1938'den bu yana kavga konusu olan hisseler: İşte İş Bankası hisselerinin ilginç yolculuğu...- SOL Haber Merkezi

AKP'li Cumhurbaşkanı Erdoğan, parti toplantısında İş Bankası hisselerinin Hazine'ye devrini istiyor, BDDK ve SPK başkanlarını parti toplantısına çağırıyor ve 'bir partinin bankası olamaz' diyor. Daha önce Menderes ve Evren'in 'başardığı' şekilde İş Bankası hisselerini kontrolüne almak isteyen Erdoğan'ın bu konuda attığı adımları ve söz konusu hisselerin…


AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, AKP MYK toplantısında CHP’nin İş Bankası’ndaki hisselerinin Hazine’ye devri için talimat verdi. Erdoğan’ın bu talimatıyla konu yeniden gündeme gelirken, tartışmanın oldukça eski bir tarihi ve kaçırılan bir "esas" noktası bulunuyor...

Tartışmanın tarihi: Nedir bu vasiyet?

Mustafa Kemal Atatürk, 5 Eylül 1938’de el yazısıyla kaleme aldığı vasiyetnamesinde, İş Bankası’ndaki hisselerini belli şartlar altında CHP’ye bırakıyordu:
Malik olduğum bütün nukut ve hisse senetleriyle Çankaya’daki menkul ve gayrimenkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi’ne atideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum:
1) Nukut ve hisse senetleri, şimdiki gibi, İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
2)  Her seneki nemadan, bana nisbetleri şerefi mahfuz kaldıkça, yaşadıkları müddetçe, Makbule’ye ayda bin, Afet’e 800, Sabiha Gökçen’e 600, Ülkü’ye 200 lira ve Rukiye ile Nebile’ye şimdiki yüzer lira verilecektir.
3) Sabiha Gökçen’e bir ev de alınabilecek ayrıca para verilecektir.
4) Makbule’nin yaşadığı müddetçe Çankaya’da oturduğu ev de emrinde kalacaktır.
5) İsmet İnönü’nün çocuklarına yüksek tahsillerini ikmal için muhtaç olacakları yardım yapılacaktır.
6) Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil kurumlarına tahsis edilecektir.”
Cumhuriyet döneminin ilk ulusal bankası olarak kurulan İş Bankası, bizzat Atatürk'ün talimatıyla İzmir İktisat Kongresi'nde alınan kararlar doğrultusunda 26 Ağustos 1924 tarihinde kuruldu. Bankanın ilk genel müdürü ise Atatürk’ün talebi üzerine Celal Bayar oldu.
Yani Mustafa Kemal Atatürk’ün talimatıyla kurulan bir banka ve onun vasiyetine konu olan söz konusu bankadaki hisseleri tartışmaların ilk dayanağı olarak dikkat çekiyor.

Para zaten AKP kontrolündeki kurumlara gidiyor

Söz konusu hisseler ise vasiyet gereği CHP’nin kasasına değil “Her sene nemadan mütebaki miktar yarı yarıya, Türk Tarih ve Dil kurumlarına tahsis edilecektir” denilerek bu iki kuruma gönderiliyor.
Yani Atatürk’ün vasiyetiyle paraların gittiği bu iki kurum, şu anda AKP kontrolü altında ve paralar bu iki kuruma gidiyor.

Menderes ve Kenan Evren de Hazine’ye devretmişti

CHP’nin İş Bankası’ndaki yüzde 28’lik Atatürk hissesi tarihte iki kez Hazine’ye devredilmişti. Bunu ilk yapan Demokrat Parti'ydi. 14 Aralık 1953 tarihinde CHP’nin malları Hazine’ye devredilmişti.
Daha sonra Anayasa Mahkemesi’nden dönen bu kararın ardından söz konusu hisseler 1963’te CHP’ye iade edildi.
İade kararında vasiyetin mülkiyet ve miras hakkının tabi sonuçlarından biri olduğuna yer verilecekti.
CHP’nin söz konusu hisseleri 12 Eylül darbesi sonrası parti kapatıldığı için yeniden Hazine’ye devredilirken, CHP’nin yeniden açılması sonrası hisseler de partiye iade edilmişti.

AKP ilk adımı bundan 14 yıl önce attı

AKP’nin İş Bankası hisseleri konusundaki ilk adımı bundan tam 14 yıl önce atıldı. 2006 yılında CHP’ye yüklenen bir açıklama yapan Erdoğan, “Dünyada bankası olan tek parti Cumhuriyetçi Halk Partisi'dir. Halkımızın bunu bilmesi lazımdır” derken, “CHP, Atatürk'ün vasiyetini yerine getirmiyor. Atatürk, İş Bankası'ndaki parasından manevi evlatlarına verilmesini istemişti. Bu vasiyet yıllardır yerine getirilmedi” ifadesini kullanmıştı.
Erdoğan’ın bu açıklaması sonrası kısa süreli alevlenen tartışma, daha sonra unutulacaktı.

Dersim ve İş Bankası…

Konu 2011’de ilginç bir şekilde yeniden gündeme gelecekti.
Erdoğan’ın Dersim Katliamı özrü, Kılıçdaroğlu’nun "mağdurlara tazminat ödensin” açıklamasıyla tamamlanırken, Sabah gazetesi, Kılıçdaroğlu’na “samimiyet” testi olarak İş Bankası’ndaki CHP hisselerinin satmasını, bu parayı tazminat olarak ödemesi önerisini yapacaktı.
Sabah yeniden gündem yapınca konuya ilişkin açıklama yapan AKP kurmayları, CHP’nin “ticaretin tam göbeğinde yer almanın avantajlarını kullandığını” söyleyecek, “Siyasi partiler ticaret yapamaz” ifadesini kullanacaktı.
Hem AKP hem CHP hem de MHP gibi partilerin tamamı “ticarin göbeğinde” yer alırken, söz konusu açıklamalar o dönemde tartışma konusu olmuştu.

2018’de yeni dalga

Tartışma 2018 yılında Erdoğan’ın yaptığı "CHP, Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ü suistimal ederek, onun Cebi Hümayunundan dediğim, İş Bankası hisselerinin yüzde 28’inin sahibi durumunda. Oradan para alamıyor ama yönetim kurulunda dört üyesi var. Bu dört üye ne iş yapar?” Açıklamasıyla yeniden alevlenirken, Erdoğan’ın bu açıklaması sonrası İş Bankası’nın hisseleri yüzde 4 değer kaybetmişti.
Bankadan yapılan açıklamada “Türkiye'nin milli sermayesi olarak, üstlendiği sorumluluğun bilincini faaliyetleri ile daima ortaya koyan İş Bankası siyaset malzemesi yapılamayacak önemde bir kuruluş olup, özellikle ülkemizin yoğun ve hassas gündemi içinde tüm değerlendirmelerin bu önem çerçevesinde yapılması milli menfaat meselesidir” denilirken, “Atatürk'ün vefatının ardından vasiyetnamesine uygun olarak Atatürk hisseleri Cumhuriyet Halk Partisi'ne devredilmiş, yine vasiyete uygun olarak hisselerin oy hakları Cumhuriyet Halk Partisi tarafından kullanılmış, hisselerden kaynaklanan temettü vasiyette belirtilen şekilde Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu'na tevdi edilmiştir. Banka'nın 100 yıla yaklaşan tarihi içerisinde bu hisselerin mülkiyetine ve temsiline dair ortaya çıkan farklı görüşler nedeniyle konunun yargıya taşındığı da olmuştur” ifadesi kullanılmıştı.

