13 Nisan 2021 Salı

Aten şehrini kuran III. Amenhotep 40 yıl hiç savaşmamıştı - Ercan KARAKAYA / EVRENSEL

 

Mısır’da 3 bin yıldır kumun altında gömülü kayıp altın şehir “Aten”in gün yüzüne çıktığı haberi arkeolojiye az çok meraklı herkeste heyecan yarattı. Kent III. Amenhotep'la en refah dönemini yaşadı.

Mısır’da 3 bin yıldır kumun altında gömülü olan kayıp altın şehir “Aten” gün yüzüne çıktı. Ajanslara geçtiğimiz hafta düşen haber arkeolojiye az çok meraklı herkeste heyecan yarattı. Varlığı bilinen üzerine birçok şey yazılıp çizilen Aten şehri bilinmeyen merak edilen bazı sorulara ışık tutacak mutlaka.

Mısır’ın Krallar Vadisi’nin yer aldığı Luksor kentindeki Aten’in bulunması için uzun süredir çalışmalar yapılıyordu. Kentin, MÖ 1391’den 1353’e kadar Mısır’ı yöneten III. Amenhotep (Bazı kaynaklarda Amenofis olarak geçer) tarafından kurulduğu düşünülüyor.

Şehrin yeni ortaya çıkması Mısır’a dair bilinmeyen ve merak edilen şeyler için biraz daha beklememizi gerektiriyor. Ancak arkeologlar, kentin keşfinin Mısır arkeolojisi için Kral Tutankhamun’un mezarının ortaya çıkmasından sonraki en önemli keşif olduğunda hemfikir. İlk kazılarda kentin yerleşim yerlerinin sağlam olduğu görüldü. Odalarda da günlük yaşamda kullanılan araç gereçler bulundu.

SAVAŞMAYAN KRAL

Arkeolojide her yeni keşif geçmişe dair bilinmeyenlere ışık tutar, bazı bilgilerin ise değişmesine neden olur. Aten’in bulunmasının neleri değiştireceğini yakın bir gelecekte göreceğiz. Ancak Aten şehrinin kurulduğu döneme dair bilinenler hem o döneme hem de bugüne dair birkaç şey söylememizi zorunlu kılıyor. Kenti kurduğu düşünülen III. Amenhotep çocuk yaşta tahta çıktı ve 40 yıla yakın Mısır’ı yönetti. Bu 40 yıl aynı zamanda Mısır’ın en refah ve en güçlü dönemi olarak biliniyor. Sanatsal olarak en iyi dönemini yaşayan Mısır aynı zamanda uluslararası siyasi gücünü de en yükseğe çıkarmayı başardı. III. Amenhotep’un bunları yaparken hiç sefere çıkmadığını belirtelim. Sadece krallığının beşinci yılında Nübye’de çıkan bir isyanı bastırmak için sefere çıkmıştır. Savaş olmayınca kalkınmaya, sanata ve kültüre daha çok yatırım yapan Mısır’da halk o dönem bölgede yaşayan diğer halklara göre daha refah ve mutlu bir 40 yıl yaşadı.

SAVAŞMADAN DA OLUR

Amenhotep’in 40 yıla yakın sefere çıkmamasına dair birçok neden söylenebilir. Ancak sadece Mısır için değil geçmişten bugüne Anadolu’yu da içine katarak savaşın, gücü elinde bulundurmanın ilk koşullarından olduğunu söyleyebiliriz. Amenhotep’ten çok önceleri de ondan sonra da savaş ve beraberinde getirdiği yıkımlar bölge halklarının vazgeçilmezi durumunda. Amenhotep’in savaşmadan diplomasi yoluyla sorunları çözmesi bugün ağzından savaşı düşürmeyen yönetenlerin suratına vurulması gereken bir gerçek olarak karşımızda duruyor.

EN ÇOK HEYKELİ OLAN KRAL

III. Amenhotep Mısır firavunları arasında en çok kendi heykeli olan firavun olarak biliniyor. Kesin olarak bu firavuna ait olduğu belgelenmiş 250’den fazla heykeli bulunuyor. Heykeller hükümdarlık hayatının tümünü kapsadığı için yaşı ilerledikçe şahsi görünümünün değişmesi bu heykellerden izlenebiliyor. III. Amenhotep döneminden diğer önemli kalıntılar ise Suriye’de “Ras Şamra” arkeoloji sitinden Sudan Nübye’de “Soleb” arkeoloji sitine kadar geniş bir alandaki sitlerinde ortaya çıkartılan, toplamı 200’ü aşkın sayıda, üzerleri Mısır’da önemli olaylar hakkında hiyografik yazılar kazılmış büyük taş böcek heykelleridir. Bunlardan büyük bir kısmı III. Amenhotep’in 1. yılından 10. yılına kadar yaptığı sürek avlarının ve bu avlarda kendi eliyle okla öldürdüğü aslanların anısınadır. Bu yazılı böcek heykellerin 5 tanesi ise firavunun eş olarak evlendiği yabancı prensesler anısınadır. Bu prenses eşlerden ilki olan Mitanni Kralı II. Şutarna’nın kızı Kiluçepa’nın Mısır’a gelişinde yanında 320 tane hizmetkar kadın bulunduğu bu böcek heykellerin birinde anılmaktadır. Yazılı büyük böcek heykellerinden 11 tanesi ise III. Amenhotep’in 11. yılında, eşi Tiya için, büyük insan gücü kullanılarak kazdırıp suyla doldurttuğu yapay göl anısınadır.

Ercan KARAKAYA / EVRENSEL

Çalınan devrim ve Ekber’i hatırlamak - İbrahim Varlı / BİRGÜN

 


1978’in sonbaharı. Şah’ın devrilmeye yüz tuttuğu günler. Tahran Üniversitesi kaynamakta. 

Öğrenci hareketleri devrimin liderliğini ele geçirmek için birbirileriyle yarış halinde. Solcu 

öğrenciler kendi hareketlerinin gerçek Marksizmi temsil ettiği iddiasında. Kavgalar, 

çatışmalar, restleşme ve dayanışma bir arada. Canlı bir politik atmosfer var. Tıpkı o günlerin 

Türkiye’si gibi. Kendi aralarında ayrışan öğrenciler, fraksiyonlar, gruplar, örgütler 

birbiriyle devrim için yarışır. Sokaklar daha fazla bildiriyle dolarken İslamcılar 

ve Marksistler arasında çatışmalar yaşanır. Diğer taraftan da işçiler eylemlerde, grevlerde...

O hareketli günlerden birinde Tahran’ın 15 kilometre batısındaki General Elektrik fabrikasında da eylemler yapılır. Komiteler kurulur, işçiler örgütlenir. Ses getiren eylem tüm kente yayılır. Destek, dayanışma mesajları eksik olmaz. Oyunlar, dramalar, tiyatrolar sergilenir. Yemek verilir, fabrika şenlik yerine çevrilir. Destek sunanlardan birisi de Militan Din Adamları Derneği’dir. Kamyon kamyon grevdeki işçilere sıcak yemek gönderirler.

FABRİKAYA GELEN GENÇ İMAM

Eylemin beşinci gününde dernek ilettikleri mesaj okuması için genç bir din adamını da gönderir. Öğrenciler buna izin vermek istemez. Din adamının gelişinin haber veren eylemin örgütleyicilerinden Muhammed, “Buna izin veremeyiz” der, “Bunun için çok emek verdik, şimdi gelip kendilerine mal etmek istiyorlar” diye itirazını dile getirir.

Genç din adamı fabrikaya gelir. “Allah senden razı olsun kardeşim” der güler yüzlü genç imam! Elini önce öğrenci gençlik liderlerinden Ekber’e sonra da Muhammed’e uzatır. “İşçilere desteğimizi ve yaptıklarını için size ne kadar minnettar olduğumuzu göstermek isteriz” der.

Hikâyenin kahramanı Ekber’in ağzından okuyalım yaşananları; “Genç din adamının siyah sarığı kafasına göre büyük duruyordu, uzun siyah cüppesi ise onu olduğundan daha boylu poslu gösteriyordu. İşçilere bir konuşma yapabilir miyim diye sordu. Bir yandan Muhammed’in elini tutuyor sol eliyle de sakalını sıvazlıyordu.” Muhammed, arkadaşlarıma bir sorayım diyerek zaman kazanmaya çalışarak gider. Yedi kişilik planlama komitesi acil olarak toplanır ve “konuşmasına izin vermekte bir sorun yok” diye karar alınır. Ancak genç Mollaya kısa bir konuşma yapmasını söylerler. “Lütfen kısa bir konuşma olsun” diye rica eder genç imamdan solcu öğrenci temsilcilerinden Muhammed.

DEVRİMİ ÇALAN İSLAMCILAR

Genç imam konuşma yapacaktır. Peki “Sizi nasıl tanıtalım” diye sorar Muhammed. “Ali Hamaney diye mırıldanır.” Ekber, Bay Hamaney’i sadece bir şartımız var diye uyarır; “Saflaşma yaratmayın, işçileri bize karşı kışkırtmayın, dini bu konuya karıştırmayın.”

Eğer sesiz kalırsam diye diye başlar Hamaney konuşmasına. Hamid Musaddeg’in bir şiiri ile giriş yapar. Militan, devrimci, isyana davet eden coşkulu bir şiir okur ve kürsüden iner. İşçiler ayakta alkışlar. Hamaney sıkılı yumruğunu havaya kaldırır ve birlik çağrısı yapar. Beş bin işçinin ağzından çıkan uğultu bütün binayı sarsar; Birlik, mücadele, zafer… Hamaney çıkıp gider, daha fazla yiyecek gelmeye davam eder.

