Engin Solakoğlu, soL okurlarının yeni yeni tanımaya başladıkları bir isim. Şimdiye kadar 'emekli diplomat' diye andığımız Solakoğlu'na 'hariciyeyi' ve başka şeyleri sorduk.
soL okurlarının standart okumaların ya da yanıltıcı kaynaklardan esinlenen haberlerin ötesine geçen, "görünenin ardındaki gerçek"e ve aktüel olanın içinden çıkan kalıcı gerçeklere işaret eden bilgi kaynaklarına özel bir yatkınlığı var. Geçtiğimiz aylarda, bu kaynaklara "emekli diplomat" Engin Solakoğlu eklendi.
Özellikle Türk dış politikasıyla ilgili konularda Marksist bakışın derinliğiyle, somut olgulara hakimiyeti birleştiren yorumlara ihtiyacımız vardı ve Solakoğlu verdiği görüşlerle, kaleme aldığı değerlendirme yazılarıyla ve soL TV programlarına katkılarıyla soL okurlarının beğenisini kazandı.
Engin Solakoğlu, önümüzdeki haftadan itibaren Pazartesi günleri yayımlanacak köşe yazılarıyla da soL okurlarıyla buluşacak.
Solakoğlu'na okurların da merak ettiğini düşündüğümüz konularda, bir kısmı oldukça kişisel görünen sorular yönelttik. Görünen diyoruz, çünkü sorular bir yana yanıtların bazı açılardan hiç de kişisel olmadığını söyleyebiliriz.
soL okurları sizi bu yıl tanıdı. "Hariciye" göreviniz sırasında yaptıklarınızla meslektaşlarınız ya da bu alanı daha yakından takip eden kişiler tarafından daha iyi biliniyorsunuz belki ama uluslararası ilişkilere, Kıbrıs sorunu ya da Avrupa Birliği gibi konulara Marksist bir düşün ve siyaset insanı olarak katkılarınız yakın dönemde yoğunlaştı. 2020 Temmuz'unda emekliye ayrılmanızla ilgisi olmalı tabii bunun. Ülkede alıştığımız bir kalıp var, "emekli askerler" komuta başındayken, ordu komutanlıkları hatta kuvvet komutanlığı ya da genel kurmay başkanlığı gibi görevlerde dururken değil de emekli olduktan sonra atıp tutuyorlar. NATO karargahlarında yıllarca görev yapmış bir subayı "Avrasyacı emekli asker" sıfatıyla karşımızda buluveriyoruz. Sizin "devletteki" maceranız bundan oldukça farklı bildiğimiz kadarıyla?
Geçen Temmuz ayında emekli olurken iki hedefim vardı. Birincisi TKP’de örgütlenmek, ikincisi soL Portal’da yazmaktı. Gençliğimden beri hedeflerimi gerçekleştirme olanağı bulan bir adamım ben. Bunun başlıca sebebi de gerçekçi hedefler belirlemek olabilir. Soruya dönersek, 2020 yılının Eylül ayından itibaren de söyleşi veya makale formatında ismim çıkmaya başladı soL’da. Kasım ayında da, TKP’ye üyelik başvurusu yaptım. O arada hiç beklemediğim şekilde, bu ülkenin solduyulu düşünce ve eylem insanlarının bir araya geldiği Dayanışma Meclisi’ne de üyelik daveti aldım ve büyük bir mutlulukla o oluşuma katıldım.
Hariciye mesleğini, zorluklarını, kısıtlarını bilerek seçtim. Ardıma baktığımda en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Mesleğimi severek ve Türkiye halkına hizmet ettiğim anlayışıyla yaptım. Bunu kimi zaman başardım, kimi zaman da başarısız oldum. Sizin deyiminizle bu “macera” bana ve aileme o kadar çok şey kazandırdı ki, bunları ayrıntılandırmaya kalkışsam ayrı bir makale konusu olur.
Sorudaki örnekten yola çıkarak belki şuna açıklık kazandırmak gerek: Devlet memurluğunun, hele ki askerlik, diplomatlık veya istihbaratçılık gibi görevlerin bir tür deontolojisi var. Kurum içinde, karar alma sürecinde ne düşündüğünü söyleyebilir, alınan kimi kararlara muhalif kalabilirsin ancak karar alındıktan sonra kamuoyuna çıkıp istediğini söyleyemezsin. Ben de buna uydum ama belki bir farkla, 2000’li yılların başından itibaren, yani Marksizm’i tam anlamıyla benimsedikten sonra gerek kurum içinde, gerek başka kurum ve toplumsal ortamlarda bu düşüncelerimi hiç gizlemedim. Ancak bunun tam anlamıyla aleniyet kazanması Fethullahçılar’ın sayısız faaliyetlerinden birinin dolaylı sonucu oldu.
