18 Haziran 2021 Cuma

Hataa Al Nasr”* (I-II-III-IV) - Serdal Bahçe / SOL

 *Hataa Al Nasr”Zafere kadar” (Arapça).

(I)-İsrail soykırımcı ve katil bir ileri karakoldur. Pek tabi ki yaşanmış olan ve yaşanılan zulmün en asli sorumlusudur. Ancak tek sorumlu o mudur?

Yıllar öncesiydi, İsrail Ordusu Hizbullah denetimindeki Güney Lübnan’ı füze yağmuruna tutmaktaydı. Fotoğrafı çeken de İsrailliydi galiba, bir anda tüm dünyaya medya kanalları aracılığıyla yayıldı. Fotoğraf İsrailli küçük çocuklar Lübnan’a atılacak füzelerin üstüne bir şeyler yazarken çekilmişti. Yaşları çok küçüktü, ancak yazdıkları ürkütücüydü. “İsrailli çocuklardan Lübnanlı çocuklara sevgilerle”, yazdıkları tam olarak buydu. Fotoğraf tüm dünyaya yayılınca büyük bir öfke ve protesto fırtınası patladı. Yorumlardan birinde haklı olarak fotoğrafın İsrail’in ve sıradan İsraillinin psiko-patolojisinin bozuk olduğunu kanıtladığı vurgulanmıştı. Bozuk olduğu kesindir. Ancak Orta Doğu’da psiko-patolojisi bozuk olan sadece İsrail midir? Ayrıca İsrailli Yahudi halkın tamamını bozuk psiko-patolojiyle suçlamak Filistinlilere yönelik saldırıları ve Filistinlilerin topraklara el konulmasını eleştiren cesur İsrailli aydınlara ve insanlara haksızlık etmek anlamına gelecektir

Norman Finkelstein ABD’de yerleşik Yahudi bir entelektüel ve akademisyendir. Yazdığı Soykırım Endüstrisi (“Holocaust Industry”) kitabıyla adından bolca söz ettiren Finkelstein bir aralar İslamcı medyadan da pek takdir görmüştü. Verdiği bir konferansta kendisini Yahudilerin çektiği acıları küçümsemek ve onları Nazilerle bir tutmakla suçlayan Yahudi gençlere şiddetle karşı çıktı. Hem babası (Auschwitz’den sağ çıkmıştı) hem de annesi (Majdanek’ten sağ çıkmıştı) toplama kamplarından sağ kurtulanlar arasındaydı. Gençlere açık bir şekilde Avrupa Yahudilerinin çektikleri acıların İsrail’in Filistinlilere karşı işledikleri suçlar için bahane olarak kullanılamayacağını yüksek bir tondan ifade etti. Finkelstein Soykırım’ın acı çekmiş bir halkın başka bir halka karşı zulmünü aklamak için kullanıldığını iddia etmektedir.

İsrail soykırımcı ve katil bir ileri karakoldur. Pek tabi ki yaşanmış olan ve yaşanılan zulmün en asli sorumlusudur. Ancak tek sorumlu o mudur? Yıllar önce devrimci ve solcu aydın James Petras yazmıştı; İsrail, Washington D.C. ve New York’da Tel Aviv’de olduğundan daha güçlüdür demişti (galiba aynı belirlemeyi Yalçın Hoca, Yalçın Küçük de yapmıştı). Hatta Amerikan istihbarat örgütlerinin içinde apaçık bir MOSSAD örgütlenmesi olduğunu da ima etmişti. Buna bir de özellikle Wall Street ve ABD finans çevreleri içinde örgütlü güçlü sermaye gruplarının varlığını da eklemişti. Böylece Amerikan emperyalizminin çekirdeği içinde güçlü bir İsrail lobisinin varlığı apaçık teşhis edilmiş oluyordu.

Psiko-patolojik bir ırkçılık ve bozukluk; ya da örgütlü Yahudi sermayesi ve siyasi gücü; sadece bu ikisi İsrail terörünü açıklamaya yeter mi? Yetmez. Burada 120 yıldır, yani emperyalistlerin bölgeye ilk Yahudi yerleşimcileri getirdikleri günden bu yana süren acıklı bir hikayeden bahsediyoruz. Bu hikayede tek bir suçlu yok, tek tek suçlulardan oluşan suçlu bir sistem ve suçlu bir tarih var. İsrail terörizmi bir neden değil bir sonuçtur. Peki neyin sonucudur?

  1. İngiliz-Fransız Emperyalizmleri: Sykes-Picott anlaşmasından Balfour Deklarasyonuna bir dizi gizli anlaşmayla bölgeyi daha baştan şekillendiren İngiliz ve Fransız emperyalizmlerinin müdahaleleri Arap coğrafyasını kendi aralarında bölüşürken gelecekteki büyük çatışmaların tohumlarını attılar. Yerel Arap güçlerini birbirlerine karşı kullanmanın yanında bir de dünyanın Yahudi nüfusunun tarih boyunca dinemeyen vatan özlemini ve göç isteklerini kışkırtarak kan gölü yaratmaya meyilli coğrafyayı bir tür Gordion düğümüne çevirdiler.
  2. Küresel Siyonizm: Theodore Herzl ünlü kitabı Der Judenstaat’ı 1896’da bastırdı. Kitap açık bir şekilde Rothschildlere hitap etmekteydi. Sürekli kırıma uğrayan bir halkı entegre olmaktan alıkonuldukları topraklardan kopararak yeni bir vatana yerleştirme programının en açık ifadesiydi. En ensesi kalın, en katmerli burjuva Yahudilerden, Rothschildlerden medet umuyordu Herzl, Siyonizm daha baştan gerici kaderle doğdu. Bu minvalde doğan Siyonizm emperyalizm ve kapitalizmle uzlaşmaya her zaman meyilli gerici bir ideoloji oldu. Bu nedenle Siyonizmin hazır kıtaları onlara toprak vaat eden Balfour deklarasyonunu, hem de ileride yaratacağı lanetli kaderi düşünmeden, düğünle, bayramla, şenlikle kabul ettiler. Pragmatik ve açık uçlu bir gericiliğin, Siyonizmin bir devlete sahip olduğunda sistemin diğer kapitalist ülkeleri kadar katliamcı olmasından daha doğal ne olabilirdi ki?
  3. Tarihsel Anti-Semitizm: Romalılar, onları o zaman için bilinen dünyanın dört bir tarafına sürdüklerinde, daha önceki sürgünlerinde olduğu gibi, Yahudiler kendi dar ufuklu dinlerinin onları zorladığı zorunlu tevekküle dalmayı, ve Tanrının İbrahim’e vaat ettiği topraklara bir gün döneceklerini vahiy eden ulularının sözlerine inanmayı tercih ettiler. Ancak onların yalıtılmışlığını yaratan bu inanç değildi. Gittikleri topraklardaki toplumların egemenleri, sömürgenleri sürekli olarak onları yalıtılmış birer günah keçisi olarak tutmayı tercih ettiler. Onları hem sömürdüler, hem de kırdılar. Bir süre sonra sıradan okumuş yazmış Yahudi için bu kader sanki bir günahın kefareti gibi gelmeye başladı. Gerçi bazı Yahudiler “Yahudi Sorunu”nun çözümünü içeride değil, dışarıda; toplumsal reform veya toplumsal devrimde aramaya başladılar ama onların bu düzen karşıtlığının faturası bile karşı çıkan bireylere değil Yahudiliklerine kesildi. Örneğin ülkemizin ve dünyanın sağcılarından ve faşistlerinden Marx’ın veya diğer yoldaşların Yahudi kökenleri ile ilgili küfürleri sürekli olarak duymak zorunda kalmadık mı? Anti-Semitizm sömürgenlerin halk sınıflarının dimağını bulandırmak için kullandıkları bir araca dönüştü, itilip kakılan, kırılan Yahudilerin tarihsel bilincinde ise bugünün İsrail’inde su yüzüne çıkan bozuk bir psiko-patolojinin tohumlarını ekti.
    Devam etmeden bir vurgu yapmak gerekiyor: Gördüğü her Yahudiyi katletme güdüsü ile sözde vaat edilmiş topraklar üstünde yaşayan her Filistinliyi temizleme arzusu aynı fosseptik çukurundan beslenen ve birbirlerini büyüterek tamamlayan melanetlerdir. Her ikisi de onları birlikte yaratan fosseptik çukuru kurutulmadıkça ortadan kalkmayacak gericiliklerdir. Ve gericilik öldürür. Tıpkı şu anda Mescid-i Aksa’da, Batı Şeria’da ve Gazze Şeridi’nde yaptığı gibi.
  4. Amerikan Emperyalizmi: Aslında Amerikan emperyalizminin İsrail’in giderek radikalize olan bir bölgede, hem de petrol zengini bir bölgede etkin olarak kullanılabilecek bir araç olduğunu keşfetmesi biraz zaman aldı. Örneğin daha 1956’da Başkan Eisenhover İngiliz-Fransız emperyalizmiyle birlikte Nasır rejiminin millileştirdiği kanala karşı harekat düzenleyen çekilmesi için İsrail’e kati bir ültimatom vermişti. Ancak ne zaman ki Kennedy ve onun “Demokrat” emperyalizmi iktidarı eline aldı Amerikan emperyalizmi İsrail terörünün sağladığı tüm olanaklardan yararlanmaya başladı.

Orta Doğu’da ve Kuzey Afrika’da radikal bir dönem başlamıştı, ve Araplar bir tür uyanış yaşıyorlardı. Daha önce bir yazıda bahsetmiştim,* asıl Arap Baharı 1956 yılında başladı. Bazı tez canlı solcuların veya liboşların öve öve bitiremedikleri 2010 yılında başlayan ve radikal Arap rejimlerinin sonunu getiren kalkışmalar bir Arap Baharı’na değil, bir Arap Kışı’na işaret etmekteydi. Arap Kışı ise bir bütün olarak Arapların İsrail terörü karşısında diz çökmeleri anlamına gelmekteydi. Göremediler, nasıl göremediler bilemiyorum.

Kennedy dönemiyle birlikte Amerikan emperyalizmi bölgedeki sadık müttefiklerinin kümesini İsrail’i de içine alacak şekilde genişletti. Üstelik bunu yaparken gerici Arap rejimlerinden gelecek tepkiyi önemsemedi; önemsemedi çünkü bu gericilerin varoluşlarını, hem de yükselen ve sola kayan Arap milliyetçiliği karşısındaki varoluşlarını Amerikan emperyalizmine borçlu olduklarının bilincinde olduklarını biliyordu. Ayrıca Amerikan emperyalizminin bölgedeki sadık müttefikleri ailesinin diğer iki üyesinin, Pehlevi dönemi İran’ının ve Türkiye’nin ise bundan zerre kadar rahatsız olmayacağını da biliyordu. İsrail’in radikal Arap rejimleri karşısındaki 1967 ve 1973 zaferleri İsrail’in ne kadar önemli olduğunu bir kere daha gösterdi. İsrail artık bölgedeki Sovyet destekli radikal unsurları istikrarsızlaştırma aracı olarak kullanılabilirdi. Tıpkı ırkçı ve faşist Güney Afrika rejiminin ulusal bağımsızlık savaşı vererek bağımsızlığına kavuşmuş ve hızla sola kaymış komşularını, Angola, Zimbabwe ve Mozambik’i istikrarsızlaştırmak için kullanıldığı gibi.

                                                                                                       /././

(II)-Amerikan emperyalizmi, İsrail hariç, İsrail terörünün en büyük sorumlusudur.

