaya başladım ben. İki sene dayanabildim, o da mecbur olduğum için. Çok uzun saatler çalışıyorsun, gecen gündüzün belli değil, iğrençti. Oradan sonra bir tanıdık vasıtasıyla Starbucks’ta başladım. Bu altı yılda beş lokasyon değiştirdim, senin bir yerde çok uzun çalışmanı istemedikleri için, ihtiyaç olan mağazaya göre yerini değiştirirler. Körleşmemen, farklı profiller görmen için de yaparlar bunu. Mağazalar arasında da uçurum farklar olabiliyor tabii. Plaza mağazalarıyla mesela Kadıköy gibi cadde mağazaları asla bir değildir. Cadde mağazasında sirkülasyon fazladır, daha yorucudur. Plazada sürekli aynı tipleri görürsün. İş yükün bir tık daha azdır. Genel olarak, insanlar giriş-çıkış saati belli, bir de maaşı günü gününe yatıyor diye Starbuckslarda çalışmayı tercih eder. Çalışanlara bakın, krediyle, bankayla uğraşanlardır çoğu. Beni de orada tutan buydu, ben de dört sene kredi ödemek zorunda kaldım.
Kimse haftada beş gün on saat ayakta durup da, milletin ağız kokusunu çekip de işimi seviyorum, bayılıyorum falan diyemez. Ben onlardan değilim. En çok yıpratan şey insan tribi. Kahve biraz keyif işidir, kimse mecbur olduğu için içmez. Ama gelip de senin üzerinde egosunu tatmin etmeye çalışan insan sayısı çok fazla. Bir senedir plazada çalıştığım için CEO’dur, müdürdür, böyle tiplerle muhatap oluyorum. Kadıköy’de fakir bir insanın kahve içmesinden farklı oluyor tabii. Onların egoları, beklentileri, sen onları mutlu etmek zorundaymışsın gibi davranmaları insanı yıpratıyor. Starbucks politikası da var; karşındakini mutlu etmek zorundasın, ben sana bu yüzden eğitim veriyorum diyor. İşe girerken böyle protokol imzalıyorsun. Kendine güveniyor musun, psikolojin bunu kaldırabilir mi, diye soruyorlar baştan. “Zaten eğlenceli bir çalışma ortamımız var, gerilip de insanlara kötü davranacağın bir ortam değil” diyorlar. Sonra başka bir şeye sürükleniyorsun. Psikolojin sağlam değilse, sinirlerine hakim olamıyorsan illa ki patlıyorsun. Böyle çıkan çok gördüm. “Ben mutlu değilim ki insanları nasıl mutlu edeyim” deyip ayrıldılar.
Bana da oldu tabii. Kendimi tutamayıp söylüyorum da. Uzun süredir çalışıyorum, bir güven var tabii bana. Mesela benim baristam müşteriyle tartışma yaşadığında çocuğun modunu bozmamak için araya giriyorum. Tecrübesiz birini ezmelerine izin vermem, ben muhatap olurum. Susmuyorum, susamıyorum daha doğrusu. Çalıştığım ortam düşünce yapıma, aileme her şeye ters; biz insanlara yardım etmeyi, insanları ezmemeyi öğrendik. Kapitalist bir firmada çalışıyorsun, adamların temeli Amerika. Gerçi hak yemede, hukuksuzlukta Amerikalılar Türkiye’deki işverenlerin eline su dökemez. Türkiye Starbucks bir Arap firmasına ait, ama CEO’su Türk.
Bütün bunları görüyorsun ama bir taraftan işe yeni girenlerin eğitimlerine de katılıyorum, o kadar insan yetiştirmişim, gidemiyorum. Ne bileyim mağaza müdürü bir çocuğu ezmeye başlamadan benden geçmiş oluyor, gözü açılıyor. Mağaza müdürleri de çok modeldir, sanki şirket babasının, sanki maaşı on bin lira… Abi sen taş çatlasa benden bin lira fazla alıyorsun, aynı şartlarda çalışıyorsun, anneni babanı sen de benim kadar görüyorsun. Sana da girdiğinde bu muamele yapıldı, aynısını sen niye başkasına yapıyorsun? İnsanları ezmenin, mobbingin allahını gördüm.
Nikahtan sonra tazminatımı alıp ayrılmayı düşünüyordum zaten. Biliyorsunuz kadınlar tazminatını ancak bu şekilde alabiliyor. Evlenmeden çıkarsan içeride kalıyor. Böyle gerçekten. O tazminatla kendime küçük bir kafe, çaycı gibi bir şey açmayı düşünüyordum. Nişanlımla birlikte açacaktık yani. Üniversite sınavına bir daha girme hedefim vardı. Sürekli çalıştığım için altyapım yok, dershaneye gitmemişim, köşede bucakta ne kadar soru çözersen… Altı kere girmişimdir sınava, ancak geçen sene barajı aştım. Hemen iki senelik dışarıdan kayıt yaptırdım ki en azından öğrenci akbili alabileyim. En büyük hayalimi sorarsan hukuk okumak, hâlâ da istiyorum bunu. Belli bir süre kapanırsam yaparım. Çalışırken çok zor. Bu iki yıllığa da nasıl girdim biliyor musun, az insan varken test kitabını tezgâha koyuyordum, iki soru çözüyorum bir latte veriyorum, bir soru, bir filtre kahve. Ne yapayım?
(Konuştuğumuz gün 359 vaka, 4 ölüm açıklanmıştı.)
*Gezegeni saran bir virüsün birkaç ay içinde yarattığı bu öngörülemez olağanüstü halin, kapitalizmin hâlihazırdaki eşitsizliklerini görünür kıldığından, derinleştirdiğinden ve bundan sonra hiçbir şeyin aynı kalamayacağından konuşuyor çok insan. Kalamayacak mı gerçekten? Neden kalmasın ki? Varlığını, her veçhesiyle sömürgeciliğe, cinsiyetçi iş bölümüne ve tam da derin bir eşitsizliğe borçlu bu düzen kötücül bir virüs gibi ruhlarımızı ve bedenlerimizi sarmışken “iyileşmek” nasıl mümkün? Kadınlar, erkekler, işçiler, memurlar, işsizler, beyaz yakalılar, mavi yakalılar, “yaka” devri değişti diyenler, serbest çalışanlar, evde çalışanlar, hâlâ çalışanlar, zorla çalıştırılanlar, karantinadakiler, geleceği göremeyenler, gördüklerinden yorgun düşenler anlatıyor. Neden bu uzun yazı dizisine başladık? Çünkü birbirimizin sesini, derdini duymaya, diğerinin dermanında kendimizinkini aramaya ihtiyaç var.
Pınar Öğünç / duvaR.
(Çizim:Murat Başol)

‘Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım’ - İPEK ÖZBEY


Öyle çileli bir hayat ki onunkisi, o eski Türk filmlerinin içinden çıkmış gibi vuruyor insanı...

Tarih 15 Haziran 2017... Yer Bebek Otel’in kafesi...
Denize nazır bir masada Muhterem Nur’u bekliyorum. 
Hayatını “Ömrümce Ağladım’ adıyla kitap haline getiren Gülşen İşeri ve yardımcısıyla birlikte içeri giriyorlar. Kırmızı ojesi, kırmızı ruju, beyaz fuları, inci kolyesi ve siyah gözlükleriyle kapıdan adeta “star” girişi yapıyor. 
Kitap henüz çıkmamış, ilk önce benim söyleşimde anlatacak hayatını, sonra da Gülşen’in kitabından okunacak detayları...
Biraz sohbet ediyoruz, sonra teybi çalıştırıp Türk kahvesi eşliğinde söyleşiye başlıyoruz. Bir dönem sinemanın, sahnelerin yıldızı anlattıkça gözlerindeki yaşlar da kelimelerle birlikte boşanıyor. Öyle çileli bir hayat ki onunkisi, o eski Türk filmlerinin içinden çıkmış gibi vuruyor insanı...
Düşünsenize karşınızda oturan, bir zamanlar milyonların alkışladığı kadın, gözlerini size dikmiş, “Ben dünyaya doğmakla hata yapmışım veya beni doğuran hata yapmış” deyiveriyor. 
Annesi Şira, okul zamanında hocasıyla arkadaşlık kuruyor. Hoca evli... Hamile kalan Şira’ya sahip çıkmıyor. Dedesi, Kosova’dan geliyor ve Şira’yı hamileyken şarap mahzenine kapatıyor. Doğum yapana kadar camı penceresi olmayan o yerde soğuğa mahkûm yaşıyor. Sonra sancısı tutuyor, Olga -Muhterem Nur’un gerçek ismi- işte o mahzende doğuveriyor. Dede geliyor ve ebeye “Bunu karların ortasına bırakın, hayvanlar yesin” talimatı veriyor. Anne ölüyor. Ebe, camiye bırakıyor Olga’yı. Kimse almayınca, geri gelip bebeği kendi evine götürüyor. Sonra Manastır’dan Havva biraz para karşılığı alıyor bebeği. Olga iki yaşındayken Havva da ölüyor. Bu kez teyzesi yanına almaya karar veriyor. Okula başlarken nüfus cüzdanı oluyor, adı da Muhterem...