CHP’den Katarlılar iddiası

AKP’nin İş Bankası hisselerine ilişkin açıklamasına tepki gösteren CHP, Katar iddiasını gündeme getirmişti. CHP Genel Başkan Yardımcısı Muharrem Erkek, Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın İş Bankası açıklamalarına, “Belli ki tulumbanın suyu tükendi. İş Bankası hisselerini Hazine’ye aktarmak istiyorlar oradan Varlık Fonu’na, oradan da Katarlılara” ifadesini kullanırken, AKP bu iddialara sessiz kaldı.

‘CHP buna direnir’

CHP Meclis Grup Başkanvekili Özgür Özel ise, söz konusu düzenleme hazırlığına direneceklerini söylerken, “Hadi bakalım getirin Kenan Evren’in yaptığını yapın, utanmadan sıkılmadan yapın. Zaman Gazetesi’nin manşetten İş Bankası ile ilgili yapmış olduğu çağrılara uyun bakalım. Zamanında FETÖ’cüler de istiyordu. Buna tenezzül ederseniz bizim buna karşı nasıl mukabele edeceğimizi, nasıl cevap vereceğimizi kolay kolay öngöremezsiniz. CHP buna direnir. En sonunda başarsanız da hukuktan döner. Her şeyi yapsanız 20 sene sonra bir CHP Grup Başkanvekili bu kürsüden ‘Geçmişte buna Recep Tayyip Erdoğan da buna tenezzül etmişti’ diye belki birilerine bir şey söyler. Utanılacak işler yapıyorlar” demişti.

Üyeleri Erdoğan atasın önerisi

Söz konusu tartışma geçtiğimiz yıl da yer yer gündeme gelirken Erdoğan salgın günlerini de fırsata çevirerek kısa sürede düzenlemenin hazırlanmasını istedi.
Düzenlenenin kapsamı ve hisselerin devrinin nasıl yapılacağı merak konusuyken, konuya ilişkin Yeni Şafak gazetesinden, “CHP’nin atadığı İş Bankası Yönetim Kurulu üyelerini bundan böyle Erdoğan atayacak” iddiası gelmişti.
Öte yandan geçtiğimiz Şubat ayında AKP Genel Merkezi’nde İş Bankası’ndaki CHP hisselerinin hazineye devri için oluşturulan komisyonun toplantısına SPK ve BDDK Başkanlarının da katıldığı ortaya çıkmıştı.

Ne kadar para aktarıldı?

CHP’nin İş Bankası’ndaki toplam hissesi yüzde 28’e tekabül ediyor. Bu hisselerden sağlanan gelir ve kurumlara aktarılan para merak konusuyken, CHP’li Özgür Özel 2017’ye ilişkin şu bilgiyi aktarmıştı:
İş Bankası'na yönetim kurulu üyesi veriyoruz, hisseleri düzgünce temsil ediyoruz, bankanın iyi kararlar almasına katkı sağlıyoruz, parayı da Türk Dil ve Türk Tarih Kurumuna yolluyoruz bir kuruşuna dokunmadan. Sayıştay raporu, Türk Dil Kurumu 2017 yılında İş Bankası'ndan 146 milyon TL para aldı. Hesaplarında 1,5 milyar TL var. Bu paranın 18.5 milyon TL'sini harcamışlar.

Peki, ya emekçiler?

AKP ve CHP hisselerin temsiliyetine ilişkin tartışmalara devam ederken, AKP’nin niyeti bankanın kontrolünü tümden eline almak, CHP’nin amacı ise söz konusu hisseleri AKP kontrolüne bırakmamak…
Tartışmalar bu eksende devam ederken, geçtiğimiz Şubat ayında devam eden toplu sözleşme görüşmelerinde ortaya çıkan komik zam teklifi emekçilerin tepkisini çekmişti. Patronların Ensesindeyiz ağı etrafında bir araya gelen İş Bankası Komitesi, bankada “İş’in kalbinde siz varsınız” diyerek övülen emekçiler için sözleşme masasına aşağıdaki taleplerin koyulmasını istediklerini tekrar hatırlatmış ve mesai arkadaşlarını toplu iş sözleşmesi sürecini birlikte takip etmeye davet etmişti:
“1. Yoksulluk Ücretlerinde Çalışmak İstemiyoruz: 2019 senesinde on iki aylık ortalamalara göre yıllık enflasyon oranı ise %15,18 olarak açıklandı. Yine aynı hesaba göre en büyük harcama kalemini oluşturan gıda ve alkolsüz içeceklerde oran yüzde 19,54. Son sözleşmeden itibaren geçen 2 senelik zamanda doğalgazda zam 65’i, elektrikte yüzde 70’i geçmiştir. Bizim enflasyonumuz gıda, barınma, ulaşım gibi masraflarla makyajlanmış resmi hesaplarla uyuşmamaktadır. Sendikanın bağlı olduğu konfederasyonun hesabına göre 4 kişilik bir ailenin yoksulluk sınırı Aralık 2019’da 7.045 TL’dir. Bu hesabı doğru kabul edersek örneğin Türkiye’nin en büyük özel bankası İş Bankası’nda yıllardır çalışan bir çiftin ailesi var olan ücret skalasına göre büyük olasılıkla yoksul olmalıdır! Ne jest ne de hükümetin arkasına saklanmayı kabul ediyoruz, emekçiler olarak hakkımızı istiyoruz.
2. Mesken Tazminatı veya Görev Yeri Ücreti İstiyoruz: Büyük kentlerde gıda, barınma, ulaşım enflasyon başka herhangi bir kente göre çok daha fazla yaşamımızı olumsuz etkilemektedir. Bu nedenle birçok kamu kurumu ve bankada uygulandığı gibi ücretlere ek olarak mesken tazminatı çalışanlara ödenmelidir.
3. Kreş Hakkı İstiyoruz: İş Kanunu’ndan kazanılmış bir hak olan kreş hakkı için, kanunun bilinçli bir şekilde açık kapı bıraktığı sembolik cezanın arkasına sığınılmaktan vazgeçilmelidir. İş Kuleleri ve yeterli sayıyı sağlayan ilçe belediyesi sınırlarındaki şube çalışanlarına kreş hakkı tanınmalı ya da kreş desteği ödemesi yapılmalıdır.
4. Servis Kesintisi Kaldırılmalıdır: Çeşitli gerekçelerle çalışanlardan toplanan servis kesintisi garipliğine sembolik bile olsa son verilmelidir.”
SOL Haber Merkezi

İki yıl içinde ikinci döviz krizi - KORKUT BORATAV / SOL

Sermaye hareketlerini denetleme önerileri, aslında kapitalizmle  uzlaşmaktadır; kapitalizmin sadece neoliberal biçimini reddetmektedir. Türkiye için bu öneriler, bir anlamda 1960-1980 arası Türkiyesi’nin sınıf dengelerine dönüşü hedefliyor.

