15 Aralık 2020 Salı

Servet vergisi hemen şimdi: Yüzde 98,5’e karşı yüzde 1,5 - Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

 

Milyoner mevduatları yılsonunda 2,5 trilyon liraya yaklaşır. O zaman yüzde 1,5’lik bir servet vergisi uygulanması bile yeterli olur. Böylelikle 6 milyon 350 bin aile rahat bir nefes alır diyemesem de, en azından bu kışı açlık sorunu yaşamadan atlatır.

Servet vergisi dünyada yeniden tartışma gündemine girdi. Covid-19 pandemisi henüz yeryüzünde etkisini göstermeden de gelir ve servet dağılımı bozuklukları giderek derinleşmekteydi. Bu vahim tabloyu yansıtan tek bir istatistiği hatırlatayım: Daha 2009 yılında dünyanın en yoksul yüzde 50’sinin ‘serveti’ ancak 380 dolar milyarderinin serveti kadardı. 2018 yılına gelindiğinde ise sadece 26 en zengin dünyanın yoksul yarısının servetine sahipti.

Salgın sürecinde ise başta teknoloji ağırlıklı şirketler olmak üzere borsa endeksleri büyük yükselişler kaydetti. Borsa yatırımcıları servetlerine servet katarken, başta hava yolları, ağırlama, sanat ve kültür gelmek üzere bazı sektörler de çöküntüye uğradı. Uzaktan çalışma olanağı bulunan, çoğunlukla daha iyi eğitimli ortalamadan yüksek gelirli kesimler pandeminin olumsuz ekonomik etkilerini yaşamak bir yana, tasarruflarını artırdı. Buna karşın düşük gelirli, hizmet ağırlıklı sektörlerde çalışan emekçilerin yaşam standartları çok olumsuz etkilendi. Kadınlar, gençler, göçmen işçiler bu süreçte daha ağır darbe yediler.

Kısa çalışma, ücretli izin, işsizlik ödeneğinin miktar ve sürecinin artırılması gibi uygulamalar ise kamu bütçesine ciddi bir maddi yük bindirdi. İşte bu koşullarda servet vergisinin “adil, makul ve uygulanabilir“ bir politika olarak devreye sokulması ile kaymak tabakanın toplumun geri kalanının yaşadığı bu maddi sorunların yüküne ortak edilmesi talebi yükseldi.

Bu konuda Oğuz Oyan, Anıl Aba ve benim BirGün’deki sırasıyla 26,14,12 Şubat 2020’deki yazılarımız tartışmayı gazetemiz sayfalarına taşıdı. 18 Nisan’da aynı üçlünün Sol Seminer’ler kapsamında Temel Gelir-Servet İlişkisi üzerine söyleşisi gerçekleşti. Ne yazık ki bu meşru talep, o aşamada kamuoyunda yeterince karşılık bulmadı. Ülkemizde ağırlaşan pandemi koşullarını da göz önüne alarak bu konuyu dünya örneklerinin ışığında bir daha dikkatinize sunmanın yararlı olacağını düşünüyorum.

PANDEMİDE MİLYARDERLERİN SERVETİ 1 TRİLYON ARTTI

ABD’de 651 dolar milyarderi bulunuyor. Tax Fairness grubunun yaptığı hesaplamalara göre bu milyarderlerin 18 Martta 2,95 trilyon dolar olan toplam servetleri 7 Aralık itibarıyla yüzde 36 sıçrayarak 4,01 trilyon dolara ulaşmış. Pastadan en büyük payı da Tesla’dan Elon Musk, Amazon’dan Jeff Bezos, Facebook’tan Mark Zuckerberg, Microsoft’tan Bill Gates gibi malum isimler almış. Bu dönemde Musk’ın serveti 118,5 milyar dolar, Bezos’un 71,4 milyar dolar, Zuckerberg’in 50,1 milyar dolar artmış. Raporun yayımlandığı dönemde Covid-19 vakaları rekor sayılara ulaşırken, 10,7 milyon Amerikalı işsizlikle boğuşuyordu.

Raporu hazırlayan kuruluş bu 9 aydaki servet artışının yurttaşlara paylaştırılması halinde her kişiye 3.000 dolar, 4 kişilik bir aileye 12.000 dolar düşeceğini hesaplıyor. Öyleyse ABD ‘de bir servet vergisi uygulamanın objektif koşulları var. Bilindiği gibi Demokrat Parti’nin başkan adayları Bernie Sanders ve Elizabeth Warren süper zenginlere servet vergisi uygulamasını gündeme getirmişlerdi. Warren net serveti 50 milyon doları geçenlerden yüzde 2,1 milyar doların üzerindekilerden ise yüzde 6 vergi kesilmesini öneriyordu. Biden ise yalnızca gelir ve kurumlar vergisi oranlarında sınırlı artışlar vaat ediyor.

Özellikle teknoloji şirketleri sahiplerinin servetlerindeki son artış, yeni bir fikir geliştirmeleri, parlak bir buluş yapmaları, yeni bir hizmet sunmalarından filan kaynaklanmıyor. Bol likidite düşük faiz döneminde, sosyal yaşamın sınırlanması sonucu harcamaların azalıp tasarrufların artması ile birlikte borsaların suni biçimde şişmesinin sonucunu yansıtıyor. Dolayısıyla servetlerine uygulanacak bir vergi, kapitalizmin kendi mantığı içerisinde girişimciliği, risk alarak yatırım yapmayı caydıran bir nitelik de taşımayacak.

SERVET VERGİSİ BİRLEŞİK KRALLIK'TA DA GÜNDEMDE

Birleşik Krallık gerek insan kaybı, gerekse de ekonomik açıdan salgından en şiddetle nasibini almış ülkelerden biri. En son ölüm sayısı 64 bini geçmiş, OECD son Ekonomik Görünüm Raporu’nda İngiliz ekonomisinin 2020’de yüzde 10,1 daralacağını tahmin ediyordu.

Londra Ekonomi Okulu (London School of Economics) ve Warwick Üniversitesi’nden uzmanların hazırladığı Servet Vergisi Komisyonu Raporu, 1 milyon poundun üzerindeki servetlere uygulanacak yüzde 1 verginin 5 yıl içerisinde 260 milyar pound gelir sağlayacağını hesaplıyor. Eşiğin 500 bin, 1 milyon ve 2 milyon pound olarak saptanması halinde, yetişkin nüfusun yüzde 17, yüzde 6 ve yüzde 1’ini kapsayacağı farklı seçenekler de raporda yer alıyor.

Raporu kaleme alanlardan Warwich Üniversitesi’nden Aron Advani, “Bize sıklıkla vergi gelirlerini kayda değer bir şekilde yükseltmenin biricik yolunun gelir vergilerini ve KDV’leri artırmak olduğu söylendi. Bu doğru değildir. Sonunda paranın kimden alınacağı sınıfsal bir tercihtir.” şeklinde açıklamasıyla raporun ardında yatan düşünsel yaklaşımı dile getiriyor. (The Guardian 8 Aralık 2020).

Komisyonun önerdiği yüzde 1 oranı yetersiz bulunabilir. Emek gelirlerinin artması ile gelir dağılımı bozukluklarının törpülenmesi gereği ayrıca vurgulanabilir. Ancak Muhafazakâr Parti’nin iktidarda bulunduğu bir dönemde servet vergisi uygulamasının toplumun gündemine oturması önemlidir. Bir yönüyle de İngiliz burjuvazisinin içine sürüklendiği açmazı göstermesi açısından da dikkat çekidir.

ARJANTİN'DE SERVET VERGİSİ YASALAŞTI BİLE

İngiltere servet vergisini tartışa dursun, Arjantin’de 2,5 milyon dolardan fazla serveti bulunan 12 bin kişiden toplanacak vergi Senato’da onaylandı bile. Vergi oranı servete göre yüzde 1 ila yüzde 3 arasında değişecek. Yurtdışına kaçırılan paralar için bu oran yüzde 50 zamlı uygulanacak. Bunun nedeni, pandemi koşullarını bahane ederek bazı zenginlerin paralarını komşu Uruguay’a aktarıp, oradan mal-mülk satın almış olmaları.