OKULU BİTİREMİYOR...

Her şey o kadar talihsiz ki... Bir pazar günü teyzesinin Rami’de oturan arkadaşına gidiyorlar. Inşaat bölgesi... Çocuklarla sokağa oynamaya çıkıyor. Saklambaç oynuyorlar. Henüz 12 yaşındayken Muhterem Nur, tecavüze uğruyor. 
Bunu anlatırken gözyaşlarını tutamıyor sanatçı. Çok utandığını, istediği halde okula gidemediğini anlatıyor.
Bitmiyor... Teyzesinin kocası da tecavüze kalkışıyor... 
Erkeklerden nefret ediyor. 18 yaşına kadar bir tek erkek yanına yaklaşsın istemiyor. 
Sonra bir gün gazetede “artist aranıyor” ilanı görüyor. Kendi sözlerinden okuyalım: “Otobüse bindik, gittik. Ağa Cami önünde bir adamla karşılaştık. Bir sağıma bir soluma baktı, “Çok güzel burnunuz var” dedi. Korktum. Eyvah beni kaçıracaklar diye düşündüm. Adam dedi ki, “Ben sanatçıyım, senaryom var”. Ertesi gün giyinip tek başına film şirketine gittim. Ve filmlerde oynamaya başladım.”

‘BUNU DÜZELTECEĞİM’

Hayatına Memduh Ün giriyor. Birçok filmde birlikte çalışıyorlar. Şöhretini kaybetmekten ölesiye korkuyor. “Artist dergisinden Recep Ekicigil, “Evlendin diye dergiye kapak olursun, çok iyi reklamın olur” diyerek onu evliliğe ikna ediyor, “Benim hoşuma gitmeyen varlık budalası biriydi” diyor. Evleniyor ama ayrılıyor. 
Peki, siz hiç mutlu olmadınız mı diye soruyorum: 
“Olmam mı” diyor: “Müslüm ile geçen her günüm güzeldi...”
Aslında Müslüm Gürses’ten şiddet görüyor, kaburgalarını dahi kırıyor. Muhterem Nur kararlı, “Kafamı gözümü de kırsa ben bunu düzelteceğim!” diyor. 
İki acılı insan birlikte aşıyorlar sıkıntıları... 33 yıl boyunca birbirlerinin her yarasına merhem oluyorlar. 
Müslüm deyince gözleri dolan, anılarında dolaşırken “Çok seyahat ederdik” diyerek dudaklarının kenarına özlem dolu bir gülücük konduran Muhterem Nur, geçen günlerde hayata veda etti. 
Mezarının başına gidip “Beni de yanına al” diye dua ettiği Müslümü’ne kavuşmuş olmasını ve en önemlisi acılarının son bulmuş olmasını dileyelim...
İpek Özbey / CUMHURİYET

21 Mart 2020 Cumartesi

Küba'nın tıptaki başarısının bir özeti: 'Sağlık'lı sosyalizm - Kavel Alpaslan

Küba, 2015 verilerine göre GSMH'sının yüzde 10.57'sini sağlığa aktarıyor. Bu oran yüzde 10'luk Avrupa ortalamasının üzerinde. Devrimden sonra Küba'da sadece 6 bin doktor bulunuyordu. Bunların da yarısı Castro güçleri Havana'ya girdikten sonra bavulunu toplayıp ülkeyi terk etmişti. 2014 verilerine göre Küba'da her 10 bin yurttaşa 67.2 doktor düşüyor. Bu rakamı dünyada geçebilen iki ülke var: Katar (2.5 milyon nüfus) ve Monako (38 bin nüfus).


Karayip Denizinde küçük bir ada, yarım asrı aşkın bir süredir ağır ABD ambargolarıyla boğuşuyor. Tüm bunlara rağmen nasıl oluyorsa sağlık araştırmalarında ve kamu sağlığında her zaman adı ilk anılan ülke oluyor. Küba, yurttaşlarına sağladığı baştan sonra ücretsiz sağlık sistemi ve dünyayla paylaştığı devrim yaratan sağlık araştırmalarıyla oldukça yakından tanıdığımız bir ülke.

Hal böyle olunca korona gündeminde de ilk akla gelen ülkelerden birinin Küba olmasına şaşmamalı. Geçtiğimiz günlerde Kübalı ilaç üreticisi BioCubaFarma’nın Başkanı Eduardo Martinez Diaz’ın korona virüsü için 22 ilaç garantisi vermesi basında büyük yankı uyandırmıştı. Onca ilaç şirketinin açıklaması varken Küba’dan gelen görüşler neden daha fazla dikkatimizi çekiyor dersiniz? Arkasında yatan sebep sadece bu ülkenin sağlık alanında iyi bir sicile sahip olması mı dersiniz?
Şöyle bir geçmişe gidip Küba’nın daha önceki açıklamalarına bakalım. 2012 yılında Küba Genetik Mühendislik ve Biyoteknoloji Merkezi’nin direktörü Verana Mizo, ‘AIDS hastalığına yol açan HIV virüsüne karşı geliştirilen bir aşının insanlar üzerindeki denemelerine bu yıl içinde başlanacağını’ açıklıyor. Üç yıl içinde aynı Küba, anneden çocuğa geçen AIDS’i önleyen ilk ülke olarak tarihe geçiyor. Bu buluşu Dünya Sağlık Örgütü (WHO) “Virüs’ün aktarımını yok etmek, ulaşılabilecek en büyük kamu sağlığı başarılarından birisidir” ifadeleriyle kayda geçiriyor. Bahsettiğimiz başarı, her yıl dünyada 1.4 miyon HIV virüsü taşıyan kadının ve doğacak çocuklarının yaşamını doğrudan etkiliyor. Tabii ki Küba’nın tıptaki tek başarısı bu değil. Mesela ülke 1985 yılında menenjit B hastalığına karşı geliştirilen ilk ve tek aşıya öncülük ediyor. Daha yakın bir zamanda keşfedilen akciğer kanseri aşısı ise bugün kendisine her alanda ambargo uygulayan ABD’de test ediliyor.
RAKAMLARDAKİ GERÇEK
Biraz da rakamlarla ülkenin sağlık sistemini açıklamak gerekirse Küba, 2015 verilerine göre GSMH’sının yüzde 10.57’sini sağlığa aktarıyor. Bu oran yüzde 10’luk Avrupa ortalamasının üzerinde. Devrimden sonra Küba’da sadece 6 bin doktor bulunuyordu. Bunların da yarısı Castro güçleri Havana’ya girdikten sonra bavulunu toplayıp ülkeyi terk etmişti. 2014 verilerine göre Küba’da her 10 bin yurttaşa 67.2 doktor düşüyor. Bu rakamı dünyada geçebilen iki ülke var: Katar (2.5 milyon nüfus) ve Monako (38 bin nüfus). Üç ülkenin zenginliği karşılaştırıldığında aradaki fark tarif edilmezken tıpta Küba’nın bu farkı inanılmaz bir şekilde kapatıyor olması, ülkeye haklı bir ün sağlıyor. Çünkü Küba diğer çoğu ülkeden farklı olarak kendi yurttaşlarına bu hizmeti ambargo altında ve her koşulda ücretsiz olarak sağlıyor.
Bir diğer konu da Küba’nın tıptaki uluslararası enternasyonalizmi. 2007 verilerine göre ülkenin 103 farklı ülkede çalışan 42 bin sağlık personeli bulunuyor. Nitekim Kübalı doktorların dünya çapındaki başarıları sık sık gündeme geliyor. Örneğin Ebola salgınında Küba, Afrika’da çalışmak üzere binlerce sağlık emekçisi görevlendirmişti. Bu gönüllü çalışmalar ülkenin sağlık alanındaki araştırmalarını kuvvetlendirip Küba’nın tıptaki gelişmelere öncü olmasını sağlayan deneyimleri de yaratıyor. Hatırlayacak olursanız geçtiğimiz aylarda ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı (USAID) Kübalı doktorlar hakkında istihbarat toplama için para ödülü koymuştu. Küba Devlet Başkanı Miguel Díaz-Canel de Twitter üzerinden haberi paylaşarak “ABD, dünyada hayat kurtaran Küba’ya eziyet etmek için 3 milyon dolara kadar teklif sunuyor. Yanlış düşünceler, yalanlar, alçaklık ve insani değerleri anlamayan emperyal kibir. Bizim tıbbi görevlerimiz Küba’dır” demişti. ABD’nin Kübalı doktorları daha dolgun ücretler karşılığı transfer etmeye çalıştığı bilinen bir gerçek. Ambargo uygulanan bir ülkeye bunun yapılmasıysa trajikomediden ibaret.
Küba’nın daimi olarak tıbbi destek sağladığı coğrafyalardan birisi Venezuela. Burada doktorlar yoksul mahallelerde ücretsiz sağlık yardımı sağlıyor ve Venezuelalı meslektaşlarına eğitim çalışmaları veriyor. Bunun karşılığında yine bir ABD yaptırımı nedeniyle uluslararası pazarda zorluk çeken ülke olan Venezuela’dan petrol yardımı alıyor. Kimileri bu noktayı ‘etik değil’ şekilde değerlendiriyor. Alınteri üzerinden elde edilen haksız kârla sağlığı satın almak vicdanen etik oluyor da yoksulları ücretsiz olarak tedavi ettikten sonra bunun karşılığını almak etik olmuyor öyle mi? Üstelik Küba yanı başındaki dünyanın güçlü ülkesi tarafından ambargoyla karşı karşıyayken bunu yapıyor olmasını eleştirmek sahiden ne anlama geliyor? Kaldı ki en nihayetinde yoksul bir mahalleye ücretsiz sağlık hizmeti sağlanıyor ve bundan daha vicdani ne olabilir?
Daha önce Liberya ve Haiti de misyonlara katılmış bir Kübalı doktor, El Pais’in ‘Ama maaşlarınız diğer doktorlara göre daha az?’ sorusu üzerine şöyle bir cevap veriyor: “Kübalı doktorlar dayanışma ve Hipokrat Yemini’nden kuvvet alıyor. Yabancı misyonlar olmaksızın işimiz düşünülemez. Evet, maaşımız belki düşük ve bu belki bizi yurtdışına itebiliyor. Fakat sadece kendi ülkesine yardımcı olanlardan biri olmak yerine işimizin dünya alemce tanınıyor olmasını görmek bizi gururlandırıyor.”
BAŞARIYA KOLAY YOLDAN ULAŞMAK
Küba’nın nasıl böyle bir başarıya imza attığına dair binlerce araştırma var. Kimisi ‘aile hekimliği’ sistemini, kimisi ‘ABD ambargosunun mecbur bıraktığı koşulları’ kimisyse ‘sosyalist ekonomik sistemi’ vurguluyor. Bunlardan sadece birini önüne koyup başarıya kolay yoldan ulaşmaya çalışanlar da var. Yalnız ‘sosyalizmle’ ya da yalnız ‘aile hekimliğiyle’ bu noktaya gelinemeyeceğini görmek çok zor değil. Şüphesiz her birinin payı var. Bu nedenle ‘gizemli sırrı’ da sağlık alanında çalışan araştırmacılara bırakalım.
Fakat konunun teknik anlamda uzmanı olmasak da önümüzde duran çıplak bir manzara var: Küba’nın araştırma ve istatistiklerdeki başarısı ile halkına, halklara ücretsiz olarak bu hizmeti sunması. Bu ada ülkesinde her ikisi de bir şekilde birine içkin durumda.
Şöyle bir manzara hayal edelim. Virüs ve sermaye, silahlarını hem birbirlerine hem de yoksul halk kitlelerine doğru doğrultmuş durumda. Sermaye hali hazırda emekçileri ücretsiz izin, işten çıkarılma, tehditler, zorunlu çalıştırma gibi kurşunlarla yaralıyor. Düşene bir tekmeyi de virüs atıyor… Bu nedenle emekçiler nişan almakta tereddütte. Fakat kitleler bu üçlü düelloyu bitirecek oldukça etkili mermilere sahip: lamı cimi olmayan ücretsiz kamu sağlık hizmeti. Küba’nın yoksulları artık nükleer başlıkla değil, kamu sağlığıyla düşmanlarını vurabiliyor. Bugün Küba’nın sahip olduğu cephaneliğine hayran gözlerle bakıyor olmamız da tam olarak bundan ibaret.
Kavel Alpaslan / duvaR.