IMF 2020’de Türkiye millî gelirinin yüzde 5 oranında küçüleceğini öngördü. Buna göre kişi başına millî gelir 3 veya 4 yıl boyunca gerilemektedir: Sabit TL hesabına göre 2018’den, dolar olarak 2017’den bu yana…
Bu, son yıllarda yoksullaşan bir Türkiye tablosudur. Daha da kötüsü, yoksullaşma işsizlikle birleşmiştir. Toplam istihdam korona arifesine (Şubat 2020’ye) kadar on altı ay kesintisiz daralmıştır. Türkiye kronikleşmiş bir toplumsal kriz içindedir.
Bu ekonomik tablo Mart’tan itibaren daha da ağırlaştı.
Buraya nasıl geldik?
AKP, 2015’ten beri bir meşruiyet bunalımındadır. 2019 belediye seçimleri gösterdi ki iktidar, temsilî demokrasinin Türkiye’deki lekeli sicili içinde dahi devrini doldurmuştur.
Korona şokunun ağır ekonomik yansımalarına Saray’ın tepkisi karışık oldu; yetersiz kaldı. Üstelik sorunlar, hiç yoktan yaratılan bir döviz kriziyle ağırlaştı.
Vadesi dolmuş neo-faşist iktidarlar tehlikeli, tutarsız tepkilere savrulur. Türkiye’de bu durum 2015’ten bu yana geçerlidir. İktidarı koruma endişesi, neoliberal ilkelerle çatışmaya yol açtı. Önce yakınarak; sonra adım adım çiğneyerek… 2018 ve 2020’nin döviz krizleri bu yüzden patlak verdi; ekonomi fazlasıyla zorlandı; finans kapitalin tepkileri döviz piyasalarına taşındı.
Bugün iktidar açmazdadır: Geçmişte tartışmasız benimsediği modele eksiksiz dönüşün yaratacağı siyasal maliyeti göze alamamaktadır. Neoliberal cendereden kopması ise, sınıfsal aidiyeti ile çatışır; bunun için gereken bilgi ve yüreklilikten de yoksundur.
Üç yıllık yoksullaşmanın, iki kriz dalgasının sorumlusu olan bu iktidar ekonomiyi yönetme becerisini yitirmiştir. Sonrasını tartışma zamanıdır. Gündem neoliberalizmdir ve iki stratejik alternatif söz konusudur: Yeniden uyum veya  kopma
Neoliberalizme yeniden uyum…
Bugünkü kriz ortamını neoliberalizm ile uyum içinde aşmak seçeneğini kimler savunuyor? En açık ifadeyi, Ali Babacan’dan duyduk: “2015’e kadar uygulanan çerçeveye dönüş…”. İyi Parti’den Durmuş Yılmaz 2006-2011’de TCMB Başkanlığı yapmıştı ve 2009’da Euromoney dergisi tarafından "Yılın Merkez Bankası Başkanı" seçilmişti. Demeçlerinden Ali Babacan’la aynı görüşte olduğunu çıkarıyoruz. CHP’nin etkili bir kanadı Derviş tutkunudur ve AKP’nin ondan devraldığı, 2007’ye kadar sürdürdüğü politikaları savunur.
Bu kişiler, AKP’nin yarattığı ekonomik kargaşayı “neoliberalizme yeniden uyum” yoluyla aşmak isteyen siyasal yelpazeyi de temsil etmektedir: CHP, Merkez-Sağ, ılımlı İslam’ı kapsayan bir restorasyon ittifakı… CHP yönetiminin de “restorasyon tarihi” konusunda 2015’i benimsemesi kimseyi şaşırtmamalı.
AKP muhalifi liberal iktisat çevreleri de Türkiye’yi iki döviz krizine sürükleyen Saray’ın hatalarının anatomisini yapıyor; “neoliberalizme yeniden uyumun yol haritasını” da açıklıyorlar. Özetleyeyim:
Korona salgını boyunca kamu maliyesinde kemer sıkma arka plana alınabilir. Hazine transferlerinde bütçe kısıtlarının aşılması, TCMB avanslarına başvurulması kabul edilebilir. Şu şartla ki “korona sonrası Türkiye”, malî disipline dönecek; mega yatırımların, Varlık Fonu’nun, KÖO projelerinin kamu dengesini bozan uygulamalarına son verilecektir.
Türkiye’nin kritik sorunu, salgın dönemindeki ek harcamaların yol açacağı cari açığın ve kısa dönemli döviz yükümlülüklerin finansmanıdır.
Geleneksel neoliberal reçeteye dönüş gerekiyor: Serbest sermaye hareketleri korunacak; TCMB yeniden özerkleşecek; politika faizini enflasyonun üstünde tutacaktır. Döviz kuru ise (kısa dönemli dalgalanmalar dışında) piyasa mekanizmasına bırakılacak; rezervleri artırmak öncelik taşıyacaktır.
Artırılan rezervler, cari açığın finansmanı, kısa dönemli dış borçların karşılanması âcil dış kaynak gerektirir. Uygun adres IMF’dir. Bu kuruluşun yeni oluşturduğu kısa vadeli kredi desteği, “güçlü makro-ekonomik gösteri olan” ülkelere açıktır. Türkiye (AKP sayesinde) peşinen dışlanmıştır. Bu nedenle IMF ile bir stand-by anlaşması uygun seçenektir. Para politikası, kamu dengeleri, yapısal reformlarla ilgili hedefler belirlenir; kredi taksitleri  bunların gerçekleşme oranlarına göre ödenir.
Kısa vadeli dış kaynak gereksinimini böylece karşılanır; parasal-malî daralma en azından bir yıl daha ekonomiyi küçültebilir. Piyasa dengelerine dönüş karşılığında  göze alınabilir bir maliyet…    
Neoliberalizme yeniden uyum döviz krizine  son verecektir; ama 21’nci yüzyıl Türkiyesi’ni biçimlendiren özelliklere dönerek… Bunları hatırlatayım:
Uluslararası finans kapitale bağımlı; yabancı sermaye giriş-çıkışlarını izleyerek canlanan, yavaşlayan, bazen krizlere sürüklenen; yüksek oranlı işsizliği  kronikleştiren durgun bir ekonomi… Emek karşıtı bölüşüm ilişkileri, borçlanarak gerçekleşen tüketim artışlarıyla telafi edilecek… Bütçe kısıtları sosyal devletin, kamu yatırımlarının aşınmasını kalıcı kılacak; değerlenen TL  sanayileşmeyi frenleyecek…