Bilindiği gibi Arjantin pandemi öncesinden ciddi bir ekonomik kriz içerisindeydi. IMF ile 44 milyar dolarlık dış borçların yapılandırılması ile ilgili görüşmeler halen sürüyor. Servet vergisinin yüzde 3,5 üst limitten, yurtdışındaki fonlara ise yüzde 5,25 oranıyla uygulanması sonucu 3,7 milyar dolar toplanması öngörülüyor. Bu paranın yüzde 20’si tıbbi malzeme alımı, yüzde 20’si KOBİ’lerin finansmanı, yüzde 20’si öğrenci bursları, yüzde 15’i sosyal kalkınma projeleri, yüzde 25’i ise doğalgaz arama faaliyetleri için kullanılacak.

Arjantin’in bu adımı en azından diğer ülkelere bir emsal oluşturması açısından çok anlamlı ve değerli.

***

Yüzde 1,5 servet vergisi şimdilik yeter

Türkiye’de servet vergisinin uygulanma ilkeleri, özellikle maliye uzmanlarının katkısını gerektiren kapsamlı ayrı bir tartışmayı hak ediyor. Ben bu yazıda sadece 2 göstergeden hareket ederek içinden geçilen salgın döneminde basit bir servet vergisi planını gündeme getirmek istiyorum.

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu’nun (BDDK) son verileri Ekim sonu itibariyle milyonerlerin sayısının son 10 ayda 96 bin 784 artarak 322 bin 225’e yükseldiğini gösteriyor. Milyonerlerin toplam mevduatı da 2 trilyon 61,5 milyar liraya ulaşmış. Milyoner başına ortalama mevduat 6 milyon 398 bin lirayı bulmuş. Eğer eşik noktasını ortalama mevduat kabul etsek bile, on binlerce kişiden söz ettiğimiz söylenebilir. Üstelik servetin tüm gayrimenkuller, hisse senetleri, tahviller vb. dâhil tüm varlıklar göz önüne alınarak, tüm borçları düşülerek hesaplandığını da unutmayalım.

İlk 10 ayda milyonerlerin toplam mevduatı yüzde 48 artış kaydetmiş. Döviz mevduatı sahiplerinin kur kaynaklı fahiş kazançlar elde etmeleri bir yana, TL mevduatlarının da göreceli düşük seyreden faiz oranlarına karşın reel olarak arttığı görülüyor. Diğer bir ifadeyle zenginler salgın döneminde daha da zenginleşmişler.

Gelelim yoksullara; hükümet yoksul 6 milyon 350 bin aileye salgın ile birlikte 1000 lira nakdi yardım yapmış. Ancak bu 1000 lira ile onları çırak çıkartmış, bir daha yüzlerine bile bakmamış. Üstelik Cumhurbaşkanı “hiçbir vatandaşımızı işsiz ve aşsız bırakmadık” derken…

İsterseniz gelin basit bir hesap yapalım. Eğer Ocak 2021’den başlayarak bu 6 milyon 350 bin aileye 1000 liralık ödemeler 6 ay süreyle düzenli biçimde yapılırsa bunun maliyeti ne olur? Cevap: 38,1 milyar lira.

Milyonerlerin 2 trilyon 61,5 milyar liralık hesaplarından yüzde 1,84 servet vergisi alınırsa bu fatura bütünüyle karşılanır. Ancak BDDK verileri ilk 10 ayı kapsıyor. Muhtemelen yılsonunda milyoner mevduatları 2,5 trilyon liraya yaklaşır. O zaman yüzde 1,5’luk bir servet vergisi uygulanması bile yeterli olur. Böylelikle 6 milyon 350 bin aile rahat bir nefes alır diyemesem de, en azından bu kışı açlık sorunu yaşamadan atlatır.

Eğer “servet vergisi” ifadesi kulağa hoş gelmiyorsa, buna “dayanışma vergisi” ismi de verilebilir. Bu noktada “Yüzde 98,5’e karşı yüzde 1,5 sloganı” da devreye sokulabilir. Yanlış anlaşılmasın kimseyi kimseyle karşı karşıya getirmiyoruz. Bu ifade mevduat sahiplerinin paralarının yüzde 1,5’i gidip, yüzde 98,5’i kalmasını sembolize ediyor.

Bu öneriye ikna olduysanız, iyice geç olmadan, sokaklardaki açlık ve sefalet manzaraları daha da yaygınlaşmadan bu talebi yükseltmekte yarar var.

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN


14 Aralık 2020 Pazartesi

2020: Covid ikliminde gezintiler + ‘Liberal’ emperyalizm / Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

 

2020: Covid ikliminde gezintiler

Bir sistemin hakikati kendini en iyi, en aşırı durumunda ortaya koyarmış. 

Covid-19 krizi, kapitalist uygarlığın hakikatini belki de tarihte ilk kez bu kadar açık biçimde ortaya koydu: 

Kapitalizm yaşamaya devam ettikçe daha da canavarlaşacaktır.

Covid-19 kriziyle sarsılan 2020 yılı, görmek isteyenler, egemen kültür karşında eleştirel mesafelerini korumayı başaranlar için, ekonomiye, siyasete, kültüre, genel olarak uygarlığın durumuna ilişkin çok değerli derslerle doluydu.

Bir mercek olarak Covid-19

Mali kriz 2008’de bir “büyük resesyona” yol açmıştı, sonra da “uzun durgunluk”… Covid-19, “uzun durgunluk” içindeki ekonomileri son 300 yılın “en derin resesyonuna” itti; işsizlik rekor düzeyde arttı. Hükümetler ekonomik çöküşü, toplumsal kaosu önlemek için, neo-liberalizmin bir deyimiyle, adeta bir “sihirli para ağacı” bulmuş gibi borçlanıp harcamaya başladılar. “Saygın” ekonomi yazarları, neo-liberalizmin yol açtığı yıkımdan, Milton Friedman’ın “şirketin sosyal işlevi yalnızca kâr yapmaktır” gibi savlarının yanlışlığından, Thatcher’in “toplum yoktur” iddiasının bireylerde yarattığı psikolojik hasardan, zarardan söz etmeye başladılar. Bazı (sağlık, eğitim gibi toplumsal gereksinimlerin tedariki vb.) alanlarda özel sektöre güvenmenin hata olduğu da ortaya çıkmıştı.

İşsizlik, yoksulluk, bedava gıda dağıtan hayır kurumlarından beslenenlerin sayısı her yerde artarken, milyarderler 2020 yılı boyunca yalnızca Amerika’da servetlerine 1+ triyon dolar eklediler. Covid-19’un etkileri, “büyük veri kapitalizminin”, bu alandaki tekellerin günlük yaşamımıza nüfuz etmesini hızlandırdı; teknoloji ve “yapay zekânın”, “gösteri toplumunun” ürünlerine bağımlılığımız daha da arttı.

Bunlar kapitalizmin en gelişkin merkezlerinde yaşanıyordu. Afrika’nın yoksul ülkelerinde, totaliter rejimlerin ya da “süreç olarak faşizmin” yaşandığı ülkelerde Covid-19, adeta kontrolden çıkmış bir orman yangını gibiydi. Orman yangınından söz açılmışken, 2020 yılında Brezilya, ABD, İsveç, Rusya, Avustralya gibi iklim yapısı birbirinden çok farklı ülkelerde patlak veren büyük orman yangınları, kayıtlar başladığından bu yana en sıcak yıl olan 2020’de, “iklim krizinde ‘geri dönüş eşiği’ geçildi mi” sorusunu gündeme getirdi.

Bir diğer ilginç, daha çok tiksindirici, gelişme de iklim krizini inkâr edenlerin, Covid-19 krizini de inkâr etmesi ve bunların hemen her yerde “süreç olarak faşizmin” aktörleri olmasıydı.

Hakikatin bazı çarpıcı bileşenleri

Yukarıdaki görüntü içinde hakikatin bazı bileşenleri gerçekten çok çarpıcıydı: Örneğin, liberal demokratik kapitalizmin en ileri örneği ABD’de başkanlık seçimleri ve ekonomi üzerine tartışmalar gösterdi ki “demokrasi” aslında bir “oligarşi” ve piyasa ekonomisi, bir tekelci “plütokrasidir” ve bu ikisi tamamen örtüşür.