Anımsayanlar olabilir. 2008 yılında, yanılmıyorsam Balyoz kumpası hazırlanırken kimi yüksek rütbeli subayların evlerinde kritik kamu kurumlarında çalışanlarla ilgili bilgiler içeren birtakım CD’ler bulunduğu ileri sürüldü. Bunlardan biri de Dışişleri Bakanlığı’yla ilgiliydi ve yanlış hatırlamıyorsam ad ve soyadları kısaltılmış halleriyle gösterilen 40 kadar dışişleri çalışanını kapsıyordu. Fethullahçı paçavralardan biri bunu derhal yayınladı. Bir süre sonra ad ve soyadlar açık olarak yayınlanmaya başladı. O zaman öğrendik ki, Bakanlıkta Babacan döneminde yuvalanmaya başlayan kimi Cemaat unsurları bu konuda o basın yayın organlarına “yardımcı” olmuşlar. Bu isimlerden biri de bendim ve benimle ilgili olarak (CD’lerle ilgili iddiaya bakılırsa bu dokümanlar darbe yapıldığı takdirde bizim gibi kurumlarda kimlere güvenilebileceğiyle ilgili olarak hazırlanıyordu) mealen şunlar yazıyordu: “Hükümete karşı, muhalif ancak TKP ile bağlantısı sıkıntı yaratabilir.”
Şimdi dönelim benim TKP bağlantıma: bu bilginin kaynağı benim kurum içinde ortaya koyduğum politik tavır, yemekhanede, iş arkadaşlarımla bulunduğum ortamlarda Komünist olduğumu söylemem ve o sırada arada bir görüştüğümüz benim ve eşimin kuzenlerinin TKP’de örgütlü olmalarıydı.
Sözü uzatmayayım bu iş gerçek anlamda patladığında Paris Büyükelçiliği’ndeki görevime yeni başlamıştım. İsmimin bulunduğu gazetenin internetten kesitini aldım ve doğrudan Büyükelçime çıktım. Gayet ciddi bir ifadeyle, şayet benimle çalışmak istemez ise derhal merkeze dönebileceğimi söyledim. Hayatta ve yanlışım varsa düzeltebilecek durumda olduğu için ismini de vermekte sakınca görmüyorum: Büyükelçi Osman Korutürk. Osman Bey güldü ve “amaan şekerim, çalışmana bak sen” tarzında bir yanıt verdi. Zaten bir süre sonra Bakanlıkta o liste bir espri konusu haline geldi ve listede olmayanlar “yahu biz ne hata yaptık ki, bu listede yer alamadık” şeklinde bir alınganlığa bile kapıldılar.
Ben kariyerim boyunca oldukça önemli sayılabilecek merkezlerde çalıştım. Lefkoşa, Moskova, Avrupa Birliği Daimi Temsilciliği (Brüksel), Paris ve son olarak bu kez ikili konulara bakan Büyükelçilikte olmak üzere Brüksel. Bunların hepsinde Askeri personel ve İstihbarat personeliyle yakın çalıştım. Doğam gereği, siyasi görüşlerimi de hiç saklamadım. Buna karşılık hiçbir düşmanca tavır da hissetmedim. Zaman zaman tartışırken, “ben bir komünist olarak” diye söze başladığımda ellerini göğüslerine götürüp “Aman Engin Bey, o ne demek, estağfurullah” gibi tepkiler verdikleri çok oluyordu. Bir anlamda “siz o kaka şey olamazsınız!” demeye çalışıyorlardı sanırım. Bugün bu tavrın sebeplerini tam analiz edemiyorum. “Çalışkan ve yurtsever bir memur” olduğum düşünüldüğünden belki...
Şimdi soruya geri dönersem, evet ben Dışişleri Bakanlığı’nın tek “deklare” komünisti olarak 12 yıl çalıştım. Yalnız bu süre zarfında, en yakın komünist dostlarımla bile, mesleğimden dolayı erişebildiğim kamuya açık olmayan hiçbir bilgiyi paylaşmadım. Görüş verdim, ahkam kestim ama hiçbir zaman bilgi ya da istihbarat vermedim. Her halde, nitelikli ve güvenilir bulunduğumdan olacak 2012 yılında Cemaatçilerin gayet organize bir çelmesi ve cemaatçi olmayanların loncalarına da mensup olmamamın sonucu kariyerim durakladı ama atılmadım, uzaklaştırılmadım, sürülmedim. Hangi yıl emekli olacağımı yıllar önce belirtmeme rağmen son dış tayinim bile çok zor koşullarda canını dişine takarak görev yapan, bu uğurda sağlığından hatta canından olan birçok meslektaşımın gıpta edecekleri Brüksel oldu.