Bahsedildi, Amerikan Emperyalizmi İsrail’in oldukça kullanışlı olduğunu biraz geç anladı. Anladığında ise İsrail’in kutsal terörünün önüne çıkacak her engeli yok etmek için yemin etmişçesine çabalamaya başladı. Yine vurgulayalım; Demokrat başkanlar bu terörü güvenli bir gelişim hattında tutmak için Cumhuriyetçi başkanlardan daha mahir davrandılar.

Bir ara belirlemede bulunalım. Biden iktidara geleli 5 ay oldu. Amerikan emperyalizmi namına bu 5 ayda gösterdiği performans onun sözde liberal enternasyonalizmine duyulan şüpheleri haklı çıkarmaktadır. Rusya ile başladı, garip ve saldırgan bir kampanyayı başlattı. Yeni yaptırımlar ve Rus diplomatların sınır dışı edilmesi ile birlikte onun kolektif emperyalizminin sonucu olarak ikincil ve üçüncül güçler de (İngiltere, Almanya ve diğerleri…) aynısını yapmaya başladılar. Bir kere daha vurgulayalım Clinton, Obama ve Biden’ın liberal kolektif emperyalizmi ile karşılaştırıldığında Cumhuriyetçi kıt akıllı başkanların emperyalizmleri daha dağınık ve daha beceriksiz görünmektedir. Şimdi Biden’dan gazı alan tüm bu bağımlı ikincil ve üçüncül güçlerin liderleri İsrail’e destek mesajları yayınlıyorlar. Liberal solcular ve liberallerin beklediği acaba tam olarak bu muydu? 

Ana mevzuya geri dönelim. Amerikan emperyalizmi, İsrail hariç, İsrail terörünün en büyük sorumlusudur. İsrail aleyhine gelişecek herhangi bir uluslararası oluşumu engelleme, en küçük kınama çabalarını bile bloke etme, sürekli silah yardımı yapma, bitmeyen bir ekonomik sıkıntı içindeki bu ayrıcalıklı küçük terör devletine sürekli sermaye akıtması, bölgede İsrail’e yönelik en küçük tehdidi bile kendisine de yönelik sayması… İşin garibi Amerikan emperyalizminin bölgedeki Müslüman müttefikleri de bu olguların herkes kadar bilincindedir. 

Mesela gerici Suudi rejimi ve onun körfezdeki minyatür gerici benzerleri. Muazzam bir petrol gelirinin üstünde oturan bu rejimlerin Filistinlilerin kurtuluş mücadelesine yönelik ilgileri geçmişten bugüne pragmatik ve bazen yüz kızartıcı bir mecrada ilerlemiştir. Bu rejimler varoluşlarının temel şartı (emperyalizmin bölgedeki tahkimatı) ile İsrail’e yönelik ikiyüzlü tepkileri arasındaki çelişkinin bilincindedirler. Bunların Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) ve El Fetih ile ilişkileri her zaman sorunlu olmuştur. Malum FKÖ ve El Fetih hem sekülerdi hem de ilerici Arap rejimlerinin (ve dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin) desteğini almaktaydı. Ne zaman ki İsrail ve Mossad’ın müdahaleleri Filistin mücadelesini çatlattı ve İslamcı Hamas FKÖ’nün ciddi bir alternatifi haline geldi, bu rejimler ikiyüzlüce bir şekilde vermek zorunda oldukları sözde ve güdük desteğin mali ve manevi yükünden kurtuldular. 

Aslında İngiliz emperyalizminin bölgedeki bakiyesi içinde olan bu çakma ve yapay gerici devletlerin bölgedeki varlığı bölgedeki her türden ilerici ve aydınlanmacı adımın önündeki en büyük engel oldu. Üstelik genellikle devran dönse de yerinde duran bu arkaik ve zorba rejimler bölgede küresel petrol ve silah tekellerinin en önemli müşterisi olmayı sürdürdüler. Filistin’in kurtuluş mücadelesine verdikleri zoraki desteği bile kâr hanesine yazmayı becerebilmiş bu güdük rejimler hattı zatında çok yakınlarda İsrail’i resmen tanımanın adımlarını atmaktaydılar zaten. 

Bunların ikiyüzlülükleriyle ilgili olarak ilginç bir örnek verilebilir. Malum 1973’de Yom Kippur Savaşı’nın başlamasının hemen ertesinde Arap Petrol Üreticisi Ülkeler Örgütü’nün (OAPEC) önayak olduğu ve OPEC’in de sonrasında katıldığı bir petrol ambargosu uygulandı. İsrail’e silah satan ve aralarında ABD ve İngiltere’nin de olduğu bir grup ülkeye petrol satışını durdurdular. Dünyanın geri kalanına petrolü varil başına % 300 zamlı satmaya başladılar, ayrıca petrol üretimini de % 30 civarında kıstılar. Böylece zaten bir kapitalist krizle cebelleşen kapitalist dünyayı ciddi bir şokla baş başa bıraktılar. Bunun benzerini, ancak daha düşük bir katılımla, 1979’da da yaptılar. Böylece petrol üreticisi ülkelerin elinde adına sonradan “petrodolar” denilecek yüklü miktarda bir dolar rezervi birikti. İki şok için toplam rezerv birikiminin 1 trilyon dolardan fazla olduğu tahmin ediliyor. Peki bu birikmiş rezervin aslan payını elinde tutan Suudlar ve benzeri minyatür gerici devletler bu parayla ne yaptılar dersiniz? Halkın refahını ve yaşam standardını arttırmak için mi harcadılar sanıyorsunuz? Hayır, bu parayı İsrail’i çekincesiz destekleyen emperyalist merkezlerin banka-finans sistemlerine yatırdılar. Ne güzel değil mi?

Ancak ihanetleri bununla bitmedi. Filistinlilerin önemli bir bölümü 1948’den bu yana mülteci olarak bu ülkelerde yaşıyorlar. Üstelik İsrail’in Araplara karşı kazandığı her yeni zaferle birlikte sayıları artmış gibi görünmektedir. Bu ülkelerin petrol parasıyla zenginleşmiş ve emperyalizm tarafından kollanan asalak zenginleri Filistinlilerin ucuz emeğini pervasızca sömürmekteler, tıpkı İsrail’in hala Gazze Şeridi’nde, Kudüs’de veya Batı Şeria’da kalmayı tercih eden Filistinlilere yaptığı gibi. Dahası bu gerici rejimler Filistinli göçmen azınlıktan ve onun damalarına sinmiş FKÖ’den rahatsız olunca onları olabilecek en vahşi (hatta İsrail’in vahşetiyle aşık atabilecek kadar vahşi) yöntemlerle kovmaktan utanmayan rejimlerdir. 

1968’de FKÖ ile Ürdün Ordusu koalisyonu İsrail sınırına yakın Karameh kasabası civarında İsrail ordusuna ciddi bir yenilgi tattırdılar (en azından FKÖ kaynakları öyle diyor). Bunun hemen ardından genelde FKÖ, özelde ise örgütün bileşenlerinden Marksist eğilimli Filistin Halk Kurtuluş Cephesi (FHKC) Ürdün içinde giderek artan bir etki alanına sahip oldular. Hatta FHKC’nin yayın organlarında Ürdün’deki gerici Haşimi monarşisinin devrilmesinden ve bir sosyal devrimden söz edilmeye başlandı. Bundan çok ürken Haşimi gericiliği ve Kral Hüseyin harekete geçtiler. 1970 Eylül’ünde Ürdün Ordusu Filistin kamplarına karşı harekete geçti. Olaya Filistinlilerin saflarında savaşa müdahil olan Suriye Ordusu da karıştı. Sonuçta 3 binden fazla Filistinlinin can verdi ve Filistinliler ve FKÖ Lübnan’a sürüldüler. Tarihe “Kara Eylül” diye geçti. 

Ancak Orta Doğu’daki gericilerin Filistin’in kurutuluş mücadelesine asıl darbesi Hamas’ın kuruluşuydu. Hamas aslında Mısırlı Müslüman Kardeşler’in uzantısı olarak doğdu. Ve özellikle Suudlar ve Ürdün'den gelen destekle hızla büyüdü. FKÖ’nün aksine İslami bir toplum modeli öngörmekteydi. Aslında Hamas FKÖ’nün ve Filistin mücadelesindeki ilerici güçlerin yenilgisinin kanıtıydı. Bazı kaynaklar Hamas’ın kuruluşunun sadece gerici Arap rejimlerine değil, Mossad’a ve İsrail’e de bağlamaktalar. FKÖ’nün toplumsal tabanının ve desteğinin azaltılması için akılcı bir hamle gibi görünmüş olmalıdır. Kısacası Hamas Arap ve Yahudi gericiliğinin ortak eserdir. 

Hamas klasik İhvanist bir örgüttür. Rivayet doğru ise ana finansman kaynaklarından birisi Batı’da veya Orta Doğu’da konuşlanmış Filistinli toplulukların bağışlarıdır. Ancak özellikle 2000'li yılların başında en büyük destekçisi Suudi Arabistan’dı. Bugün özellikle Gazze Şeridi’nde etkindir. Batı Seria ve diğer Filistin yerleşim bölgelerinde El Fetih daha baskın gibi görünmektedir. Hamas dışarıda olan ve Filistin Kurtuluş Hareketi’ni pragmatik amaçları için kullanmaya çalışan gericiliği şimdi içeri taşıyan mekanizmadır. 

                                                                              /././

(III)- İsrail varoluşuyla sadece Filistinlileri ve Arapları değil, bilfiil Yahudileri de tehdit etmektedir.

                      

                       'Tarihi Filistin’i ziyaret edin! İsrail Ordusu orayı o kadar çok sevdi ki bir daha terk etmedi'

İsrail aslında İbrahim’in torunu, İshak’ın oğlu Yakup’un takma adıdır. “Melekle/Tanrıyla güreş tutan” anlamına gelmektedir. Rivayete göre ikiz kardeşi Essau, ki ondan biraz daha önce doğmuştur, ona “doğum hakkını”, yani büyük evlat olma hakkını satmıştır. Ancak Essau kindardır. Olası bir cinayetten kaçmak isteyen Yakup Harran’a gelir. Burada evlenir ve o zamanlar Kenan diye adlandırılan Filistin’e ailesiyle geri dönüş yolculuğuna başlar. Ancak Essau’nun kalabalık ve silahlı bir grupla onları karşılamaya geldiğini duyunca ailesini başka bir yere yollar ve kendisi Tanrıyla konuşmak için kalır. Tanrı bir meleği ona yollar. Melekle sabaha kadar güreş tutarlar. Yenişemezler. Melek onu kutsar ve böylece Yakup İsrail adını alır. Soyundan gelenler Kenan illerinin tanrı tarafından belirlenen sahipleri olacaktır ve İsrailoğulları diye adlandırılacaklardır. Filistin tanrının belirlediği Eretz İsrail (İsrail’in toprağı) olur. Bundan sonra büyük acılar çeken İsrail oğulları bir şeyi çok iyi anlarlar, bir devletleri olmadıkça ezilmeye devam edeceklerdir. Karşıdevrimci Siyonizm özünü bu dinsel mitolojiden alır. 

Önceleri basit bir vaat edilmiş topraklar hikayesiydi. Ancak vaat edilmiş topraklara her döndüklerinde oraların başkalarının malı olduğuna acıyla şahitlik ettiler. Böylece her seferinde yeninden ve yeniden sürülmek oldu kaderleri. Asurlular, Romalılar ve Persler; ve daha niceleri vatanı ve devleti olmayan, ancak Tanrı tarafından seçilmiş ve kutsanmış olan bu halkı sürdüler. Sürmekle yetinmediler, içlerine de almadılar. Hoş, sekter ve dar grupçu dinleri de onların da başkalarıyla karışmalarını sürekli engelledi. Ancak anlam veremediler; eğer “seçilmiş” ve “kutsanmışlar” ise neden sürekli eza ve ceza çekiyorlardı? Öyleyse bir yerlerde büyük bir günah işlemiş olmalıydılar. Böylece onlardan da Hristiyanlığa aktarılacak “doğuştan günahkarlık” miti benliklerine yerleşti, Tanrı sürekli onları cezalandırıyordu. Ceza ise onlardan olmayanların, onların olmayan topraklarda onlara sürekli eziyet etmeleri şeklinde ortaya çıkmaktaydı. Musa’nın ya da İbrahim’im yaptığı gibi Tanrı ile konuşma şansları yoktu. Öyleyse kefaretin tamamının ödendiğini nasıl anlayacaklardı? 