Virüs de sınıfsal - AYDEMİR GÜLER

Marksizme göre her şey sınıfsaldır. Marksizmden sapma gösteren akımlar, bu noktada istisna ararlar ve bulurlar: “Tabii ki sınıfsallık çok önemlidir, ama bazı şeyler de sınıflara indirgenemez.” Bizim ezberimiz her şeyin sınıfsal olduğuna dayanıyorsa, sapmalarımızın ezberi de bu genellemenin reddine veya delinmesine dayanır.

Her şeyin sınıfsal olduğunu savunmak, çoğunlukla entelektüel ve politik cesaret işidir. Savaşın, doğanın kirletilmesinin veya salgın hastalıkların, insanları, ait oldukları sosyal sınıflardan bağımsız biçimde toptan olumsuz etkilediğini düşünmek için çok neden bulunabilir çünkü. O kadar ki, başka insanlar yaşamlarını yitirirken kimilerinin savaş istemesine akıl sır erdiremeyebilirsiniz. Bunu bir akıl tutulması sayanlarımız çıkabilir. Ve madem öyle, o an için savaştan yana olanlar dahil, insanların tamamını savaşın zararlı olduğuna ikna etmeyi de mümkün görebiliriz. 

Virüs salgınını fırsata çevirebiliriz demiş bir ahlaksız! Deli olmalı. Kuşkusuz ahlaksız… Ama herkes deli veya ahlaksız olamayacağına göre, bunun bir saçmalık olduğuna “insan” ikna edilebilir. Havanın kirletilmesi de öyle. Kendi yurttaşlarının, çocuklarının hayatını da karartacak uygulamalara yönelmeye değer mi?

Çok uzun zaman önce, ütopyacı sosyalistler vardı. Bunlar sömürünün olmadığı bir düzende istisnasız herkesin daha mutlu olacağına inanmakla kalmıyor, herkesi buna inandırmanın mümkün olduğuna da inanıyorlardı. Aklın yolu birdi. 
Ancak bir tane değil, ne kadar sınıf varsa, o kadar da akıl vardı! Ütopyacılar sömürüden sebeplenenleri ikna edemediler. On yıllar, yüz yıllar geçti. Akıl dışı kapitalizmin ömrü uzadı da uzadı. 

Kapitalizmin ömrü uzadıkça her şeyin sınıfsal olduğunu savunmak da bir cesaret işi olmaktan çıkar. Geçtim çoktandır paralı askerden ordu dizen emperyalist merkez ülkeleri, Türkiye bile artık bu yola girdi. Sivil hayatta askerlikten alacağı parayı aklının ucuna bile getiremeyecek yoksul çocuklarını, uluslararası paralı katil piyasasında iş arayan İslamcı veya başka türden teröristleri bir araya getirmeyi AKP döneminde Türkiye de öğrendi! Savaşın bedavadan SİHA reklamına yaradığı çıplak gözle görülüyor. Savaşın bir başka ülkenin petrolüne el koymak için yapıldığı ilan ediliyor… Bu savaşın sınıfsal bir karakter taşıdığını söylemek için ne Marksist olmak gerekiyor, ne de allame.

Eskiden böyle değildi. Kapitalizm yaşlandıkça sınıfsal özü örten yapraklar birer birer dökülüyor ve geriye bir rezalet kalıyor.


Devletin perşembe günü toplanan o koskoca zirvesinin patronlarla dolu olmasında şaşacak bir şey yok. Salgına ayrılacak kaynakların bu patronlara akıtılacak olmasında da… Ama buraya kadarı akademik bir tartışma konusudur. Acaba daralan ekonomiyi, şirketlerin sahiplerini destekleyerek mi canlandırmak mantıklıdır; yoksa aynı zamanda tüketici olan emekçilerin alım gücünü desteklediğinizde mi sonuç almanız daha olasıdır? Bu tartışma her krizde gündeme gelir. Tartışmanın sonucunu ise akıl belirlemez. Hangi sınıfın gücü fazlaysa onun aklı doğrultusunda yola devam edilir. Üstelik işçi sınıfının aklı bu arada adım adım kurulmak zorundadır. İşçiler yönetilmekte, kapitalistler yönetmektedir çünkü. Yönetenler yönettiklerinin aklını da biçimlendirecek araçlara sahiptir. İşçilerin ise partileri vardır bir tek. 

Lafı uzatmayalım; zirvede geliştirilen program patron yanlısı, tamam. Ama bu toplantı sırasında reisin ön sırada oturan bir patrona dönüp “ne o, hoşuna gitti di mi” diye takılması ve gülüşmeleri başka bir şeydir. Bu, kapitalizmin ömrünün lüzumsuz derecede uzadığının kanıtıdır. Yaprak salgında veya başka bir rüzgârda uçar gider. Geriye olmadık rezaletler kalır. 