AKP'li yılları özellikle soruşturuyoruz ama görev yaptığınız tüm dönemleri kapsayacak şekilde, "hariciyede" son 30 yılda nasıl bir dönüşüm gerçekleşti? Kurumsal yapısı, kadro niteliği gibi şeyler açısından... Elbette politikalar, stratejik yönelimlerden bağımsız şeyler değil bunlar ama çok yakından tanıma şansımız olmayan kısmı biraz daha buralarda somutlanıyor.
Dışişleri Bakanlığı seçkin bir kurum ama bunun nedeni mesleğin mavi kanlı babalardan çocuklara geçmesi filan değil. Bir kurum kültürü var. Cumhuriyet bu kuruma bir misyon vermiş: Dünyayla başa çıkmak. Kurum, geniş halk yığınlarının refahı, bir sınıfın diğeri üzerine tahakkümü veya şu meşhur “halkımızın hassasiyetleri”yle filan ilgili değil. Türkiye’nin kurulduğu ve bulunduğu zor koşullarda orta boyutlu bir devlet olarak ayakta kalmasını sağlamak için son derece yüksek bir çıta belirlenmiş: En az bir ama tercihan iki yabancı dili sadece iyi konuşmakla da yetinmeyeceksin yazabilecek, o dillerde düşünce üretebilecek seviyede olacaksın. Benim girdiğim yıllarda giriş sınavı son derece zorluydu. Nitekim ben ikinci denememde kazanabildim. Neyse ki sonradan “dürüst AKP emeklisi” Davutoğlu ve cemaat işbirliğiyle kurum “Anadolu İrfanı”na açıldı… 2016’daki “Allahın lütfu” darbe girişiminin ardından da, o sınavları düzenleyenler, o sınavlarla gelenler sokak, hapis ve yurtdışına dağıldılar.
Kurumun yapısına dönelim. Bir kere, çalışanların çok küçük bir yüzdesinin ailelerinde hariciyeci var. Bu arada benim girdiğim yıllarda (1991) sözde Mülkiye sultası da çoktan bitmişti, kaldı ki Mülkiye’yi zengin çocuklarının gittiği seçkin bir okul olarak tanımlarsanız orta zekanın üstündeki herkesi güldürürsünüz. Elbette ülkemizde bir ya da daha fazla yabancı dile hakimiyetin belirli bir gelir seviyesi gerektirdiği düşünülüyor ama meslektaşlarımın arasında bu tanıma girmeyen onlarca, yüzlerce Anadolu liseli dar gelirli aile çocuğu var. Kimisi başarılı öğrenciler olarak hayatları boyunca burslu okumuşlar. Özetle, bu monşer karalaması bana Boğaziçi meselesini de hatırlatmıyor değil. Ben burada kedi ve ciğer hikayesinin ötesinde bir boyut göremiyorum. Toparlarsak, bu meslek yaparak öğreniliyor ve kurum kültürü de yaşanarak benimseniyor. 2020 yılında bile insanların sabah birbirlerine “Günaydın” dedikleri bir kurumdan bahsediyoruz.