Böylece sapkın ve tedhişçi bir düşünce geldi yerleşti nahif bilinçlerine; vaat edilmiş topraklara dönmeleri yeterli değildi, o toprakların onlardan olmayanı dışlayan ve yok eden, böylece onları ilelebet koruyan bir devletin de vatanı olması gerekirdi. Böylece sadece seçilmiş halka ait seçilmiş bir devlet fikriyatı karşı konulmaz bir çekiciliğe sahip oldu. Kuşkusuz bu türden bir devlet açıkça dinsel bir faşizmin aracı olacaktı ancak önemli değildi. Bu devlet kurulduğunda 2000 yıllık kefaretin ödendiğini anlayacaklardı. Eretz İsrael artık Medinat Yİsrael’e (İsrail devleti) dönüşüyordu.

20. Yüzyıl’ın başlarında hem Avrupa’da hem de Kuzey Amerika’daki Yahudi cemaatleri Filistin’e göç etme kampanyalarını finanse etmek için kolları sıvadılar. Bu göç başlarda çok düşük sayılarla gerçekleşti. 1900’lerin başlarında Filistin’e daha çok görece yoksul ve yaşadıkları toplumlarda iyice dışlanan Yahudiler göç ettiler. Henüz sermaye birikiminin tahakkümünden uzak, kooperatif türü örgütlenmelerle Celile’de ve sahil şeridinde yerleşim yerleri kurdular.  Böylece daha sonra İsrail’de yıllarca iktidar olacak İşçi Partisi’nin besleneceği ana kaynak “Kibbutzim” de doğmuş oldu. Filistinli Arap nüfusla başlarda araları soğuk olsa da bu soğukluk açık çatışmaya gitmiyordu. Hatta II. Dünya Savaş öncesinde esas dertleri bölgeyi manda statüsünde yöneten İngiliz emperyalizmiydi. Örneğin ilk öz savunma birliklerini kurduklarında bununla Filistinlilere saldırmak yerine İngilizlere saldırdılar. Ancak II. Dünya Savaşı’nın Nazilerin toplama kamplarından kurtulan Yahudiler de Filistin’e göç etmeye başladıklarında nüfus dengesi birden değişti. Sadece nüfus dengesi değişmedi, bu yeni gelenler yeni ve derin, ve dinmeyecek bir nefret ve kini de beraberlerinde getirdiler. Sanki tüm dünyayı düşman gibi görüyorlardı. İsrail bağımsız olunca gelmeye devam ettiler. 

Bu arada Amerikan emperyalizmi İsrail’e desteğini arttırdıkça sermaye de İsrail’e akmaya başladı. Geleneksel kibbutzimin yerini diğer kapitalist toplumlar gibi eşitsiz sınıfsal bir yapı aldı. Bu sınıfsal hiyerarşinin en altında hala vaat edilmiş topraklarda kalma ve direnme cesaretini gösteren Filistinliler bulunmaktadır. Yahudiler bile hem sınıfsal hem de köken olarak bölünerek bu hiyerarşide yerlerini almaktalar. En altta Etiyopya gibi ülkelerden gelen Afrikalı Yahudiler, onların hemen üstünde Orta Doğu kökenliler yer almaktadır. ABD’den gelen zengin Yahudiler ve bu topraklara 1900’lerin başından beri yerleşik haneler en üsttedir. Böylece ortaya sınıfsal hatlarla kesin bir biçimde bölünmüş bir toplum ve garip bir dini faşizmin üzerinde yükselen bir devlet çıkmıştır. Şimdi sürekli savaş halindedir. Bu savaş hiç bitmeyecekmiş gibi görünmektedir. 

Filistin Kurtuluş Örgütü ve bileşenlerinin solculuğu bu anlamda da önemli bir direniş mevzisi oluşturmaktaydı. Oysa Hamas’ın Gazze Şeridi’ne sıkışmış fanatik ve dinsel anti-semitizmi aslında İsrail’in Siyonist gericiliğini beslemektedir, tersine İsrail’in faşizan siyonizmi de Hamas’ın faşizan anti-semitizmini beslemektedir. 

1980’lerin başına kadar İsrail’in iç siyasetine İşçi partisi egemen olmuştu. Öte yandan adına bakmayın, revizyonist bir siyonizmin temel aktörü idi İşçi Partisi. Ancak tüm kapitalist dünyada olduğu gibi 1980’lerin başından itibaren iç siyasette dengeler değişti, aşırı sağ güçlenerek iktidara geldi. Menachem Begin, Kasap Şaron ve Netenyahu bu sağ hegemonyanın göz önündeki aktörleri oldular. Filistinliler için vaat edilmiş toraklarda yaşamak daha da zorlaştı. 

Bu arada İsrail gerçekten bir tür Yahudi enternasyonalizmini de bıkmadan ve usanmadan hala hayata geçirmektedir. Dünyanın dört bir tarafından Yahudiler göçe ve İsrail’de ev almaya teşvik edilmektedirler. İsrail Filistinlilerin yaşama alanlarını giderek daraltan saldırgan bir konut politikası uygulamaktadır. Üstelik buralara yerleşen dünya Yahudilerinin bir bölümü İsrail’de sahip oldukları evleri sayfiye evi gibi kullanmaktalar. Kendi ülkelerindeki evleriyle İsrail’deki evleri arasında mekik dokumaktadırlar. Filistinliler güvenli ve sıhhi yaşam koşullarından yoksun iken bir de her gün kaybettikleri toprakların üstünde lüks yerleşim yerlerinin türediğine şahit olmak zorundalar. Ateşkesin hemen ardından evlerine dönen yaşlı Filistinli çiftin evlerine ABD’den gelen Yahudi yerleşimciler tarafından el koyulduğunu gördüklerinde yaşadıkları şaşkınlığı anlatan videoya bakabilirsiniz. 

İsrail aslında özenle korunan ve beslenen bir tümör gibidir. Metastaz yapabilmesi için uygun ortam yaratılmıştır. Yakın tarihe kadar Sina Yarımadası’nı, hala Golan tepelerini, zaman zaman Güney Lübnan’ı ve Filistinlilerin topraklarını işgal altında tutmaktadır. Üstelik pervasızdır. İran’dan Tunus’a kadar gizli ve açık operasyonlar düzenlemektedir. Ayrıca her türden gericiliğe de açık ve yoz bir destek vermektedir. Hindistan’daki aşırı sağcı Modi rejimiyle sıkı bir ittifak halindedir. Yıllarca ırkçı Güney Afrika’ya lojistik ve istihbarat desteği sağlamıştır. 

İsrail varoluşuyla sadece Filistinlileri ve Arapları değil, bilfiil Yahudileri de tehdit etmektedir. Bugün her sıradan İsrailli aslında atlarının toplama kampı barakalarında yaşadığı korku ve endişeyi büyük bir oranda yaşamaktadır. İsrail’in yükselttiği duvarlar veya çektiği tel örgüler aslında Orta Doğu halklarının gelecekte birlikte kuracakları ortakçı dünyaya yönelik bir tehdittir. 

Sürüldüler, geri döndüler, tekrar sürüldüler, tekrar döndüler. Son defasında bir daha dönmemek üzere geldiler, dünyanın zengin saldırganlarıyla birlikte bölgenin fukara halkalarının üstüne çöktüler. Vatanları ve devletleri oldu. Ancak sözde kefaret bitmedi; yeniden lanetlendiler. Bu defa onlar başkalarının kanlarıyla yıkandılar ve damgalandılar. Anlamadılar, anlayamadılar; gerçek kefaret ancak vatan ve ulus kavramları ortadan kalınca, tüm insanlık tüm evreni sınırsız bir vatan yapınca ve tüm insanlar ortakçı bir toplumun sıradan ve saygın üyeleri olunca ortadan kalkacak.  

Not: Girişteki poster galiba İsrail ordusu tarafından hazırlanmış bir posterdir. Şöyle diyor: “Tarihi Filistin’i ziyaret edin!  İsrail Ordusu orayı o kadar çok sevdi ki bir daha terk etmedi.

                                                                     /././

(IV) - AKP’nin dış politikada attığı adımlar İsrail’i rahatsız etmek bir yana, onu bayağı rahatlatmıştır.

             Emperyalizmin Arap Halkları üzerinden elini çekmesini isteyen bir Sovyet posteri

Şimdi son perdede Türkiye, İsrail ve Filistin üçgeni üzerinde durulacak. Aslında buna bir üçgen demek zor çünkü Türkiye’nin dış politikası açısından, en azından Hamas’a kadar, Filistin sorunu Filistinlileri de hesaba katarak düşünülecek bir sorun değildi. Dünyaya duyuru yapan dış politika açıklamalarında İsrail terörü lafa ola beri gele kınandı ancak bu süreçte ekonomik, siyasi ve askeri ilişkiler giderek güçlendirildi. El Fetih ve FKÖ Türkiye hariciyesi için Moskova’yı ve Nasırist/Baasçı idealleri hatırlatmaktaydı. Amerikan emperyalizminin kucağında ve onun Güney Batı Asya- Güney Doğu Avrupa savunma sisteminin merkezindeki Türkiye için açıkçası FKÖ ve El Fetih ile kendi inisiyatifiyle bir ilişkiye geçmek düşünülemeyecek bir şeydi zaten. 

1949 yılından, yani İsrail’in resmen tanınmasından beri Türkiye’nin İsrail ile ilişkilerinin bir görünen ve yansıyan yüzü, bir de genellikle gözden kaçırılan gerçek yüzü vardır. 1949 yılında İsrail’in resmen tanınması da aslında Türkiye burjuvazisinin Batı Kapitalizmi ile Amerikan emperyalist sistemi içinde yer alma arzusundan doğmuştu. 1948’deki bağımsızlık ilanının ilk olarak SSCB tarafından tanınması, İsrail’in bağımsızlığına imza atan siyasi güçlerin ekserisinin kendisini Sosyalist olarak tanımlamaları artık kendisini emperyalizmin güvenli ellerine teslim eden Türkiye burjuvazisi için rahatsızlık yarattılar. Ancak ne zaman ki bölgede artan Sovyet tehdidine karşı Amerikan emperyalizmi İsrail ile ilişkilerini geliştirmeye başladı Türkiye burjuvazisi ve onun sözcüleri İsrail’i bir “realite” olarak kabul etmeye başladılar (galiba dönemin dışişleri bakanı böyle nitelendirmişti İsrail’in durumunu). Hatta dışarıya karşı soğukmuş görüntüsü verilse de İsrail ile ilişkileri giderek geliştirdiler. 