“Kopma”: Sermaye hareketlerinin denetlenmesi…
Neoliberalizmden kopmanın ön-koşulu sermaye hareketlerinin Merkez Bankası aracılığıyla siyasal iktidar tarafından denetlenmesidir. Bu adımın 2020’deki döviz krizi koşullarındaki öğelerini vurgulayalım:
Sermaye hareketlerinin denetlenmesi, TCMB’nin hem faiz oranını, hem döviz kurunu belirleme seçeneğini mümkün kılar. Bugünkü ortamda bu iki değişkenin geçmiş enflasyona endekslenmesi uygundur. Döviz kuru günlük, mevduat faizi aylık ayarlanır. Kredi faizleri ayrıca tartışılmalıdır.
Bu uygulama enflasyonu kronikleştirebilir; emekçi sınıfların korunmasını gerektirir. Çözüm, tüm emek gelirlerinin mümkün mertebe geçmiş enflasyona uyum sağlamasıdır. Memur, emekli maaşları, asgari ücretler aylık enflasyona göre ayarlanır. Çiftçiye dönük tüm fiyat desteklemeleri de girdi maliyetlerine göre endekslenmeli; ihraç ürünlerinde döviz kuru hareketlerinden oluşan TL getirileri ihracatçıdan çiftçilere yansıtılmalıdır.
Sermaye hareketlerinde kısıtlamalar, yabancılar ve yerliler (“yerleşikler”) için farklı yöntemlerle uygulanır. En basit bir önlem, yabancıların TL alacakları için döviz tahsisine son vermektir.  Bu kural TL ile alınan hisse senedi, tahviller ve kredi anlaşmaları için  uygulanır. Kriz sonrasında yabancıların  portföy girişlerinin temelli önlenmesi de hedeflenebilir. Borsanın “risk iştahı”na, spekülatörlere açık kumarhane işlevine son verilmelidir. Doğrudan yatırımların dövizle kâr transferlerine izin verilir.
Şirketlerin ve özel bankaların dış borçlarına siyasi iktidar (Hazine) muhatap olmamalıdır. Borçlu-alacak ilişkileri taraflar arasında düzenlenir; uluslararası icra-iflas kuralları uygulanır.
Ticari krediler dışında banka-dışı şirketlerin yurt dışından ve dövizle borçlanmasına, yenilenmesine; dış borçlarının yerli bankalara, Hazine’ye, Varlık Fonu’na devredilmesine son verilmelidir. Bankalar ise dış kredilerini döndürmek zorundadır; ödenemeyen faizler,  kredi dilimleri, tahviller vb özel hukuk kurallarına tabidir. Ancak, finansal istikrar için bazı bankalara kamu desteği gündeme gelebilir.
Bunalım ortamı geçtikten sonra özel bankaların dış kredileri denetlenmelidir. Örneğin dolarla borçlanıp TL kredilerine dönüştürme ile oluşan arbitraj getirileri önlenmelidir.
Türkiye burjuvazisi, orta sınıfları da sermaye hareketlerinin denetimine muhatap olacaktır. Yurt dışına servet aktarımı önlenmeli; döviz hesaplarından transferler denetlenmeli; topluca TL’ye çevrilme yerine “yumuşak” ara-seçenekler yeğlenmelidir. Dövizin  bir “yatırım” aracı olması giderek son bulmalıdır.
Devletin ve kamu bankalarının dövizli dış borç yükünün döndürülmesi bir süre öncelik taşımalı. Korona ortamında geniş çaplı borç yapılandırma seçenekleri gündemdedir. Bu fırsat gerekirse kullanılır.
Sınıfsal tepkiler ve iktidar sorunu…
Bu türden bir operasyon, uluslararası finans kapitalin Türkiye ekonomisine net kaynak aktarımına son verir. Sorun şudur: Dış ticaret dengesi içinde işsizliği aşağı çekecek bir büyüme temposu nasıl gerçekleşebilir?
Dış kaynak aktarımı sıfırlanırken büyüme temposunu yükseltecek sermaye birikimi, başlangıçta tüketim düzeyi bastırılmadan gerçekleşemez. Bu “fazla” burjuvazinin tüketiminden sağlanamaz.
AKP’li yılların emekçilere “armağanı” da unutulmamalı: Ücretlerde, emek gelirlerindeki aşınmaları telafi eden; borçlanmanın  mümkün kıldığı tüketim artışları… Bu ortama alışmış beyaz ve mavi yakalı işçiler, çiftçiler, orta sınıflar, yatırımlardaki artışın yıllara taşınabilecek fedakârlığını sineye çekecek mi?
Dikkat edin: Sermaye hareketlerini denetleme önerileri, aslında kapitalizmle uzlaşmaktadır; kapitalizmin sadece neoliberal biçimini reddetmektedir. Emperyalizm ve finans kapital, bu türden bir “kopuş” karşısında hareketsiz kalacak mıdır?
Türkiye için bu öneriler, bir anlamda 1960-1980 arası Türkiyesi’nin sınıf dengelerine dönüşü hedefliyor. Geçmişte o dönemle barışık olan burjuvazi bugün sert muhalefete geçecektir; beyaz yakalı emekçileri, orta sınıfları da peşinden sürükleyerek…
Bu gözlemler neoliberal düzenden kopmanın dahi devrimci bir dönüşümü gerektirdiğini gösteriyor. “2015 restorasyonu” hedefi etrafında birleşebilecek tutucu burjuva muhalefet blokunu aşar.
Bu iş olsa olsa sosyalistlerden (hâlâ varlarsa) anarşistlere kadar uzanan devrimci muhalefetlere düşer: Hem Türkiye’nin demokratikleşme kavgasını (“2015 restorasyonu yetmez” diyerek) hem de neoliberalizmden, giderek kapitalizmden kopma mücadelesini üstlenecek başkaları olmadığı için…
Korkut Boratav / SOL