O Hamaney on yıl sonra, 1989’da yeni cumhuriyetin devlet başkanı ve ruhani lideri olur.

Hamaney ve İslamcılar Şah’ı götüren devrimi çalarlar. Çalmakla kalmazlar tarihin görüp görebileceği en büyük gaddarlığa imza atarlar. Ekber ve arkadaşları hapsi boylar, çoğunluğu idam edilir, solun üzerinden kamyon gibi geçer yeni İslam Cumhuriyeti. Mollalar acımasızlıkta sınır tanımazlar. Sol, sosyalist, komünistler kanla ezilir. Sol namına bir tek şey bırakılmaz.

SOLUN YANILGISI

İran solu İslamcılarla işbirliği yapmanın bedelini fena halde öder. Sadece devrimi değil ülkeyi de kaybederler. Teokratik devletin genç mollaları on binlerce devrimciyi cezaevlerinde öldürür. Binlercesini sokaklarda vurur, bir o kadarını da idam eder. General Elektrik fabrikasındaki öğrenci liderlerinden Muhammed de bu hikayeden üç yıl sonra idam edilir. Ekber ise idama mahkûm edilir, asılmayı beklerken üç yıl sonra cezaevinden çıkar.

Behrooz Ghamari, Tahran 1979- Ekber’i Hatırlamak kitabında 1979 İran Devrimi öncesi ve sonrasında yaşananlara çarpıcı şekilde ışık tutuyor. Kahramanımız Ekber, Ghamari’nin kendisidir. Tahran’daki korkunç Evin Hapishanesi’nde koğuşlarında idamı bekleyen bir grup insanın öyküsü üzerinden İran yakın tarihine ayna tutar. Monarşiyi yıkmak için hep birlikte hareket edilmesi gerektiğini söyleyen İslamcılara solun nasıl kandığını, Mollaların nasıl da tarihin en büyük despotik rejimini inşa ettiklerini, baskı ve korku rejimiyle toplumu esir alışlarını eşine az rastlanır bir tanıklıkla anlatır.

Kıssadan hisse İslamcılarla iş tutmanın, İslamcılara güvenmenin bir ülkeyi, toplumu nasıl da uçuruma sürüklediğinin canlı kanıtıdır İran. İslamcılar sözkonusu olduğunda Ekber’i Hatırlamak’ta yarar var.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Şimdi de SATÖ tezgâhı mı?- Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Telefondaki ses “Şimdi de SATÖ’yü uyduracaklar” dedi. 

Ne demek istediğini anlatacağım ama önce hatırlayalım... 

Neredeyse 20 yıl önceydi. 

Fethullahçılar “Alo İhbar” adlı bir web sitesi açtı. Ergenekon ve Balyoz kumpaslarında suç delili olarak gösterecekleri ne varsa, ilk orada yayımladılar. Denizciler, Paşa Keyfi, Karanet TV gibi onlarca site ardı ardına açılıyor, yüzlerce TSK mensubunun özel hayatı, ses kayıtları, gizli çekimleri sistemli olarak piyasaya sürülüyordu. Sahte belgeler havada uçuşuyor; internet, Türkiye’yi dönüştürme operasyonunda fragman görevi görüyordu. Asıl film, şafak gözaltılarıyla ya da Yüksek Askeri Şûra’da başlıyordu. Yani, neyi izleyeceğimizi biliyorduk, bekliyorduk. 

NEDİR BU TUGAM?

Ve bugün... Emekli amirallere operasyon ne anlama geliyor? Bu sorunun yanıtını ararken, telefonum çaldı. Sezgilerine güvendiğim kişi “tugam.org” adlı web sitesine bir göz atmamı önerdi. 

Türkiye Ulusal Güvenlik Araştırmaları Merkezi’nin kısaltmasıydı TUGAM. 

Gerçekte böyle bir kurum var mıydı, şüpheliyim. 

TUGAM sitesi Temmuz 2020’de İstanbul’da kuruldu. Tarihin en büyük Atatürkçü asker tasfiyelerinden birinin gerçekleştiği YAŞ’tan hemen öncesiydi bu. 

Kendilerini tanıttıkları metnin ikinci cümlesi şöyleydi: “TUGAM.org Türkiye için gelecekteki en büyük güvenlik tehdidinin adını ilk defa TUGAM’ın koyduğu Sabetaycı-Atatürkçü Terör Örgütü (SATÖ) mensuplarınca yapılacak olan askeri darbe girişimi olduğunu öngörmektedir.” 

Dil tanıdık geldi mi? Dahası, asıl tehlikenin farkında mısınız? 

ÇOK KARANLIK NOKTALAR

Siteye girince çok çarpıcı bir gerçekle karşılaştım. Buna göre; amirallerin yaptığı açıklamayı, 3 Nisan Cumartesi gecesi saat 23.03’te paylaşmışlardı. Bu da demek oluyordu ki sanılanın aksine, ilgili açıklamayı ikinci yayımlayan Zihni Çakır değil, TUGAM sitesiydi. Soru şuydu: Zihni Çakır’ın Emniyet’te ifadesinin alınması acaba TUGAM’ın üstünü örtmek için miydi? 

Daha da kafa karıştıran ne, biliyor musunuz? 

TUGAM sitesi, imzacı amirallerin biyografilerini kendileri daha açıklamayı yayımlamadan çok önce sistemlerine yüklemişlerdi. “Cuntacılığa özenen Ergun Mengi kimdir” başlıklı içeriğin zamanı 3 Nisan 22.05’i, “Cuntacılığa özenen Alaeddin Sevim kimdir” başlıklı içeriğin zamanı ise 3 Nisan 22.48’i gösteriyordu. Yani, açıklamaları daha hiçbir yerde yayımlanmadan emekli amirallerin biyografileri hazırlanmıştı. Bu eğer saat manipülasyonu değilse, çok daha vahim bir tabloyla karşı karşıyaydık. 

Ve sahi... “103 emekli amiralden muhtıra / TUGAM o isimleri tek tek deşifre ediyor” manşetiyle yayımlanan açıklamayı kim o siteye vermişti? 

KİME GÜVENİYORLAR? 

Şimdilik karanlıkta kalan o kadar çok nokta vardı ki... 

Künyesindeki kişilerin hepsi gerçek miydi? Neden apar topar tüm isimler silindi? İmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni “Faruk Atalay” kimdi? 

Bir de... Editörleri arasında görünen isimlere farklı yerlerde de rastlıyorduk. Gazete Politik, Ahval Türk, Komplo Haber gibi başka siteler de aynı ekibin işi gibiydi. Tüm bu sitelere ziyaretçi desteği de AKP’li bir bakan ve Saray’ın bir başdanışmanı için açtıkları yüksek takipçili Facebook sayfasından sağlanıyordu. Bir anlam ifade ediyor muydu bu olgu? 

Öyle ya, merak ediyor insan: “1 numara Ergun Mengi değil, Koç’un altın amirali Cem Gürdeniz’dir”, “TUGAM cuntacıları deşifre ediyor” gibi içi fişleme, dava konusu olabilecek, operasyon dolu metinleri hangi güce dayanarak yayımlıyorlardı? 

Bunları ve daha fazlasını sormak için sitede gösterilen adrese e-posta attım, ancak dönüş yapılmadı. 

Telefonda beni uyaran ses dikkatimi çekti: 

İçinde bir suç unsuru olmayan amiraller bildirisinin merdiven yapılıp, TSK’de kalan bir avuç Atatürkçü subayın da tasfiye edileceği söyleniyor. İşte tam da bu atmosferde TUGAM gibi operasyonel sitelerin varlığı çok daha kritik. Zira, biliyoruz ki internette yayımlanan böylesi içerikler subayların YAŞ dosyalarına giriyor ve TSK ile ilişkilerinin kesilmesi için “delil” sayılıyordu. 

Fragmanı izledik, film oynayacak mıydı? 

ÖZKÖK UNUTTU MU?

Ben mi yanlış biliyorum, diye düşündüm önce. Ama yok, Ertuğrul Özkök karıştırıyor. CHP’li kayınpederi Hüdai Oral’dan bahsettiği köşesinde şöyle yazdı:

“Keban Barajı’nın temelini bakan olarak kayınpederim Hüdai Oral atmıştı. Açılışı ise Özal’ın başbakanlığı döneminde yapıldı.” 

Doğru; Özkök’ün Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı olan kayınpederi Oral’ın Keban Barajı’nın yapımında katkısı çoktu. Hatta, bundan dolayı yöre halkı tarafından “fahri hemşeri” ilan edildi. 

Turgut Özal da hem Devlet Planlama Teşkilatı’nda görev yaparken hem de Devlet Bakanı iken Keban Barajı ile ilgilendi. Ama işte Türkiye’nin ilk dev yatırımlarından Keban Barajı’nın açılışını Bülent Ecevit yaptı. 9 Eylül 1974’te Ecevit’in hizmete açtığı barajın son 4 tribünü de 1981 yılında dönemin başbakanı Bülent Ulusu döneminde hayata geçti. 

Yani, Özal’ın başbakanlığı döneminde açıldığı bilgisi doğru değil. 

Özkök ve hafıza, demişken... 