Böyle rezaletlerin olması da rastlantısal değildir. O değil de başkası kürsüye çıksa daha iyisini, daha hoşunu yapamayacaktır. Çünkü sömürü düzenini yönetenler sömürdüklerinin insan olduğunu, onların da kendilerince bir akıllarının bulunduğunu, bir de, bir Partileri olabileceğini hiç düşünemez olmuşlardır. Tek tek yönetenlerin yaşından bağımsız olarak temsil ettikleri, adına hareket ettikleri, adına espri yaptıkları düzen çok ama çok yaşlanmıştır çünkü. 

Emekçileri yok sayarak devam edebileceklerini varsaymaktadırlar. Virüs salgını belki onların da yakınlarını, sevdiklerini vurabilir. Ama fark etmez, onlar için “fırsata çevirmek” sınıflarının aklı, sınıflarının dilidir. Bunu değiştiremezler. 
Her şey sınıfsaldır. İnsanlığın ve bizim ülkemizin doğal afetlere, hastalıklara, savaşlara bu denli kırılgan hale gelmesi de sınıfsaldır. Uğradığımız zarar da sınıfsal bir dağılım gösterecektir kaçınılmaz olarak. 

Ve çözüm de sınıfsal olacaktır. Farklı sınıflar aynı gemiye sığmaz. Aynı gemide değiliz. 

Türkiye işçi sınıfı sadece salgına karşı değil, salgını saldırı fırsatına çeviren yaşlı, yoz, ahlaksız bir düzene de direnmek durumunda. Direneceğiz.

Aydemir Güler / SOL

20 Mart 2020 Cuma

Eski bir yazı: Suriye felâketinden haberler - KORKUT BORATAV


Coronavirüs, dünya çapında bir toplumsal bunalımın habercisi midir? Sağlık alanında odaklanarak ve ekonomileri de sarsarak… 

Medyadan Türkiye ekonomisi üzerindeki uzantılarını soranlar oluyor. “Henüz çok erken” diye geçiştiriyorum. Gerçekten de öyle. Batı’daki ilk tepkileri ve sonuçları günü gününe izlemeden Türkiye öngörüleri anlamsızdır.

Bu durumda, Türkiye için önemini, önceliğini koruyan Suriye konusuna dönmek istedim. Güncel haberlerin yokluğunda eski bir yazıyı yeniden yayımlıyorum. 

Aşağıdaki yazı Mayıs 2015’te sendika.org sitesinde yayımlanmıştı. O tarihte IŞİD Irak’ta güçlenmiş; Musul’u ele geçirmişti. Suriye’de ise İdlib eyaleti Türkiye’nin desteklediği cihatçı güçler tarafından işgal edilmiş; Lazkiye’nin, giderek Şam’ın da düşmesi gündeme gelmişti. 
Beş ay sonra Rusya, Suriye hükümetine askerî destek verdi; Suriye savaşının kaderi tamamen değişti. 

Yazı, “Suriye batağında Türkiye” serencamının evveliyatına göz atıyor. Yeni bilgi yok; kapsamlı bir tarihçeyi uzmanlara bırakalım. Yine de hatırlatmak yararlı olabilir. 

***

Aralık 2011’de Cezayir İşçi Partisi Türkiye’den beni ve üç sosyalist aydını bir konferansa davet etti. Cezayir’e olası bir ABD/Avrupa müdahalesine karşı uluslararası bir dayanışma amaçlanmaktaydı. Cezayirli yoldaşlarımız, Libya’da Kaddafi rejimini yıkan Batılı müttefiklerin yeni hedefinin ülkeleri olmasından endişe etmekteydi. Doğu sınırından Cezayir’e geçen mültecilerin bir müdahale vesilesi olarak kullanılma olasılığından söz ediliyordu.

Bizler de, benzer bir tehdidin Suriye-Türkiye sınırında da geçerli olduğunu toplantı gündemine getirdik. Birlikte hazırladığımız bir karar taslağını sunma ve önerme görevi bana verildi. Katılımcılara “Türkiye’de hükümet çevrelerinin sınırın Suriye tarafında bir tampon bölge oluşturma” tasarımını hatırlattık ve bu konuda bir karar metni önerdik. Konferans’ta kabul edilen bu metni (kısaltarak) aktarıyorum: “Konferansımız Suriye halkının, toplumlarını demokratikleştirme özlemi ile dayanışma içindedir; ancak, bu özlem vesile edilerek emperyalist güçlerin ve taşeronlarının  siyasî ve askerî müdahaleler yoluyla Suriye’de rejim değişikliğini hedeflemesini lânetlemektedir.”

***

Daha sonra “Suriye’ye müdahale” üzerinde birkaç yazı yazdım. Örneğin,  ABD istihbarat örgütlerine akıl hocalığı yapan Stratfor’un “Suriye’deki petrol rezervleri Libya’daki boyutta olmadığı için ABD ve Avrupa büyük çaplı bir askerî müdahaleye kalkışamaz. Buna karşılık Ürdün ve Türkiye’nin sınırlarında uçuşa yasak bir tampon bölge oluşturulması uygun olur” önerisine dikkat çektim.

Sonra da, ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton’un danışmanlarından bir profesörün (Anne-Marie Slaughter’in) Türkiye’yi küstah bir üslupla göreve çağıran yazısını tartıştım: “Büyük güç olma hevesine kapılan devletler, bunun gerektirdiği yükleri de kabul etmelidir. Bu iddiada olan Türkiye ise, gerçekten fark yaratacak önlemleri almayı hep ertelemektedir. Suriye’nin Türkiye sınırında yasak bölgeler oluşturulmalı; bunlara müdahale halinde Türkiye devleti, kara kuvvetlerini Suriye’ye yollamayı düşünmelidir.”

Bu, Suriye’ye “Amerikan askerlerinin değil, taşeronların (öncelikle de Türklerin) postalları ayak basacak…” senaryosudur. Bugün de tekrar gündeme gelmiştir. 
İktidar, tek başına bu adımı atmaktan çekindi. Buna karşılık Türkiye’yi cihatçı eşkıyanın bir üssü haline dönüştürdü. Eylül 2012’de “Esad üç ayda gidecek; Şam’da Emevi Camisi'nde namaz kılacağız” hayallerine savruldu. Beklenti tutmadı. Ama, dokuz ay sonra Reyhanlı’daki kanlı saldırı ile karşılaşıldı.

Buna karşılık Türkiye’nin yurtsever, barışsever, solcu aydınları AKP’nin Suriye’ye karanlık, kanlı müdahalelerini teşhir ettiler; eleştirdiler. Bunların arasında Barış Derneği ile Adalet İçin Hukukçular’ın Aralık 2013 tarihli Suriye Halkına Karşı Savaş Suçları başlıklı raporunu özellikle hatırlatmak isterim. Ayrıntılarıyla açıklanan savaş suçları nedeniyle Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın Yüce Divan’da yargılanmalarını öneren Rapor, resmi çevrelerce “suskunluk komplosu” ile geçiştirildi ve böylece suçlamalar bir anlamda (örtülü olarak) kabul edilmiş oldu.

***

Peki, bu arada ABD ne yapmaktaydı? Obama, kimyasal silahlar bahanesi ile Şam’a hava saldırısı tehdidini, Rusya’nın tepkisi ve Esad’ın uzlaşmacı tavrı sonunda geri çekti. Bir yıl sonra ortaya çıkan IŞİD saldırılarına, Irak’ta ve (Esat’ın örtülü onayı ile) Suriye’de hava harekâtı ile karşılık verdi. Güya Türkiye’nin de desteğini aldı. 

Ne var ki, birkaç gün önce ortaya çıkan bir Pentagon İstihbarat Raporu, IŞİD’in ABD’nin bilgisi altında oluştuğunu; Suriye’deki Cihatçı Sünni güçlerin ise ABD, Türkiye ve Körfez devletlerinin elbirliğiyle geliştirildiğini ileri sürüyor.

12 Ağustos 2012 tarihli Pentagon Raporu’nu Nafeez Ahmed’in 22 Mayıs 2015 tarihli Insurge-Intelligence sitesinde  yayımlanan yazısından elde edebiliyoruz. 
Pentagon Raporu’nun Obama Yönetimi’ne sunulduğu; ancak (en azından şimdilik) bir politika belgesi olarak görülemeyeceği anlaşılıyor. Yine de, Irak-Suriye coğrafyasındaki gelişmelere ilişkin bilgi veriyor ve olasılıkları (en azından Pentagon açısından) değerlendiriyor. 