Bir de Dışişleri Meslek ve Konsolosluk İhtisas Memuru denilen iki kategorinin (anlaşılması kolay olsun diye biz bunu Subay, Astsubay örneğiyle açıklarız ama gerçek o kadar yalın değildir) medyan çizgisine bakalım. Bu çizgi az çok Avrupa tipi Sosyal Demokrat, Atatürkçü, Liberal noktalar arasında bir yerlerde gezinir. Mesleki oportünizmi yurtseverliğini aşan çok insana rastlamadım o kurumda ben. Marksizme bakış istisnalar dışında düşmanca değil ama ironiktir. Dışişleri Memuruna “Batılı” yaftası yapıştırabilirsiniz ama “Batıcı” diyebileceğiniz fazla insan yoktur. Şunu de ekleyeyim: Çok sevdiğim bir amirimin söylediği gibi, bu meslekte iyi yaşarsınız ama zengin olamazsınız. Emekli olduğunuzda başınızı sokabileceğiniz bir eviniz mutlaka olur ama AKP büro çalışanlarının bindiği arabalara inemezsiniz…
AKP öncesi Dışişleri Genelkurmay ile çok yakın çalışan bir kurumdu. Ülkenin dış politik yönelimi, elbette ki güvenlikçi bir bakışla ortaklaşa belirlenir, siyasi iktidarlara önerilir veya duruma göre dayatılırdı. Yalnız bunun Dışişleri’nin Genelkurmay’ın yancılığını yaptığı şeklinde yorumlanması kesinlikle yanlıştır. Dünyayı izleyen bir kurum kimliğiyle Dışişleri TSK’yı ikna gücüne de sahipti. Ben uzun yıllar Kıbrıs konusunda çalıştım. İki kurumun bu alanda nasıl “çarpıştıklarının” ve askerin geri adım atmak zorunda kaldığının yakın tanığıyım.
AKP ile ne değişti? İlk başlarda fazla bir şey değişmedi. O dönem AB hedefi zaten Dışişleri’nin de ziyadesiyle benimsediği bir konuydu. AKP’liler o dönemde, yıllardır monşerlikle, dönmelikle suçladıkları bir kurumun nasıl “sadakatle” hizmet ettiğini görüp şaşırdılar biraz. Bakanlık kadroları da başta, “canım bunlar nasıl olsa bir seçimle giderler, AB, dünyaya açılma gibi politikalar da yanımıza kâr kalır” anlayışıyla hareket ediyorlardı. Hatırlarsanız görevi çok uzun sürmemekle birlikte AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı, dindar olduğu gayet iyi bilinmesine karşın Bakanlıkta Müsteşar Yardımcılığı’na kadar yükselmiş olan ve kurumda yetkinliğine saygı duyulan Yaşar Yakış’tı.
Zaman içinde, özellikle de Babacan bakan olduğunda bazı ufak tefek oynamalara şahit olmaya başladık. Örneğin parlak ama son derece kıdemsiz bir diplomat Bakan Özel Danışmanlığına getirildiği gibi, Bakanlıkta yarı-tanrı addedilen Müsteşarın önüne geçmeye, kıdemi yaşından fazla olan üst düzey yöneticilere Bakan adına talimatlar vermeye başladı. Uzatmayayım, o arkadaş, tamamen tesadüf eseri olacak, FETÖ’den yargılandı.
Bakanlık yine de, Aziz Nesin’in “Ah biz eşekler!” öyküsünün başkahramanları misali almaza yattı. Zaten var olan kimi klikler cemaat yerine AKP liderliğine yaslanarak karşı ağırlık oluşturmaya çalıştılar. Üst yönetimde ikili bir yapı oluştu.
Zaman içinde Davutoğlu, önce Başbakan Dışişleri Danışmanı kimliğiyle sonra da Bakan olarak ağırlığını hem politika hem de kurumsal yapı bakımından hissettirdi. Kimi “temiz” çocuklar, olağan koşullarda belirli bir kıdem gerektiren Genel Müdür Yardımcılığı, Genel Müdürlük ve nihayet Büyükelçilik ve Başkonsolosluk görevlerine paraşütle inmeye başladılar.
Davutoğlu döneminde Bakanlık “halka açıldı”. Kıymeti kendinden menkul sınavlarla AKP il/ilçe örgütünden ve/veya cemaatin yöre sorumlularından alınan referanslara sahip çocuklar 100’er 100’er Bakanlığa alındılar. Çoğu doğru dürüst yabancı dil bilmediği için, Bakanlık tarihinde ilk kez, yeni alınan memurlar ODTÜ’ye İngilizce kurslarına gönderildiler. Ben bunlardan bir kaçıyla çalıştım. Çoğuna “biz nereye düştük” duygusu hakimdi. Kötü niyetli olduklarına tanıklık etmedim ama cahil ve mesleki nitelik bakımından yetersizlerdi. 15 Temmuz’dan sonra bu sınavların da kovuşturması yapıldı, kimi personel bu yüzden hapse girdi, kimleri kaçtı veya hapse atıldı ama o sınav dönemlerinin her şeyi bilen ve her şeye kadir Bakanları ne hikmetse “incitilmedi”.