Köşesinde kocaman bir Meral Akşener fotoğrafını görmek ilgimi çekti. Özkök, amiraller açıklamasıyla ilgili iktidara yaptığı “yapıcı çağrıdan” dolayı Akşener’i destekliyordu. 

Bugün pek hatırlanmaz ama: Zamanında aynı Özkök’ün özel telefonlarını dinlettiği suçlamasıyla İçişleri Bakanı Akşener tazminata mahkûm olmuş ve hatta evine haciz memurları gitmişti. 

Nereden nereye... 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet

İktidarın suretinde üniversite iktidarları - Oğuz Oyan / SOL

 Yaratılan üniversite iktidarları, artık Saray'dan doğrudan talimat almadan dahi baş makamın düşünce kalıbına uygun icraatların gereğini yapacak olgunluğa erişmişlerdir!

AKP Türkiye'sinde bir karadelik kadar yoğunlaşmış bir iktidar/devlet yapılanmasının oluşturulduğu biliniyor. Anayasal kurumların/ yetkili organların tümüyle yürütmeye ve onun başındaki tek yetkiliye bırakıldığı bir aşırı kaslı yapı yaratılınca, kamu yönetiminde hiçbir alanın bu karadelikten kaçışına izin verilmeyeceği açıktı. 

Yasama yani Meclis zaten başından beri yürütmenin kontrolü altına girmişti; buradaki bazı sızıntılar (1 Mart 2003 Irak tezkeresi gibi) hem siyaseten (tek seçiciliğin güçlendirilmesiyle) hem hukuken (2017 Anayasası ve 2018 mevzuatıyla) tıkandı. Yargı yapılanması, yürütme organı seçme/atama/tâyin, kariyerde ilerleme yetkileriyle; sürgün, meslekten çıkarma/azil, hatta teröristlikle suçlama silahlarıyla donanınca, hem alt hem yüksek kademeleri itibariyle fiilen yürütmeye bağlanmış oldu.

Geriye üniversiteler ve yerel yönetimler gibi doğrudan kamu kurumları ile Türkiye Barolar Birliği (TBB), Türk Tabipleri Birliği (TTB), Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (TMMOB) ve benzerleri gibi yarı-kamusal meslek örgütleri kalıyordu. Bu meslek örgütlerinden şimdilik en çok TBB'ye müdahale edilmiş durumda, ama bununla yetinilmeyeceği açık.

Bu iktidar kaldığı sürece yerel yönetimlere, özellikle de Büyükşehir Belediyelerine, mevzuat değişiklikleriyle, kararnamelerle, Belediye Meclislerindeki iktidar çoğunluğuyla yapılan müdahalelerle yetinilmeyeceği de açık olmalı. Merkezin hükmünün geçmediği (veya sınırlandığı), farklı siyasetlerce yönetilen yerel birimler ortada durdukça, faşist totalitarizm tamamlanmış olamaz. Bu tür bir merkezi güç yoğunlaşmasının nihai uzantısında merkezi-yerel yönetim ayırımına (şekli ayırım dışında) yer yoktur. Kuşkusuz bugünkü toplu durumda, merkezi iktidarın ömrünün ve gücünün buna yetmeyeceğinin de öngörülmesi gerekiyor; yetmemesi için mücadele edilmesini de ihmal etmeden...

Üniversitelerin kuşatılması

Merkezi yönetimin tasallutuna zaten çok açık olan üniversiteler, sayılan yapılar içinde her zaman en kolay lokmayı oluşturmuşlardır. 1982 Anayasası ve Yükseköğretim Kanunu ile yol zaten açılmış, Yükseköğretim Kurulu (YÖK) arzulanan merkezileşmeyi sağlamıştı. Gene de, 12 Eylül döneminden sonra, rektör atamalarında ve üniversitelere müdahalelerde AKP döneminde olduğu kadar aşırıya gidildiği görülmemişti. AKP'nin ilk döneminde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer (2000-2007) ve YÖK, iktidarın tasarruflarını frenleyici rol oynamışlardı. O kadar ki AKP, bir anayasa değişikliğiyle YÖK'ün ortadan kaldırılması teklifiyle CHP Grup Başkanvekiline gelmiş, ancak bu konuda iktidara güvenilemeyeceği gerekçesiyle bu öneri haklı olarak reddedilmişti (Parti adına görüşmeyi yapan ve reddeden bizzat bu satırların yazarı olduğu için bu bilgi kesindir). AKP, önce 2007-2014 arasında Gül'ün, sonra da Erdoğan'ın cumhurbaşkanlığı döneminde üniversitelere siyasi müdahalelerini arttırdı. 

Ama hiçbir dönemde 2018'de Erdoğan'ın ikinci ve 2017 Anayasasıyla çok daha fazla güçlendirilmiş cumhurbaşkanlığı döneminde olduğu kadar üniversiteler siyasetin kıskacına alınamamıştı. Bu dönemde, YÖK'ün rektör atama yetkileri de bütünüyle Cumhurbaşkanına aktarılmıştı. O dönemden itibaren siyasal iktidar kendi suretinde üniversite iktidarları yaratma olanağını tam ele geçirmiştir. Devlet üniversitelerinde geriye kalan istisnalar da, Boğaziçi Üniversitesi örneğinde görüldüğü gibi, 2021 yılı itibariyle sona erdirilmiştir. Yaratılan üniversite iktidarları, artık Saray'dan doğrudan talimat almadan dahi baş makamın düşünce kalıbına uygun icraatların gereğini yapacak olgunluğa erişmişlerdir!

Doç. Dr. Meltem Kayıran vakası

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Maliye Bölümü öğretim üyesi değerli meslektaşım Doç. Dr. Meltem Kayıran'ın 14 Nisan'da yürürlüğe girmek üzere görevine son verilmesi, tam da böyle bir siyasi düşünce zincirinin halkasındadır. Meltem Kayıran, 2017'de doçentlik ünvanını aldığı halde dört yıldır kadro alamamıştır. Kadro vermeyerek onu eğreti "Dr. Öğretim Üyesi" statüsüne mahkum eden ve bu statüde görev süresinin yenilenmesi için her üç yılda bir bir atama jürisine "eserler" dosyası vermeye mecbur etmek isteyen zihniyet iyiniyetli olabilir mi?

Sevgili meslektaşım Meltem Kayıran, hem bu aşağılanmayı kabul etmemek hem de hakkı olan kadroyu elde etme mücadelesini sürdürebilmek için, geçen yıldan beri bu alt statüye yeniden atanmak için hukuksuz olarak istenen dosyayı vermeyi reddetmiştir ve çok da iyi yapmıştır. Doç. Dr. Meltem Kayıran'a kadrosunu vermek istemeyenler zaten onun eserlerine falan bakacak değillerdir. Baktıkları yer, onun Eğitim-Sen Ankara 5 nolu Şubenin (üniversite elemanlarının sendikaşmasından sorumlu şubenin) bir dönem yöneticiliğini yapması ve sol aktivist kimliğinden ödün vermemesidir. Meltem Kayıran'a hakkı olan kadroyu vermemek, hem onun üzerinde baskı kurmak hem de genç meslektaşlarına gözdağı vermek anlamındadır.

SBF Maliye Bölümünde bir dönem birlikte görev yaptığımız sevgili Meltem Kayıran 31 yıldır aynı bölümün hocasıdır ve bölüme emeği çok geçmiştir. Hem bilimsel kimliğiyle bölümün öğretim üyesi niteliğinin yükselmesinde payı vardır hem mükemmel bir hocalık ve hoca/öğrenci ilişkisi kariyerine sahiptir. Onun üzerinde kurulan baskıların ve onun üzerinden tüm akademiyaya verilmek istenen gözdağlarının püskürtülmesi şimdi hepimizin görevi olmuştur. İlk hedef, üniversite yönetiminin bu hukuk-dışı tasarrufunun Danıştay'dan dönmesini sağlamak olmalıdır.

Öğretim üyeliği kadrosu nasıl düzenlenmeli?

Doç. Dr. Meltem Kayıran örneği ne ilk ne de sondur. Üniversite yönetimlerinin, doçentlik ünvanı ile doçentlik kadrosu arasına aşılmaz bariyerler koymaya çalışmaları da AKP ile başlamış değildir. Kendimden örnek vereyim: 12 Eylül rejiminin ağırlığının sürdüğü 1985 yılında doçentlik ünvanını elde ettikten bir süre sonra Gazi Üniversitesi rektörlüğü benim için de ilana çıkmış ve bir kadroya atama jürisi oluşturmuştu. Ancak 12 Eylülcülerin atadığı faşist rektör (Bahçelievler katliamcısı Haluk Kırcı ile üniversite mekanında kolkola gezinmekten çekinmezdi), jüri üyeleri zamanında raporlarını iletmediler bahanesiyle benim işlemimi iptal ettiğini bildirmişti. (Muhtemelen bu arada siyasi kimliğimle ilgili bilgilendirilmişti). Bunun üzerine, Doçentlik Yönetmeliği'nde atama jürisi raporlarının bir ay içinde rektörlüğe iletilmesi maddesinin adayı korumak için konduğunu, hak düşürücü bir süre olarak kullanılamayacağı gerekçesiyle İdare Mahkemesi'ne başvurdum. Dava lehime sonuçlanmak üzereyken rektör değişti ve yeni rektörün uzlaşma ve konuyu lehimde çözüme kavuşturma önerisini kabul ettim. Ama ünvanın alınması ile kadronun alınması arasında 2 yıldan fazla bir mücadele/yıpranma süreci yaşanmış oldu. 