Doğu Akdeniz’de Türkiye-İsrail işbirliği işaretleri - Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET


AKP hükümetinin Serrac yönetimiyle imzaladığı “deniz yetki alanının sınırlandırılması” anlaşmasının hayata tam olarak geçebilmesi için birincisi Libya düzleminde, ikincisi de Doğu Akdeniz düzleminde bazı gelişmelerin olması gerekir.
Libya düzlemi
Libya düzleminde olması gereken şu: Libya’nın birliği sağlanmalı ve Libya’nın bütününün yönetimi Erdoğan-Serrac anlaşmasını sürdürmeli.
“Bölünmüş Libya” haritası, anlaşmayı anlamsız kılıyor zira anlaşmaya konu olan Libya sınırı Trablus merkezli Serrac bölgesinde değil, Tobruk merkezli Hafter bölgesinde...
Bu durumda ya Serrac hükümeti Libya’nın tamamına egemen olacak ya da Ankara, Trablus dışında Tobruk’la da anlaşacak. Kısa vadede ikisi de mümkün görünmüyor. Zira AKP hükümeti Libya dış politikasında “yumurtaların tamamını tek sepete doldurmuş” durumda...
Doğu Akdeniz düzlemi
Doğu Akdeniz düzleminde ise olması gereken şu: Türkiye’nin Trablus yönetimiyle yaptığı “deniz yetki alanının sınırlandırılması” anlaşmasını, Doğu Akdeniz’deki birkaç ülkeyle daha yapması gerekir.
Çünkü Ankara’nın daha 2 Mart 2004’te “genel bir tutum” olarak ilan ettiği üzere “deniz yetki alanlarının ilgili tüm kıyı devletleri arasında yapılacak antlaşmalar yoluyla belirlenmesi” gerekir.
Bu hem hukuken böyledir hem de Doğu Akdeniz’in “çanak” yapısının ortaya koyduğu coğrafi zorunluluktur. Zira bu harita içinde yapılacak ikili “deniz yetki alanını sınırlandırma” anlaşması en az bir üçüncü ülkeyi kesişen olması nedeniyle ilgilendirmektedir.
O nedenle Türkiye’nin Trablus hükümetiyle yaptığı anlaşmayı Libya’nın bütünüyle yapılan bir anlaşma seviyesine yükseltmesinin dışında, ayrıca Doğu Akdeniz’de başka ülkelerle yapılacak anlaşmalarla da taçlandırması gerekmektedir.
Gürdeniz-Yaycı’nın görüşü
Konunun Türkiye’de iki önemli uzmanı var: Em. Tümamiral Cem Gürdeniz ve Tümamiral Cihat Yaycı.
Gürdeniz’in bu konudaki görüşünü, yönettiği Yeni Deniz Mecmuası dergisinin yayın kurulunda bulunmam nedeniyle çalışmalar sırasında yaptığımız sohbetlerden, Yaycı’nın görüşünü de Kırmızı Kedi Yayınevi’nden yayımladığımız Doğu Akdeniz’in Paylaşım Mücadelesi ve Türkiye kitabından biliyorum: Türkiye Trablus’la yaptığı anlaşmanın benzerini, Doğu Akdeniz’deki ülkelerin en az ikisiyle daha yapmalı!
Yaycı, kitabında olması gereken o anlaşmaların haritasını da veriyor. Sayfa 43’te, “GKRY’nin, İsrail’in hakkını gasp ettiği deniz alanını gösteren harita” olarak, sayfa 94’te “Türkiye-İsrail; karşılıklı kıyıları gösteren harita” olarak, sayfa 166’da “Türkiye-İsrail, Türkiye-Libya anakaralarının karşılıklı kıyılarını gösteren harita” olarak ve sayfa 168’de de “İsrail’in Türkiye ile yapacağı anlaşma ile kazanacağı alanı gösteren harita” olarak...
Yine sayfa 103’te, “Türkiye-Lübnan; karşılıklı kıyıları gösteren harita” da var.
Yani konunun uzmanları, Türkiye’nin İsrail ve Lübnan’la da benzer anlaşmayı yapması gerektiğini ve bunun mümkün olduğunu belirtiyorlar. Zira bu iki ülkenin de GKRY yerine Türkiye ile anlaşması halinde daha çok alan kazandığı ortada.
İsrail’in yeşil ışığı
Peki, böyle bir olasılık var mı? Özellikle şu iki mesaj, olabileceğini gösteriyor:
1) Mısır, BAE, Yunanistan, GKRY ve Fransa 11 Mayıs’ta ortak bir Doğu Akdeniz açıklaması yayımlayarak üç konuda Türkiye’yi (GKRY’nin MEB’inde sondaj yapmakla, Yunanistan’ın hava sahasını ihlal etmekle ve Libya’daki tutumu nedeniyle) hedef aldı. Ancak İsrail bu beşliye dahil olmadı ve açıklamaya imza atmadı!
2) Cumhuriyet gazetesinden M. Birol Güger’in haberiydi: İsrail devleti bir gün sonra resmi Twitter hesabından Türkiye’ye sıcak bir mesaj gönderdi: “Türkiye ile diplomatik ilişkilerimizle gurur duyuyoruz. Bağlarımızın gelecekte daha da güçlenmesini umuyoruz.”
İki tutum da sürpriz değil. Zira İsrail Doğu Akdeniz’deki Yishai gaz sahası sınırı ile GKRY’nin ilan ettiği parsellerde yer alan Afrodit gaz sahasının sınırının çakıştığını belirterek bölgedeki saha geliştirme faaliyetlerine 10 Aralık 2019’da itiraz etmişti. Hatta beş gün sonra İsrail resmi radyosu, Türkiye’nin Tel Aviv’e “Avrupa’ya doğalgaz transferi konusunda müzakereye hazırız” mesajı ilettiğini haber yapmıştı. O haberden iki gün sonra da İsrail’in yayın kuruluşu KAN, İsrailli yetkililerin “müzakereye açığız” mesajı verdiğini duyurmuştu.
Cepheyi daraltmak
Trablus’la anlaşma yapıldığı günden beri belirtiyoruz: Türkiye’nin Trablus’a asker değil, Kahire ve Tel Aviv’e diplomat göndermesi gerekir.
Doğu Akdeniz’de çıkarların en yüksek seviyede korunabilmesi için Türkiye’nin sadece İsrail ve Lübnan’la değil, Mısır ve özellikle de Suriye’yle anlaşması gerekir.
Böylece Doğu Akdeniz’deki büyük cephe yarılmış ve Fransa-Yunanistan-GKRY üçlüsüne daraltılmış olur.
Mehmet Ali Güller / CUMHURİYET

KARARTMA GÜNLERİ (3) - Miyase İlknur / CUMHURİYET

Her dönemde ‘zararlı neşriyat’

12 Mart’ta İlhan Selçuk’un “Hoş Geldin Tanzimat Kafası” yazısı nedeniyle gazeteye on gün kapatma, İlhan Selçuk ve yazıişleri müdürü Oktay Kurtböke hakkında da tutuklama kararı verilirken 12 Eylül’de yazarlardan Ali Sirmen ve Hüseyin Baş Barış Derneği davasından tutuklandı. Bu dönemde gazeteye bir kez İlhan Selçuk, bir kez de Nadir Nadi’nin yazısı nedeniyle ulusal çapta 35 gün, bölgesel olarak da 7 gün kapatma cezaları verildi. Nadir Nadi, Oktay Akbal ve İlhan Selçuk yazıları nedeniyle sıkıyönetim mahkemelerinde yargılandı.