15 Temmuz’da Bakanlığın asli kadrolarının neredeyse üçte biri atıldı. Atılanların ezici çoğunluğu benden gençti. Bu dönemin idare veya yargısına güvenmek aklıma en son gelecek enayilik ama aralarında Cemaatçi olmadığı halde atılan kimseyi tanımıyorum. Her ne ise, 2016’nın sonlarında bir baktık, Bakanlıkta neredeyse bir genç memura üç daire başkanı düşüyor ama orta ve üst kademenin neredeyse tamamı herkes 1990’lı yıllardan tanıdığımız, cemaatçi olmadığını gayet iyi bildiğimiz meslektaşlarımız. Bir başka deyişle, Cemaat hayatımızda hiç olmamış gibi bir duygu egemen oldu ama elbette yanıltıcıydı bu duygu.
Sonra CHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) denilen garabet geldi ve Aziz Nesin’in yukarıda söz ettiğim öyküsünün başkahramanları kurtları yakından görme ve tecrübe etme fırsatı yakaladılar. O güne kadar merkez teşkilatında görülmeyen uygulamalara şahit olduk. Atamalara terfilere bakan servislerin başına AKP’nin, o meşhur kurum kültürünün yakınından bile geçemeyecek nitelikteki mutemetleri getirildi. Çıkarılan işin kalitesi düştü zira Dışişleri’nin deneyim, bilgi ve birikimine ihtiyacın kalmadığı, kazara düzgün yapılacak bir işin yapan memura ancak zarar getireceği görüldü. Ortalamanın gayet üzerinde zeka ve uyum yeteneğine sahip olan Dışişleri kadroları, ölü de demeyeyim, “zombi” taklidi yapmanın zombiler tarafından parçalanmamak için en uygun yöntem olduğunu süratle anladılar. Şimdi deyim yerindeyse “icat çıkarmıyor”, içlerinden söylenerek de olsa, talimat görünümlü garip emirleri yerine getirip ev taksitlerini ve mesleklerinin yapısı gereği büyük çoğunluğu yurtdışında okumak durumunda olan çocuklarının okul masraflarını ödemeye devam ediyorlar.
Tablo çok karanlık gibi görünüyor olabilir ama değil. Bana göre kurumsal kapasite hala yerli yerinde duruyor.
soL'da düzenli olarak yazmaya başlayacaksınız. Okurlar her Pazartesi sizi okuyacaklar bundan sonra. Türkiye'deki muhalif basını özel olarak düzen dışı solda duran yayınları genel habercilik ve yorumlama kalitesi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası gelişmeler bağlamında özellikle?
soL Portal’ı düzenli olarak okuyorum. Diğer mecralardaki okumalarım yazar temelli. Dış politika alanında okuma ihtiyacı hissettiğim kalemler var. Okumalarım elbette dış politika ile sınırlı değil. Yazılarım da öyle olmayacak. Ben neredeyse 40 yıldır Marksizm okuyorum. Daha tam kavrayamadığım noktalar var. Eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum. Gençliğimden beri sonsuz bir okuma açlığım olduğunu itiraf etmek zorundayım. Diğer yandan pratik eksikliğim olduğu kesin. Bunu da örgütlü siyasetle TKP bünyesinde giderebilmeyi umuyorum.
Tanıyanlar bilir, özellikle kendi alanımda ama genel olarak da fahiş hatalara tahammüllü değilim. Yalan veya eksik habere tepki gösteririm. Bu yüzden de haber alacağım kaynakları titizlikle seçmeye çalışıyorum. Açık söyleyeyim bugüne kadar “haber dediğin böyle verilir” dediğim haberlerin çoğunu soL’da gördüm. “Burası olmamış veya eksik olmuş” dediğim de oluyor elbette, o zaman da tanıdık arkadaşlara iletiyorum o mesajı. “Halka yalan söylemek suçtur” sloganını çok önemsiyorum.
Düzen içi muhalif olarak adlandırılan ama düzen içi özelliği muhalifliğinden çok daha baskın olduğunu düşündüğüm yayın organlarını nadiren okuyorum. Birkaç istisna var şimdi aklıma gelen. Çiğdem Toker’i, Barış Pehlivan’ı, Barış Terkoğlu’nu ve Timur Soykan’ı mutlaka okuyorum örneğin. Kendi alanımda Ceyda Karan, Aydın Sezer ve Aydın Selcen’in yanında şu sıra giderek “açıldığını” düşündüğüm, entelektüel derinliğine hayranlık duyduğum eski Büyükelçim Oğuz Demiralp’i de düzenli okumaya çalışıyorum. soL’da mesleki anlamda yakınından bile geçmediğim Küba ve Hindistan’la ilgili yazıları ilgiyle takip ediyorum.