AKP döneminde bu türden keyfiliklerin 12 Eylül dönemini aratmadığı söylersek, AKP dönemini hafife almış oluruz; şimdiki keyfiliklerin haddi hesabı yoktur. Bir barış bildirisini imzaladıkları için mesleki yaşamları karartılanlar bunun yalnızca bir bölümüdür. Şimdi artık, yeni kurulan devlet üniversiteleri başta olmak üzere, asistanlığa girişten akademik kariyerde ilerlemenin neredeyse her basamağında siyasi kontrol ve süzgeçler çalışmaya başlamıştır. Buna koşut olarak bilimsel süzgeçler dumura uğratılmış vaziyettedir: Liyakat dışı kariyer yapmalar, sahte/çalıntı doktora tezleri, makale veya araştırma oluşturmalar, dil bilmeden doktora ve üstü ünvanlara ulaşmalar, idari görevlere  siyasi yakınlıklara göre atanmalar vs... 

Bu kirlenmenin üstesinden gelmek için AKP sonrası dönemde yapılması gereken düzenlemeler olmalıdır. Bunlar yapılmadığında, hastalıkların yeniden nüksetmesi önlenemeyecektir. Bazılarını saymaya çalışalım:

- Bütün akademik ünvanların gözden geçirilmesi, ünvan alımında sunulan tezlerin, makalelerin, kitapların, araştırmaların çok kapsamlı ve derinliğine incelenmesi ve liyakat dışı alınmış bütün ünvanların geri alınması gerekir. 

- Akademik/bilimsel kariyerin en temel basamağı doktoradır. Doktora, bilimsel yetkinliğin ölçülmesinde temel aşama ise, o zaman iki yönden tamamlanmalıdır: Bir, doktora sürecinin (yazımı ve yönetiminin) en fazla ciddiye alınması gereken akademik uğraş olması sağlanmalıdır. İki, doktorasını tamamlamış olanların yarım yamalak ve süreli bir statüde değil, kesintisiz ve eksiksiz bir statüde görev yapmaları sağlanmalıdır. 1982 tarihli Yükseköğretim Kanunu'nun tek olumlu yanı bir Yardımcı Doçentlik kadrosu getirmesiydi. Ama bu kadroyu eğreti statüde bırakarak üst basamaklara çıkışı denetlemek istemişti. Yakın zamanda o statü kaldırıldı (ki bunun müsebbibi, fakültelerine her yıl çığ gibi tıpta uzmanlık adayları yağdığı için yardımcı doçentliğe ihtiyaç duymayan tıp kökenli rektörler olmuştur); ama yerine benzer bir "Dr. öğretim üyesi" statüsü getirildi. Şimdi yapılması gereken, belirli aralıklarla yenilenme zorunluluğu olmayan süresiz bir yardımcı doçentlik ünvanının getirilmesi olmalıdır. Doçent olmak için yeterli çabayı göstermeyenler zaten bunun -varsa- kariyer bedelini ödemiş olacaklardır. Görevini uzatmama tehdidiyle ayrı bir cezalandırma öngörmek bilim dışıdır. 

- Doçentlik ünvanının alınması ile doçentlik kadrosunun alınması arasına mesafe ve aşamalar konulmamalıdır. Ünvanın alındığı jüriye güvenilmek durumundadır. Zaten atama jürisi üyeleri genelde dosyaya usülen bakmakta, inceleme yapmamaktadır. O halde, üniversitede kadro sorunu yoksa, ünvan ile kadro arasındaki sürenin en fazla üç ay olabileceği hükme bağlanmalıdır.

- Öğretim üyeliği kadroları için ilana çıkılması uygulamasından (asistanlık hariç) vazgeçilmelidir. Bunun genelde bir yararı da yoktur. Üstelik birçok tuhaflığa da neden olmaktadır: Kendi üniversitelerinden başvuracak adayları öne çıkarmak isteyen kurumlar, sadece onlarda olabilecek özellikleri yazarak ilana çıkmakta ve magazin köşelerine haber olmaktadırlar. Bir üniversitenin, kendi bünyesinde doktora ve doçentlik yapmış öğretim üyelerini bir üst statüde korumak isteme hakkı olmalıdır. Buna karşılık, yeni kurulduğu için kadrolarını dolduramayan, içerden başvuracak yeterli adayı olmayan, dışa açılma politikası izlemek isteyen üniversitelerin ilan yoluyla öğretim üyesi arama hakları da olabilmelidir.

- Profesörlüğe yükselmenin YÖK öncesinde olduğu gibi mutlaka bir profesörlük takdim tezine ve/veya ciddi üniversitelerde şimdiden istenen yayın koşullarına bağlanması sağlanmalıdır. 

Kuşkusuz bu öneriler geliştirilebilir ve tartışılabilir. Ama değerli meslektaşım Doç. Dr. Meltem Kayıran'ın bugün için aklıma düşürdükleri bunlar. Dostumuz Meltem Kayıran ile dayanışmamız ise şimdi hepsinin önüne geçmiş durumda...

Oğuz Oyan / SOL

Britanya İmparatorluğu bilge başbakan Johnson liderliğinde yeniden mi doğuyor? - Çağdaş Gökbel / SOL

 Birileri yine kuzu postuna bürünüyor ve yoksul halkları sömürebilmek, onlara insan hakları götürebilmek için gömüldüğü sanılan silahları yeniden ortaya çıkarıyor.

Halkla ilişkiler negatif anlamlarla yüklü bir bilim dalı. Bir bilim dalının, özellikle sosyal bilimlerde toplumun karartılması ve geriletilmesi çabasıyla kullanılması tartıştığımız olguyu gayri bilimsel yapmaz. 

Marksistlerin bu negatif bilimler diye sadeleştirebileceğimiz alanlara mesafesini salt bir düşmanlık antagonizması üzerinden kurması yanlıştır. Bu eğilimi yaratan şey sosyal bilimlerin önceki yüzyıllarda diğer pozitif bilimlerce bir bilim dalı olarak görülmemesinde yatmaktadır. 

Düşmanınızı ya da mücadelede karşıt cephede yer alan insanları ‘casusluk-hainlik’ gibi sıfatlarla aşağılayarak yenemezsiniz; onu tanımak metodolojisini bilmek zorundasınız. Bu yüzden iletişim bilimlerinde eğitim alan çoğunlukla aşağılansa da halkla ilişkiler alanında çalışan genç sosyalistlere güvenmek ve onları çalışmalarında teşvik etmek zorundayız.

Yurt dışına geldiğimde herkes gibi çeşitli önyargılara sahiptim. Bu önyargılar diye nitelendirdiğim düşünsel varsayımlar bütününe ideoloji diyorum. Demek ki pürü pak bir muhalif, uslanmaz bir devrimci olsanız bile yaşamadığınız evrenler hakkında çoğunlukla kapitalist ideolojinin kavramlarıyla düşünme eğilimindeyiz. Bunun çok kitap okuma, en bıçkın devrimci olmakla bir ilgisi yok. Kitle iletişim araçları ve özellikle üniversite kapitalist ideolojinin emek-sermaye çelişkisinin farkında olan akıllara dahi sızmasında oldukça başarılı bir işleve sahiptir. Aydınlanmış bir topluma geldiğimi düşünüyor; insanların birbirine çelme takmak yerine birbirlerinin yeteneklerini geliştirmek için yollarını açtığına inanıyordum. Geldiğim toplumun kapitalist olduğunu bile bile böyle bir yanılgıya nasıl kapıldığıma hâlâ şaşırıyorum. Neyse ki ayılma sürecim uzun sürmedi. Kof nezaketin ardındaki kapitalist bireyciliği görmekte çok geç kalmadım. Birbirinin önünü kesen, kişisel çıkarları uğruna birbirlerinin etlerine diş geçiren canavar insanlara hem de en savunmasız olduğu söylenen grupların içerisinde şahit oldum. Şimdi, gözlük değiştirelim ve orta sınıfa mensup akademik bir gözle bakalım İngiltere’ye…

Downing Sokağı 10 Numara. Başbakanlık konutu sadeliği ve mütevaziliği temsil ediyor. Bilge Başbakan Boris Johnson şimdilik burada ikamet ediyor. Sabah çok erken saatlerde kalkıyor, sütlü çayını kendisi hazırlıyor; gündemi ya da siyasi olayları gözden geçirmiyor. Bu aralar kendisi Kant’ın ‘Saf Aklın Eleştirisi’ kitabını okumakla meşgul. Öğle saatlerine kadar okuyabildiği kadar okuyan bir entelektüel Johnson. Hatta kitaplara öylesine aşık ki sıklıkla kameraların karşısına saçlarını taramadan çıkıyor. Kafası çok karışık ve doğunun diktatör liderliğinden aşırı derece huzursuz. O batı uygarlığını, aydınlanmayı ve gelişmeyi temsil ediyor. Orta sınıfın bu vasat gözlükleriyle İngiltere ne kadar hoş görünüyor. Halkla ilişkiler biliminde çeşitli uygulama alanları vardır. Bu uygulama alanlarından en önemlilerinden biri ‘lobiciliktir’ merak eden olursa açsın okusun. Türkiye’de ve dünyada en güçlü lobilerden biri ‘yurt dışı umut lobisi’. Ortak özellikleri: kendilerini zavallı işçi sınıfının bir mensubu olarak görmemeleri. Onlar hayali güçlere meftunlar…