Trump taraftarı hareketin, Georgia, Pennsylvania, Michigan, Wisconsin, Nevada, Arizona ve cumartesi gecesi Washington’da sergilediği eylemlerin gösterdiği gibi, neo-liberalizmin ürettiği paranoyak ve şizofren birey, artık nihilist ve terörist tepkiler üretmeye başlamıştır. Paranoyaktır çünkü artık dünyası bir komplolar dünyasıdır (Covid’den ölürken hâlâ öfkeyle Covid’in yalan olduğunu haykırmaktadır). Şizofrendir, çünkü patalojik düzeyde yalancı, sahtekâr, narsis adamları Tanrı’nın hediyesi bir mesih olarak görebilmektedir. Nihilisttir, çünkü artık bütün değerler onun için araçlaşmıştır; teröristir, çünkü “toplumsal realite” arzularına direndikçe “kitaba” ve “silaha” sarılarak kandan, katliamdan, intikamdan söz etmektedir.

Ancak hepsi bu kadar değil. 2020 yılı birçok ülkeyi etkilemeye devam eden “süreç olarak faşizm”e, emperyalist ülkelerin köleci mirasına karşı “Siyah Yaşamlar Önemlidir” hareketinin canlı, güçlü protesto eylemlerine şahit oldu. İklim krizine ve türlerin yok olma sürecine karşı bir toplumsal hareket 2020’de çok canlıydı. Cinsiyetçiliğe, kadınlara yönelik taciz ve şiddete karşı “Metoo” hareketi 2020 de küresel çapta yayıldı, yıl kapanırken Türkiye’ye ulaştı. Bu toplumsal muhalefet, halen ne kadar süreceği belirsiz olsa da ABD’de ve birçok ülkede egemen sermayeyi, devletlerin yargı ve güvenlik bürokrasilerini, faşist hareketlere mesafeli durmaya zorladı.

Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

                                                                    ***

‘Liberal’ emperyalizm

ABD’de Biden yönetiminin kadroları belli olmaya başladı. Belirgin biçimde, silah sanayii ve finans sektöründen gelen kadrolar, geçmişte “liberal enternasyonalizm” olarak adlandırılan “liberal demokrasi” kurallarını yaygınlaştırma politikalarını savunuyorlardı. Şimdi bu eğilim, Çin’in yükselişini de hesaba katan önemli bir güncellemeyle Biden yönetiminin dış politikasını belirleyecek gibi görünüyor.

Emperyalist ama liberal

“Liberal enternasyonalizm”, ABD’nin şekillendirdiği uluslararası düzen içinde, uluslararası sermayenin serbestçe hareket etmesinin önündeki engelleri kaldırmayı, bu amaca uygun liderlikleri de parlamenter sistemin kuralları içinde iktidara taşımayı amaçlıyordu. Bu strateji, hedef aldığı ülkelerin ekonomik-siyasi yapılarını, bir askeri müdahaleye gerek kalmadan düzenlemeyi, yönlendirmeyi amaçladığından “modern emperyalizm” kategorisi içine giriyordu. “Liberal” sıfatı da uluslararası sermayenin değerlenme gereksinimlerine açık olmak anlamına geliyordu.

Haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin sınırları da ülke halkının bu modeli kabul etme eğilimine göre belirleniyordu. Halk, demokrasiyi sermayenin serbestliğini sınırlamak için kullanmaya kalkarsa, haklar ve özgürlükler olarak demokrasinin sınırları daralmaya başlıyordu. Sermayenin serbestliğini korumak için özgürlükleri kısıtlamaya, hatta kimi zaman “süreç olarak faşizm” aşamasına geçmeye başlayan bir rejimi, seçimlerin varlığına bakarak “illiberal demokrasi” kavramıyla tanımlamak tam bir saçmalıktı.

Aslında haklar ve özgürlükler olarak demokrasi doğası gereği “illiberaldir”. Son yıllarda ABD’de muhafazakâr entelijansiya arasında demokrasinin liberalizmi tehlikeye attığına ilişkin bir tartışmanın başlaması da boşuna değildir.

Ama eskisi kadar liberal değil

Biden yönetimi, dış ilişkilerde ABD liderliğini restore etme projesinde “liberal enternasyonalizm” ilkesinde iki düzeltme yapmaya hazırlanıyor. “Liberal enternasyonalizm” (küreselleşme), bu kez ABD’de “orta sınıfların” refahını da hesaba katacak, gerektiğinde, ticaret ve yatırım alanlarında “korumacı” uygulamalara başvurabilecek. İkincisi: ABD liderliğinin restorasyonuna ve ABD’de orta sınıfların refahına katkı yaptığı oranda, “liberalizminin”, “demokrasisinin” sınırları daralmış ülkelerle de işbirliği yapabilecek.

Liberal enternasyonalizmin teorisyenlerinden G. John Ikenberry, geçen hafta Biden yönetimine yön verdiği söylenen A World Safe for Democracy başlıklı son kitabıyla ilgili olarak “Şimdi buna illiberal enternasyonalizm diyenler de olacaktır” diyordu.

Ama hâlâ emperyalist

Biden, ABD liderliğini restore edeceğini, liberalizmin küresel kurallarını koruyacağını söylüyor. Biden, Avrupa Birliği, Japonya gibi geleneksel müttefikleriyle, Trump döneminde bozulan ilişkileri düzeltecek; bir “demokrasiler bloku” oluşturacak, böylece Çin’i ABD’nin kurduğu düzenin kuralları içinde kalmaya zorlayabilecek. Bu noktada “gelişmekte olan”, “bağımlı ülke” gibi ifadelerle betimlenen, büyük güçler arası paylaşım konusu olan “III. Dünya” ülkeleri büyük önem kazanıyor.

Çin’in ABD’nin karşısına bir hegemonya adayı olarak çıkabilmesi için “III. Dünya” ülkelerine 3 nedenden gereksinimi var:

1) Buralar enerji, gıda, stratejik minerallerin kaynak havzaları.

2) Kapitalist bir ekonomi olarak Çin, üretim, birikim ve nüfus fazlasını bu ülkelerin piyasalarına ihraç ederek kendi kriz eğilimlerini yumuşatabilir.

3) Bu ülkeleri etki altına alabildiği oranda Çin, uluslararası kurumlarda kendine yeni destekçiler edinerek ABDAvrupa karşısında direnme, hatta kuralları değiştirme şansı elde edebilir.

Tek Yol Tek Kuşak” projesi, Asya’dan Afrika’ya, Latin Amerika’ya borçlandırma, telekomünikasyon, Konfüçyüs Enstitüleri ağları hep bu amaca uygun klasik neo-kolonyal (emperyalist) politikalar olarak Çin’in “III. Dünya” ülkeleriyle “bağımlılık” ilişkisi kurma çabalarını yansıtıyor.

Biden yönetimi bu alanlarda Çin’le rekabete girmeye kararlı görünüyor. Böylece birilerinin iyimser biçimde “yeni soğuk savaş” dediği bir ortama değil ama yine iki bloklu, 19. yüzyılın sonunu anımsatacak kadar patlayıcı bir emperyalist rekabet dönemine giriyor olabiliriz.

Ergin Yıldızoğlu-CUMHURİYET

Dedikoduyu bırakalım bunları konuşalım - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

Spot ışıklarıyla aydınlanmış ahşap bir oda. Masanın arkasındaki koltuk boş. Suyun olduğu bardak, misafirin “Ne içersin” sorusuna verdiği yanıtı gösteriyor. 

Deri koltuğun yan dönmüş hali, oturanın fotoğraf çekmek için ayağa kalktığını anlatıyor gibi. 

Masanın önündeki pembe ceketli kadın gazeteci, makamın sahibinin çektiği o fotoğrafı sosyal medyada paylaşırken not düşmüş: Büyüyünce “başsavcı” olacağım.

İstanbul Adliyesi’nde, avukatların bile giremediği o odada, makamın sahibinin çektiği hatıra fotoğrafına ve manidar mesaja bakıp geçebilirdim. Üzerine anlatılanları “kimsenin hayatı kimseyi ilgilendirmez” diye kapatabilirdim. Gelgelelim cuma akşamı tuhaf bir şey oldu. HSK (Hâkimler ve Savcılar Kurulu) adı, sanı, tarafları belli olmayan bir “dedikodu” hakkında apar topar açıklama yaptı. “Apar topar” diye boşuna demiyorum. Pelikan Grubu’na yakınlığıyla bilinen gazeteciler, HSK’ye defalarca “açıklama yap” çağrısında bulunmuştu. Kulislerden konuşulanlara göre, HSK’ye başka yollarla da bu “talep” iletilmişti. HSK de yine isim vermeden “(sosyal medyada) Bahsedilen iddiaları içeren bir şikâyet dilekçesi kurulumuza başsavcılıklar aracılığı ile veya başka bir yolla gönderilmedi” diyordu. HSK isim vermese de aslında milletvekili Ahmet Şık’ın iddialarına yanıt vermişti.