Aslında Türkiye’nin bölgedeki rolü çok çabuk bir şekilde ortaya çıktı. 1955 yılında İngiltere, Irak (ki o zaman Batı yanlısı gerici bir monarşiydi), Pehlevi’nin İran’ı, Pakistan ve Türkiye Bağdat Paktı’nı, sonraki adıyla CENTO’yu oluşturdular. Emperyalistlerin tasarımından çıkan bu birliğin amacı belliydi; bölgede Sovyet etkisini ve Nasır’ın artan baskısını sınırlandırmak. İsrail apaçık bir şekilde CENTO üyesi değildi ancak bu birlik eğer etkili olursa onun için bir nimetti. Bu birliğin aslında pek bir etkisi olmadı. Öncelikle İngiliz emperyalizmi zaten bölgeden kovulmak ve yerini Amerikan emperyalizmine bırakmak üzere idi. Diğer taraftan Irak’ın gerici Haşimi hanedanı General Abdül Kerim Kasım liderliğinde bir darbe tarafından devrildi ve Kasım’ın ilk yaptığı işlerden biri de Bağdat Paktı’ndan çıkmak oldu. Türkiye burjuvazisi bu paktı pek sevdi, ancak 1979’da İran Devrimi zaten çok da işler ve önemli olmayan paktı doğal olarak ortadan kaldırdı. 

1950’lerin ikinci yarısında Menderes Hükümeti el altından İsrail ile ilişkileri had safhada geliştirdi. Hatta MOSSAD Türkiye’de çok aktif bir hale geldi, rivayet doğru ise çok sayıda Türkiyeli istihbaratçı MOSSAD uzmanları tarafından yetiştirilmeye başlandı. Bu arada Türkiye bölgede Amerikan emperyalizmi açısından ne kadar verimli bir ortak olduğunu kanıtlamakla meşguldü. Örneğin 1957 yılında Suriye giderek radikalizme ve Nasır’ın Mısırı ile birliğe doğru kaymaktaydı. Sovyet etkisi artmaktaydı ve bu durum Amerikan emperyalizmi ve onun bölgedeki müttefikleri için endişe kayanğıydı. Böylece Suriye’nin kulağını çekmek istediler. Türkiye askeri güçlerini Suriye sınırına yığdı, Eisenhover apaçık tehditler savurdu. Ancak Sovyetlerin tepkisi sert olunca geri adım attılar. Türkiye anti-emperyalist damarı kabaran Suriye için bir gardiyan olarak atandı. Çok ilginç bundan 55 yıl sonra Türkiye yine radikal bir rejimi devirmek için planlanan geniş ölçekli bir harekatın parçası olarak Suriye topraklarına girecekti. 

Bu kriz ortamında Pentagon anlaşılan Suriye’yi yola getirmek için İsrail’in de Suriye’ye saldırması gerektiğini ciddi ciddi düşünmüştü, ancak Türkiye – Haşimi Irak – Pehlevi İran koalisyonu bunun büyük bir tepki doğuracağı konusunda Pentagon’u ikna etmiş olmalılar ki ihaleyi Türkiye yüklendi. Türkiye bölgede bundan sonra sürekli bu role soyunacaktı, hem de utanmadan.

Bunun hemen üstüne 1958 yılında David Ben Gurion, Golda Meir ve diğer yüksek düzeyli İsrailli yöneticilerden oluşan bir ekip gizlice Ankara’ya gelerek Menderes ve ekibiyle a pek çok konuda anlaşmaya vardılar. Türkiye’de sonrasında pek çok burjuva hükümeti geldi gitti ancak Türkiye bu anlaşmaya her zaman sadık kaldı. Türkiye burjuvazisi soğuk savaş mantığıyla bölgede sola kayan herhangi bir dinamiği yok etmek için İsrail’in siyonizmiyle işbirliği yapmaktan hiç çekinmedi. 

Ancak Türkiye’nin sosyalistleri ve devrimcileri burjuvazisinden daha onurlu ve daha cesurdular. 1960’ların sonundan başlayarak azımsanmayacak sayıda Türkiyeli sosyalist ve devrimci El Fetih ve FKÖ saflarında savaşmak için Filistin’e gittiler. Bazıları o topraklarda düştüler. Bu ülkenin sosyalistleri ve devrimcileri onların miras bıraktığı bu tarihsel onuru hala taşımaktadırlar. Onlar cesurdu ancak bu ülkenin burjuvazisi tarihsel olarak korkak ve kendi gölgesinden korkar bir durumdaydı. Onlar cesurdu ancak bugün İslamcı cenahta Gazze için, Hamas için ağlayanların ata babaları o zamanlar pek korkaktı. 

Türkiye bahsedildiği gibi El Fetih ve FKÖ’ye hiç ama hiç yüz vermedi. Gerçi İslamcı ve sağcı politikacılarımız halka açık demeçlerinde siyonizme ateş püskürüyorlardı ancak gerçekte kıllarını kıpırdatmıyorlardı. 

AKPli yıllarla birlikte Hamas’ın Filistin topraklarında yükselen egemenliği Türkiye ile Filistin ilişkilerine görünüşte bir düzey atlattı. AKP’nin ve Hamas’ın İhvanizmleri onları pek çok noktada ortaklaştırdı. Aslında önceki yazılarda da bahsedildiği gibi Hamas’ın Filistin kurtuluş hareketini çatlatarak doğması FKÖ için bir yenilgiydi. Ancak yenilgi FKÖ’nün şahsında anti-emperyalizmin ve Arap ulusalcılığının da yenilgisiydi. Hamas İsrail’in gerici ve ırkçı siyonizmine tepki olarak, ancak paradoksal olarak onunla aynı çukurdan beslenen gerici ve ırkçı bir anti-semitizmi sahiplendi. AKP görünüşte Hamas’ın hamiliğini üstlendi.

Oysa üstat görünüşle öz aynı olsaydı bilimlere gerek kalmazdı demişti değil mi? İşin özü AKP’nin İsrail politikası kendisinden önceki burjuva hükümetlerin İsrail politikasının devamıdır. AKP’nin dış politikada attığı adımlar İsrail’i rahatsız etmek bir yana, onu bayağı rahatlatmıştır. Örneğin Irak’ın işgali sırasında Türkiye’nin Amerikan emperyalizmine sağladığı lojistik ve taktik destek İsrail için nimettir. Örneğin Baasçı Suriye’nin bile isteye bir iç savaşa sürüklenmesi İsrail’i olsa olsa rahatlatır değil mi? Mavi Marmara rezaleti bile bahsi geçen ikiyüzlülüğü kanıtlamıyor mu? El Fetih ve FKÖ’ye yıllarca öyle ya da böyle destek veren Libya’nın istikrarsızlaştırılması ve yok edilmesi sürecinde Türkiye’nin taşeron rolü İsrail’i rahatsız etmiş midir? Neden etsin? 

Türkiye bu ilişkiden rahatsız olsa bile bunu ifade edemeyecek kadar çekingendir. Maduro kadar bile yiğit olamadılar. Maduro İsrail büyükelçisini ülkesinden kovarken ülkesinde ırkçı ve soykırımcı bir rejimin büyükelçisini istemediğini açıkça ifade etmişti. Türkiye’nin İsrail ile imzaladığı askeri ve istihbarat işbirliği anlaşmaları hala oldukları yerlerde durmuyorlar mı? Mayından temizlenen arazileri bile İsraillilere peşkeş çekmeye çalışmadık mı? İsrail ile ticari ve ekonomik ilişkilerimiz katlanarak büyümeye devam etmiyor mu? Peki şimdi Gazze ve Kudüs için akıtılan gözyaşlarının içtenliğine nasıl inanalım? 

Bitirirken Türkiye’nin bölgedeki emperyalist tasarım içindeki görevleriyle ilgili bazı belirlemelerle bitirelim. 

  1. Türkiye II. Dünya savaşı sonrasında bölgede kurulan emperyalist kurguda dört yapraklı yoncanın bir yaprağıdır (Suudların Arabistan’ı, İran, İsrail ve Türkiye). Sonra İran Devrimi bu yoncayı bozmuştur. 
  2. Türkiye bu tarih içinde bölgedeki tüm radikal ve ilerici akımların karşısında olmuştur. 
  3. Türkiye dört yapraklı yonca içinde, ekonomik ve siyasi nedenlerden dolayı, manevra alanı en az olandır. 
  4. Türkiye bu kurgu içindeki rolüne gönüllü bir şekilde, bilerek ve kendini pazarlayarak (özellikle de Sovyetlerin toprak istediğine dair saçma sapan tezlerle) sahip olmuştur. Zaman içinde bu ısrar ve bu inat hiç eksilmemiştir.
Serdal Bahçe / SOL


IMF Türkiye Raporu: Övgüler, eleştiriler, öneriler - Korkut Boratav / SOL

 Saray, IMF önerilerini niçin sineye çeksin? Öncelikleri farklıdır. Gerekli gördüğünde muslukları açmakta; başı sıkıştığında ekonomi yönetimini değiştirerek zaman kazanmaktadır.


IMF 11 Haziran’da bir Türkiye Raporu yayımladı. Üye ülkeler için sık sık yayımlanan sıradan ekonomik raporlardan biri… Türkiye’ye ilişkin bir önceki Rapor, Aralık 2019 tarihini taşıyordu. 

11 Haziran Raporu ekonomi yönetimine övgüler, eleştiriler, öneriler içeriyor. Rapor’da yer alan nicel öngörülerle başlayalım; sürdürelim. 

Nicel öngörüler: 2021 ve sonrası…

IMF’nin Haziran 2021 Türkiye Raporu’nda yer alan (ss.53-55, Tablo 1-3) ekonomik öngörüler aşağıdadır.

  • Büyüme: Rapor, 2021 için %5,75 oranında büyüme öngörüyor. 2022 ve sonrasına ilişkin büyüme öngörüsü ise sürekli olarak %3,3’tür.  IMF’nin 2021 ve sonrası için önceki büyüme öngörüleri %6,04 ve %3,5 idi. Son Rapor’un Türkiye’nin orta dönemli (“potansiyel”) büyüme eğilimini %3,3’e indirmesine dikkat… 
  • Dolarlı millî gelir: Rapor, 2021 ve sonrası için doğrudan doğruya dolarlı GSYH tahmini vermiyor. Ancak, diğer değişkenlerden türetilen 2021-2023 yılları millî geliri 774 → 829 → 889 milyar dolardır. Dolarlı GSYH’nın bu üç yılda büyüme  oranları ise %7,5 → %7,1 →  %7,2… Buna göre aynı yılların sabit TL ile öngörülen büyüme hızları aşılacaktır. Nasıl mümkün olacak? Rapor’da her yıl yüksek tempolu sermaye girişleri tahmin edildiği için… Dolar göreli olarak ucuzlayacak; TL değerlenecek; dolarlı GSYH şişecek...
  • Dış açık /milli gelir oranı: Rapor’a göre Türkiye’nin cari açıkları kalıcıdır; ama,  millî gelire oranı 2021’de %2,7’ye inecektir. Sonraki yıllarda bu oran %2 civarında istikrar bulacaktır.
  • Yıllık dış finansman gereksinimi/milli gelir oranı: Bu oran, 2021’de %27,6 olarak tahmin edilmiş; bir önceki yıla göre 1,8 puan düşmüştür. Sonraki yıllarda  ılımlı bir tempoyla daha da düşecektir. Dış borçlar artmakta; ama millî gelire oranı 2020 sonrasında gerilemektedir. Nedenini açıkladım: Yüksek yabancı sermaye girişleri →  reel olarak ucuzlayan dolar →  dolarlı GSYH’nın daha hızlı büyümesi… 
  • İşsizlik oranı: Rapor’da dar anlamlı işsizlik oranı 2021’de %12,5 olarak öngörülüyor. TÜİK’in Ocak-Nisan ortalaması %13,4’tür; aylık hareketler olağan seyrederse yıllık ortalamanın %13 olması beklenmeliydi. Ufukta, tek haneli işsizlik oranı görünmüyor. İşsizliğin 2022’de %11,0, sonraki yıllarda (değişmeden) %10,5 oranlarında seyredeceği bekleniyor. 