Uzunca bir bekleyişten sonra emeklilikle birlikte kavuştuğunuz "siyasal" özgürlüğünüzle ilgili bir soruya gelirsek... Türkiye Komünist Partisi üyesi oldunuz. TKP'nin sizin kişisel tarihinizdeki yeri nedir? Geride bıraktığımız yıllarda "hariciyede" görev yaparken takip ettiğiniz TKP'nin geldiği yeri, geride bıraktığı yolu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Üniversite’ye başladığımda söylemesi ayıp sosyal demokrat olarak tanımlıyordum ben kendimi. Taş çatlasa Avrupa tipi sosyalist filan. CHP’li bir ailenin çocuğuyum. Gerçek anlamda sosyalistlerle Üniversite’de tanıştım. 1986’dan bahsediyorum. Okuma manyağı da olduğum için, o dönem çıkan her sol dergiyi okuyordum. Böylece Gelenek’le tanıştım. Diğerlerine göre farklı geldi. Granit kütlesi gibi makaleler. Okuyorum, okuyorum içine giremiyorum bir türlü. Bu adamlar bu bilgilere ve bu çözümleme yeteneğine nasıl ulaşıyorlar diye merak ettim. Makalelerde gösterilen kaynaklara saldırdım. Daha sonra o kaynaklardaki kaynaklara. Her haltı eleştiriyorum o zaman. Olan bitende bir yamukluk olduğundan eminim ama yerine ne konulabilir bir fikrim yok. Sovyetler Birliği hakkındaki bilgim Taksim’deki konsolosluğun önündeki camekana konulan fotoğraflarla sınırlı. Sonra Kitap fuarları, oradaki paneller ve Yalçın Küçük. Türkiye üzerine ve Aydın üzerine Tezler. Daha sonra da Yalçın Hoca ne yazarsa okudum. Okulu bitirdim, Bakanlığa girdim ve 1992 yılında evlendim. Eşimin hem en yakın dostu hem de kuzini SİP’te örgütlüydü. Konuşuyoruz uzun uzun her görüştüğümüzde. Ben hala sosyal demokratım ama. Bunlar da çok dürüst ama biraz sert çocuklar filan diye düşünüyorum. Derken Susurluk Skandalı ile birlikte bir ÖDP rüzgârı esti. Ufuk Uras Üniversite’den hocam. Bizim kuzinin babası da eski Dev-Yolcu ve ÖDP kurucusu. İlk seçimlerde ÖDP’ye oy verdim. Hem de yanlış anımsamıyorsam Moskova’da görevliyken hafta sonu bir uçağa binip Yeşilköy’de oy kullandım ve ertesi gün döndüm Moskova’ya. Artık kendime sosyalist diyebiliyordum ve en önemlisi “Kapitalizm’in arka tekerleği” olmaktan kurtulmuştum.
2001 yılında SİP TKP adını alınca, TKP’nin tarihini daha bir titizlikle okudum ve partiyi kuzin kanalıyla takibe başladım. Açıklamaları okuyorum, çok kafama yatıyor. Ya da bir gelişme konusunda kendimce bir düşünce geliştiriyorum, sağa sola anlatıyorum ve bir bakıyorum TKP buna neredeyse bire bir uyan bir açıklama yapmış. Yani ben TKP’liyim veya TKP benden yana ama iki tarafın da bundan haberi yok. Çok uzattım biliyorum. Böyle böyle geldik işte 2008 yılına. Bu arada öğrendim ki benim bir kuzenim de TKP’liymiş ama oraya girmeyeyim şimdi. 2008 sonrasını da anlattım yukarıda.
TKP’nin sergüzeşti, başarıları, başarısızlıkları, beni tamamen uzaktan ve ayrıntılara hakim olmaksızın bakan bir Komünist olarak üzen ama partiye bakışımı etkilemeyen bölünme… Çizgi doğru. Beni ilgilendiren kısım bu. Bana göre, hepimizi felç eden küresel salgına karşın TKP doğru ve başarılı bir çizgi tutturdu. Semtevleri, Birlik Sendikası, PE girişimi beni kıvandırıyor ve iyi ki TKP’deyim dedirtiyor açıkçası. Daha yapılacak çok iş olduğuna kuşkum yok. Benim buna somut katkım ne olabilir bunu düşünüyorum şimdi. Çocuklarımın emek sömürüsünün devam ettiği ve hızla tüketilen bir dünyada yaşamasını istemiyorum çünkü.
SOL