Kaynak ‘bizden’ dedikleri

Dün gazetemizde okudunuz. Eski İstanbul Cumhuriyet Başsavcısı İrfan Fidan, HSK açıklamasının muhatabı olarak Seyhan Avşar’a konuştu. Özel hayatında yaşanan bir krizin ardından eşiyle tartıştığı, bu sırada fiziksel şiddet olayının yaşandığı, eşinin İstanbul Cumhuriyet Savcılığı’na gelerek kendisi aleyhinde ifade vermek istediği, kritik davalarla ilgili rüşvet ve irtikap iddialarında bulunduğu, bazı adresleri de işaret ettiği, bu durumun krize neden olduğu, adliyede hiçbir savcının ifade almak istemediği, olayın üzerinin örtülmeye çalışıldığı gibi bütün iddialar için “yalan” dedi.

Fidan, “Anayasa Mahkemesi adaylığım öncesi FETÖ’nün itibarsızlaştırma operasyonu” ifadelerini de kullandı. Ancak herkes biliyordu ki iddiaların kaynağı FETÖ değil, İstanbul Adliyesi başta olmak üzere yargının ta kendisiydi. Bu, benim yorumum değil. İrfan Fidan’la sıkça görüşen isimlerden olan, Pelikan Grubu’na yakınlığıyla da bilinen Cumhurbaşkanı’nın eski avukatı Mustafa Doğan İnal, sosyal medyadan şu satırları yazdı: “Asıl sorun, bu müptezellere itibar suikastları için mermi olan, bu aşağılık işlere sevinip dedikoduyu yayan, her mutsuzlukta kariyer arayan sözde ‘bizden’ görünen muhterislerdir.”

İnal’ın “her mutsuzlukta kariyer aramak” dediği şey ne bilmiyorum? Ancak iddiaların kaynağı olarak “bizden görünenler” diyerek birilerini işaret etmesi, iktidar içindeki klik savaşlarını anımsatıyor. Hatırlayın, Pelikan Grubu ile Adalet Bakanı arasındaki tartışma, Bakan’a “düne kadar FETÖ’cülerle aynı maklubeye kaşık sallayanlar” sözlerini söyletmişti. Belli ki Fidan’a ilişkin iddialar da yargı içindeki çatlaklardan sızmıştı. Nitekim HSK’nin açıklamasını da en çok sahiplenenler, İrfan Fidan’a desteğiyle bilinen Pelikan yapılanması yayınları oldu. Öte yandan halkın çoğunluğunun haberdar bile olmadığı iddia, Yargıtay kulislerinde günlerdir konuşuluyordu.

Son tuhaflık ise yazının başında anlattığım fotoğrafın sahibiyle ilgili yaşanan bir olay. Fidan’a desteğiyle bilinen Sabah gazetesi, tam da bu olayların ortasında, dün bir haber yaptı. “Büyüyünce başsavcı olacağını” söyleyen o kadın gazeteciyi, yıllar önce yaşanan bir hadiseye dayanarak “bir işadamına para karşılığı şantaj yapan biri” ilan etti. Habere göre, kavganın merkezi olan İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, şantaj hakkında dava da açmıştı.

Yargıda reform neden bitmiyor

Biliyorum, çoğunluk özel hayat dedikodularını seviyor. Ancak kimsenin özel hayatı bizi ilgilendirmez. Buna karşın, kadına şiddet ya da önemli davalarda dağıtılan paralar, önce yargının, ardından kamuoyunun bilgilenme hakkının konusudur. Öyle bir yargı da öyle bir kamuoyu araçları da bugün ortada yok. İşte bu tablo içinde biz belki de asıl konuşacağımız konuyu yine gözden kaçırıyoruz.

Ne mi?

Yargıtay’ın kendisi aslında bir hukuk reformu kurumudur. 19. yüzyıla kadar Osmanlı adalet sisteminin temyiz makamı yoktu. Sultan 2. Mahmut’un 1837 tarihinde kurduğu Meclis-i Vâlâ-i Ahkâm-ı Adliye, 6 Mart 1868 Cuma günü Sultan Abdülzaziz’in fermanıyla ikiye bölündü. “Divan-ı Ahkâm-ı Adliye” bugünkü Yargıtay olurken, “Şûrayı Devlet” günümüzde Danıştay’a kadar geldi. Abdülaziz, kuruluş fermanında şunları söylemişti:

Hem devlet ve memleketçe, hem kişilerin hak ve güvenlikleri bakımından en çok gerekli bulunan reformlardan biri dahi hukuk işlerinin mülki işlerden ve yürütmeyle görevli hükümetten ayrılmasıdır. Bu önemli işin de bir an önce yoluna konulması adalete değer veren Sultan’ın en büyük arzusudur.

Osmanlı düzeni modernleşirken bir “hukuk reformu” yapmaya, adliyeyi siyasetten ayırmaya, karar vermişti. Yargıtay aslında buydu.

Peki, şimdi…

FETÖ’cüler, iktidardakiler, liberaller el ele verdiler. Önce “reform” diyerek yargıyı referandumla hükümete bağladılar. Yargının “FETÖ çiftliği”ne dönüşmesiyle başlayan hikâye, her gelenin sırayla tasfiye olduğu ve hepsinde “reform”un konuşulduğu bir tuhaflığa dönüştü. “Kendisine söyleneni en hızlı yapanların yükseldiği” son düzen de Türkiye’de adaleti içinden çıkılamaz hale getirdi. Yeni “reform”, bu cendereyi yaratanları görevden alıp Yargıtay’a atamayla başladı. Atananlardan biri olan İrfan Fidan ise daha bir dosya bile bakmadan, Yargıtay’da perşembe günü yapılacak Anayasa Mahkemesi (AYM) üyeliği seçimine aday oldu. Haliyle oy verecek olanlar, iki asra yayılan kuruluşun yıpranmış itibarı için de bir karar verecek.

Yargıyı bataklığa çevirenler

AYM üyeliğini, iktidar içindeki kliklerin adamı olanlar, yargıyı o hizipler için kullananlar mı hak ediyor?

Para yatıranlar yargılanırken, Bank Asya ortaklarının savcılık odalarında aklandığı; yazarları yargılanırken Zaman gazetesi patronlarının elini yıkadığı; servetinin bir bölümünü verenlerin sabıkasızlaştırıldığı düzenin parçası olanlar mı AYM üyeliğini hak ediyor?

Milletin adaletinin kılıcı olmak yerine, makamı aracılığıyla “benim gazetecim, benim avukatım, benim adamım” sisteminde rol alanlar mı AYM üyeliğini hak ediyor?

Bir temyiz makamına dönüşen AYM’yi, içeriği felaket davalarla uğraştıranlar mı AYM üyeliğini hak ediyor?

Becerikli avukatlar”ın hâkimlerin yerine adalet dağıttığı yapıyı oluşturanlar mı AYM üyeliğini hak ediyor?

Türk hukukunun kadim kurumunda; tek bir dosya kapağı açmadan, tek bir imza atmadan, tek bir karar incelemeden, tek bir hukuk dersi vermeden, Yargıtay’ı metro aktarma durağı gibi kullananlar mı AYM üyeliğini hak ediyor?

Kampanyasını anayasa, yargı, adalet demeden “büyükler beni istiyor” diye yapanlar mı AYM üyeliğini hak ediyor?

Ne özel hayat, ne aile ilişkileri…

Asıl tartışmamız gereken, Yargıtay üyelerinin de sorması gerekenler bunlar.

Tüm bu tartışmaların odağında, tartışmayı izlediğinden emin olduğum kadın gazeteci, dün sosyal medya hesabından Enfal suresinin ayetini paylaştı: “Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Ve Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.

Umuyorum yargımız kumpasların da tezgâhların da tuzakların da esaretinden bir gün kurtulur.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

13 Aralık 2020 Pazar

Teknolojik ‘gerileme’ ve dijital feodalizm - ANIL ABA / BİRGÜN

 

On yıllardır biz bunu yaptık; albümleri, şarkıları, filmleri, dizileri bilgisayarımıza farklı kaydedip kullandık. Sonra birileri bu seçeneği bizden geri alıp her defasında çalmak için abonelik satmaya başladı. Yani yine kamusal olan bir mal özelleştirilip toplumsal olarak verimsiz bir iş modeline dönüştürüldü. Siz ne dersiniz bilmem ama ben buna dijital feodalizm diyorum…


Ana akım (liberal) iktisatta teknolojinin adeta bir vakumda üretildiği düşünülür. Endojen büyüme hurafeleri teknoloji üretimini armut, bardak ya da mandal üretimiyle aralarında bir fark yokmuş gibi matematikleştirir. Paul Krugman bile endojen büyüme modellerinin, ölçülemeyen şeylerin diğer ölçülemeyen şeyleri nasıl etkilediği üzerine yapılan varsayımlardan ibaret olduğunu ifade ederek ampirik hiçbir karşılığı olmadığını söyler.