12 Mart darbesinden sonra 26 Nisan’da sıkıyönetim ilan edilir. Sıkıyönetimin ilan edilmesinden iki gün sonra yani 28 Nisan 1971 tarihinde Cumhuriyet’teki köşesinde yazdığı “Hoş Geldin Tanzimat Kafası” ve ondan bir gün sonra yazdığı “İsa Musa ve Cart-Curt” başlıklı yazısı nedeniyle İlhan Ağabey ve gazetenin yazıişleri müdürü Oktay Kurtböke tutuklanırken gazete de on gün süreyle kapatılır.
İlhan Selçuk, sıkıyönetim mahkemesinde askeri yargıçlar karşısında yaptığı savunmada, suçlanan yazılarında dile getirdiği fikirlerinin arkasında olduğunu ve yazarlığının iktidar dalkavukluğu üzerine değil, sömürücü çevrelere karşı mücadele etmek şiarı üzerine olduğunu belirterek 12 Mart cuntasına postasını koyar. İşte o savunmadan küçük bir pasaj:

‘YAZARLIK ŞİARIMIZ İKTİDARA DALKAVUKLUK ÜZERİNE DEĞİL’

“Biliyoruz ki bu dava sivil mahkemelerde görülseydi, iki aydan beri tutuklu olarak cezaevinde bulunmayacaktık. Elbette adalet önünde hesap verecektik. Ama basındaki görevimize devam edecek, fikirlerimizi ve yazılarımızı yayınlayacaktık. Adliyemizde teamül ve tatbikat bu yöndedir. Biz bu davadakinden çok daha ağır cezalık suç iddialarına muhatap olmuş, hem hâkimlerimizin önünde hesap vermiş, hem de fikirlerimizi yayma özgürlük ve görevine devam etmişizdir. Bir yazarı tutuklamak, görevinden alıkoymak ve fikirlerini yayınlamasına fiilen engel olmak sonucunu verir. Bu davranış, fikir özgürlüğü, Anayasa ve demokrasi ilkelerinin özüne ters düşmektedir.
Biz inandığımız fikirlerin yolunda yürürüz. Yazarlığımız da iktidar çevrelerine dalkavukluk değil, gayri milli sömürücü çevrelere karşı mücadele etmek şiarı üzerinedir.
Mahkemede yaşadığımız hukuk dışı olaylar bu kararlılığımızı etkileyemez.”

BİR DARBE DE GAZETE İÇİNDE

Cumhuriyet’in kapandığı, İlhan Selçuk ve Oktay Kurtböke’nin tutuklandığı gün Cumhuriyet Matbaacılık ve Gazetecilik TAŞ Yönetim Kurulu’nda hissedar olan kız kardeşleri ve damatlar, Nadir Nadi’yi sorguya çeker. Nadir Nadi’ye, İlhan Selçuk’un tutuklanmasına neden olan yazılarının yayımlanmasından önce görüp görmediği ve yazılarıyla gazetenin kapanmasına neden olan İlhan Selçuk’un durumunun görev kusuru olarak değerlendirilip iş akdinin feshedilmesi konusunda ne düşündüğü sorulur.
Nadir Nadi, İlhan Selçuk’a sahip çıkar ve yazılarını onayladığını söyler. 9 Mayıs 1971’de gazete yeniden yayın hayatına başlarken gazetenin ortağı olan Nadir Nadi’nin kız kardeşleri şirketin genel kurulunu olağanüstü toplantıya çağırır. Her iki kardeşe göre Nadir Nadi, aşırı solcu olan İlhan Selçuk’un etkisi altına girmiş ve babaları Yunus Nadi tarafından belirlenen yayın çizgisinden sapılmıştır. Nadir Nadi, eleştiriler karşısında sinirlenir ve toplantıyı terk ederek uzun bir izne çıkar.

NADİR NADİ İZNE ÇIKTI

Nadir Nadi’nin izne çıkması ve genel kurulda oluşan yeni yönetim, İlhan Selçuk gibi düşünen yazarları rahatsız eder. Bunların başında da Oktay Akbal gelmektedir. Oktay Akbal, 1 Temmuz 1971 günkü yazısında, “Cumhuriyet, hiçbir zaman mürekkepli bir kâğıt parçası olmayacak, onu böyle görmek isteyenler yanılacaklardır” diyerek yeni yönetimin zihniyetini eleştirecektir. Yönetim, bu yazısından sonra Oktay Akbal’ı işten çıkarır. Tasfiye sadece Oktay Akbal’la sınırlı kalmaz.
Yazıişleri müdürü Sami Karaören, Şükran Ketenci (Soner), Mehmet Barlas, Rauf Mutluay ve Sadun Tanju’nun da gazeteyle ilişkisi sonlandırılır. İlhan Selçuk’un köşesi de Cihad Baban’a verilir. Aile içinde bu mücadeleler sürerken yeni yönetim elindeki “Cumhuriyet” gazetesi günden güne kan kaybetmektedir. Okurun “Cumhuriyet okumama” boykotuna başladığı bu dönemde tiraj 40 bine düşer. Okur boykotu semeresini verir ve Yunus Nadi’nin kızları yönetimden istifa eder. Gazete yönetimine Nadir Nadi yeniden getirilir. Eski yazarlar da yuvaya döner.

12 EYLÜL’DE 42 GÜN KAPATMA

Cumhuriyet gazetesi, 12 Mart’ta olduğu gibi 12 Eylül cuntası için de “zararlı neşriyat” kapsamında görülmüş ve sık sık kapatma cezaları ile hizaya getirilmek istenmişti. 12 Eylül cuntası, daha koltuklarını ısıtmadan bazı sol gazete ve dergileri kapatarak sol yelpazedeki basın-yayın organlarına gözdağı vermişti.
Herkes “sıra Cumhuriyet’e ne zaman gelecek” diye bekliyordu. Nihayet beklenen oldu. İlhan Selçuk’un 11 Kasım 1980 tarihinde yazdığı “Kemalizm İdeolojisi Muz mudur?” başlıklı yazısı nedeniyle gazete, on gün süreyle kapatıldı. Komik olan İlhan Selçuk’un bu yazısında Atatürk’e dil uzatmakla suçlanmasıydı. Gazete, on gün sonra yeniden yayımlanmaya başladı. Ancak cuntanın gözü, gazetenin, özellikle de İlhan Selçuk’un üzerindeydi.
30 Ekim 1982 günü Kenan Evren, Cumhuriyet Bayramı resepsiyonunda karşılaştığı Nadir Nadi’ye bu gözaltını şöyle hissettirir: “İlhan Selçuk’un fıkralarını dikkatle okuyorum. Geçenlerde ‘İp Cambazı’ diye bir yazısı vardı. Ne demek istediğini de gayet iyi anlıyorum. Bu arada, söyleyeyim gazeteniz hakkında da bir dosya var. Bana her gün gelip Cumhuriyet hakkında bir şeyler söylüyorlar.”