Ekonomi yönetimine övgü…  

Haziran 2021 tarihli IMF Raporu, salgın arifesinde ve 2020’de ekonomi yönetiminin büyümeye öncelik verdiğini vurguluyor. “İzlenen politikalar, faiz indirimleri, kamu bankalarının sağladığı hızlı kredi akımları, idarî ve düzenleyici kuralların beslediği   büyük boyutlu likidite desteğidir. Bu politikalar Türkiye’yi benzer ülkelerden dikkat çekici biçimde farklılaştırmıştır.”

2019-2020’da izlenen bu yöntemler, önceki yıllar ve “yükselen ekonomiler” ile karşılaştırılıyor. Örneğin, benzer ülkelere göre  Türkiye’de kredi genişlemesi para arzını fazlasıyla aşmıştır (ss.5-8). 

Salgın döneminin politikaları 2020’de başarılı olmuştur. Türkiye’nin büyüme temposu Çin’den sonra ön sıradadır. Bu ivme 2021’de de sürmektedir. 

Türkiye bulgularının IMF Yürütme Kurulu’nda görüşülmesinin özeti Rapor’un başında (s.2) yer alıyor. Aktarıyorum: “Direktörler (Yürütme Kurulu Üyeleri), COVID-19 salgınının Türkiye üzerindeki maliyetinin çok ağır olduğunu vurguladı. Ekonomik hayattaki ilk çöküntü, diğer ülkelere benzedi; ama Türkiye’deki canlanma istisnaî oldu. Yönetim Kurulu Üyeleri bu çarpıcı canlanma nedeniyle Türkiye’yi takdir etmektedir.” 

Övgüyü izleyen uyarılar; ağır eleştiriler…

Ne var ki, IMF Direktörleri’nin bu övgüsünü ciddi uyarılar izliyor: “Güçlü bir canlanmayı destekleyen politikalar aynı zamanda enflasyonu tırmandırdı; dış dengesizlikleri artırdı. Düşük rezervler, yüksek dış finansman gereksinimleri ve dolarlaşma biçimi alan kırılganlıklar ağırlaştı.” 

Bu uyarılar Rapor’da ayrıntılara girilerek ağır eleştirilere dönüşecektir. Bazılarını özetleyeyim (ss.5-14): 

  • Döviz fiyatlarındaki tırmanma, rezervler eritilerek önlenmeye çalışıldı. Rezervlerin bileşimi de niteliksel olarak bozuldu; yüzde 60’ı “convertible” olmayan paralardan ve altından oluşmaktadır.  
  • Döviz işlemlerine uygulanan idarî kurallar ve ticari bankalar ile yabancı bankalar arasındaki swap işlemelerinin kısıtlanması, sermaye hareketleri serbestliğini (enflasyon hedeflemesinin temel dayanağını) zedelemiştir. 
  • Ekonomi yönetiminde Kasım 2020’deki değişiklik olumluydu; Mart’taki “geriye dönüş” ise bu adımı baltalamıştır. Rapor, Ocak 2020-Nisan 2021 arasında TCMB yönetiminde ve çeşitli politika kararlarında gerçekleşen çalkantıların nominal döviz fiyatları üzerindeki etkisini ayrıntılı bir tabloyla betimliyor. Ekonomi yönetiminde istikrarsızlığın sonuçları vurgulanmış oluyor. 
  • Mart 2021’de ilan edilen Ekonomik Reform Programı, TCMB’yi marjinalleştiren bir “Finansal İstikrarı Komitesi” kurduğu ve ekonomik sorunları teşhis edemediği için eleştirilmektedir. 
  • Salgına karşı uygulanan politikalarda kamu maliyesinin doğrudan katkısı sınırlı kalmıştır. Bütçe aktarımlarının millî gelire oranı yüzde 1,9’dur; Türkiye, 26 “yükselen piyasa ekonomisi” içinde sondan altıncı sıradadır. Kamu dengeleri artan kaynak aktarımlarına imkân vermekteydi. 

Geleneksel öneriler tekrarlanıyor. 

Eleştirileri, IMF’nin önerileri izliyor (s.16-30). Direktörler’in vurguladığı öğelere ağırlık vereceğim (ss.2-3). 

  • Enflasyon hedeflemesine güvenilir, kesin bir dönüş… TCMB özerkliğinin güçlendirilmesi, rezervlerin yükseltilmesi, bileşiminde niteliksel düzelme…  
  • Salgından etkilenen katmanlara bütçe kaynaklarından daha fazla aktarım;  ancak bütçe-dışı kamu harcamalarında disiplin, denetim… Rapor’da Varlık Fonu ve KÖİ garantilerinin yükleri ve sorunları vurgulanıyor.
  • Devlet bankalarının sürüklediği kredi şişkinliğinin frenlenmesi ve bankaların dış yükümlülüklerinde etkili denetim…  Salgın hafifledikçe, kredi yapılandırmaları azaltılmalı; hastalıklı şirketlerin tasfiyesi göze alınmalıdır. Bankaların sağlık durumunu değerlendirecek “dışarıdan” bir denetim öneriliyor. 
  • İşgücü piyasasında esnekliği artırmayı hedefleyen  yapısal reformlar… (IMF Direktörleri insafa davet edilmeli: 2021 Türkiyesi’nde işgücü piyasasında fiilen gerçekleşmiş, yaşanmakta  olan esneklik daha nasıl artırılabilir?)  

Saray, uyarıları niçin ciddiye alsın?  

Rapor’da yer alan uyarılar, eleştiriler yeni, özgün  değildir; IMF’nin Nisan 2018, Aralık 2019 tarihli raporlarında da benzerleri sıralanmıştı.

Bu dönemde üç kere (Ağustos 2018, Kasım 2020, Mart 2021) ekonomi yönetimi değişti; IMF önerileri nadiren dikkate alındı; ekonomi çalkantılı, çelişik kararlarla yönetildi. Sonuç ne oldu? Döviz piyasalarında gerilimler patlak verdi; ama, bunlar dış borç krizlerine dönüşmedi; büyüme sürdürüldü. 

Önceki IMF önerileri çiğnendi; olumsuz beklentiler ise gerçekleşmedi. IMF bu tuhaf durumu nasıl açıklayabilecek? Rapor’un bir köşesinde (ss.18-19) bu soru geçiştiriliyor: “Gözlemcilerin çoğu, mevcut güçlükleri içinde Türkiye’nin kendine-özgü olduğu görüşündedir. Risk iştahının zayıflamadığı koşullarda uygulanan finansal gevşeme, büyümeyi enflasyonu, cari açığı hep birlikte yükseltebilir. Nitekim Mart’taki yön değiştirmenin olumsuz yansımaları sınırlı kalmıştır.” 

2020-2021’de gerçekleşen “Türkiye’ye özgü” durum budur. Öyleyse Saray, IMF önerilerini niçin sineye çeksin? Öncelikleri farklıdır. Gerekli gördüğünde muslukları açmakta, istediklerini elde etmekte; başı sıkıştığında ekonomi yönetimini değiştirerek zaman kazanmaktadır. 

***

Halk sınıfları ise, bu ortamda çaresizdir; korumasız, kendi başına kalmıştır.  IMF’nin son Türkiye Raporu, 2020'de istihdamdaki, işgücüne katılımdaki gerilemeleri karşılaştırıyor. Türkiye uluslararası istatistiklerde en kötü durumdadır (s.33). 

2020’nin ve Ocak-Mart 2021’in ücret/milli gelir oranlarını, birer yıl öncesi ile karşılaştırın; işçi sınıfının payında olağan-dışı bir düşme gözleyeceksiniz. Ekonomi büyürken emekçiler mutlak olarak yoksullaşmıştır. Yoksulluktaki tırmanmayı Dünya Bankası daha önce açıklamıştı. 

IMF’nin 2022 ve sonrası için öngördüğü yüzde 3,3’lük büyüme, bir durgunlaşma senaryosudur; Türkiye’nin gerçek işsizlik oranını aşağı çekemez; halk sınıflarının toplumsal bunalımını ağırlaştırır; o kadar…

Bugünkü ekonomik öncelik, dış bağımlılık, azgelişmişlik cenderesini zorlayarak toplumsal bunalımı aşmaktır. IMF ile Saray arasındaki görüş ayrılıkları değil… 

Korkut Boratav / SOL

17 Haziran 2021 Perşembe

Sürahideki su - Aylin TEKİNER* / BİRGÜN

Bugün babamı ve Yavuz Yükselbaba’yı anarken toplumsal belleği ve ‘’unutma’’yı konuşacağız. Kaybettiklerimizi senede bir gün hatırlayanların sarf ettikleri klişeleri ve bunların neye hizmet ettiğini anlamaya çalışacağız. Hatırlamanın ve/veya unutturmamanın yeni yollarını arayacağız. Gelin bunu beraber düşünelim. Daha fazla kirlenmemek için yeniden hatırlayalım.


1990’lı yıllarda işlenen siyasi cinayetlerin ve kitlesel cenaze törenlerinin ardından dile 

pelesenk olan üç beş kalıp cümle, hayatımıza anma sloganları olarak yerleşti. Devlet ise 

adeta bu sloganlar daha da yerleşsin, yaygınlaşsın dercesine canhıraş çalıştı. Anma 

törenlerinde ön sırada saf tutan ve söyleyecek samimi ve dönüştürücü bir sözü varmışçasına 

söz alan protokol mensubu “Yıllar önce bugün, karanlık güçlerce…” diye başladığı 

konuşmasını yılmadan ve ezber bozmadan hep bu klişelerden biriyle noktaladı: “Unutmadık, 

unutturmayacağız!” Kalabalık ise kendi sloganıyla devam etti: “Unutursak kalbimiz 

kurusun!”


Sonra? 

Sonra güne devam.

Derine kök salmış, güzele, iyiye, çok renkliliğe tahammülü olmayan, sevmediğini yok edip öldüren şu “şanlı devlet” bir mafya liderinin kendine has ifşa yöntemi ve hiddetiyle haftalardır sallanıyor. Mafya lideri, elinin en az kendininki kadar pis olduğu iddiasıyla altı boş bir kutsiyet atfettiği “DEVLET”inin kirini pasını bizlere açıktan gösteriyor. Kutsal devlet tüm kurumlarıyla bir kez daha gözlerimizin önünde çözülüyor. Bir çoğumuzun daha erkence öğrenip tanıdığı, tanımak zorunda bırakıldığı devletin çark dişlisinden kopan bu savrulmuş zincir geniş bir kitleyi kendine ‘‘hayran bırakarak’’ ve dahası ‘’eğlendirerek’’ büyük bir şevkle bir zamanlar parçası olduğu o çirkin ve çarpık çarkın döngüsünü anlatıyor. Aslında söyledikleri geçmişte olan biteni nasıl da hatırlatıyor: 12 Eylül’e varan yolda ölüm listeleri hazırlayıp devletin tetikçiliğine soyunan faşistlerin estirdiği terörü. Ya da 90’lara gelindiğinde aynı güçlerin bu defa devlet-siyaset-mafya üçgeninde nasıl uyuşturucu ve silah kaçakçılığında konuşlandıklarını. Susurluk’taki o “kaza”nın bize gösterdiği, bugün de göstermeye devam ettiği kirli, derin ve örgütlü suç ağını.

