25 Haziran 2021 Cuma

Emperyalist hiyerarşi, işbölümü ve rekabetin güncel durumuna dair kimi notlar - Nevzat Evrim Önal / SOL-Gelenek

 Alper Birdal’ın kitabı, dikkatle, emek vererek, büyük miktarda malzemeyi topluyor, teoriyle süzüyor ve emperyalist sistemdeki eğilimleri, biriken gerilimleri saptıyor.


Bu yazı iki amaçla kaleme alınıyor. Bunlardan birincisi, Alper Birdal’ın kısa süre içerisinde okura ulaşacak olan Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi (https://www.yazilama.com/kitap/hegemonya-bunalimi-ve-cin/) başlıklı kitabının tanıtımını yapmak.1 Bu olağanüstü eseri henüz basılmadan okuma fırsatı buldum ve Birdal’ın büyük bir emekle gerçekleştirdiği Marksist-Leninist analizin, emperyalizmin günümüzde derin bir bunalıma dönüşmüş olan çelişki birikiminin maddi kaynaklarına benzersiz bir ışık tuttuğunu düşünüyorum. Buna ek olarak Birdal’ın kitabı, her değerli eser gibi kendi içeriğini sunmakla kalmıyor, okurda ek fikirler tetikliyor. İkinci amacım ise kitabın bende tetiklediği fikirlerden önemli olduğunu düşündüklerimi paylaşmak. Yazının adı bu yüzden “notlar”, zira Birdal’ın eserindeki gibi bütünlüklü bir panorama sunacak durumda değilim, ama kimi noktaların tartışılmasının ufkumuzu genişleteceğini düşünüyorum.

Başlarken bir yöntemsel vurgu yapmakta fayda var: Lenin’in emperyalizm kavrayışını öncüllerinden ayıran temel yönlerinden biri, onun emperyalizmi kapitalizmin bir özelliği ya da kimi kapitalist devletlerin uyguladığı (dolayısıyla uygulamayabilecekleri) bir politika olarak değil, kapitalizmin gelişme sürecinde vardığı son çöküş aşaması, yani çağdaş kapitalizmin ta kendisi ve sonu olarak kavramasıydı. Bu sayede Lenin emperyalizme baktığında karşısında dehşete düşülecek bir felaket görmüyordu. Gördüğü şuydu: Sermaye sınıfı dünyanın tamamına egemen hale geldikçe onun iki temel özelliği, yani üretici güçleri harekete geçiren ve geliştiren toplumsal karakteri ile emek sömürüsüne dayalı üretim ilişkisinden beslenen asalak karakteri birlikte güçleniyor; böylelikle bu iki karakteri arasındaki çelişki dünya devrimini mümkün kılacak bir olgunluğa ulaşıyordu. Emperyalizm bu bağlamda kapitalizmin temel maddi işleyişi olan sermaye birikiminde niceliğin niteliğe dönüştüğü2 bir aşamaydı:

Emperyalist aşamasındaki kapitalizm, üretimin en kapsamlı biçimde toplumsallaşmasına yol açar. Yani kapitalistleri, onların irade ve bilinçlerinin tersi yönünde, yeni bir tür toplumsal düzene, tam serbest rekabetten tam toplumsallaşmaya giden bir geçiş düzenine doğru çeker. Üretim toplumsallaşır ama mülk edinme özel kalır.3

Lenin Emperyalizm’i kaleme alırken dünya coğrafyası halen emperyalist devletler, sömürgeler ve yarı-sömürgeler olarak sınıflandırılabiliyordu.4 Bu durum Ekim Devrimi ve Sovyetler Birliği’nin sömürgelerdeki bağımsızlık mücadelelerine verdiği destek sayesinde değişti. Bugün dünyada 20. yüzyılın başındaki anlamda sömürge ülkeler ihmal edilebilecek bir varlığa sahip ve kapitalist üretim ilişkileri Emperyalizm kaleme alınırken sömürge ya da yarı sömürge olarak tanımlanan coğrafyaların tamamında da gelişti, büyük bölümünde burjuvazi kendi çıkarlarını kovalayabilecek ölçeğe ulaştı. Buna paralel olarak, 20. yüzyılın başında büyük ölçüde sömürgelerden hammadde çekip merkezde işlemek biçiminde gerçekleştirilen meta üretimi de çok daha ileri bir uluslararasılaşma düzeyine vardı. Artık olağan gündelik yaşantımızda kullandığımız metaların pek çoğu, tüm uzanımlarıyla onlarca ülkeyi ve milyonlarca işçiyi kapsayan değer zincirlerinde üretiliyor. Öte yandan bu ülkeler arasında basit bir sömürgeci-sömürge hiyerarşisi kurulamıyor ve bu da, günümüzdeki bunalımın maddi zeminini oluşturuyor.