16 Mart’ta Boris Johnson avam kamarasında kendi doktrinini açıkladı. ‘Rekabetçi bir Çağda Küresel Britanya’ AB’den ayrılan İngiltere kendisini özgür sulara yeniden bırakıyor. Denizaltılar, nükleer başlıklar, 2030 yılında sahaya sürülmesi beklenen 30 bin robot askerle dünyaya demokrasi ve insan hakları ihraç etmeye hazırlanıyorlar. 110 sayfalık bir doktrinden bahsediyoruz. Hükümet, geleceğe ilişkin eylem planını şu şekilde özetliyor: Rekabetçi Bir Çağda Küresel Britanya, Güvenlik, Savunma, Kalkınma ve Dış Politikanın Entegre Gözden Geçirilmesi, hükümetin 2025’e kadar planlanan hedeflerinin bir izdüşümü. Cadı kazanları kaynıyor anlayacağınız. 110 sayfalık bu metni hızlıca gözden geçirdim. Çok kültürlü ve çok eğitimli yüce orta sınıfımız belki denk gelir bu yazıyı okur diye dipnotta erişebilmeleri için bir bağlantı vereceğim1. İngiltere küresel politikalarının perspektifi 2030 yılına kadar uzanıyor. ‘A force for good: supporting open societies and defending human rights’ sayfa 47’deki bu başlık oldukça ilginç. Yukarıda ifade ettiğim gibi birileri yine kuzu postuna bürünüyor ve yoksul halkları sömürebilmek, onlara insan hakları götürebilmek için gömüldüğü sanılan silahları yeniden ortaya çıkarıyor2. Boris Johnson, iyilik meleği olarak bir güç pelerini giyiyor, açık toplumun yaratılması ve insan hakları için dağınık saçlarıyla ışık saçıyor.

Orta sınıf her zaman bir efsaneydi. Şimdi, bu efsane bir belaya dönüşmüş gibi görünüyor. Toplumun tüm katmanlarını koyu bir kapitalist ideolojiyle zehirliyor. O merkezdeki güçleri yıkılmaz ve sarsılmaz görüyor. Başarıdır; bu başarıyı görmezden gelerek ilerleme yaratamayız. Yeni düzeni, kapitalist insanı yaratanların bu başarılarını yıkarak inşa edeceğiz. AB yıkılmaz! İngiltere yenilmez! Ezberleriyle kirletiyor orta sınıf zihinleri ve kendi aklınca düşük profilli gördüğü sosyalist-devrimci bir yazara ‘sen hiçbir şey bilmiyorsun’ diye haykırıyor. Akademik jargonla süslüyor kapitalist imanını. Kitabımda spor olsun diye yazmadım; diziler ve filmler kapitalizmin ezeli ve ebedi tek sistem olduğunu bıkmadan usanmadan kitlelere anlatıyor diye. İngiltere 180’e düşürmeyi taahhüt ettiği nükleer başlık sayısını tam tersine 260’a çıkarmayı hedefliyor. İyi canım yıkılmasın, zaten sonunda tüm dünyayı toptan yıkıp atacaklar.

Göçmenlerin sürekli geldikleri toplumu yücelttiği ve ilerlettiği söyleniyor. Tipik bir liberal fantezi. Fantezi olmadan, fetiş olmaz. Yüzlerce yıl önce Amerika’ya göç etmiş olan İrlandalılar, Amerikan toplumunu kültürel olarak derinden etkilemiş olabilir. Buna kimsenin itiraz ettiği yok. Peki, günümüz kültür endüstrisi çağında? Tüm kültürlerin tek bir potada eridiği ve ucubeleştiği bu karanlık çağda göçmenler göç ettikleri topluma ne verebilir? Artı değer verebilir. Bu kadarı yeterli ve daha fazlasına lüzum yok. Ücretli köleliğin yaygınlaştığı, güvencesiz çalışmanın kural haline geldiği bir dünyada göçmenler zenginleşmenin biricik kaynağı gibi görülüyor. Özellikle bizim Türkçe konuşan toplum bu konuda bir alem. Doğuştan gelme bir egoları var. Aziz Nesin’in dediği gibi burun büyüdükçe görüş açısını kapatıyor, neticede ortada sadece kocaman bir burun kalıyor. Gittiğin topluma ne verdin? O toplumdan ne aldın? Aldıkları şeyi ben size söyleyeyim, korkunç bir bireycilik ve kapitalist Avrupa’nın asla yıkılamayacağı fantezisi. Büyük edebiyatçılar ve aydınlar çıkaramıyor göçmenlerle zenginleşen bu toplumlar. BBC izliyor, çıkaramaz. 

‘Türk’ sıfatlı haber kanallarına benziyor BBC. Haşa! Bunu söylemek bizim ne haddimize değil mi? Westminster’a bağlanıyor haber sunucusu. Sabah saatleri. Bağlandıkları kişinin bir sıfatı var ki saymakla bitmiyor. ‘Etkileyici ya hu’ deyip sese abanıyoruz doğal olarak. Adam ne diyecek diye merak ediyoruz. Mesele Kuzey İrlanda! İngiltere’nin AB’den çıkışını öve öve bitiremiyor. İş İrlanda’nın konumuna gelince uzmanımız bir anda yumuşak maskesini çıkarıyor ve masanın sağ yanına atıyor. Dikenli tellerle ve kulelerle örülü bir sınır (Hard Border) yapılmasını öneriyor. Kuzey İrlanda ile Cumhuriyet İrlanda’sı arasında 500 kilometrelik bir duvar örülmesinden bahsediyor. ‘Türk’ sıfatlı haber kanallarımıza çıkan şovenist yorumcularımıza ne çok benziyor değil mi? Şaşkınlığa kapılmıyorum desem yalan olur. ‘Allah allah çözemedik hâlâ şu İngilizceyi sanırım’ diyorum kendi kendime. Uzmanımız devam ediyor, sınırı inşa edebilmek için helikopterlerle komandoların indirilmesinden ve Sinn Fein liderlerinin terörle olan bağından bahsediyor. Anlaşılan o ki inen komandolar armut toplamayacak, Sinn Fein liderlerini tek tek alacak ya da öldürecek. Bugün kuzeyde yaşananlara bakınca bu uzman görünümlü canavarın boş laf etmediğini anlıyoruz. Birileri Kuzey İrlanda’da silahların patlamasını istiyor. Hem de paskalya döneminde bunu yapılıyor. Büyük bir provokasyon, anlaşılan o ki komandoları indirmek için bahane arıyorlar…

Göç ettiği toplumun dünyanın en ileri ve modern toplumu olduğuna iman eden orta sınıf psikopatlığıyla kuşatılmış gibiyiz. Yaşadıkları toplumun (İngiltere/İrlanda) örfleri, adetleri, gelenekleri ve dini inancı yokmuş gibi davranıyorlar. Bu tür gerçeklerle karşılaştıklarında bitmeyen bir hayret nöbetine tutuluyorlar. Tüm batı medyası aylarca Joe Biden’ın ne büyük bir kurtarıcı olduğunu anlatıp durdu. İngiltere Türkiye’den iyidir kafasında yaşayanlar, Biden-Trump’tan iyidir deyip geçti3. Evet, oldukça iyi bir lider Joe Biden. Karadeniz’de dünyayı küresel bir savaşın eşiğine getirmiş durumda. Çok kültürlü orta sınıfımız Netflix ve HBO dizilerine tutsak olmuş durumda. Bu tutsaklığın zincirleri kırılmadan, ışıklı ekranın kapatma (Power) düğmesine basmadan lanetimiz dinebilir mi?

Paskalya ayaklanması 24 Nisan 1916 tarihinde Patrick Pearse ve Tom Clarke öncülüğünde başlatıldı. Paskalya bayramı bu yüzden İrlandalılar için farklı anlamlar taşıyan özel bir evredir. Kuzey’de İngiltere barbarlığına sırtını dayayanlar bunun anlam ve önemini kavrayamazlar. Sürekli çiğnenen İrlanda ulusunun onurunu ve namusunu korumak zorundayız. Göç ettiğiniz yerlerde tutunacak güçlü dallar arıyorsanız kapitalistlerin televizyonlarında ve onların hiçbir işe yaramayan kültüründe aramayın. En güçlü dal İrlandalı sosyalist ve cumhuriyetçilerin tüm dünyaya deklare ettiği Cumhuriyet bildirisinde saklı!4 29 Nisan’da ayaklanma bastırıldı ama Cumhuriyet bir kez ilan edilmişti ve geriye dönmek yoktu! Ayaklanma büyük bir başarıyla sonuçlandı! İrlandalıların kalbine eşitliğin, özgürlüğün ve kardeşliğin tohumlarını attı. Şimdi, yeniden başladığımız o noktayız. Dublin’deki genel posta idaresine çekildik. İngiltere, Boris Johnson öncülüğünde yeni sömürgeci (kolonyalist) vizyonunu gerçekleştirmek için cüretli adımlar atmaya başlayacak. Onlar yarattıkları ideolojik ablukaya güvenerek bu adımları atıyorlar. Bu ablukayı kırmak ve Harry S. Truman’dan beri dünyayı yönetenlerin bir grup ahmaktan ibaret olduğunu çok bildiğini sanan ve cehaletle kuşatılan kitlelere göstermek zorundayız. Atom bombasının mantarsı bulutu bunu göstermediyse Boris Johnson’un kıyım makineleri bunu insanlığa acı bir biçimde gösterecektir.