Nafeez Ahmed’in aktardığı bilgi şudur: Suriye’deki Cihatçı Sünni güçlerin fiilen özerk bir bölge (“Selefî Prensliği”) oluşturması ABD, Türkiye ve Körfez devletleri tarafından sonuna kadar desteklenmektedir. 

Değerlendirilen olasılık ise şudur: Bu gelişmenin bir İslam Devleti biçimini kazanarak Irak’ı kapsaması, ABD’nin bölgesel çıkarları açısından tehlikelidir. 

***

Şimdi gelelim ABD-Körfez ve Türkiye arasındaki “şer ittifakı”nın Suriye’deki son hamlesine… Türkiye medyası haberleştirdi; ancak ek ve yeni bilgiler içeren üç Batılı kaynağa başvuracağım: Desmond Butler, Huffington Post, 7 Mayıs; Carmen Gentile, DefenseOne, 21 Mayıs ve Shamus Cooke, Countercurrents, 22 Mayıs. 
İdlib’i ve çevresini ele geçiren ve çok sayıda sivil Aleviyi öldüren “Fetih Ordusu”, aslında, Nusra ve Ahrar el Şam birliklerinden oluşmaktadır. İkisi de El Kaide’ye bağlı gruplardır. ABD gibi Türkiye de Nusra’yı terörist bir grup olarak tanımlamaktadır; ancak, adları verilmeyen Türk yetkililere göre, “yabancı Cihatçılara değil, yerel güçlere dayandığı için Nusra yakın bir tehlike olarak görülmemektedir ve bu nedenle ona müdahale edilmemektedir.” 
Suudi Arabistan ve Türkiye İdlib’de ortak bir komuta merkezi kurmuştur ve  artık açıkça Suriye hükümetine karşı savaşmaktadır.”  Bu savaşın kritik bir anında “ABD hava kuvvetlerinin desteği gerekebilecektir. Bu da Obama Yönetimi’nin sivilleri koruma vesilesiyle uçuşa yasak bir bölge ilanı ile sonuçlanabilecektir.” (Shamos Cooke) 

***

Bu sonuncu senaryoya dikkat ediniz: IŞİD’e karşı savaş, Irak sorunudur. Suriye hükümetine karşı Cihatçı/İslamcı çetelerin sürdürdüğü savaşa ise, ABD’nin hava, Türkiye’nin kara kuvvetleri (“Türk postalları”) destek verecektir. 

Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının da sorma hakkı oluşuyor: İdlib’de Türk “personel”in yönettiği veya katıldığı bir “komuta merkezi” var mıdır? Çarpışmalara katıldılar mı? Katılacaklar mı? Kimlerden oluşmaktadır? TSK, MİT veya başıbozuk “özel kuvvetler” mi?

Bu bilgiler, sorular, er veya geç, “hangi yetkiyle?” sorgulamasına bağlanmak zorundadır. 

“Giderek sıradanlaşan anayasal ihlallerden biri daha” diye geçiştiremeyiz. Zira, doğrudan doğruya Türkiye’de bir şiddet ve kıyım dalgasını başlatacak özellikler taşımaktadır.

Suriye’ye müdahale, faşizme geçiş sürecinde bir dinamit fitilidir. Ateşlenmesini önlemek zorundayız.  

Korkut Boratav / SOL

19 Mart 2020 Perşembe

Önümde duran bordo mavi karar (Silivri'den 4. mektup) - Barış Terkoğlu


Yakışıklı oğlan ile güzel kız koridorda çarpışıyor. Eğilip dökülenleri toplarken ikisinin de eli aynı kitaba uzanıyor. Ortak noktaları meğer o yazarmış. 
Hep filmde izliyoruz. Ancak pek düşünmüyoruz. Tesadüfler kendiliğinden midir? Yoksa biz onları hazırlar mıyız? Yıllardır yakınımızda olanı fark etmek için o anı yaratır mıyız?
Gözaltına alınmadan iki gün önce gazetemizin avukatı aradı. Bakan Berat Albayrak’ın, Trabzonspor ilişkisini anlattığım yazıma dava açtığını haber verdi. İki gün sonra savcının odasına girdiğimde duvarda asılı çerçevelenmiş imzalı Trabzonspor formasını görmek gülümsememe neden oldu. Aklım, kendi vereceğim ifade kadar 27 Şubat’ta takip ettiğim o duruşmadaydı. 
Bakırköy 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’ndeki duruşmanın konusu, adı üstünde bir “ticaret” davasıydı. Ama davanın içeriği, Trabzonspor ile devletin ekonomik imkânları arasındaki ilişkiye dair bir kapı açıyordu. Üstelik... Bir taraf delil olarak devletin resmi belgesini koyuyordu. Kafanız mı karıştı? Her şeyi baştan tane tane anlatayım...
Mahkemeye sunulan karar
Tartışmanın odağındaki şirketin adı Erfa Mühendislik Turizm İnşaat Taahhüt Sanayi ve Ticaret AŞ.. Erfa, ortaklı bir şirket. Yüzde 58’inin sahibi olduğu ortağın hakkındaki FETÖ iddiaları nedeniyle, şirketin yönetimine 21 Ekim 2016 İstanbul Anadolu 1. Sulh Ceza Hâkimliği kararıyla kayyım atandı. Şirketin kalan yüzde 42’sine ise Hat-San AŞ isimli bir başka grup sahipti. Haliyle kayyım kararıyla birlikte, büyük hisseleri TMSF’nin (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) atadığı kayyımların yönettiği bir tablo ortaya çıktı. Son yıllarda kayyımların yönetme şekillerine dair tartışmalar burada da baş gösterdi. 
Gelelim konumuza...
Önümde bir devlet raporu duruyor. Daha doğrusu TBMM Kamu Denetçiliği Kurumu’nun tavsiye kararı. Altında Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç’un imzası var. 22 Kasım 2019 tarihinde verilen karar, kayyım yönetimi ile Hat-San arasında Bakırköy 4. Asliye Ticaret Mahkemesi’nde süren davaya da sunulmuş. 
Bedelinin altında bordo-mavi satış 
Kuşkusuz ihtilafa neden olan birçok mesele var. Şeref Malkoç imzalı karar ise İstanbul’un Bakırköy ilçesinde Şenlik Mahallesi’nde 275 ada 24 parselde yer alan 2 bin 407 metrekarelik akaryakıt istasyonunun ve arazisinin satışını konu alıyor. Büyük hisseyi yöneten kayyım, 15 Kasım 2018 tarihinde çok kıymetli bu gayrimenkulü Trabzonspor bağlantılı Bordo Mavi Enerji Elektrik Üretim Ticaret AŞ isimli şirketine 65 milyon liraya sattı. İşte bu karar, TMSF’nin kayyımları ile küçük ortak Hat-San AŞ’nin arasındaki gerilimin devletin tepesine kadar çıkmasına neden oldu. 
Her iki tarafın görüşünü alan Şeref Malkoç’un kararından Bordo Mavi AŞ’ye yapılan satışa Hat-San’ın neden itiraz ettiğini aktaralım:
Şirket envanterinde bulunan konut, ofis ve akaryakıt istasyonu gibi mal varlıklarının yanında hiçbir borcunun olmadığı, şirketin mevcut halinin sürdürülebilmesi için akaryakıt istasyonunun satışının gerekmediği, satışın alıcının bir yıl önce verdiği teklif üzerinden yapıldığı, aradan geçen süre zarfındaki değer artışı, enflasyon, döviz kuru gibi değişikliklerin dikkate alınmadığı, açık ihale/teklif alma gibi usuller uygulanmadan, ilana çıkılmadan ve piyasa değeri oluşmasına imkân tanımadan satışın gerçekleştirildiği belirtilmiştir.
Kamu Denetçiliği Kurumu kararına yansıyan ifadelerde görüldüğü gibi; Hat-San AŞ, kayyımların akaryakıt istasyonunu şirketin satışa ihtiyacı olmadığı halde ederinin altındaki Bordo Mavi AŞ’ye verdiğini söylüyor. 
Şeref Malkoç’un tavsiye kararı
Peki, Kamu Denetçiliği Kurumu ne kadar verdi? 
TMSF’ye devredilen şirketlere atanan kayyımların “basiretli bir tüccar gibi yönetmesi” gerektiğine, kayyımların keyfi satış yapma yetkisinin olmadığına dair kanunları hatırlatan Şeref Malkoç kararını şöyle açıkladı: 
Şikâyet başvurusunun kabulü ile; başvuranın talebi çerçevesinde sürece ilişkin gerekli denetim yapılarak sonucuna göre işlem tesis edilmesi hususunda TMSF Başkanlığına tavsiyede bulunmasına...
Özetle Hat-San’ın şikâyet başvurusunu kabul eden Kamu Başdenetçisi Malkoç, TMSF’nin kayyımların satışına dair inceleme ve sonucuna göre işlem yapmasını istiyordu. 
Satışın altındaki bit yeniği
Bu kadar değil...
Asıl soruyu hâlâ sormadık: Kayyımlar neden bu satışı ısrarla Bordo Mavi AŞ’ye yapmak istedi? Ya da Bordo Mavi AŞ bu satıştan ne elde etmiş olabilir? Mesele, ederinin altında bir yer kapmaktan ibaret mi?
Şeref Malkoç’un kararının, kayyımlar ile Hat-San arasındaki davanın 27 Şubat tarihli duruşmasına sunulduğunu söylemiştim. 
Söz konusu duruşmada Hat-San avukatı bu sorulara yanıt verecek iddialarda bulundu. Söylediğine göre Bordo-Mavi AŞ 65 milyona satın aldığı gayrimenkulün bedelini uzun süre geçmesine rağmen ödememişti. Avukatın daha da ilginç iddiasına göre; 65 milyona aldığı gayrimenkulü ipotek ettirerek iki kamu bankasından 120 milyon lira civarında kredi çekmişti. Hat-San AŞ’nin avukatının anlattığına göre, kayyımlar yönettikleri şirketin varlığını Trabzonspor’a mali destek sağlayacak şekilde kullanmıştı. 
Futbolun ofsaytıyla, tacıyla, penaltısıyla pek de ilgilenmediğimi söylemiştim. Üstelik seçme şansım olsa futbolun İstanbul tekelinden kurtarılmasını, Anadolu takımlarının öne çıkmasını isterim. Tabii kimi bakanların, devlet yöneticilerinin, çıkar gruplarının gölgesinde kalmamak şartıyla. 
Yere düşen kitap mı? Yakışıklı oğlan önce davranıp Kazancakis’in Zorba’sını yerden kaldırdı. Kıvrılan sayfayı okudu: “Dünyayı bugünkü haline getiren nedir, bilir misin? Yarım işler, yarım konuşmalar, yarım sevdalar, yarım günahlar, yarım iyilikler...
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