Oysa Marksist iktisatta teknolojik gelişme "yatırım yap ya da öl" rekabetinin yani, Anwar Shaikh hocamızın tabiriyle "gerçek rekabet"in bir sonucudur. Şirket sayısıyla ölçülen "tam rekabet" safsatası kapitalizmdeki gerçek rekabet ve teknoloji üretimine dair hiçbir şey söylemez. Gerçekte, firmalar müşteri çekmek için birbirleriyle savaş halindedirler. Bu savaşta "fiyat onların silahları, reklam propagandaları, yerel Ticaret Odaları ibadethaneleri, kâr yüce tanrılarıdır" (Bkz. Anwar Shaikh, Kapitalizm: Rekabet, Çatışma, Bunalımlar).

Tabii burada teknolojiden kastımız akıllı telefon, tablet, Bluetooth hoparlör gibi zımbırtılar değildir. Zira bunlar son kullanıcıya ulaşan ıvır zıvır ürünlerdir. Asıl kastımız üretim teknolojisidir, yani birim maliyeti düşürmek için geliştirilen teknoloji. Dokunmatik ekranlı akıllı telefonlar 1990’larda da üretilebilirdi. Ama fiyatı 8000 dolar falan olurdu herhalde. Esas mesele onu 80 dolara imal edebilip, görece, daha erişilebilir hale getirmek… Dolayısıyla, gerçek rekabet şirketlerin birbirlerine karşı maliyet, ve dolayısıyla fiyat, avantajı sağlamaya çalıştığı işte bu üretim teknolojisini geliştirme rekabetidir.

Bunun yanında teknoloji, sınıf mücadelesinin de bir fonksiyonudur. Son 15-20 yıldır olduğu gibi, "işsizlerden ve düşük ücretli işçilerden oluşan devasa bir havuzun varlığı işverenlerin otomasyona geçmesinde caydırıcı bir unsur olmaktadır. Ücretler artmaya ve emek piyasası daralmaya başlarsa, işverenler ilave emek maliyetlerini karşılamak yerine şu anda geliştirilmekte olan yeni teknolojilere yönelmeye başlayacaktır." Bu bakıma, ekonominin tamamen otomasyona geçmesini engelleyen şey teknik yetersizlikten çok düşük ücretler ve yüksek işsizlik oranlarıdır (Bkz. Peter Frase – Dört Gelecek).



TEKNOLOJİYİ KİM ÜRETİR?

Veblen’e göre teknolojiyi ustalık içgüdüsüyle çalışan mühendisler ve işçiler ilerletir, iş insanları ise yıkıcı içgüdüleriyle geriletir. Örneğin, akıllı telefon projesinde çalışan bir mühendis takımı size en verimli, en dayanıklı, en pratik, en iyi çözünürlüklü, en yüksek işlemci ve hafıza kapasiteli telefonu tasarlar. Fakat bu bir iş insanı için felakettir. Sermayedarların hedefleri yönünde çalışan CEO’nun ürün müdürüne verdiği yönlendirmeyle mühendisin bu telefonu 50 mega pikselden 2 mega piksele, 250 gigabayttan 16 gigabayta, 10 yıl garanti süresinden 2 yıl garantiye "geriletilir" (Bkz. Planlı eskitme). Sonra her yeni modelde iPhone 5, iPhone 5s, iPhone 6, iPhone 6s, iPhone 7, iPhone 7s vesaire diye damlaya damlaya geliştirerek satılır. Yani mühendisin ürettiği ileri teknoloji iş insanları tarafından geriletilir. Çünkü böylesi daha kârlıdır…

Nüfusu homojen dağılmış daire şeklindeki bir şehre hastane yapılacağını farz edelim. Mühendis bunu (Tüm mesafelerin karelerinin toplamını minimize edecek şekilde) şehrin merkezine yapar. İş insanı ise hastaneyi şehrin dışına yapar. Çünkü şehir dışında arsa fiyatları ve bina kiraları daha düşüktür, hasta insanlar da buraya gitmeye mecburdur. Yani mühendis konuya toplumun refahını maksimize etme motivasyonuyla yaklaşırken iş insanı kendi kârını maksimize edecek şekilde yaklaşır. Mühendis, toplumsal verimliliği düşünür; iş insanı, özel maliyeti insanlara ödeterek kendine rant sağlar. Mesela Romanya’ya Acıbadem Hastaneleri açılmış. Özel sağlık sermayesi çok memnun. Doktorlar da öyle… Peki ya halk?

TEKNOLOJİK "GERİLEME"

Uydu ve kablosuz sinyal, en fazla alıcıya birim maliyeti en ucuz şekilde bilgi ileten en verimli telekomünikasyon teknolojisidir. Bu sayede televizyon ve internet herkese ulaştı. Tüketimde rekabeti olmadığı ve kullanımı dışlanamadığı için, yani ben TRT 1 seyretmem diğerlerinin seyretmesini azaltmadığı ve insanların izlemesi engellenemediği için, TV yayını kamusal bir maldı (Public good).

Sonra, ilerleyen teknoloji sayesinde, iş insanları bir kamusal mal olan TV yayınını kulüp malına (Yarı kamusal mal), yani parayı vermeyenlerin dışlandığı bir modele çevirmek istediler (Bkz. Pay TV). Bunu yapmak için, sinyalleri baz istasyonlarından şifreleyerek gönderdiler (Bkz. Scrambling technology). Uydudan size gelen şifreli (Coded) sinyali çözmek için millete "dekoder" sattılar. Yani toplumsal olarak daha verimli olan kamusal bir hizmet, rant yaratmadığı için, özelleştirilerek, sadece parayı verenin kullanabildiği, toplumsal olarak daha verimsiz özel bir hizmete dönüştürüldü!!! Böylece, yıllardır TRT 1’den ücretsiz olarak seyrettiğimiz maçlar Cine 5’ten parayla satılmaya başlandı. Resmen sabotaj…

Tabii teknoloji de, diyalektik bir biçimde, karşıtını yarattığı için bilgisayar ve yazılım tabana yayıldıkça 12-13 yaşındaki çocuklar bile "hacker" olmaya başladılar. Amerika’da birçok kişi ücretli televizyonların şifrelerini kırarak yayınları bedava izlediler, izlettiler. Eminönü’nde 3-4 aylık Cine 5 parasına dekoder kırıyorlardı. En nihayetinde, şirketler şifrelemeyi geliştirecek 100 mühendis çalıştırdıysa, dışarıda o şifreleri kıracak 100 milyon kişi vardı.

Dijital kilit savaşını kazanamayacağını anlayan şirketler, müthiş bir kararla, çözümü kablolu televizyona geçmekte buldular. Amerika’yı eyalet eyalet, şehir şehir, cadde cadde, sokak sokak, apartman apartman analog kablolarla döşediler. Çünkü, dijital hacker’lığı engelleyemiyorlardı ama abonelik ücretini ödemeyen kullanıcıların kablo bağlantılarını keserek yayını engelleyebiliyorlardı. Yani, sistem, daha kârlı olduğu için, toplumsal olarak daha verimsiz bir teknolojiye geçiyordu. Müthiş bir şey…

Sırasıyla pikaplarda, teyplerde, CD çalarlarda, mp3 çalarlarda biz şarkıları ister ileri ister geri sarar istediğimiz kadar atlayarak dinlerdik. Sonra Spotify bir yazılım üretip oynatıcısında şarkı atlama seçeneğini kapatarak, "Şarkı atlamak güzeldir, sınırsızca şarkı atlamak için Premium’a abone ol" diye bize abonelik satmaya başladı. Ya biz her zaman şarkı atlıyorduk zaten. Spotify yıllardır yaptığımız bir şeyi bizden geri alıp parayla satıyor. Yani iş modeli olarak şarkı atlamak için insanlardan para istemek de ne bileyim…