 Çağdaş Gökbel / SOL

  • 1.Global Britain in a Competitive Age: the Integrated Review of Security, Defence, Development and Foreign Policy’ https://www.gov.uk/government/publications/global-britain-in-a-competit…
  • 2.O silahlar hiç gömülmedi ama ilginçtir bu ülkeler kendilerini buna rağmen barış elçisi gibi pazarlayabiliyor (Y.N.)
  • 3.Elbette ekonomik açıdan çeşitli eşitsizlikler var. Bunun aksini söyleyen yok zaten. Buradaki temel sorun şu: Sarah Everard trajedisinden sonra sokağa dökülen kadınlara polis sert bir biçimde müdahale etmişti. Bazı insanlar ‘bu ne canım demokraside yaşamıyor muyuz? Yoksa Erdoğan Türkiye’sine mi benziyoruz? Diye hayıflandı. Temel problemimiz işte tam olarak da bu. Yani hâlâ merkez emperyalist ülkelerin demokrasi yalanına inanıyor olmak çok ciddi bir ideolojik çarpıklığa işaret ediyor (Y.N).
  • 4.Bunu sadece İrlanda olarak düşünmemek gerekir. Bulunduğunuz coğrafyalardaki destansı direniş hareketlerine odaklanın. İnsanı orada bulabileceğinize emin olabilirsiniz (Y.N).


Hariciye'de bir 'tescilli komünist' - SOL

 Engin Solakoğlu, soL okurlarının yeni yeni tanımaya başladıkları bir isim. Şimdiye kadar 'emekli diplomat' diye andığımız Solakoğlu'na 'hariciyeyi' ve başka şeyleri sorduk.

soL okurlarının standart okumaların ya da yanıltıcı kaynaklardan esinlenen haberlerin ötesine geçen, "görünenin ardındaki gerçek"e ve aktüel olanın içinden çıkan kalıcı gerçeklere işaret eden bilgi kaynaklarına özel bir yatkınlığı var. 

Geçtiğimiz aylarda, bu kaynaklara "emekli diplomat" Engin Solakoğlu eklendi. 

Özellikle Türk dış politikasıyla ilgili konularda Marksist bakışın derinliğiyle, somut olgulara hakimiyeti birleştiren yorumlara ihtiyacımız vardı ve Solakoğlu verdiği görüşlerle, kaleme aldığı değerlendirme yazılarıyla ve soL TV programlarına katkılarıyla soL okurlarının beğenisini kazandı.

Engin Solakoğlu, önümüzdeki haftadan itibaren Pazartesi günleri yayımlanacak köşe yazılarıyla da soL okurlarıyla buluşacak.

Solakoğlu'na okurların da merak ettiğini düşündüğümüz konularda, bir kısmı oldukça kişisel görünen sorular yönelttik. Görünen diyoruz, çünkü sorular bir yana yanıtların bazı açılardan hiç de kişisel olmadığını söyleyebiliriz.

soL okurları sizi bu yıl tanıdı. "Hariciye" göreviniz sırasında yaptıklarınızla meslektaşlarınız ya da bu alanı daha yakından takip eden kişiler  tarafından daha iyi biliniyorsunuz belki ama uluslararası ilişkilere, Kıbrıs sorunu ya da Avrupa Birliği gibi konulara Marksist bir düşün ve siyaset insanı olarak katkılarınız yakın dönemde yoğunlaştı. 2020 Temmuz'unda emekliye ayrılmanızla ilgisi olmalı tabii bunun. Ülkede alıştığımız bir kalıp var, "emekli askerler" komuta başındayken, ordu komutanlıkları hatta kuvvet komutanlığı ya da genel kurmay başkanlığı gibi görevlerde dururken değil de emekli olduktan sonra atıp tutuyorlar. NATO karargahlarında yıllarca görev yapmış bir subayı "Avrasyacı emekli asker" sıfatıyla karşımızda buluveriyoruz. Sizin "devletteki" maceranız bundan oldukça farklı bildiğimiz kadarıyla?


Geçen Temmuz ayında emekli olurken iki hedefim vardı. Birincisi TKP’de örgütlenmek, ikincisi soL Portal’da yazmaktı. Gençliğimden beri hedeflerimi gerçekleştirme olanağı bulan bir adamım ben. Bunun başlıca sebebi de gerçekçi hedefler belirlemek olabilir. Soruya dönersek, 2020 yılının Eylül ayından itibaren de söyleşi veya makale formatında ismim çıkmaya başladı soL’da. Kasım ayında da, TKP’ye üyelik başvurusu yaptım. O arada hiç beklemediğim şekilde, bu ülkenin solduyulu düşünce ve eylem insanlarının  bir araya geldiği Dayanışma Meclisi’ne de üyelik daveti aldım ve büyük bir mutlulukla o oluşuma katıldım.

Hariciye mesleğini,  zorluklarını, kısıtlarını bilerek seçtim. Ardıma baktığımda en ufak bir pişmanlık duymuyorum. Mesleğimi severek ve Türkiye halkına hizmet ettiğim anlayışıyla yaptım. Bunu kimi zaman başardım, kimi zaman da başarısız oldum. Sizin deyiminizle bu “macera” bana ve aileme o kadar çok şey kazandırdı ki, bunları ayrıntılandırmaya kalkışsam ayrı bir makale konusu olur.

Sorudaki örnekten yola çıkarak belki şuna açıklık kazandırmak gerek: Devlet memurluğunun, hele ki askerlik, diplomatlık veya istihbaratçılık gibi görevlerin bir tür deontolojisi var. Kurum içinde, karar alma sürecinde ne düşündüğünü söyleyebilir, alınan kimi kararlara muhalif kalabilirsin ancak karar alındıktan sonra kamuoyuna çıkıp istediğini söyleyemezsin. Ben de buna uydum ama belki bir farkla, 2000’li yılların başından itibaren, yani Marksizm’i tam anlamıyla benimsedikten sonra gerek kurum içinde, gerek başka kurum ve toplumsal ortamlarda  bu düşüncelerimi hiç gizlemedim. Ancak bunun tam anlamıyla  aleniyet kazanması Fethullahçılar’ın sayısız faaliyetlerinden birinin dolaylı sonucu oldu. 

Anımsayanlar olabilir. 2008 yılında, yanılmıyorsam Balyoz kumpası hazırlanırken kimi yüksek rütbeli subayların evlerinde kritik kamu kurumlarında çalışanlarla ilgili bilgiler içeren  birtakım CD’ler bulunduğu ileri sürüldü. Bunlardan biri de Dışişleri Bakanlığı’yla ilgiliydi ve yanlış hatırlamıyorsam ad ve soyadları kısaltılmış halleriyle gösterilen 40 kadar dışişleri çalışanını kapsıyordu. Fethullahçı paçavralardan biri bunu derhal yayınladı. Bir süre sonra ad ve soyadlar açık olarak yayınlanmaya başladı. O zaman öğrendik ki, Bakanlıkta Babacan döneminde  yuvalanmaya başlayan kimi Cemaat unsurları bu konuda o basın yayın organlarına “yardımcı” olmuşlar. Bu isimlerden biri de bendim ve benimle ilgili olarak (CD’lerle ilgili iddiaya bakılırsa bu dokümanlar darbe yapıldığı takdirde bizim gibi kurumlarda kimlere güvenilebileceğiyle ilgili olarak hazırlanıyordu) mealen şunlar yazıyordu: “Hükümete karşı, muhalif ancak TKP ile bağlantısı sıkıntı yaratabilir.” 

Şimdi dönelim benim TKP bağlantıma: bu bilginin kaynağı benim kurum içinde ortaya koyduğum politik tavır, yemekhanede, iş arkadaşlarımla bulunduğum ortamlarda Komünist olduğumu söylemem ve o sırada arada bir görüştüğümüz benim ve eşimin kuzenlerinin TKP’de örgütlü olmalarıydı.

Sözü uzatmayayım bu iş gerçek anlamda patladığında Paris Büyükelçiliği’ndeki görevime yeni başlamıştım. İsmimin bulunduğu gazetenin internetten kesitini aldım ve doğrudan Büyükelçime çıktım. Gayet ciddi bir ifadeyle, şayet benimle çalışmak istemez ise derhal merkeze dönebileceğimi söyledim. Hayatta ve yanlışım varsa düzeltebilecek durumda olduğu için ismini de vermekte sakınca görmüyorum: Büyükelçi Osman Korutürk. Osman Bey güldü ve “amaan şekerim, çalışmana bak sen” tarzında bir yanıt verdi. Zaten bir süre sonra Bakanlıkta o liste bir espri konusu haline geldi ve listede olmayanlar “yahu biz ne hata yaptık ki, bu listede yer alamadık” şeklinde bir alınganlığa bile kapıldılar.

Ben kariyerim boyunca oldukça önemli sayılabilecek merkezlerde çalıştım. Lefkoşa, Moskova, Avrupa Birliği Daimi Temsilciliği (Brüksel), Paris ve son olarak bu kez ikili konulara bakan Büyükelçilikte olmak üzere Brüksel. Bunların hepsinde Askeri personel ve İstihbarat personeliyle yakın çalıştım. Doğam gereği, siyasi görüşlerimi de hiç saklamadım. Buna karşılık hiçbir düşmanca tavır da hissetmedim. Zaman zaman tartışırken, “ben bir komünist olarak” diye söze başladığımda ellerini göğüslerine götürüp “Aman Engin Bey, o ne demek, estağfurullah” gibi tepkiler verdikleri çok oluyordu. Bir anlamda “siz o kaka şey olamazsınız!” demeye çalışıyorlardı sanırım. Bugün bu tavrın sebeplerini tam analiz edemiyorum. “Çalışkan ve yurtsever bir memur” olduğum düşünüldüğünden belki...