Mafya lideri, mezarının üzerinde ‘’Yiğitler Yiğidi’’ (!) yazan Abdullah Çatlı’ya henüz toz kondurmuyor ama 70’lerde devlet tarafından özel eğitilen, 90’larda ise faili meçhullerle birlikte isimlerini daha çok duyar olduğumuz kilit figürleri bugün boncuk gibi ipe diziyor. Bir yandan racon keserken bir yandan da kanımızı dondurarak sözü siyasi cinayetlere getiriyor. “Uğur Mumcu cinayetini…” diyor. Bir yandan yüreğimiz sıkışırken bir yandan konuşsun istiyoruz, daha çok konuşsun. Siyasi cinayetler, faili meçhuller, operasyonlar, tetikçiler, milyon dolarlar, milyar dolarlar, devlet bürokrasisinin taşeronluğunu üstlendiği uyuşturucu ve silah ticareti…

İçinden geçmekte olduğu tünelin karanlığı gittikçe derinleşen memleket, iştahla bu şahsın bir sonraki videosunu beklerken, hatta bundan medet umarken, biz, 41 yıl önce öldürülen babam Av. Zeki Tekiner’i ve babamın yaşam hakkını savunurken kendisi de kurşunlara hedef olan Yavuz Yükselbaba’yı anacağız bugün. Böylesi bir siyasal atmosferde, geçmişten ziyade tam da bugünü konuşacağız. 41 yıl önce bugün işlenmiş ve faili meçhul bırakılmış bir cinayetten bugüne bakacağız. Cezasızlıktan, failden, devletten ya da derin iş birliklerinden ziyade bugün biz, makas değiştirmek için unutmayı tercih edenleri hatırlatacağız.

Bu yıl ilk defa Cumhuriyet Halk Partisi babamın anmasında yanımızda olmayacak. Çünkü babamın ve babam gibi öldürülen yüzlerce CHP’linin isimlerini dahi bilmeyenlere, anılarını yok sayanlara öfkeliyiz. Ve öfkemiz dünkü kadar taze, büyük.

CHP yönetimine öfkeliyiz çünkü kendi Nevşehir İl Başkanlarının katillerini cinayete azmettiren, bu nedenle idamla yargılanan faşistin geçtiğimiz yıl temmuz ayında ittifak ortakları İYİ Parti Nevşehir İl Başkanı seçilmesine itiraz etmediler. Öfkeliyiz çünkü ‘’kutsal’’ ittifaklarına zeval gelmesin diye bu utanç karşısında örgütlü biçimde sessiz kaldılar. Bu şahıs İbrahim Şahin’in komiser yardımcısı olduğu Nevşehir Emniyet Müdürlüğü’nde, Abdullah Çatlı, Mehmet Ali Ağca ve kendisi için sahte pasaport düzenlediği iddiasıyla yargılanan biri. Sahte pasaportla kaçtığı Almanya’dan cinayetteki rolü nedeniyle yargılanmak üzere idam edilmemek koşuluyla Türkiye’ye iade edilen, müebbet hapis cezasına mahkûm olan, ancak kısa sürede şaibeli bir şekilde tahliye edilen biri.

Takdir edersiniz ki Cumhuriyet Halk Partisi bu utançla da yetinmedi. Partinin Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu kimi konjonktürel solcuyu yanına katıp, bu zemini bozuk oyunda el yükselterek partisinin sağda saf tuttuğunu sembolik bir ziyaretle teyit etti. Bir oldular, 12 Eylül öncesinde sol ideolojiden binlerce yurtseverin öldürülmesinde taşeronluk rolü üstlenen bir faşist liderin, Alparslan Türkeş’in evine gidecek kadar alçaldılar. Ve bu ziyareti Maraş Katliamı’nın yıl dönümünde yapıyor olmaktan da zerre sıkılmadılar. O kapıdan içeri adımını atan her bir isim 1980 öncesinde faşistlerce katledilenlerin ailelerine, ocağına ateş düşenlere bir özür borçludur. Akıllarına kazıyana kadar bunu da yinelemekten geri durmayacağız.

Yıllarca CHP’nin pek çok kademesinde önemli görevler alan ve öldürüldüğünde parti il başkanı olan bir siyasetçinin cenazesini kurşuna dizecek tıynetteki bir faşist yapılanmanın bugünkü artıklarıyla en ufak bir kırmızı çizgi gözetmeksizin kol kola girdikleri için CHP’den hesap sormaya elbette devam edeceğiz. Babamın 13 kurşun isabet eden tabutunu omuzlamak, değerlerini yitirmiş bir örgüte belli ki zor geliyor. Ama sevgili Arat Dink’in geçen yıl gerçekleşen 40. yıl anmamızda söylediği gibi “Biz tabutlarımızı sırtımızda taşıyoruz. Bu bir yük. Gocunmuyoruz da. Taşıyacağız. Mezar ne kadar uzaktaysa oraya kadar taşıyacağız.”

Bu yolculuk sürdükçe de annemin, Ankara’da, çocukluğumuzun geçtiği mahallede salı günleri kurulan semt pazarında üç çocuğuna yıllarca her yaz, yine bir salı günü öldürülen kocasının ruhu için dağıttırdığı bir sürahi suyu dağıtmaya kalben devam edeceğiz. O suyun serinliğine sığınacağız. Biliyoruz ki bir gün dağıtmayı bırakırsak, kalbimiz işte o zaman kuruyacak.

Bugün babamı ve Yavuz Yükselbaba’yı anarken toplumsal belleği ve ‘’unutma’’yı konuşacağız. Kaybettiklerimizi senede bir gün hatırlayanların sarf ettikleri klişeleri ve bunların neye hizmet ettiğini anlamaya çalışacağız. Hatırlamanın ve/veya unutturmamanın yeni yollarını arayacağız. Gelin bunu beraber düşünelim. Daha fazla kirlenmemek için yeniden hatırlayalım.

Aylin TEKİNER* / BİRGÜN


*Aylin Tekiner, eski CHP Nevşehir İl Başkanı ve milletvekili olan Mehmet Zeki Tekiner'in kızı. Zeki Tekiner ile CHP üyesi Yavuz Yükselbaba, 17 Haziran 1980 tarihinde gerçekleştirilen silahlı saldırı sonucu öldürülmüştü.

Aylin Tekiner: Sanatçı, yazar ve insan hakları savunucusu. Toplumsal travmalar özelinde hafıza ve adalet kavramları üzerinde çalışmalarını sürdürüyor. 2008 yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü Eğitimin Kültürel Temelleri Anabilim Dalı’nda doktorasını tamamladı. Doktora tezinden yola çıkarak hazırladığı “Atatürk Heykelleri: Kült, Estetik, Siyaset” adlı kitabı 2010-2014-2021 yıllarında İletişim Yayınları tarafından basıldı. 2015-2016 yılları arasında post-doc çalışmalarını sürdürdüğü Yale Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nde gölge tiyatrosu teknikleri üzerine çalıştı. Ülkesinde ve yurt dışında kişisel sergiler açan ve karma sergilere katılan Aylin, New York merkezli bir araştırma enstitüsü olan Research Institute on Turkey’nin eş direktörüdür. Türkiye’de siyasi cinayet mağduru 28 ailenin bir araya gelmesiyle oluşan Toplumsal Bellek Platformu üyesi, Columbia Üniversitesi Sosyal Farklılıklar Araştırma Merkezi üyesi ve aynı zamanda 1980 darbesine yönelik kolektif hafıza çalışmaları yürüten Çocuklarız Bir Aradayız inisiyatifi üyesidir.

 

O tweet’leri neden şimdi attı? - Barış Pehlivan / Cumhuriyet

Biliniyordu: Saadet Partisi’nde Genel Başkan Temel Karamollaoğlu ile Yüksek İstişare Kurulu Başkanı Oğuzhan Asiltürk arasında gerilim vardı. 

Biliniyordu: İki isim dünürdü ama her şey güllük gülistan değildi. 

Biliniyordu: Karamollaoğlu’nun gönlü Millet, Asiltürk’ün gönlü Cumhur İttifakı’ndan yanaydı. 

Tüm bunlara rağmen, Asiltürk’ün tweet’le kongre kazanını ateşe vermesi bekleniyor muydu? Karamollaoğlu cephesi aslında ne düşünüyor? Saadet Partisi koridorlarında neler konuşuluyor? 

Tüm bu sorulara yanıt aradım. 

Öncelikle, parti genel merkezindeki büyük çoğunluğun açıklamayı ilk Twitter’dan gördüğünü vurgulayayım. “Böyle bir çıkışın belirtisi yoktu ve şaşırdık” sözünü duydum. 

Normal takvime bakarsak, Saadet Partisi’nin olağan kongresi Kasım 2022’de. Asiltürk ise “Önümüzde kongre var” diyordu.“Benim gözetimimde, geniş istişarelerle bir liste hazırlanacak ve kongre başkanlığına sunulacak” diye devam ediyordu. Evet, Saadet’te olağanüstü kongre beklentisi vardı ama Asiltürk’ün mesajlarına kadar partinin herhangi bir yetkili kurulunda konuşulmadığını öğrendim. 

Peki, neden şimdi? 

Temel Karamollaoğlu dün “parti meselelerimizi kamuoyunda tartışmam” dedi. Perde arkasında ise o cephenin tezi şu: 

“Bu ay partinin Genel İdare Kurulu toplantısı toplu halde yapılmadı. Karamollaoğlu herkesi genel merkezde tek tek dinliyor şu sıralar. Bu rahatsızlık oluşturdu Asiltürk cephesinde. Genel Başkan’a bağlılığın da göstergesiydi bu onlara göre. İşte bu desteği ve o özel görüşmelerin içeriğini baltalamak için zamanlamanın özellikle seçildiğini düşünüyoruz.” 

Asiltürk, yeteri kadar oy alınmamasından da dertliydi. Saadet Partisi’ne oy vermediğini iddia ettiği inançlı gençlerin “O partinin de bizim inançlarımızı savunduğunu duymadık. O parti de diğer partiler gibi sadece iktidarı tenkit ediyor” dediğini söylüyordu. 

Karamollaoğlu’nun yakın çevresi ise bu eleştiriye şu yanıtı veriyordu: 

“AKP’nin gençlik kuruluşları ile Anadolu Gençlik Derneği’ni (AGD) yan yana getirmeye çalışılan bir süreç vardı. Bu süreçte AGD, TÜGVA’nın kuruluşunda kendi mensuplarının görev almasına göz yumdu ve engelleyemedi. Gençlik anketinden bahsediliyor ya... Tamamen düzmece bir anketi, Oğuzhan Bey’e güya ‘bu haldeyiz’ diye sunmuşlar.” 

Son bir not... 

Partinin yayın organlarından Milli Gazete Asiltürk’e, TV5 ise Karamollaoğlu’na yakın diye biliniyor. Bu satırların yazıldığı ana kadar, Asiltürk’ün kazan kaldırmasını iki mecranın da görmezden geldiğini not edeyim. 

SBK: Herkes öğrenecek

Önce Fatih Altaylı yazdı. 

Veyis Ateş’in Sezgin Baran Korkmaz’dan 10 milyon Avro istediğini duyurdu. 

SBK’nin “ablası gibi sevdiği bir gazeteciye” bu talebin kaydını dinlettiğini de ifşa etti. 

Sonra “abla” Sevilay Yılman dinlediği o kaydın bir bölümünü köşesine taşıdı. 

Veyis Ateş, “Seninle uğraşan bir klik ve lobi var ama bu arkadaşlarla işi tersine çevirmek mümkün” diyordu. “Samimiyetini göstermeni bekliyorlar” diyordu. “Talep ettikleri meblağı yollayacaksın” diyordu. 

Herkesin merak ettiği soru için Sezgin Baran Korkmaz’ı aradım. Açmadı. Sorumu mesaj olarak attım: “Veyis Ateş sizden almak istediği parayı kime vereceğini vaat etti? 

Kim o ‘arkadaşlar’ dediği ve sizin için görüştüğü kişiler?” 

Aradan bir süre geçtikten sonra telefonum çaldı. Arayan Sezgin Baran Korkmaz’dı. 