18 Mart 2020 Çarşamba

Çanakkale Zaferi neyin habercisiydi? - BARIŞ DOSTER

Çanakkale Zaferi’nin 105. yılını kutluyoruz. Tarihin gördüğü en büyük devrimci ve devlet adamı olan Mustafa Kemal Atatürk’ün tarih sahnesine çıktığı gün bugün. Mehmetçiğin “Çanakkale geçilmez” sözünü kanıyla tarihe kazıdığı gün. O nedenle, kimilerinin Atatürk’ün adını anmadan Çanakkale belgeselleri yapmasının, Çanakkale kitapları yazmasının, Çanakkale Zaferi’ni anmasının, hatta Atatürk’ün Harbiye’ye girişinin kutlandığı törende, ayağa kalkmayarak saygısızlık yapmasının önemi yok. Çünkü tarih, onlar görmese de görüyor, anmasa da anıyor, yazmasa da yazıyor. Atatürk’ün, “Balkan Harbi’nde alnımıza sürülen lekeyi, Çanakkale’de temizledik” dediği Çanakkale Muharebelerinin, Türk tarihi dışında, emperyalizmin, mazlum milletlerin, Rusların, Avustralya ve Yeni Zelandalıların tarihinde de yeri büyük. Tartışalım...

- Çanakkale Muharebeleri, İstiklal Harbi öncesi, önemli bir çıkış, silkiniş ve zaferdir. Vatan savunması anlamında destansıdır. Milli bilinci ve uyanışı pekiştirmiştir. Balkan, Sarıkamış, Kanal harekâtlarındaki yenilgilerden sonra, Çanakkale’de millete ve orduya yeniden özgüven gelmiştir.
- Çanakkale, emperyalizmin yenilebileceğini kanıtlamıştır. Bu yönüyle de günceldir. “Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak nitelenen dönemin en büyük sömürge imparatorluğu İngiltere güç ve itibar kaybetmiştir. Denizlerdeki üstünlüğü darbe almış, yenilmez armadası yenilmiş, komutan ve siyasetçilerinin itibarı sarsılmıştır. Harekâtın sorumluları, kurulan özel komisyonda sorgulanmıştır. İngiltere’nin mali durumu bozulmuş, dış borcu olan bir ülke olmuştur. Savaşın uzaması, mali dengeleri de sarsmıştır. İngiliz emperyalizminin sömürdüğü topraklarda, mazlum milletlerde, ezilen dünyada milli bilincin, ulusal kimliğin uyanışı hızlanmıştır. Bağımsızlık talepleri yükselmiştir. İngiliz Savaş Bakanı Churchill siyaseten büyük darbe yemiştir. Hükümetten ayrılmış, bir piyade taburuna yarbay olarak atanmıştır. Fransız komutan ve siyasetçiler de büyük ölçüde sarsılmıştır.  
Mazlum milletlerin uyanışı
- Çanakkale Zaferi, Rusya’daki iç savaşta Lenin önderliğindeki Bolşeviklerin elini güçlendirmiştir. Avrupa’dan gelecek yardıma bel bağlayan, ekonomik ve toplumsal bunalımı aşamayan Rusya’da, Çar devrilmiştir. Rusya’ya yardım yollayamamak, İngilizlerin planlarını bozmuştur. Çanakkale direnişi, savaşı en az 2 yıl uzatmıştır.
“Bitti, tükendi, çöktü” denilen Türkler, tarih sahnesine bir kez daha çıkmıştır. Osmanlı ordusunda çarpışanlar arasında, Rum, Yahudi gibi Osmanlı tebaasından azınlık mensubu askerler de vardır ki, o kahramanlar vasiyetlerine “Beni Mehmetçikten ayrı gömmeyin, yan yana gömün bizi” diye yazmışlardır. Osmanlı coğrafyasının farklı yerlerinden gelen ve birlikte savaşan insanlarda, ortak vatan savunması ve milletleşme bilinci güçlenmiştir. Şehit düşen kahramanlar arasında 13 - 14 yaşında çocukların olması, halkın nasıl bir fedakârlık ve gayret içinde olduğunun da kanıtıdır.
- Çanakkale’de, 24 ve 25 Nisan muharebeleri çok çetin geçmiştir. Anzakların torunları o nedenle, 25 Nisan sabahı Şafak Ayini yapar, o günü Anzak Günü olarak kutlarlar. Mustafa Kemal, Çanakkale’yi anlatırken, “Kazandığımız an, o andır” der. 57. Alayın kahramanlığını tarihe kaydeder. Çanakkale’de Mehmetçiğe “Size ben taarruz emretmiyorum, ölmeyi emrediyorum” demesi ise tarihte az görülen bir irade ve kahramanlığın kanıtıdır.   
Centilmenler savaşı
 - Harbi Umumi sonrası, Mehmetçiğe Osmanlı yönetimi sahip çıkamamıştır. Sokaklarda dilenen askerler vardır. Savaş gazilerinin, işgal İstanbul’unda azınlıklar tarafından dövülmesi, aşağılanması engellenememiştir.
 - İngiliz başbakanı Lloyd George’un “Harbi Umumi’nin yegâne sebebi Türkleri Boğazlardan atmaktır” derken, savaşın temel nedenini de açıklar. Mustafa Kemal’in tüm itiraz ve eleştirilerine karşın, Çanakkale’de ordunun komutasının Alman generali Otto Liman von Sanders’e verilmesi, Osmanlı ile Almanya’nın nasıl bir ittifak ve kader birliği yaptığının da kanıtıdır.
“Türkün Onur Savaşı” olarak tarihe geçen Çanakkale, pek çok kaynakta “Centilmenler Savaşı” olarak da anılır. Mehmetçik çok yiğit, mert savaşmıştır. Ateşkes sırasında taraflar su, sigara, konserve vermiştir birbirlerine. Anzakların “Cony Türk” dediği Mehmetçik ile Anzaklar arasında karşılıklı saygı oluşmuştur. Kendi sargı beziyle düşmanının yarasını saran çok Mehmetçik vardır. Seyit Onbaşılar, Ezineli Yahya Çavuşlar sadece kahramanlığın değil, insanlığın da en seçkin örneklerini vermişlerdir. İngilizlerin çekilirken Hintlilere, Anzaklara “yakın, imha edin” dedikleri erzakları, Hintli ve Anzak neferler çoğu zaman yakmamış, üzerine “Cony Türk zehirli değildir, yiyebilirsin” notu yazarak Mehmetçiğe bırakmışlardır.
-  Çanakkale’de deniz, hava ve kara unsurları ilk kez birlikte kullanılmıştır. Dönemin en ileri teknolojisiyle yüklenmiştir düşman. Müttefikler ayrıca boğucu gaz içeren patlayıcı maddeler, yeşil gaz çıkaran şarapneller de kullanmışlardır. 
- Kimi muharebelerde karşılıklı siper mesafesi, 7 - 8 metreye kadar inmiştir. Metrekareye 6 bin mermi düşmüştür. Osmanlı, Çanakkale’de iyi yetişmiş kadrolarını da şehit vermiştir. Kısa süre sonra başlayan Kurtuluş Savaşı’nda, ardından kurulan Cumhuriyette, Çanakkale’de şehit düşen nitelikli kadroların boşluğu çok hissedilmiştir.
 Sözün özü; İstiklal şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un, şiiriyle ölümsüzleştirdiği; devrimci ozanımız Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Çanakkale, Milli Mücadele’nin önsözüdür” dediği Çanakkale, Atatürk ve Mehmetçik tarafından yazılan büyük bir destandır.
Barış Doster / CUMHURİYET

105 yaşında Çanakkale destanı - İpek Özbey

Çanakkale Savaşı’nın 105’inci yıldönümünde zaferin önemini doktora tezini Çanakkale Muharebeleri üzerine yazan, “Çanakkale 1915 Almanların Büyük Tuzağı” ve “Kemalyeri” kitabının yazarı emekli Tuğgeneral Naim Babüroğlu ile konuştuk.