Şimdi soruya geri dönersem, evet ben Dışişleri Bakanlığı’nın tek “deklare” komünisti olarak 12 yıl çalıştım. Yalnız bu süre zarfında, en yakın komünist dostlarımla bile, mesleğimden dolayı erişebildiğim kamuya açık olmayan hiçbir bilgiyi paylaşmadım. Görüş verdim, ahkam kestim ama hiçbir zaman bilgi ya da istihbarat vermedim. Her halde, nitelikli ve güvenilir bulunduğumdan olacak 2012 yılında Cemaatçilerin gayet organize bir çelmesi ve cemaatçi olmayanların loncalarına da mensup olmamamın sonucu kariyerim durakladı ama atılmadım, uzaklaştırılmadım, sürülmedim. Hangi yıl emekli olacağımı yıllar önce belirtmeme rağmen son dış tayinim bile çok zor koşullarda canını dişine takarak görev yapan, bu uğurda sağlığından hatta canından olan  birçok meslektaşımın gıpta edecekleri Brüksel oldu.

AKP'li yılları özellikle soruşturuyoruz ama görev yaptığınız tüm dönemleri kapsayacak şekilde, "hariciyede" son 30 yılda nasıl bir dönüşüm gerçekleşti? Kurumsal yapısı, kadro niteliği gibi şeyler açısından... Elbette politikalar, stratejik yönelimlerden bağımsız şeyler değil bunlar ama çok yakından tanıma şansımız olmayan kısmı biraz daha buralarda somutlanıyor.

Dışişleri Bakanlığı seçkin bir kurum ama bunun nedeni mesleğin mavi kanlı babalardan çocuklara geçmesi filan değil. Bir kurum kültürü var. Cumhuriyet bu kuruma bir misyon vermiş: Dünyayla başa çıkmak. Kurum, geniş halk yığınlarının refahı, bir sınıfın diğeri üzerine tahakkümü veya şu meşhur “halkımızın hassasiyetleri”yle filan ilgili değil. Türkiye’nin kurulduğu ve bulunduğu zor koşullarda orta boyutlu bir devlet olarak ayakta kalmasını sağlamak için son derece yüksek bir çıta belirlenmiş: En az bir ama tercihan iki yabancı dili sadece iyi konuşmakla da yetinmeyeceksin yazabilecek, o dillerde düşünce üretebilecek seviyede olacaksın. Benim girdiğim yıllarda giriş sınavı son derece zorluydu. Nitekim ben ikinci denememde kazanabildim. Neyse ki sonradan “dürüst AKP emeklisi” Davutoğlu ve cemaat işbirliğiyle kurum “Anadolu İrfanı”na açıldı… 2016’daki “Allahın lütfu” darbe girişiminin ardından da, o sınavları düzenleyenler, o sınavlarla gelenler sokak, hapis ve yurtdışına dağıldılar. 

Kurumun yapısına dönelim. Bir kere, çalışanların çok küçük bir yüzdesinin  ailelerinde hariciyeci var. Bu arada benim girdiğim yıllarda (1991) sözde Mülkiye sultası da çoktan bitmişti, kaldı ki Mülkiye’yi zengin çocuklarının gittiği seçkin bir okul olarak tanımlarsanız orta zekanın üstündeki herkesi güldürürsünüz. Elbette ülkemizde bir ya da daha fazla yabancı dile hakimiyetin belirli bir gelir seviyesi gerektirdiği düşünülüyor ama meslektaşlarımın arasında bu tanıma girmeyen onlarca, yüzlerce Anadolu liseli dar gelirli aile çocuğu var. Kimisi başarılı öğrenciler olarak hayatları boyunca burslu okumuşlar. Özetle, bu monşer karalaması bana  Boğaziçi meselesini de hatırlatmıyor değil. Ben burada kedi ve ciğer hikayesinin ötesinde bir boyut göremiyorum. Toparlarsak, bu meslek yaparak öğreniliyor ve kurum kültürü de yaşanarak benimseniyor. 2020 yılında bile insanların sabah birbirlerine “Günaydın” dedikleri bir kurumdan bahsediyoruz. 

Bir de Dışişleri Meslek ve Konsolosluk İhtisas Memuru denilen iki kategorinin (anlaşılması kolay olsun diye biz bunu Subay, Astsubay örneğiyle açıklarız ama gerçek o kadar yalın değildir) medyan çizgisine bakalım. Bu çizgi az çok Avrupa tipi Sosyal Demokrat, Atatürkçü, Liberal noktalar arasında bir yerlerde gezinir. Mesleki  oportünizmi yurtseverliğini aşan çok insana rastlamadım o kurumda ben. Marksizme bakış istisnalar dışında düşmanca değil ama ironiktir. Dışişleri Memuruna “Batılı” yaftası yapıştırabilirsiniz ama “Batıcı” diyebileceğiniz fazla insan yoktur. Şunu de ekleyeyim: Çok sevdiğim bir amirimin söylediği gibi, bu meslekte iyi yaşarsınız ama zengin olamazsınız. Emekli olduğunuzda başınızı sokabileceğiniz bir eviniz mutlaka olur ama AKP büro çalışanlarının bindiği arabalara  inemezsiniz…

AKP öncesi Dışişleri Genelkurmay ile çok yakın çalışan bir kurumdu. Ülkenin dış politik yönelimi, elbette ki güvenlikçi bir bakışla ortaklaşa belirlenir, siyasi iktidarlara önerilir veya duruma göre dayatılırdı. Yalnız bunun Dışişleri’nin Genelkurmay’ın yancılığını yaptığı şeklinde yorumlanması kesinlikle yanlıştır. Dünyayı izleyen bir kurum kimliğiyle Dışişleri TSK’yı ikna gücüne de sahipti. Ben uzun yıllar Kıbrıs konusunda çalıştım. İki kurumun bu alanda nasıl “çarpıştıklarının” ve askerin geri adım atmak zorunda kaldığının yakın tanığıyım. 

AKP ile ne değişti? İlk başlarda fazla bir şey değişmedi. O dönem AB hedefi zaten Dışişleri’nin de ziyadesiyle benimsediği bir konuydu. AKP’liler o dönemde, yıllardır monşerlikle, dönmelikle suçladıkları bir kurumun nasıl “sadakatle” hizmet ettiğini görüp şaşırdılar biraz. Bakanlık kadroları da başta, “canım bunlar nasıl olsa bir seçimle giderler, AB, dünyaya açılma gibi politikalar da yanımıza kâr kalır” anlayışıyla hareket ediyorlardı. Hatırlarsanız görevi çok uzun sürmemekle birlikte AKP’nin ilk Dışişleri Bakanı, dindar olduğu gayet iyi bilinmesine karşın Bakanlıkta Müsteşar Yardımcılığı’na kadar yükselmiş olan ve kurumda yetkinliğine saygı duyulan Yaşar Yakış’tı.

Zaman içinde, özellikle de Babacan bakan olduğunda bazı ufak tefek oynamalara şahit olmaya başladık. Örneğin parlak ama son derece kıdemsiz bir diplomat Bakan Özel Danışmanlığına getirildiği gibi, Bakanlıkta yarı-tanrı addedilen Müsteşarın önüne geçmeye, kıdemi yaşından fazla olan üst düzey yöneticilere Bakan adına talimatlar vermeye başladı. Uzatmayayım, o arkadaş, tamamen tesadüf eseri olacak, FETÖ’den yargılandı.

Bakanlık yine de, Aziz Nesin’in “Ah biz eşekler!” öyküsünün başkahramanları misali almaza yattı. Zaten var olan kimi klikler cemaat yerine AKP liderliğine yaslanarak karşı ağırlık oluşturmaya çalıştılar. Üst yönetimde ikili bir yapı oluştu.

Zaman içinde Davutoğlu, önce Başbakan Dışişleri Danışmanı kimliğiyle sonra da Bakan olarak ağırlığını hem politika hem de kurumsal yapı bakımından hissettirdi. Kimi “temiz” çocuklar, olağan koşullarda belirli bir kıdem gerektiren Genel Müdür Yardımcılığı, Genel Müdürlük ve nihayet Büyükelçilik ve Başkonsolosluk  görevlerine paraşütle inmeye başladılar. 

Davutoğlu döneminde Bakanlık “halka açıldı”. Kıymeti kendinden menkul sınavlarla AKP il/ilçe örgütünden ve/veya cemaatin yöre sorumlularından alınan referanslara sahip çocuklar 100’er 100’er Bakanlığa alındılar. Çoğu  doğru dürüst yabancı dil bilmediği için, Bakanlık tarihinde ilk kez, yeni alınan memurlar ODTÜ’ye İngilizce kurslarına gönderildiler. Ben bunlardan bir kaçıyla çalıştım. Çoğuna “biz nereye düştük” duygusu hakimdi. Kötü niyetli olduklarına tanıklık etmedim ama cahil ve mesleki nitelik bakımından yetersizlerdi. 15 Temmuz’dan sonra bu sınavların da kovuşturması yapıldı, kimi personel bu yüzden hapse girdi, kimleri kaçtı veya hapse atıldı ama o sınav dönemlerinin her şeyi bilen ve her şeye kadir Bakanları ne hikmetse “incitilmedi”.