Bir de bunlara "streaming" uygulaması diyorlar, değil mi? Ama bütün bilgisayarcılar streaming diye bir şeyin aslında olmadığını gayet iyi bilir. Nitekim streaming geçici download’tur. Şarkı çalarken internet bağlantısını keserseniz şarkı çalmaya devam eder, başa alıp istediğiniz kadar dinleyebilirsiniz. Çünkü Spotify ve diğer sözde streaming uygulamaları çaldığınız şarkıyı/filmi cihazınızın geçici belleğine kaydetmiştir. Buradaki soru şudur: kullandığınız uygulama, sağ tıklayıp "farklı kaydet" yapmanıza izin veriyor mu, vermiyor mu? On yıllardır biz bunu yaptık; albümleri, şarkıları, filmleri, dizileri bilgisayarımıza farklı kaydedip kullandık. Sonra birileri bu seçeneği bizden geri alıp her defasında çalmak için abonelik satmaya başladı. Yani yine kamusal olan bir mal özelleştirilip toplumsal olarak verimsiz bir iş modeline dönüştürüldü. “Farklı kaydet” ya da şarkı atlama seçeneklerini kapatıp insanlardan para istemek teknolojik ilerleme değil, gerilemedir. Siz ne dersiniz bilmem ama ben buna dijital feodalizm diyorum…

ANIL ABA / BİRGÜN


İslamcılık 50 yıldır müesses nizamın parçasıydı - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

Atatürkçü, Cumhuriyetçi, laik kesimler kendilerini müesses nizamın bir parçası olarak görmekte haklı mı? 

İslamcılar çevreden mücadele ede ede merkeze mi yerleşti yoksa bu fikir doğrudan merkez tarafından mı inşa edildi? 

Türkiye’deki İslamcılık 1923’ten 2002’ye kadar ceberut devlet veya vesayet odakları tarafından baskılanmış mıydı? 

“Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” adlı kitap tüm bu sorulara çarpıcı cevaplar veriyor.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, yaptığı her konuşmada lafı bir biçimde 1923-45 arası tek parti dönemine getirebilmeyi başarıyor. Ancak yine Erdoğan 1945 sonrasına ilişkin aynı tonda konuşmuyor. Akademisyen Yazar Tolga Gürakar ve Behlül Özkan’ın derlediği ve onlardan başka 8 yazarın daha makaleleriyle katkı koyduğu Tekin Yayınevi’nden çıkan “Türkiye’nin Soğuk Savaş Düzeni” adlı kitabın omurgasını da 1945 sonrasında ülkenin içine çekilen islamizasyon süreci oluşturuyor. Kitabın tezi son derece çarpıcı; İslamcılık çevreden yükselmedi, bizzat büyük sermaye, ordu ve ABD’nin etkisiyle merkez tarafından soğuk savaş döneminde inşa edildi. Kendisini son 50 yıldır müesses nizamın parçası zanneden Cumhuriyetçi, laik kesimler de büyük bir yanılgı içinde.

Kitabı derleyen Gürakar ve Özkan’la söyleşimizi yayımlıyoruz.


Kitabınız merkez-çevre paradigmasından bakarak İslamcılığı anlamaya çalışmanın bir antitezini oluşturuyor. İslamcılığın Türkiye’nin merkezi tarafından baskılanan bir ideoloji olmadığını, hatta bizzat merkezin bir parçası olduğunu iddia ediyorsunuz. Eleştirdiğiniz şeyi biraz açar mısınız?

Gürakar: Ben kitabın kuramsal arka planını yazdığım kendi bölümümde (kitap birçok yazarın makalelerinin derlemesinden oluşuyor) 1945 sonrası Soğuk Savaş döneminde kapitalist blok içerisinde yeni bir düzen inşa edildiğini, antikomünist bir yönelimin egemen hale gelmeye başladığını ve bu süreç içerisinde de bütün bilim dallarındaki değişmelere değindim. Merkez-çevre paradigmasına gelecek olursak, o da 1940’larda 50’lerde dünyada tartışılıyor, hatta Marksistler dahi bu paradigmayı sınıfsal analizler yaparlarken farklı biçimlerle kullanıyordu. Bu paradigma Türkiye’ye yorumlandığı zaman temel olarak şunu söylüyordu: “Bir çevre var, bir de merkez var. Çevre, ceberut olarak değerlendirilen merkezin büyük bir baskısı altında. Kendi değerlerini o merkeze hiçbir şekilde ihraç edemiyor.” Bu paradigmanın bakış açısı oldukça tek taraflı. Bütün değerler merkezden çevreye akıyor ama merkez çevreden hiç etkilenmiyormuş gibi çevreyi statikleştirici, merkezi de şeytanileştirici bir bakış açısı var. Biz kitapta bunu eleştirdik ve bunun böyle olmadığını dile getirdik. Araştırmalarımız neticesinde bulduğumuz şey de şudur: “İslamcılık özellikle 1950’lerden başlayarak hiç de çevrede değilmiş, aksine günbegün merkezin kıyısına doğru elbirliği ile çekilmiş. Bu konsensüste de müesses nizam ve elitlerin “antikomünist” yönelimleri başat rol oynamış.

Genel olarak tezinizi ortaya koyarken “müesses nizam” dediğiniz şeyin içine orduyu ve büyük sermayeyi de koyuyorsunuz. Ancak bugünlerde büyük sermaye, sanki aralarında çıkar çatışmaları olan fraksiyonlarmış gibi resmediliyor. Bir tarafta Cumhuriyetçi sermaye bir tarafta İslamcı sermaye. Nasıl değerlendirirsiniz bunu?

Özkan: Zaten kitabın altbaşlığı, “ordu, sermaye, ABD ve İslamizasyon”. Yani Türkiye’nin soğuk savaş düzeninin ideolojisi olan islamizasyonun üç önemli aktörü, ordu, sermaye ve ABD. Kitabın ana omurgası şu; İslamcılık çevreden yükselmedi. Bizatihi merkezden inşa edilerek, 60’lı yıllarda yükselen işçi ve öğrenci hareketlerine karşı bir panzehir olarak topluma vuruldu. Ama bir şey daha var, Türkiye’de sol, sosyal demokrat, Kemalist, laik, Cumhuriyetçi kesimler de, kendilerini aslında müesses nizamın bir parçası olarak sanıyorlardı. Halbuki, 1960’larda Doğan Avcıoğlu’nun ilerici olarak gördüğü ordu, Türkiye’de o yıllarda “gerici” olarak nitelendirilen cemaatlerle çok yakın ilişkiler içinde. Bu konuya ilişkin onlarca bilgi, belge mevcut. O zaman kendisini sol, Kemalist, laik, Cumhuriyetçi olarak tanımlayan kesimlere şunu söylüyoruz, “Siz kendinizi müesses nizamın parçası zannederek, belki mental bir rahatlama içine giriyorsunuz ama gerçekte yaşanan çok farklı. 50 yıldır da müesses nizam sizden değil. Sizin dünya görüşünüzün fikirlerini paylaşmıyor. Bunun da farkına varsanız iyi olur”. Yani kitabın bir mesajı İslamcılığın merkezin içinde konumlandığıysa, bir mesajı da merkez sanılanın aslında merkez olmadığıdır.

Sanırım en heyecan verici kısmı da bu, katılır mısınız?

Özkan: Evet, evet. Ben de kişisel anlamda bu kitabın -aynı zamanda kolektif bir çalışmaydı- en öğretici yanının bu olduğunu düşünüyorum. Çünkü uzun yıllardır, sağ, merkez sağ, İslamcı veya liberal çevreler, gazeteciler, bu merkez-çevre paradigmasının üzerinden bir hegemonik söylem oluşturdu. Çok kolay çünkü… Kitapta bunu vurguladık. Türkiye’nin islamizasyon süreci çok karmaşık ve komplikedir. Ama her komplike sorunun, basit ve kısa ama yanlış bir çözümü de var. İşte Şerif Mardin tarafından Türkiye’ye uyarlanan merkez-çevre paradigması tam da böyle. Çok kolay, herkesin anlayabildiği, kullanabildiği, lego gibi her yere yerleştirilebilen, her şeyi açıklıyor size ama hiçbir şey açıklamıyor aslında.