BU KEZ NADİR NADİ’NİN YAZISI

Gazetenin ikinci kez kapanması imtiyaz sahibi ve başyazarı Nadir Nadi’nin yazısı nedeniyle oldu. Cunta yönetimi, Atatürk adını ağızlarına sakız etmesine karşın Atatürk’ün kurduğu ne kadar kurum varsa yok etme çabası içindeydi. Cuntanın, Türk Dil Kurumu’nu kapatması üzerine bu kurumu savunan Nadir Nadi, 1961 yılında yayımlanan “Tuhaf Bir Tasarı” adlı yazısını 23 Ocak 1983’te yeniden yayımlayınca, gazeteye 25 gün kapatma cezası verildi. Nadir Nadi de sıkıyönetim mahkemesinde yargılanarak 2 ay 20 gün hapse mahkûm oldu. Milli Savunma Bakanı’nın son anda temyiz hakkını kullanmasıyla Yargıtay kararı bozdu ve aklanmasına karar verdi. Ulusal çapta toplam 35 gün kapatılan gazete ayrıca bölgesel kapatma cezaları ile de hizaya getirilmeye çalışıldı. 12 Kasım 1981’de Doğu ve Güneydoğu illerinde 5 gün, 3-4 Nisan 1981’de ise Ankara ve çevresinde 2 günlüğüne kapatma cezası aldı.
 Miyase İlknur / CUMHURİYET
PENCERE
‘Kemalizm İdeolojisi Muz mudur?’
Karl Marks bir bilim adamıdır.
Dünyanın bütün üniversitelerinde incelenir; çoğu toplumbilimci Marksizmi bir yöntem olarak kullanır; Marks’ın kitapları dünyanın bütün büyük kütüphanelerinde bulunur..
Buna karşın dünyada ve ülkemizde Marks’ın açıklanmasında ve yorumlanmasında alabildiğine tartışma sürmektedir. Marksist olduklarını söyleyen siyasal partiler ve devletler arasında fikir ve eylem tartışmaları bitmemiştir.
Peki, Marksizm her niyete yenen bir muz mudur?...
*
Atatürk bir eylem adamıdır.
Yazmaktan çok konuşmuştur; yapmıştır; gerçekleştirmiştir. Mustafa Kemal Paşa çoğu zaman irticalen konuşmuştur; çevresindekiler not tutmuşlardır; bazan nerede ve nasıl oluştuğu bilinmeyen fikirler “Atatürk söyledi” diye piyasaya sürülmüştür; propaganda üretilmiştir.
Bugün Atatürkçüyüm ya da Kemalistim diyen çoğu kimse arasında tartışma ve kavga sürmektedir. Bunu doğal saymak gerekir. Marks, Lenin ya da Mao gibi kişilerin ardından da savaşımın bitmediği düşünülürse, Kemalist ideolojinin 1980 yılında tartışma alanı bulması Atatürk’ün etkinliğini kanıtlamaktan başka bir anlama gelemez..
Mustafa Kemal doğalı yüz yıl, öleli kırk olmuş, ama kavgası sürüyor. Böyle bir olay dünya tarihinde çok rastlanan bir olay değil.
*
Ancak Kemalizm’in tartışmasında bir ciddiyet olmalı. Atatürk’ü değerlendirirken ölçüyü kaçırmak, Atatürkçülük dediğimiz dünya görüşünü her niyete yenilen bir muz niteliğine dönüştürür.
Öyleyse ne yapmalı? ...
Günün bu saatinde söylemek belki “apolitik” sayılabilir, ama ben yine de söyleyeceğim: Önce Kemalizm’in özgürce tartışılabildiği fikir ve bilim ortamı sağlamalı...
Bugün Türkiye’de herkes “Elhamdülillah Müslümanım” dedikten sonra:
- Elhamdüllillah, diyor, Atatürkçüyüm..
Böyle söyleyenlerin kaçı içtenlikli?...
Yeryüzünde komünist partilerin egemen olduğu devletler var. Ama komünist ülkelerde herkes komünist olmak zorunda değildir. Sıradan yurttaş vicdanında hangi fikri ya da hangi inancı taşırsa taşısın, kimse karışmaz. Devlet, eğitim yoluyla yeni kuşakları yönlendirmeye çalışır. Türkiye’de Kemalizmi canlandırmak istiyorsak önce fikir gücüyle ortaya çıkmak gerekir.
Ne yapmalı öyleyse?
Atatürk’ün 1) Gerçekleştirdiği eylem.. 2) Sözleri ve yazıları.. 3) Kurduğu parti ve programı.. 4) Kurduğu devlet ve anayasası yok mudur?.. Bütün bunların harmanından bilim yöntemleriyle bir sonuç çıkarmak çok mu zor?...
*
Kuşkusuz zor değil.
Atatürk’ü dünya tarihinde nereye oturtmak gerekir?.. sorusu elle tutulur biçimde ortadadır. 1917 devriminden sonra ikiye ayrılan dünyada üçüncü yol ayrımını Türkiye’nin ulusal bağımsızlık savaşıyla başlatan adamdır Atatürk; antiemperyalisttir; Üçüncü Dünya’nın habercisidir. Bu niteliklerinin verdiği rütbeleri omuzlarından sökmeye kalkıştınız mı, Atatürk’e düşmanlık çizgisine ulaşırsınız...
Yeryüzünde çağdaşlaşma iki süreçle gerçekleşiyor: İnsanda özgürleşme, toplumda bağımsızlaşma, Kemalizm bu yolda bir aşamadır; ama son durak değildir.
İnsanlıkta son durak yok.
Kemalizm geriye kapalı ileriye açık bir ideolojidir; biz ise kırk yıldan beri ileriyi yasaklayıp, geriye kapıları açan siyasal düzenler içinde yaşıyoruz...
İlhan Selçuk

Aman tadımız kaçmasın Devlet Bey - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Dertlilerin dermanı Güzin Abla’yı okur musunuz? Sanki ruh halimizi özetliyor. 8 Mayıs’ta “Kafamdaki soru işaretleri” rumuzlu 23 yaşındaki okuru ona soruyordu: “Babamın başka bir kadına sevgi mesajları attığını yakaladım. Bunu anneme söyleyemedim. Babamla konuşmalı mıyım, yoksa sessiz mi kalmalıyım?” Güzin Abla şöyle yanıt verdi: “Sevgili kızım, şu sırada ortalığı karıştırmanın hiç zamanı değil. Toplum olarak çok kritik günler yaşıyoruz. Bir de şimdi aile içinde çok büyük sorunlar yaşamanın hiç âlemi yok.”
Devlet Bahçeli “ekonomi kötü” diyenlere ertesi gün çıkışmasaydı, “işte bu” demeyecektim. Bahçeli’ye göre ekonomi iyi yönetiliyordu, sorunu operasyon yapanlar yaratıyordu. Ancak şu sözleri önemliydi: “2000 ve 2001 krizlerinde hangi ayak oyunları, hangi karanlık senaryolar devreye alındıysa şimdilerde benzerleri uygulanmaktadır.