15 Temmuz’da Bakanlığın asli kadrolarının neredeyse üçte biri atıldı. Atılanların ezici çoğunluğu benden gençti. Bu dönemin idare veya yargısına güvenmek aklıma en son gelecek enayilik ama aralarında Cemaatçi olmadığı halde atılan kimseyi tanımıyorum. Her ne ise, 2016’nın sonlarında bir baktık, Bakanlıkta neredeyse bir genç memura üç daire başkanı düşüyor ama orta ve üst kademenin neredeyse tamamı herkes 1990’lı yıllardan tanıdığımız, cemaatçi olmadığını gayet iyi bildiğimiz meslektaşlarımız. Bir başka deyişle, Cemaat hayatımızda hiç olmamış gibi bir duygu egemen oldu ama elbette yanıltıcıydı bu duygu.

Sonra CHS (Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi) denilen garabet geldi ve Aziz Nesin’in yukarıda söz ettiğim öyküsünün başkahramanları kurtları yakından görme ve tecrübe etme fırsatı yakaladılar. O güne kadar merkez teşkilatında görülmeyen uygulamalara şahit olduk. Atamalara terfilere bakan servislerin başına  AKP’nin, o meşhur kurum kültürünün yakınından bile geçemeyecek nitelikteki mutemetleri getirildi. Çıkarılan işin kalitesi düştü zira Dışişleri’nin deneyim, bilgi ve birikimine ihtiyacın kalmadığı, kazara düzgün yapılacak bir işin yapan memura ancak zarar getireceği görüldü. Ortalamanın gayet üzerinde zeka ve uyum yeteneğine sahip olan Dışişleri kadroları, ölü de demeyeyim, “zombi” taklidi yapmanın zombiler tarafından parçalanmamak için en uygun yöntem olduğunu süratle anladılar. Şimdi deyim yerindeyse “icat çıkarmıyor”,  içlerinden söylenerek de olsa, talimat görünümlü garip emirleri yerine getirip ev taksitlerini ve mesleklerinin yapısı gereği büyük çoğunluğu yurtdışında okumak durumunda olan çocuklarının okul masraflarını ödemeye devam ediyorlar.

Tablo çok karanlık gibi görünüyor olabilir ama değil. Bana göre kurumsal kapasite hala yerli yerinde duruyor. 

soL'da düzenli olarak yazmaya başlayacaksınız. Okurlar her Pazartesi sizi okuyacaklar bundan sonra. Türkiye'deki muhalif basını özel olarak düzen dışı solda duran yayınları genel habercilik ve yorumlama kalitesi açısından nasıl değerlendiriyorsunuz? Uluslararası gelişmeler bağlamında özellikle?

soL Portal’ı düzenli olarak okuyorum. Diğer mecralardaki okumalarım yazar temelli. Dış politika alanında okuma ihtiyacı hissettiğim kalemler var. Okumalarım elbette dış politika ile sınırlı değil. Yazılarım da öyle olmayacak. Ben neredeyse 40 yıldır Marksizm okuyorum. Daha tam kavrayamadığım noktalar var. Eksiklerimi tamamlamaya çalışıyorum. Gençliğimden beri sonsuz bir okuma açlığım olduğunu itiraf etmek zorundayım. Diğer yandan pratik eksikliğim olduğu kesin. Bunu da örgütlü siyasetle TKP bünyesinde giderebilmeyi umuyorum.

Tanıyanlar bilir, özellikle kendi alanımda ama genel olarak da fahiş hatalara tahammüllü değilim. Yalan veya eksik habere tepki gösteririm. Bu yüzden de haber alacağım kaynakları titizlikle seçmeye çalışıyorum. Açık söyleyeyim bugüne kadar “haber dediğin böyle verilir” dediğim haberlerin çoğunu soL’da gördüm. “Burası olmamış veya eksik olmuş” dediğim de oluyor elbette, o zaman da tanıdık arkadaşlara iletiyorum o mesajı. “Halka yalan söylemek suçtur” sloganını çok önemsiyorum. 

Düzen içi muhalif olarak adlandırılan ama düzen içi özelliği muhalifliğinden çok daha baskın olduğunu düşündüğüm yayın organlarını nadiren okuyorum. Birkaç istisna var şimdi aklıma gelen. Çiğdem Toker’i, Barış Pehlivan’ı, Barış Terkoğlu’nu ve Timur Soykan’ı mutlaka okuyorum örneğin. Kendi alanımda Ceyda Karan, Aydın Sezer ve Aydın Selcen’in yanında şu sıra giderek “açıldığını” düşündüğüm, entelektüel derinliğine hayranlık duyduğum eski Büyükelçim Oğuz Demiralp’i de düzenli okumaya çalışıyorum. soL’da mesleki anlamda yakınından bile geçmediğim  Küba ve Hindistan’la ilgili yazıları ilgiyle takip ediyorum.

Uzunca bir bekleyişten sonra emeklilikle birlikte kavuştuğunuz "siyasal" özgürlüğünüzle ilgili bir soruya gelirsek... Türkiye Komünist Partisi üyesi oldunuz. TKP'nin sizin kişisel tarihinizdeki yeri nedir? Geride bıraktığımız yıllarda "hariciyede" görev yaparken takip ettiğiniz TKP'nin geldiği yeri, geride bıraktığı yolu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Üniversite’ye başladığımda söylemesi ayıp sosyal demokrat olarak tanımlıyordum ben kendimi. Taş çatlasa Avrupa tipi sosyalist filan. CHP’li bir ailenin çocuğuyum. Gerçek anlamda sosyalistlerle Üniversite’de tanıştım. 1986’dan bahsediyorum.  Okuma manyağı da olduğum için, o dönem çıkan her sol dergiyi okuyordum. Böylece Gelenek’le tanıştım. Diğerlerine göre farklı geldi. Granit kütlesi gibi makaleler. Okuyorum, okuyorum içine giremiyorum bir türlü. Bu adamlar bu bilgilere ve bu çözümleme yeteneğine nasıl ulaşıyorlar diye merak ettim. Makalelerde gösterilen kaynaklara saldırdım. Daha sonra o kaynaklardaki kaynaklara. Her haltı eleştiriyorum o zaman. Olan bitende bir yamukluk olduğundan eminim ama yerine ne konulabilir bir fikrim yok. Sovyetler Birliği hakkındaki bilgim Taksim’deki konsolosluğun önündeki camekana konulan fotoğraflarla sınırlı.  Sonra Kitap fuarları, oradaki paneller ve Yalçın Küçük. Türkiye üzerine ve Aydın üzerine Tezler. Daha sonra da Yalçın Hoca ne yazarsa okudum. Okulu bitirdim, Bakanlığa girdim ve 1992 yılında evlendim.  Eşimin hem en yakın dostu hem de kuzini SİP’te örgütlüydü. Konuşuyoruz uzun uzun her görüştüğümüzde. Ben hala sosyal demokratım ama. Bunlar da çok dürüst ama biraz sert çocuklar filan diye düşünüyorum. Derken Susurluk Skandalı ile birlikte bir ÖDP rüzgârı esti. Ufuk Uras Üniversite’den hocam. Bizim kuzinin babası da eski Dev-Yolcu ve ÖDP kurucusu. İlk seçimlerde ÖDP’ye oy verdim. Hem de yanlış anımsamıyorsam Moskova’da görevliyken hafta sonu bir uçağa binip Yeşilköy’de oy kullandım ve ertesi gün döndüm Moskova’ya. Artık kendime sosyalist diyebiliyordum ve en önemlisi “Kapitalizm’in arka tekerleği” olmaktan kurtulmuştum.

2001 yılında SİP TKP adını alınca, TKP’nin tarihini daha bir titizlikle okudum ve partiyi kuzin kanalıyla takibe başladım. Açıklamaları okuyorum, çok kafama yatıyor. Ya da bir gelişme konusunda kendimce bir düşünce geliştiriyorum, sağa sola anlatıyorum ve bir bakıyorum TKP buna neredeyse bire bir uyan bir açıklama yapmış. Yani ben TKP’liyim veya TKP benden yana ama iki tarafın da bundan haberi yok. Çok uzattım biliyorum. Böyle böyle geldik işte 2008 yılına. Bu arada öğrendim ki benim bir kuzenim de TKP’liymiş ama oraya girmeyeyim şimdi. 2008 sonrasını da anlattım yukarıda.

TKP’nin sergüzeşti, başarıları, başarısızlıkları, beni tamamen uzaktan ve ayrıntılara hakim olmaksızın bakan bir Komünist olarak üzen ama partiye bakışımı etkilemeyen bölünme… Çizgi doğru. Beni ilgilendiren kısım bu. Bana göre, hepimizi felç eden küresel salgına karşın TKP doğru ve başarılı bir çizgi tutturdu. Semtevleri, Birlik Sendikası, PE girişimi beni kıvandırıyor ve iyi ki TKP’deyim dedirtiyor açıkçası. Daha yapılacak çok iş olduğuna kuşkum yok. Benim buna somut katkım ne olabilir bunu düşünüyorum şimdi. Çocuklarımın emek sömürüsünün devam ettiği ve hızla tüketilen bir dünyada yaşamasını istemiyorum çünkü. 

SOL