Ama kendisini sol, Cumhuriyetçi, laik olarak tanımlayan kesimler büyük sermayenin bir kısmının “günahsız” olduğunu düşünüyor…

Özkan: Bizim kitabın siyasete bir mesajı varsa o da, Türkiye’nin bu dediğin kesimlerine belki bir uyarı, belki bir tokat etkisi yaratması: “Siz Beyaz Türk değilsiniz, iktidarda yoksunuz, uzun zamandır da yoktunuz” diyor kitap. Türkiye, aslında sizin tahayyüllerinizdeki gibi bir ülke değil, ne ordusu öyle ne sermayesi sizin hayal ettiğiniz gibi. Türkiye’nin büyük sermayesi, 29 Ekimlerde, 10 Kasımlarda, sosyal medya üzerinden PR kampanyaları düzenliyor. Ama bakın diyoruz, büyük sermayenin de geçmişi hiç öyle parlak değil. Türkiye’nin bugün yaşadığı demokrasi, insan hakları, akademik özgürlükler, basın özgürlüğü gibi bu iktidarla birlikte yaşadığı bütün sorunların temelinde bu ülkenin sermayesi de var, ordusu da var. Yani bugün geldiğimiz durum, 2002’de başlamadı, bunun evveliyatını bilmek istiyorsanız, alın okuyun demek istiyoruz aslında.

Geçmişte Türkiye’nin geleneksel sermayesinin islamizasyona etkisi var, bunu anlıyoruz, ancak son özellikle son 10 yılda büyük sermaye grupları arasında bir çatallaşma yok mu? Bir yanda geleneksel sermaye grupları diğer yanda, Saray sermayesi gibi bir fraksiyonel ayrımdan bahsetmek tümüyle yanlış değil sanırım?

Gürakar: Son 10 yılda Türkiye’de yaşananlar, hatta 2016 darbe girişimi sonrasında, daha da artan otoriterleşme, elbette sermaye içinde belli başlı kanatları rahatsız ediyor. Sonuçta bu sermayedar dediğimiz kişiler de, uzaydan gelmiş değiller. Belki geniş kesimler gibi yaşamıyorlar ancak yaşamlarına dair benzer endişeler taşıyan insanlar. O da çocuğunun ya da torununun Türkiye’de bir geleceği olup olmadığını düşünür. Buradan bakıldığında elbette bir çatallaşma olduğu gözükebilir. Ama kolektif çıkarlar olarak düşünüldüğünde ben burada bir çatallaşma olduğunu hiç düşünmüyorum, aksine kimi politik çıkıntı potansiyeline sahip birkaç grup haricinde ekseriyet AKP döneminin kazananı oldular.

Özkan: Sermaye de ordu da muhafazakâr kurumlardır, yani mevcut düzeni korumak ve sürdürmek isterler. Mevcut düzen hem ordunun hem sermayenin çıkarlarını gözetir. 1960’lı yıllardan itibaren önemli bir kırılma oldu Türkiye’de. OYAK (Ordu Yardımlaşma Kurumu) kuruldu. Böylece mevcut ekonomik ve siyasi düzene, ordu tam anlamıyla entegre oldu. Sermaye için de durum benzerdir. Farklı dünya görüşleri olabilir, farklı yerlerde kimlikleri olabilir. Ama nihayetinde sınıfsal çıkar olarak baktığımızda bunların hepsi yan yana gelecektir. Sonuç olarak bakmamız gerek, hem ordu hem sermaye için önemli olan kimlikler değil, iktisadi ve siyasi çıkarlarıdır.

1945’ten sonra İslamcılık merkez tarafından inşa edildi. Peki 1923-1945 arasında gerçekten merkezi baskıladığı bir İslamcılıktan bahsetmek mümkün mü? Erdoğan da sürekli bu tek parti dönemine atıf yapıyor biliyorsunuz.

Özkan: Bu Kemalist devletin ne olduğunu ciddi şekilde sorguluyorum ben. 1923’te Cumhuriyet ilan edildiğinde Atatürk’ün bir kurucu figür olarak son derece devrimci olduğu konusunda ve 1923’ün keskin bir değişim olduğu konusunda hemfikiriz. Ama Cumhuriyet ilan edildiği zaman Atatürk bu devleti valiler, emniyet müdürleri, bürokratlarla yürütecekti. Nereden geldi bu bürokratlar? Kemalist devlet dediğimiz zaman, Atatürk bir anda Cumhuriyetçi, devrimci bir zümreyi iktidara mı getirdi? 1923-45 arasında bazı noktalarda devrimci fikirlere sahip olan kişilerin var. Ancak bunun tam tersi de geçerli ve bu gözden kaçıyor. Mesela Fevzi Çakmak. Ne kadar jakoben, laik, devrimci çizgiye uyuyor? Sonuçta bu dönemde ordunun başındaki isim ve Nakşi cemaatlerle temasları var. Çakmak son derece dindar ve 1950 yılındaki cenazesi, İslamcılar’ın ilk büyük gövde gösterisi Cumhuriyet tarihinde. Bu kişi 1944’e kadar değişmez biçimde genelkurmay başkanı ve Atatürk’ün en yakın çalışma arkadaşı. Onlarca böyle örnek var. Dahası, Türkiye’deki islamizasyon süreci de Demokrat Parti’yle beraber 1950’de başlamadı, 1945’le birlikte yani hala CHP iktidardayken başladı.

İnönü bir hata mı yaptı yoksa bilinçli bir eylem miydi?

Özkan: Şimdi 1923-45 arasında en az İslamcılığa yapılan baskı kadar hakim olan bir dinamik de antikomünizm. Unutmayalım, Nazım Hikmet 1938-50 arasında içeride tutuldu. Nazım Hikmet’in Cumhuriyet’e ve devrimlere bağlılığını kimse tartışamaz herhalde. Ben İnönü’nün 1945 sonrasında islamizaysonun önünü açmasında solla mücadelenin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Çünkü o dönem itibariyle birincil tehdit olarak sol tanımlandığı için, bunun panzehiri nedir sorusuna muhafazakârlık ve dindarlık cevabını veriyorlar. Ve 1963-65 gibi İnönü’nün bir hata yaptığını düşündüğünü ve geri pedala basmak istediğini, ortanın solu söylemine de buradan hareketle geçildiğini ama artık ipleri kaçırdığını düşünüyorum.

Gürakar: Behlül’ün de dediği gibi Türkiye’deki müesses nizam, her zaman için sağ tandanslı, hiçbir zaman bırakın komünizmi, sola dümen kırmayacak ve dolayısıyla hele ki komünizmi her zaman bir tehdit ve beka sorunu olarak görecek bir habitusa sahip. Kısacası, Cumhuriyet devrimlerinin yapıldığı, o en köktenci dönemlerin yaşandığı zamanlarda bile, merkezi politik elitlerin reformist ve statükocu itirazları hiç eksik olmadı. Atatürk’ü de yalnız kılan buydu.

Özkan: Buna iktisadi açıdan liberalizmi de ekleyebiliriz. İzmir İktisat Kongresi’ne baktığımızda bunu görüyoruz. Evet, 1929 krizinin etkisiyle bir miktar devletçiliğe kayıldığını görüyoruz ama Türkiye’de solun geçmişini 1923’te aramak gibi bir hata yapılıyor. Ben iktisadi anlamda bu arayışın sonuç doğuracağını sanmıyorum. Sosyal ve siyasal anlamda bulunabilir ama iktisaden o dönemi sol bir iktisadi düzenin geçerli olduğu bir dönem olarak tanımlamak bence son derece yanlış.

Siz İslamcılığın sola karşı bizzat merkez tarafından inşa edildiğini söylüyorsunuz ancak özellikle 80’den sonra 90’lı ve 2000’li yıllarında başında kendisini “sol” mahallenin içinde konumlandıran liberal tandanslı çevrelerin de İslamcılıktan demokratik atılım beklediğini gözlemledik. Bunu nasıl yorumlarsınız, bir kötü niyet mi vardı sizce?

Özkan: Bence burada bilinçli bir yanlış yok. 2002’den itibaren bu süreci desteklemiş ve merkez-çevre paradigması üzerinden söylem inşa etmiş, sol liberal çevreler, bence bu sürecin sonunun böyle olacağını bilmiyorlardı. Söylemlerini yanlış ve eksik analizler üzerine bina ettiler. Türkiye’nin geçmişini ve soğuk savaş dönemini bilmiyorlardı. Temel hatanın da burası olduğunu düşünüyorum. Kötü niyet aramıyorum açıkçası. Bu kitapta yapmak istediğimiz de buydu. Kimseyi yanlış analizlerinden ve öngörülerinden dolayı yargılamak amacımız yoktu. Biz gerçekten namuslu biçimde ülkenin soğuk savaş dönemini Türkiye’nin aydın çevrelerine anlatmak istedik. Bizden önce de bizimle aynı bakış açısına sahip eserler var. Mesela Fethi Açıkel’in makaleleri, Sungur Savran’ın, Cangül Örnek’in eserleri var.