Öfkeli bir şekilde konuşuyordu. Hakkındaki suçlamaların doğru olmadığını iddia ediyordu. “Her şeyi açıklayın o zaman, yazayım” dediğimde ise “hayır” diyordu. Halbuki, yanıt bekleyen çok soru vardı. Veyis Ateş’in kimlerle kendisi için lobi yaptığını ve 10 milyon Avro’yu kimlere vereceğini sordum tekrar. Israr edince şöyle dedi SBK: 

“Bu soruya cevap vermek istemiyorum. Bu konunun muhatabı Veyis Ateş’tir. Avukatlarım savcılığa suç duyurusunda bulundukları zaman, Türkiye’de herkes öğrenecek.” 

Sıra dışı günlerden geçiyoruz. Uykusu kaçan siyasetçiler, bürokratlar ve elbette medya mensupları var. Yıllardır kokladığımız lağım çukurunu görmeye başladık. 

Gülen ne kadar kazanıyor?

Süleyman Soylu’ya çok yakın bir Emniyet müdürüydü. Koruma Daire Başkanıydı. Adı Silivri Emniyet Müdürü’nün intiharıyla gündeme geldi. Şimdi de Türkiye İş Bankası’nda görev yapmasıyla konuşuluyor... 

Ekrem Gülen’i kastediyorum.  Sedat Peker’in kendisiyle ilgili iddialarından sonra CHP Grup Başkanvekili Özgür Özel bir çağrıda bulundu: 

“İş Bankası’ndaki görevinden derhal alınmalıdır. Nasıl göreve başladığı açıklanmalıdır.”

Şimdi... 

Gülen’in İş Bankası’nda görev almasının perde arkasını araştırırken çok ilginç bir nokta gözüme çarptı. 

O da şu: Sabah gazetesinin Özel İstihbarat Müdürü Abdurrahman Şimşek’in herkesin bildiği sırları vardı. Onlardan biri de “Son TV” adlı sitesiydi. Gazetesinde basılmayan bazı operasyonel metinleri orada yayımlıyordu. İşte o sitede 28 Şubat 2019’da “İçişleri Bakanlığı’nda ses getiren istifa” başlıklı bir haber yayımlandı. 

Bakın ne yazıyordu o haberde: 

“Ekrem Gülen’in 35-40 bin lira maaş ve ek ödenek ile Türkiye İş Bankası Genel Müdürü Adnan Bali’nin koruma ekibinin başına geçeceği ileri sürüldü.” 

Nedendir, bilinmez ama bu haber birdenbire silindi. 

Bir süre sonra başka bir içerik yayına sokuldu. Gelin görün ki bir önceki haberin aksine, orada Gülen’in alacağı paralar yoktu. Yakın arkadaşlarına attığı şu mesaj vardı: 

“Nisan ayının 20’si itibarı ile Türkiye İş Bankası’na güvenlik müşaviri olarak göreve başlayacağım. Hakkınızı helal edin. Benim hakkım sizlere helal olsun. Orada teşkilatımız adına başarılı olmam için benden desteğinizi eksik etmeyin.” 

Sahi, Soylu’nun en yakınındaki isme “para” üzerinden şüpheler yükleyen haberi kim, neden sildi? 

Barış Pehlivan / Cumhuriyet 

16 Haziran 2021 Çarşamba

Gelir adaletsizliği makası açılıyor - BİRGÜN/Ekonomi Servisi

Toplam gelirin yüzde 47’si nüfusun en zengin yüzde 20’sinin cebini doldururken en yoksul yüzde 20’lik kesim gelirden yalnızca yüzde 5,9 pay alabildi. Gelir eşitsizliğinde 11 yılın en kötü seviyesi görüldü.

Son bir yılda salgının yarattığı ekonomik kriz, 
yoksul ve zengin arasındaki uçurumu daha da 
derinleştirdi. 

Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), 2019 yılını 
baz alan Gelir ve Yaşam Koşulları 
Araştırması’nın sonuçları ise salgının etkisiyle 
geçen 2020’nin bilançosunun çok daha ağır 
olacağını gözler önüne serdi. 

2019 gelirlerine göre yapılan araştırmada en 
yüksek gelir grubu toplam gelirin yüzde 
47,5’ini aldı. Öte yandan en düşük gelire sahip yüzde 20’lik nüfus ise toplam gelirin yalnızca 
yüzde 5,9’unu alabildi.

TÜİK’e göre nüfusun en zengin yüzde 10’unun geliri, en yoksul yüzde 10’dan tam 14,6 kat daha fazla. Bu rakamlar son 10 yılın rekoru kırıldı. Zenginlerin başta döviz ve altın hesapları, bazı sektörlerde kârlar, gelirleri arttı.

Nüfus yüzde 5'lik gruplara ayrıldığında ise en yoksul yüzde 5'in gelirden aldığı pay yüzde 0,7 iken en zengin yüzde 5'in payı yüzde 21,4 oldu. Aradaki fark 30 kata kadar çıkıyor.

EN ÇOK İŞVERENİN GELİRLERİ ARTTI

Yıllık ortalama esas iş gelirleri sırasıyla işverenlerde 125 bin 698 TL, ücretli maaşlılarda 42 bin 006 TL, kendi hesabına çalışanlarda 33 bin 207 TL ve yevmiyelilerde 17 bin 577 TL olarak hesaplandı. Geçen yıla göre en yüksek artış yüzde 31,6 ile işverenlerde en düşük artış ise yüzde 19,0 ile yevmiyelilerde oldu.

TÜİK’e göre toplumun genel düzeyine göre belli bir sınırın altında gelire sahip olan bireyler göreli anlamda yoksul sayılıyor. Hanehalkı kullanılabilir fert gelirinin yüzde 50’si dikkate alınarak belirlenen yoksulluk sınırına göre, yoksulluk oranı 2020 yılında 0,6 puan artarak yüzde 15,0 oldu. Gelirin yüzde 60’ı dikkate alınarak belirlenen yoksulluk sınırına göre yoksulluk oranı ise son yılda 0,6 puan artarak yüzde 21,9 olarak gerçekleşti.

MADDİ YOKSUNLUK YÜZDE 27,4

Maddi yoksunluk oranı yüzde 27,4 oldu. Bu oran 2019 yılında yüzde 26,3 olarak hesaplanmıştı. Finansal sıkıntıda olma durumunu ifade eden maddi yoksunluk, çamaşır makinesi, renkli televizyon, telefon ve otomobil sahipliği ile ekonomik olarak beklenmedik harcamaları yapabilme, evden uzakta bir haftalık tatil masrafını karşılayabilme, kira, konut kredisi ve faizli borçları ödeyebilme, iki günde bir et, tavuk, balık içeren yemek yiyebilme ve evin ısınma ihtiyacını karşılayabilme durumu ile ilgili hanehalklarının algılarını yansıtıyor. Bu dokuz maddenin en az dördünü karşılayamayanların oranı olarak tanımlanan ciddi maddi yoksunluk oranı bir önceki yıla göre 1,1 puan artmış durumda.

TÜİK verilerine göre gelir dağılımı adaletsizliğini ölçen Gini Kat sayısı 2020'de 2009'dan beri en yüksek seviyeye ulaştı. 0,410 olarak tahmin edilen Gini Katsayısı, sıfıra yaklaştıkça gelir dağılımında eşitliği, bire yaklaştıkça gelir dağılımında bozulmayı ifade ediyor. 2019 yılında 0,395 olarak hesaplanmıştı.

YOKSULLUK: YAYILIYOR VE DERİNLEŞİYOR.

Doç. Dr. Oğuz Demir’e göre TÜİK’in verileri üç temel konuya işaret ediyor. Yoksulluğun yayıldığını, derinleştiğini ve kalıcı hale geldiğini söyleyen Demir, “Türkiye’nin artık işsizlikle mücadeleden yoksullukla mücadeleye geçmek gibi bir zorunlu sosyal kompozisyonla karşı karşıyayız” dedi. Demir, gelir ve yaşam koşulları araştırmasına ilişkin değerlendirmeleri şöyle:

TÜİK, bir yılda 700 bin yoksuldan bahsediyor. Bu yoksulların profilinde yükseköğrenim mezunlarının sayısının 100 binin üstüne çıkması önemli bir sorun. Türkiye bir yandan yoksullaşıyor. Öte yandan bu yoksulluğun önündeki ne önemli mücadele alanı olan eğitimin de katkı vermediği bir sürece doğru gidiyoruz. Diğer dikkat çekici nokta ise yoksulluk derinleşiyor. Yoksulluk oranı artıyor, hem yıldan yıla oran artıyor hem de son 3 yıl içerisinde bu oranın içerisinde kalan insan sayısı artıyor. Yani yoksulluk derinleşiyor ve kalıcı hale geliyor. Bu üç konu nüfusun yüzde 90’ını ilgilendiren noktaya gelmiş durumda. Pandemi sürecini de dikkate aldığımızda 6 milyona yakın gelir ya da iş kaybı yaşayan insanımız var. Dolayısıyla bu rakamlar bir sonraki veri döneminde çok daha ürkütecek seviyelere doğru gidecek gibi gözüküyor.

Türkiye’nin artık işsizlikle mücadeleden yoksullukla mücadeleye geçmek gibi bir zorunlu sosyal kompozisyonla karşı karşıyayız.

                                           ***

Açlık sınırı 18 yılda 6 kat arttı

DİSK’e bağlı Birleşik Metal İş Sendikası (BİSAM), mayıs ayına ilişkin açlık ve yoksulluk sınırı araştırmasını açıkladı. Dört kişilik bir ailenin sağlıklı beslenmesi için aylık yapması gereken harcama tutarı 2 bin 822 lira oldu. Bu harcama tutarı sadece gıda için yapılaması gereken minimum tutar olarak hesaplandı. Açlık sınırı üzerinden hanehalkı tüketim harcamaları esas alınarak yapılan hesaplama sonuçlarına göre ise yoksulluk sınırı 9 bin 762 TL olarak gerçekleşti.
Öte yandan 2003 yılının mayıs ayında 4 kişilik bir aile, günlük minimum 15,9 TL’ye sağlıklı beslenebilirken, bugün ancak 94,1 TL’ye sağlıklı beslenebiliyor. Buna göre 18 yıllık zaman zarfında açlık sınırı 5,9 kat arttı. Aynı dönemde enflasyondaki artış ise 5,4 kat oldu. Açlık sınırındaki artış genel enflasyonda yaşanan artıştan daha fazla oldu.

Araştırma kapsamında üç büyük ile ait Mayıs 2021 dönemi açlık sınırı verileri de hesaplandı. Buna göre İzmir’de açlık sınırı 3 bin 43 lira olarak belirlendi. İzmir’i, İstanbul 2 bin 982 liralık açlık sınırı ile takip etti. Ankara’da ise açlık sınırı 2 bin 771 lira olarak hesaplandı.

                                                                               ***

Eşitsizliğin nedeni sınıfsal.

SOL Parti Başkanlar Kurulu Üyesi Prof. Dr. Hayri Kozanoğlu ise sonuçların gelir dağılımının hızlı bir şekilde bozulduğunu gösterdiğine dikkat çekti. Kozanoğlu, AKP’nin neoliberal uygulamalarının sonuçlarını şöyle değerlendirdi: “2019’da Türkiye’de gelir dağılımının çok keskin bir şekilde bozulduğunu gösteriyor. Bütün göstergeler bu bozulmaya işaret ediyor. Maddi yoksunluk, sürekli yoksulluk… Bunların arttığını görüyoruz. AKP iktidarının neoliberal uygulamalarının ve salgın döneminde yapılan maddi yardımlarda cimri davranmasının da sonucunu bir sonraki veride göreceğiz. Geçen yıl döviz ve altın mevduatlarına sahip olanlar zengin olurken emekçiler yoksullaştı. Geliri artan grup ise işverenler oldu. Gelir dağılımlarına baktığımızda sorunun sınıfsal bir sorun olduğunu görüyoruz. “

BİRGÜN/Ekonomi Servisi



 

15 Haziran 2021 Salı

İşaya Üşür'ün ardından - Oğuz Oyan / SOL

 İşaya Üşür, kavramsal tartışmaların üstadıydı. Yeri kolay doldurulamayacak bir analitik düşünce yapısını temsil ediyordu. 