 Bahçeli, idareyi eleştirenlere “Kemal Derviş’in yardakçıları” diye de hakaret etti.
Derviş’i kim getirdi?
Öyle ya, 2001 krizinin üzerinden 19 yıl geçti. Bugünün gençleri neler olduğunu bilmiyor. Sahi, o gün hangi “ayak oyunları” oynanmıştı?
Bahçeli’nin kastettiği 19 Şubat 2001 günü MGK’de yaşanan tartışmanın ardından, kurumuş yaprak gibi sallanan Türk ekonomisinin düşmesiydi. Aslında o gün de kötü yönetilen ekonomi, patlamak için bir sebep arıyordu. Lira yüzde 130 değer kaybetti, enflasyon yüzde 90’a çıktı. 20 bankanın kapanışını, milyonlarca yeni işsiz izledi.
İşte o gün hükümette Bülent Ecevit ve Mesut Yılmaz’la birlikte Devlet Bahçeli’nin kurduğu koalisyon vardı. Zaten IMF kıskacındaki ekonomi yönetiminin başına üç partinin de oluruyla Kemal Derviş getirildi. Üç parti, IMF’nin istediği, Derviş’in uyguladığı yasaları hızla Meclis’ten geçirdi.
Resmiyetsiz ABD gezisi
Ancak çözüm daha derindeydi. Türkiye’ye hem “ABD ile uyumlu” hem de “istikrarlı” bir yönetim hazırlanıyordu. Irak’a operasyon yaklaşırken beklenen buydu. 22 Haziran 2001’de Fazilet Partisi kapatıldı. 14 Ağustos’ta Milli Görüş’le yollarını ayıranlar AKP’yi kurdu.
İşte buradan sonrasını dönemin tanığı, Milliyet gazetesinin eski Washington temsilcisi Turan Yavuz’un Çuvallayan İttifak kitabından aktaralım.
Tarih: 26 Ocak 2002. Başbakan Bülent Ecevit’in Washington ziyaretinden sadece 10 gün sonra aynı şehre gelen, AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan ve partisinin kritik isimleriydi. Kuşkusuz ülkenin başbakanının ardından hiçbir resmi temsiliyeti olmayan bir siyasetçinin ağırlanması yakışıklı değildi. Ama ABD’nin elinde tıpkı şimdi yaptırdığı gibi, AKP ve Erdoğan’ı önde gösteren anketler vardı.
Erdoğan ve AKP kurmayları görüntüde 31 Ocak - 4 Şubat arasında New York’ta yapılacak Davos toplantıları için ABD’ye gelmişti. Hazır oradayken Washington’a uğrayıp “mühim” görüşmeler de yapacaklardı.
Richard Perle’ün evinde
Erdoğan, önce CSIS’de Washington bürokrasisinin karşısına çıkacaktı. Ardından CIA ve Dışişleri’nin tanıdık isimleri Graham Fuller, Morton Abramowitz ve Henri Barkey gibi uzmanlarla yemek yenecekti. Evet, evet, şimdilerde tesadüfen karşılaşanın bile yargılandığı Barkey’le. Sonrasında meşhur darbe raporunu tartıştığımız Rand Corporation ve ekonomide kritik yer tutan Lehman Brothers yetkilileri ile buluşacaktı. Ayrıca Amerikan Yahudi Kongresi’yle görüşerek İslamcı siyasete dair korkuların tozunu da alacaktı.
Bu programa çok özel bir toplantı daha monte edildi. 27 Ocak sabahı Erdoğan ve onu Batı’ya sunan Cüneyd Zapsu, Washington siyasetini belirleyecek Richard Perle’ün evinde konuktu. Evde olmasının nedeni tabii ki Erdoğan’ın resmi sıfatının olmamasıydı. Öte yandan Turan Yavuz’un anlattığına göre evdeki misafirlik samimiydi. Erdoğan; Irak politikası, AB’ye üyelik perspektifi, IMF programını uygulama, Kıbrıs ya da Kürt meselesi gibi konularda ABD ile paralel düşündüklerini Perle’e anlattı. Pentagon bünyesindeki Savunma Siyaseti Kurulu’nun başında olan Perle de Erdoğan’a 11 Eylül’den sonra ılımlı İslam siyasetinin artan önemini hatırlattı.
Davos’a Erdoğan takdimi
Erdoğan, 30 Ocak akşamı yıllar sonra “bir daha da gelmem” diyeceği Davos toplantıları için New York’a geçti. Toplantılar o yıl 11 Eylül’e tepki olarak Davos’ta değil New York’taydı. Erdoğan, Merrill Lynch ve Morgan Stanley gibi ABD sermayesinin önemli kuruluşları ile buluştu. Hepsinin merakı Türkiye’deki tüm muhalefetin söylediği “IMF’ye karşıyız” sözünü ondan duyup duymayacaklarıydı. Erdoğan, IMF programından sapmayacağı konusunda uluslararası sermayeyi ikna etti.
3 Şubat Pazar akşamı Waldorf Astoria Otel’de “Türk Görünümü” başlığı altında yemekli toplantı vardı. Konuşmacılar Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanı Kemal Derviş ve Özelleştirme İdaresi Başkanı Uğur Bayar’dı. Salondaki 7 büyük masadan biri Erdoğan ve AKP heyetine ayrılmıştı. Erdoğan’ın yanında ABD Hazine Bakan Yardımcısı John Tylor oturuyordu.
Kemal Derviş’in konuşması sırasında ilginç bir şey oldu. Sözünün arasında şunları söyledi:
“Ekonomik reform paketi ile ilgili TBMM’de yapılan çalışmalarda muhalefette olan AKP’nin ve onun lideri Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın büyük katkıları olmuştur.”
Derviş salona eliyle Erdoğan’ı takdim ediyordu.
AKP’yi iktidar yapan operasyon
Erdoğan’ı iktidara taşıyan ABD gezisinden basına yansıyanlardan bir kısmı böyle. Kim bilir daha neler konuşuldu. Erdoğan, Türkiye’ye dönerken artık iktidar olacağını biliyordu. Tek eksik acil bir seçimdi.
O da oldu. 9 Mayıs’ta Kemal Derviş erken seçim bahsini açtı. 8 Temmuz’da ardı ardına istifalar başladı. Erken seçime direnen Ecevit’e karşı Meclis’te eski DSP’liler 63 vekilli YTP’yi kurdu. Tüm anketler hükümetteki partilerin aleyhindeyken Devlet Bahçeli herkesi şaşırtan erken seçim çıkışını yaptı. Kasım ayında AKP’nin tek başına iktidar olması sanki dışarıdan ve içeriden bir makineyle hazırlanmıştı. Erdoğan’ın Washington’da uçaktan inişiyle Türkiye’de iktidar oluşu arasında 282 gün vardı.
Kemal Derviş’i kurduğu hükümete bakan yapan, onun programını uygulayan, IMF politikalarını takip etmeyi taahhüt eden AKP’yi iktidar yapacak kritik adımı atan Devlet Bahçeli’nin CHP’ye yapacağı bir eleştiri var tabii. O da YTP’de gelecek görmeyen Kemal Derviş’i CHP’nin kabul edip vitrinine koyması.
Sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir zümre olalım istiyoruz ama kimimiz ihaleli saraylarda kimimiz köhne kulübelerde yaşıyor. Ayda bin lirayla geçinmeye zorlananlar “dam akıyor” dediğinde “şimdi zamanı değil” yanıtıyla karşılanıyor. İnsanın kendi günahlarını işlemesi zevkli, başkalarının günahlarını konuşması kolaydır.
2001, operasyon, Kemal Derviş diyen Bahçeli’nin durup düşünmesi gerekmiyor mu: Benim hiç mi günahım yok!
Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

soL "Köşebaşı + Gündem" -26 Haziran 2025-

  Kıbrıs'ta 'İsrail işgali': Siyonist gettolar oluşturuluyor. Adanın güneyinde ve kuzeyinde İsraillilerin yoğun bir biçimde topr...