Gürakar: Behlül tabii iyi niyetli. (Gülerek) Ben bir art niyet arıyorum, şöyle ki, ben burada bir güç devşirme arıyorum. Erol Taş filmlerindeki gibi ellerini avuçlarını ovuşturarak yapmıyorlar bunu belki ama şu var; ne modaysa, hâkim paradigma neyse oraya eklemlenmeye çalışan bir zihniyet var. Yani ana akımdan gidelim ve onun sağladığı konfor alanından çıkmayalım. Dünyada da var bu. Bir biçimiyle hem neo-liberal hem de tırnak içinde sol değerler ile iç içe geçmiş bir hegemonya var. Bu hegemonyanın dışına akademisyenin çıkması birçoğu açısından kimi zorluklar getiriyor demek ki. Belki de yalnız kalma korkusu. Hele bir de tarihsel arka planı da iyi okumuyorlarsa bu hegemonyaya kolayca eklemlenebiliyorlar.

Peki gerçekten hem İslamcı hem demokrat veya antiemperyalist olunamaz mı, umulduğu şekliyle?

Gürakar: Kişisel olarak olabilir. Örneğin, MHP’ye oy veren bir kişi kendisini antiemperyalist olarak nitelendirebilir. Bu kişisel bir duruştur ve ben buna itiraz etmem, kimse adına niyet okumam. Ama biz buradan hareketle 1960’lı yıllardan itibaren emperyalizmle olan ilişkileri itibariyle ülkücü hareket antiemperyalisttir kesinlikle diyemeyiz. Aynı yaklaşım siyasal İslam için de geçerli.

Demokrat niye olamıyorlar ?

Gürakar: Şöyle, antiemperyalizm, sınıfsal anlamda bir demokrasiyi savunmayı, mevcut üretim ve paylaşım ağını tersine çevirmeyi, özetle mevcut sisteme eleştirel yaklaşmayı gerektirir. Ayrıca bir ideal ve tahayyül de gerektirir. İslamcılık ise bunların tümünden mahrum. Bakın 2002-2020… 18 sene. İnkılap Tarihi enstitülerinde 1923-38, 15 yıl yüksek lisans ve doktora olarak okutuluyor. Şimdi 18 senelik iktidardan bahsediyoruz ve kültürel hegemonya kuramadılar. Bunu kendileri de zaten kabul ediyorlar.

Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN


Aydınlanmanın cehaletle savaşı bu! - Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet

 


Her yerde kadınlar erkekler tarafından katlediliyor. Taciz ve tecavüz olaylarının sonu gelmiyor. Erkek egemen şiddet evlerde, sokaklarda, en ücra köşelerde kol geziyor.

Her yerden yolsuzluk fışkırıyor. Kamu ihalelerinin nasıl peşkeş çekildiğini anlatan haberler peş peşe ortaya çıkıyor. Birileri ceplerini doldururken, yandaş medya, olayların üzerini örtmek için seferber oluyor. 

İktidar, kendi halkı inim inim inlerken Somali’nin Uluslararası Para Fonu’na (IMF) olan vadesi geçmiş borcunun ödenmesine katkıda bulunuyor.

Onunla da yetinmiyor; Tunus’a 5 milyon dolar salgın yardımı yapıyor.

Elektrik şirketlerinin seyahat masrafları halkın ödeyeceği faturalara yansıtılırken, eline “İş Aş” yazan baba intihar ediyor...

Salgın bahane edilerek insanların yaşam tarzına müdahale ediliyor. Önce virüs yayılımını engellemekte bir yararı olmadığı halde, geceleri sokağa çıkma yasağı her güne yayılıyor. Ardından hiçbir yasal dayanağı olmasa da sokağa çıkma yasağı olan saatlerde içki satışı yasaklanıyor...

Diyanet, cuma namazından sonra 81 ilde yağmur duasına çıkılacağını açıklıyor. 

AKP milletvekili Halil Aydoğdu, 1924’te Şeriye ve Evkaf Vekâleti’ni kaldırarak devrim yapan TBMM’de, 96 yıl sonra “Şeriat bizim hukukumuzdur” diyor!

Ticaret Bakanlığı, çok sayıda tüketicinin başvuru yaptığını belirterek LGBT ve gökkuşağı temalı ürünlerin +18 ibaresiyle satışa sunulmasına karar veriyor. 

***

Anayasada hâlâ devletin laik olduğu yazan Türkiye’de, Bilişim Çağı’nda, bu mantık ve bilimdışı olaylar silsilesinin böylesine bir pervasızlıkla yaşanmasının nedeni, cehalet ve ondan güç alan karşıdevrimdir. 

Yolsuzluk yapanlar...

Halkın sırtından haksız kazanç elde edenler...

Rant peşinde koşanlar...

Ve inançları sömürenler el ele, onlarca yıldır topluma pompalanan cehaletten güç alıyor!

Beslendikleri ana kaynak, biat eden cahil bırakılmış kitlelerdir. 

Bir insanın aklını kullanarak olayları sorgulamasını önlemek istiyorsanız, onun üzerinde baskı kurmanız ve korkutmanız gerekir. Siyasi iktidarlar, kurdukları çıkar ağının dışında kalan kesimi sindirmek için gazeteci rolüne bürünmüş iliştirilmiş tetikçileri, maaşlı trolleri ve dinci yobazları kullanıyor. 

İliştirilmiş tetikçiler, medyada yazarak ve konuşarak ortamı iktidarın yalanları için uygun hale getiriyor. Trollerin yaydığı yalanlarla manipülasyon kolaylaşıyor ve muhalifler doğrudan hedef gösteriliyor. 

Dezenformasyon sonucunda iktidarın mesajlarıyla yargı ve kolluk kuvvetleri harekete geçiyor. 

Dinci yobazlık da korku ortamında cehaletin şahlanması ve itaatin sağlanması için sorgulamayı önleyici bir araç olarak işlev görüyor.

***

Mistisizmin, bilime karşı hurafelerin öne çıkarıldığı ‘Mantıksızlık Çağı’nda...

AYDINLANMANIN CEHALETLE...

BİLİMİN HURAFEYLE...

İYİLİĞİN KÖTÜLÜKLE SAVAŞI BU! 

İnsanların nesnel gerçeklikten kopması ve somut verilerin göz ardı edilmesi için büyük çaba harcanan bu dönemde, olanı belgelemek ayrı bir önem kazandı.

Yandaşlar üstünü örtmeye çalışsa da yağmayı kanıtlayacak belgeler elimizde...

Ülkedeki çürümüşlüğü ortaya koyan kitaplar birbiri ardına yayımlanıyor. Erkan Yılmaz Büyükköprü, Kozmik Albay kitabında Kozmik Oda Operasyonu’nun perde arkasını anlatıyor ve soruyor: 

Operasyonu başlatacak telefon ihbarının yapıldığı yerden, önce hangi asker arandı? O asker, Kozmik Oda belgelerinin tesliminde ve ardından 15 Temmuz darbe girişiminde hangi rolleri aldı?

Timur Soykan, devlet içindeki derin bataklığı Baronlar Savaşı adlı kitabında açığa çıkarıyor. Uyuşturucu baronlarının milyarlarca dolarlık zehir piyasasındaki kirli işleri bir bir ortaya saçılıyor. Kanlı savaşın siyasi bağlantıları kan donduruyor.

Barış Terkoğlu ve Barış Pehlivan, Metastaz ile başlattıkları cemaat dosyasını Cendere ile sürdürüyor. Kitapları, yargının arka odalarında dolaşan ses kayıtlarını, Nurcuların devlet içindeki ağını, Kartal İmam Hatip mezunu olmanın devlette hangi kapıları açtığını, FETÖ borsasının belgesinde yazanları tek tek açıklıyor.

Hepsi gerçek için... Hepsi adalet için!

Ampulün etrafı katran karası yapışkan bir kirle sıvanırken her yer kararıyor.

Alarmlar kulakları sağır edecek kadar güçlü çalıyor.

Çürümüşlüğün pis kokusu genizleri yakıyor.

Ve artık kimse nefes alamıyor!

Zülal Kalkandelen / Cumhuriyet