İşaya Üşür dostumuzu 20 Mayıs 2020'de çok verimli bir çağında yitirmiştik. Kendi yazdığı makalelerden bir bölümünü derlemek gibi cesur bir işe girişti değerli meslektaşlarımız. Hedeflenen tarih olan 20 Mayıs 2021'e yetişemedi ama geçen hafta özenli bir kitap olarak raflarda yerini aldı. Bu çalışmaya yazdığım ve aşağıda naklettiğim "Sunuş"un, hem bu önemli derlemenin tanıtımını yapabilmek hem de tanımayanlar için İşaya Üşür'ü anlatabilmek için iyi bir çerçeve yazı olacağını düşünüyorum. Derlemenin ortaya çıkmasına emeği geçenlere "Sunuş"ta teşekkürlerimi ifade ettiğim için burada tekrarlamıyorum; ama kitabı yayınlamayı büyük bir coşkuyla kabul eden, İşaya'nın da kadim dostu olan sevgili Erdal Arıkan'a ve Dost Kitabevi emekçilerine teşekkürlerimizi de eksik bırakmayalım.

Sunuş

Bir yıl önce zamansız yitirdiğimiz İşaya Üşür dostumuzun "Sanayi/Sanayileşme ve Teknoloji" üzerine kaleme aldığı yazılarından bir derlemenin Birinci Anma Yılı'na yetiştirilmesi için yoğun çaba gösteren sevgili Serdar Şahinkaya ve Ahmet Arif Eren'e ne kadar teşekkür etsek azdır. Kuşkusuz, makalelerin Word programına aktarılmasına veya yeniden yazılmasına katkı veren genç meslektaşlarımıza teşekkürü de unutmadan.

Değerli meslektaşımızın yazıp çizdikleri kuşkusuz bu seçme yazılardan ibaret değildi. Ancak şimdilik yapılabilir olan yapılmıştır. Diğer alanlardaki makalelerinin basılı kitap biçiminde derlenmesi de, belki pandemi koşullarının aşıldığı ve yayınevlerinin biraz daha önlerini görebildiği bir zamanı bekleyebilir. Yazdığı makalelerin bir dökümünün elinizdeki kitabın sonuna eklenmesiyle en azından değerli meslektaşımızın ilgi alanının genişliğine bir ışık tutulabildiğini sanıyoruz.

Sevgili İşaya Üşür, Marksist kökenli sosyal bilimcilerin son 30 yıldır bir araya gelip tartıştığı, çeşitli ürünler verdiği, 1999 yılında Emek Platformu'nun kuruluşuna katkı verdiği Bağımsız Sosyal Bilimciler grubunun değerli bir üyesiydi. Bu grubun Ankaralı üyelerinin önemli bir bölümünün (başlangıçta, 1980'lerde çıkan "11. Tez Dergisi"nin Ankara grubunun) 30 küsur yıldır ortalama iki aydabir düzenlediği akşam yemeği buluşmalarının da vazgeçilmez müdavimiydi. İçilen müskiratın ve yenilen mezelerin seçilmesinde de rakipsiz bir belirleyiciliği olurdu; bu konuda da bilgisine, titiz seçiciliğine ve gurmeliğine güvenimiz tamdı!

Soldan sağa: İşaya Üşür, Galip Yalman, Korkut Boratav, Seyhan Erdoğdu, Serdar Şahinkaya, Oğuz Oyan, Ali Rıza Aydın ve Aziz Konukman

İşaya ile meslektaş olarak tanışmamız ise 1980'lerin başına, aynı üniversitede (önce AİTİA, 1982 sonrasında Gazi Üniversitesi'nde) görev yaptığımız döneme uzanıyordu. İkimizin de iktisat tarihine ve marksist politik iktisada olan yakın ilgisi, sıradan meslektaş ilişkisini aşan bir dostluğun çabucak kurulmasını sağlamıştı. Aramızda sanki öngörülmemiş bir işbirliği oluşmuştu. Ben, doktora tezimden itibaren feodalizmden kapitalizme geçiş sorunlarını Osmanlı-Türkiye özelinde incelemeye yönelmiştim. İşaya ise, bu çetrefilli konuya da M. Dobb'un Kapitalizmin Gelişimi Üzerine İncelemeler kitabına yazdığı çok kapsamlı "Bir Takdim" yazısında girişmekle birlikte, daha çok sanayileşme, sanayi devrimi, teknoloji ve sanayileşme sonrasının sorunlarına odaklandı. İktisadi düşünce tarihi derslerini okutmasının da etkisiyle olmalı, bu konuda geniş kapsamlı okumalara ve yazım faaliyetine yöneldi. Elinizdeki kitapta derlenen makalelerinde kolayca sezilebilecek olan bilimsel yetkinliği, iktisat tarihi ile iktisadi düşünceler tarihinden çift yönlü bir beslenmenin ve marksist politik iktisada olan hâkimiyetinin sonucudur.

İşaya ile hiç ayrılmayan yollarımız, Mülkiyeliler Birliği Dergisi Yazı Kurulunda birilkte görev yaptığımızda ve benim Türk-İş Araştırma Merkezinde görev yaptığım dönemde Türk-İş Yıllıklarını çıkarırken (bu yıllıkların daha öncesi ve sonrası olmamıştır) daha yoğun olarak kesişmişti. Elinizdeki derlemede İşaya Üşür'ün 1988-2004 döneminde yazdığı 10 makale yer almaktadır. Bu makalelerden ikisi, 1997 ve 1999 yıllarında çıkardığımız Türk-İş Yıllığı'nda yer almıştı. Bu iki makale ("Ma'lûmât Toplumu ya da Buharlaşan Herşey Katılaşıyor" ile "Sanayileşme: Kavramdan Tipolojilere") o kadar önemli ve kapsamlıydı ki, elinizdeki kitabın üçte birini ve adeta ana eksenini oluşturmaktadır. Şimdi bu yazıyı yazarken derlemedeki makalelerin tümünü (bazılarını tekrar) okumak fırsatı buldum. İtiraf edeyim ki, yazılarının değerini bugün daha iyi takdir edebilecek durumdayım. Kimbilir, belki de daha önce bu kadar dikkatli bir okuma yapamamıştım. 

***

İşaya Üşür, hem akademik bir dil kullanır hem de zaman zaman bunun dışına çıkmaktan hoşlanırdı. Elinizdeki kitaptaki makalelerin esas olarak akademik ürünler olduğunu belirtmek gerekir. Kullandığı kaynakçanın zenginliği de bunun önemli bir göstergesidir. İncelediği konuyla ilgili akademik tartışmaları yansıtmaya gösterdiği özen kadar, oradan kendi görüşlerine kavramsal patikalar açması ve argümanlarını ilmik ilmik örerek hedeflediği nihai çıkarımlara ikna edici bir biçimde ulaşması, tam bir İşaya Üşür klasiğidir. Bunun örnekleri burada yer alan birçok makalede doğrudan gözlemlenebilecektir.

Sevgili İşaya, bıkmadan benzer konuların farklı varyantlarına dönen, yeni kavramsal zenginleştirmelerle onları didik didik eden, adeta bir kavram kazıcısı gibi çalışan, bu bakımından Türkiye'de benzeri olmayan bir sosyal bilimcidir. Burada derlenen yazılarında, sanayi devrimi, sanayileşme, sanayileşme tipolojileri ve teknoloji kavramlarına yüklenebilecek neredeyse bütün anlamları ve aralarındaki ilişkileri -geniş bir literatür taramasını da arkasına alarak-  sorgulamaya çalışırken, adeta okuyucuyu çok katmanlı bir "ilişkiler-süreçler" otoyolunda gezintiye çıkarmaktadır. Sanayileşme sürecine sonradan giren ülkelerin ek sorunlarına mı ilgi duyarsınız, "türev sanayileşme" kavramı üzerinden tıpkı kapitalizmin tüm dünyaya İngiltere'den ihraç edilmiş olduğu tezine benzer ama onu aşan bir sorunsalı mı tartışmak istersiniz, "proto-sanayileşme" kavramı üzerinden sanayileşmenin/kapitalizmin gelişme tarihine bir katkı mı istersiniz, "ma'lûmat" toplumu ile bilgi toplumu üzerine analiz çeşitlemeleri mi istersiniz, sanayileşmeyi sadece teknik değil kültürel bir süreç olarak da mı kavramak istersiniz, vs... bütün bunlar İşaya'nın ilgi ve inceleme alanındadır. 

Bir makalesinin ("Sanayileşme: Kavramdan Tipolojilere") sonuç bölümünü şöyle bağlıyor İşaya hoca: "Sanayileşme sürecini kavramlaştırmaya yönelik her teşebbüs beraberinde bir toplum ve tarih teorisine de sahip olmak durumundadır. Sanayileşme sürecinin incelenmesi aslında, yazıda ortaya konulduğu üzere, uzun bir zaman dilimi boyunca "değişme" sürecinin incelenmesi anlamına gelir. Bu suretle, herhangi bir dönemde, herhangi bir ülkede, iktisadi gelişmenin (sanayileşmenin) incelenmesi, bir bakıma, tarih ya da iktisadi tarih incelemesi anlamına gelecektir". Aynı makalede, tipolojiler ve aşamalar konusuna, haklı olarak, ihtiyatlı ve eleştirel yaklaşımdan yana olduğunu görürsünüz; tek-yönlü ve düzçizgisel evrimci yaklaşımlar konusunda da öyle...

Aslında kavramlar ve onların kullanımı konusunda da, gene haklı olarak, çok titizdir. Terimlerin ve özellikle de kavramların gevşek kullanımından hoşlanmaz. Her deyim (bize göre terim) bir kavram değildir der. Dolayısıyla her terim kavram mertebesine taşınamaz. Ama bazı terimlerin, örneğin "makina" teriminin, doğru tanımlandığında ve işlendiğinde, açıklayıcı bir kavram değerine ulaşması kaçınılmazdır. 

İşaya'ya gönderme yaparak "anlaşılmış olabileceği gibi" diyelim, dostumuz indirgemecilikten nefret ederdi. Bu nedenle Marksist etiketli yaklaşımlar konusunda daha bir titizdi. "Tarihsel olan soruna (kavramlara) tarihleri içinde yaklaşmak en doğru yöntem olacaktır" görüşünü benimserdi.

Bütün bunlar da makalelerinin bugün aradan onyıllar geçtikten sonra bile değerinden çok şey yitirmemesinin önemli bir nedenidir. "Ma'lûmat-bilgi toplumu" üzerine çeşitlemeleri, yazıldığı 1997 yılından daha bile fazla olarak sanki bugünleri anlatmaktadır. İşaya Üşür, kavramsal tartışmaların üstadıydı. Yeri kolay doldurulamayacak bir analitik düşünce yapısını temsil ediyordu. 

İşaya kardeşimizi daha çok ürün verebilecek bir döneminde yitirmiş olmak gerçekten hem dostları hem öğrencileri hem de takipçileri açısından üzücüdür. Ama bizim için daha da üzücü olan, candan bir dostumuzu, içten bir arkadaşımızı, benzer değerleri paylaştığımız bir meslektaşımızı vakitsizce yitirmiş olmanın dayanılmaz yüküdür. Anısına çıkardığımız bu kendi yazılarından derlenmiş kitap, belki de bu yükü hafifletmenin bir aracıdır. 


 Oğuz Oyan / SOL