Çanakkale Muharebeleri neden önemli?  
Çanakkale Muharebeleri ya da Gelibolu Harekâtı, tarihte o ana kadar yapılan en büyük amfibi harekâttır. İkinci Dünya Savaşı’nda Müttefik kuvvetlerin yaptığı Normandiya Çıkarması’ndan önceki en büyük çıkarmadır. Her iki taraf kilometrekare için 4 bin 100 kayıp verir. Kilometrekareye 8 bin asker düşer. Çanakkale Harekâtı, başta Balkan Savaşı olmak üzere, uzun süren askeri yenilgiler döneminden sonra küçülen, yıkılış döneminde bulunan, önemli moral ve itibar kaybına uğrayan Osmanlı Devleti’nin kazandığı ilk büyük cephe savaşıdır. Çanakkale Zaferi, Milli Mücadelenin ve Cumhuriyet’in önsözüdür. Mustafa Kemal, Çanakkale’de Milli Mücadele’nin çekirdek kadrosunu oluşturur. Çanakkale, Mustafa Kemal’in tarih sahnesine ve Türk milletinin huzuruna çıktığı devler savaşıdır. Çanakkale Anafartalar Kahramanı’nı Türk milletine tanıtmıştır. Eğer Çanakkale zaferle sonuçlanmasaydı, Milli Mücadele yolculuğu başlatılamaz, Sakarya Meydan Muharebesi ya da Büyük Taarruz yapılamazdı.
Balkan Faciası Mustafa Kemal’i ve silah arkadaşlarını derinden yaralamıştı. Çanakkale’de verdiği emirlerde bunun izlerini görür müyüz?  
Mustafa Kemal, Balkan felaketini içine bir türlü sindiremez... Selanik, Manastır ve Üsküp’ü tek kurşun atmadan Yunanlılara teslim eden komutanları ve Osmanlı ordusunu ¨Subay ve Komutanla Konuşmalar¨ (Zabit ve Kumandanla Hasbı-hal) kitabında çok ağır eleştirir.  Mustafa Kemal, Çanakkale’de verdiği emirlerin hemen tümünde, “Balkan Faciasını’nın yaşanmaması için” şeklinde ifade kullanır. 1 Mayıs 1915’te de şöyle bir emir verir: “İçimizde ve komuta ettiğimiz askerlerimizde, Balkan Savaşı utancının tekrarını görmektense, burada ölmeyi istemeyenlerin bulunacağını asla kabul etmem. Eğer böyle kişilerin olduğunu görürseniz onları derhal kendi ellerimizle kurşuna dizmeliyiz...” O genç subay kadrosu, Balkan utancını bir daha yaşamamak için gerekli tüm önlemleri alır. Saldırıda askerinin başındadır, taarruzda en önde komutanlar vardır.

KAHRAMANLIK ABİDESİ 

Çanakkale Muharebeleri, iki tarafın kayıpları açısından savaş tarihinde nasıl bir öneme sahip?
Çanakkale Muharebeleri, denizde ve karada 287 gün sürdü. Karada, 25 Nisan 1915 tarihinden 9 Ocak 1916 gününe kadar 260 gün devam etti. İşgal kuvvetleri 252 bin, Türk kuvvetleri 213 bin 882 olmak üzere toplam 465 bin 882 zayiat verildi. Türk tarafı toplam 213.882 zayiat verir. 101 bin 279 kişi şehit, 102 bin 603 yaralı/kayıp ve 10 bin esir. Türkler, kara harekâtında günde, yaklaşık 825 zayiat verir... İşgal devletleri, toplam 252 bin kayıp verir. İngilizlerin zayiatı, 205 bin, Fransızların kaybı ise 47 bin. İşgal kuvvetleri günde, yaklaşık 970 zayiat verirler... İki taraf, günde yaklaşık 1800 zayiat verir. Çanakkale, bu nedenle muharebeden öte bir destandır, bir kahramanlık abidesidir. Ve Çanakkale, savaş sanatının zirve yaptığı devler savaşıdır. Çanakkale Muharebeleri’nin bu kadar yüksek zayiatla sonuçlanmasının ana nedeni, harekâtı yöneten Alman ordu komutanı ve Alman komutanlarını hatalı uygulamalarıdır. Almanların bir nevi Türk ordusuna tuzağıdır.
Kara muharebelerinde daha az zayiat verilebilir miydi?  
Alman General Liman von Sanders, 26 Mart 1915’te Gelibolu’da 5’inci Ordu Komutanlığı’na başladı. İlk işi, mevcut ve uygulanmakta olan Savunma Planı’nı değiştirmek oldu. Sanders, ordunun kuruluşu, konuşu ve savunma düzeniyle ilgili 26 Mart 1915’te, Başkomutanlığa görüş ve önerilerini sunar. Ancak, 26 Mart 1915 günü, Ordu Komutanı’nın Gelibolu’ya ulaştığı ve henüz savunma bölgesini görmediği tarihtir. Ordu Komutanı Alman General, savunma bölgesini görmeden, arazi incelemesini, düşman ve dost durumu mukayesesini yapmadan, harekâtı icra edecek komutanların tekliflerini bile almadan Enver Paşa’ya savunma düzeni konusunda teklifte bulunur. Hem bölgedeki Türk komutanların hem de Başkomutanlığın değerlendirmesi dışında bir savunma planına karar verir. Bu durum, Liman Paşa’nın askeri prensipler dışında bir tutum içinde olduğunun açık göstergesidir. Ordu Komutanı Sanders, teklifinde Türk komutanları tarafından hazırlanan Savunma Planı’nın tam tersi bir savunma şekli öngörüyordu. Kıyı hattını zayıf tutmak, geride ihtiyatlar bulundurmak ve düşmanın kıyıya çıkışına göre saldırıya geçmek. Türk komutanların planı ile çelişen bu savunma sistemi, düşmanın kıyıya çıkmasına adeta müsaade ediyordu. Alman Ordu Komutanı’nın bu savunma planı, Türk ordusu için bir tuzaktı. Bu tuzak, düşmanın karaya çıkmasını sağlayacak ve Türk askerinin çok sayıda zayiat vermesine neden olacaktı.

MUHAREBE 8.5 AY SÜRDÜ

Alman Ordu Komutanı’nın savaşı uzatmasındaki amacı neydi?
Liman Paşa’nın bu savunma planı ve Alman komutanların muharebe alanındaki uygulamaları, muharebelerin 8.5 ay kadar uzamasına ve Türk kanının oluk oluk akmasına neden olmuştur. Böylece, Almanlar Çanakkale Cephesi’ne İngiliz ve Fransız kuvvetlerini 8,5 ay kadar uzun bir süre bağlamayı başarmış ve Batı cephesini hafifletmişlerdir. Alman Genelkurmay Başkanı General von Moltke’nin, Enver Paşa’ya 10 Ağustos 1914’te gönderdiği yazısında, “Osmanlı müttefikinin vazifesi, mümkün olduğu kadar çok Rus ve İngiliz kuvvetlerini bağlamak... şeklinde açıkça belirtiyordu. Bu belge, Alman Genelkurmayı’nın, Türk ordusunu Alman çıkarları için kullanmak istediğinin ve Alman çıkarlarının Türk çıkarları önünde geldiğinin bir göstergesidir. Almanlar, Çanakkale Cephesi’nin 500 binden fazla düşman kuvvetini bağladığını ve bu kuvveti Batı Cephesi’nden uzakta tuttuğunu, Türkiye’nin bu suretle Almanya’ya Batı Cephesi’nde esaslı bir şekilde yardım ettiğini arşivlerinde böyle ifade ederler. İşte bu nedenlerle, Türk komutanlar tarafından hazırlanan Savunma Planı’nın Alman General Sanders tarafından değiştirilmesi sonucu, 25 Nisan 1915’te işgal kuvvetleri karaya çıkma imkânı bulurlar. Sonuç olarak, eğer Türk komutanların savunma planı ile harekât yapılsaydı, işgal kuvvetleri karaya çıkamayacak ve Alman komutanlar, muharebelerde verdikleri emir ve kararlarla Türk askerinin kanını bu kadar akıtmayacaklardı.

PAYİTAHTI KURTARDI

Çanakkale Cephesi’nde Mustafa Kemal Atatürk’ün rolü ve etkisinden bahseder misiniz?
Mustafa Kemal Çanakkale Cephesi’nde, 25 Şubat 1915’ten 10 Aralık 1915’e kadar, 9 ay 13 gün kalır. Çanakkale Muharebeleri’nde dört kez Osmanlı’nın başkenti İstanbul’u, padişahı ve payitahtı kurtarır. Birinci kurtarışı; 25 Nisan 1915’te Arıburnu’na çıkan düşmana 57 ve 27’inci Alaylarla yaptığı saldırıdır. Yarbay Mustafa Kemal, bu taarruzda bağlı olduğu Ordu Komutanlığı’ndan emir verilmemesine rağmen, 19’uncu Tümen Komutanı olarak inisiyatif kullanarak düşmanı püskürtür ve İstanbul’u kurtarır. Yani Padişahı kurtarır. Bu saldırıda, savaş tarihine geçen şu emri verir: “Ben size taarruz değil, ölmeyi emrediyorum. Biz ölünceye kadar geçecek zaman zarfında, başka kuvvetler ve komutanlar yerimizi alabilir.” İkinci kurtarışı; Albay rütbesiyle Anafartalar Grup komutanı olarak, saldırı yapan İngiliz Kolordusu’na, 9 Ağustos 1915’te 7 ve 12’nci tümenlerle yaptığı taarruzdur. Üçüncüsü; 10 Ağustos 1915 günü Conkbayırı’na kadar ilerlemiş İngiliz kuvvetlerine karşı sabah 4.30’da yaptığı süngü hücumudur. Ünlü Conkbayırı süngü hücumuyla İstanbul’u üçüncü kez kurtarır. Dördüncüsü, 21 Ağustos 1915’te, İkinci Anafartalar Muharebesi’nde çok daha güçlü İngiliz kuvvetlerine yaptığı karşı taarruzdur. Böylece işgal kuvvetlerinin İstanbul hayali son bulur. Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’ndaki başarısı sadece bunlar değildir elbette. Ancak, burada sadece stratejik sonuçlara neden olan zaferlere değinilmiştir. Mustafa Kemal, Çanakkale Savaşı’ndan altı yıl sonra, 1683 yılında Viyana’da başlayan toprak kaybını ve Türk çekilmesini 238 yıl sonra, 1921’de Sakarya Meydan Muharebesi’nde durduran Türk komutan olarak tarihe geçer.

‘BU SAAT CANIMI KURTARDI’

10 Ağustos 1915’te Conkbayırı’nda tepe bombardıman altında kalır ve Mustafa Kemal yaralanır. Anılarında bu olaya nasıl yer veriyor?
Şöyle yazıyor: “Savaş meydanında saldırıyı seyrederken bir şarapnel parçası göğsümün sağ tarafına çarptı. Cebimde bulunan saati parça parça etti. Vücuduma nüfuz etmedi. Yalnız derin bir kan lekesi bıraktı...” Bir şarapnel parçası göğsüne çarpmıştı. Yanında, çocukluk arkadaşı 24’üncü Alay Komutanı Nuri Conker ile 64’üncü Alay Komutanı Yarbay Servet Bey (Servet Yurdatapan) vardı. Servet Bey, olayı şöyle anlatır:
“Süngü hücumu sırasında, Conkbayırı Tepesi’nde onun yanındaydım. Düşmanın şiddetli topçu ateşi başladıktan biraz sonra, elini birden göğsüne götürdüğünü gördüm. Heyecanımı sezen o metin asker, parmağını ağzına götürerek sus işareti yaptı, sessiz olmamı istedi.” Annesinin hediye etmiş olduğu şarapnel parçasının parçaladığı saati, Alman Ordu Komutanı Liman Paşa’ya günün bir anısı olarak sunar ve şunları söyler: “Bir mermi parçası, göğsüme isabet etti. Saatimi kırdı. Bu saat canımı kurtardı. İzin verirseniz, bugünkü zaferin bir anısı olarak, bu saati size takdim etmek isterim.” Saati alırken Liman Paşa’nın gözleri yaşarır. Titrek sesle, Mustafa Kemal’in zaferini kutlar ve teşekkür eder. Alman General, karşılık olarak ailesinin adını taşıyan kendi saatini çıkarır ve yine bugünün anısı olarak Mustafa Kemal’e verir ve şöyle der: “Sizin de, benim büyük takdir ve tebriklerimin bir işareti ve üstün başarınızın bir anısı olarak şu saatimi kabul etmenizi rica ederim.” dedi.
‘Hey onbeşli onbeşli’ türküsünün hikâyesini anlatır mısınız?
Çanakkale Muharebeleri’nde fazla sayıda verilen zayiatın karşılanması için, Padişah tarafından  önlem alınır. Sultan Beşinci Reşad, 27 Mayıs 1915’te bir emir yayımlar. Lise öğrencileri de cepheye çağrılacaktı. Savunma Bakanlığı da, bu emre dayanarak 18 yaşındakilerin sağlam olanlarının birliklere teslim olmalarını ister. Küçük yaştaki erkeklerin askere çağrılması üzerine, ‘Hey Onbeşli Onbeşli’ türküsü yakılır:
Tokat yolları taşlı/Onbeşliler gidiyor/Kızların gözü yaşlı...”
Ne acıdır ki, günümüzde bu türkü çalındığında anlamını bilmeyenler, kalkıp karşılıklı göbek atmakta ve alkışla tempo tutmaktadır. Oysa, Çanakkale’de kanlarıyla Cumhuriyet’in önsözünü yazan kahramanların çığlıklarıdır bu türkü.
Mustafa Kemal Paşa, muharebelerin en yoğun olduğu Çanakkale’de bile kitap aşkından vazgeçmiyor. Peki, neler okuduğunu biliyor muyuz?
Çanakkale cephesinde, Mustafa Kemal’i ziyaret eden gazeteci Ruşen Eşref Ünaydın, komuta yerinde masa üzerinde Balzac’ın Colonel Chabert’i, Maupassant’ın Boule De Suif’i, Lavendan’ın Servir kitaplarının bulunduğunu yazar. Mustafa Kemal, Çanakkale’de muharebeler sırasında, İstanbul’da tanıdığı Madam Corinne’ye yazdığı mektuplarda kendisinden çeşitli romanlar göndermesini de ister. Madam Corinne’ye, 28 Mart 1915’te cepheden Fransızca yazdığı mektuptan bir paragraf: “Tavsiye edeceğiniz romanları okumak isterim. Hulki Efendi’ye birkaç roman ismi verin, gidip satın alsın. Geçmiş ve geçmişin anıları ölümsüzdür.” Mesela, Büyük Taarruz’un en yoğun günlerde de Reşat Nuri Güntekin’in yeni çıkan romanını, 21-22 Ağustos 1922 gecesi okur.

TRUVA’NIN İNTİKAMI 

Son olarak Mustafa Kemal’in, Çanakkale’de, üç bin yıl sonra  Truva’nın intikamını aldığı savına katılır mısınız?
Elbette. Truva Savaşı’nda batıdan gelip saldıran Akalılar vardı; Çanakkale’de yine batıdan ve denizden gelen İngiliz ve Fransızlar var. Truva’da Aka kuvvetlerinin komutanı Agamemnon vardı. Çanakkale’de İngiliz donanmasının savaş gemilerinden birinin adı yine Agamemnon. Atatürk İlyada Destanı’nı okumuştu. 
Truva’dan 3 bin yıl sonra, 1915’te Çanakkale’ye saldıran işgal kuvvetlerini Mustafa Kemal durdurdu. Büyük Taarruz’da Yunan ordusunu Dumlupınar’da mağlup edip “Truva’nın öcünü aldık” demişti. Fatih Sultan Mehmet’in de 1462’de Truva’yı ziyaretinde, “Truva’nın öcünü aldım” dediği rivayet edilir. Fakat, savaş tarihi benzerlikleri açısından Mustafa Kemal Truva’nın intikamını Çanakkale’de ve Conkbayırı’nda alır.  
İpek Özbey / CUMHURİYET