Birdal’ın kitabı, ABD, Almanya ve Çin arasındaki ilişkilere odaklanarak bu ekonomi-politik olguyu, uluslararası değer zincirlerini ele alıyor ve sunduğu olgularla bunalımın yalnızca boyutunu değil, neden emperyalizmin olağan işleyişi içerisinde aşılamaz olduğunu gösteriyor.

Artan toplumsallaşma: Değer zincirleri

Kapitalist toplumda değer, metanın üretim sürecinde ortaya çıkar ve dolaşımını tamamlaması yani satılıp paraya dönüşmesiyle realize olur. Doğada bulunan olanaklar, (kendisi de bir meta niteliğinde olan) emek-gücü kullanılarak, para karşılığı satılacak şeylere dönüştürülür ve satılır. Bu süreçte emek-gücü, onun üreticisi olan işçi sınıfından, işçi sınıfının genel anlamda geçimini sağlamasına (yani emek-gücünün yeniden üretimi için gereken metaları satın alıp tüketmesine) yetecek bir ücret karşılığında satın alınır; ancak emek-gücü kendi yeniden üretimi için gerekenden fazlasını üretebildiği için, aradaki fark olan artı-değere sermaye sınıfı tarafından karşılıksız biçimde el konarak emek sömürüsü gerçekleştirilir.

ŞEKİL 1:
Meta üretimi

Bu üretim biçimi, geçmiş tüm üretim biçimlerine göre çok daha toplumsaldır. Hiçbir işçi ya da herhangi bir üretim tesisinde topluca çalışan hiçbir işçi grubu, kendi insani ihtiyaçlarını karşılayacak bir üretim gerçekleştirmemektedir. İşçi sınıfı tek tek ya da gruplar halinde, üretilmiş metaları satın alıp tüketmeden geçinme olanağını yitirmiş, mülksüzleşmiştir. Sermaye sınıfı, bir bütün olarak, toplumun mutlak çoğunluğunu oluşturan işçi sınıfının geçimi için gereken ve gerekmeyen sayısız çeşitte metayı yığınlar halinde üretmekte, piyasada dolaşıma sokmakta ve realize ederek durmaksızın sermaye biriktirmektedir. İşçi sınıfı ise, sermaye sınıfına kitlesel olarak sattığı emek-gücü ile her gün bu çarkı döndürmektedir. Bu işleyişte herhangi bir tekil işçi şöyle dursun, herhangi bir tekil sermayedarın bireysel otonomisinden söz edilemez.

Öte yandan, değerin üretimi hemen hiçbir zaman tek bir işletmede gerçekleşmez. Yani, bir metanın üretim sürecinin baştan sona tek bir işletmede tamamlanıp, tüketiciye de aynı işletme tarafından ulaştırılması ve satılmasına pek rastlanmaz. Herhangi bir metanın değer zinciri, onun üretiminde kullanılan (ve hepsi birer meta olan) malzemeler ve çeşitli gelişkinlik düzeyindeki makinelerin tamamının üretimini de kapsayacak (ve başlangıcı gerekli tüm ham maddelerin doğadan elde edilip saflaştırılmasında olan) bir zincir biçiminde geriye doğru uzanır. Bu değer zinciri, çok basitleştirirsek, şöyle görünecektir:

ŞEKİL 2:
Değer Zinciri

Anlaşılacağı üzere, gerçek değer zincirleri ne şekildeki kadar kısa, ne de halkaların birbiri ardına teker teker dizildiği biçimde lineerdir. Her bir üretim aşamasında bazen onlarca, bazen binlerce farklı meta bir araya getiriliyor olabilir (buna örnek olarak otomotiv sektöründe aracın parçalarının birleştirildiği montaj hattı düşünülebilir) ve bu aşamaların tedarik süreçleri, kaç farklı meta bir araya getiriliyorsa o kadar sayıda farklı üretim zinciri tarafından beslenecektir. Dolayısıyla, otomobil gibi karmaşık bir metanın değer üretim zincirini çizecek olursak bu, on binlerce noktadan tek bir noktaya doğru birleşen dallanmış bir görüntü arz edecektir.

Bu, aynı zamanda üretimin ne denli toplumsallaştığının da göstergesidir. Ne var ki, bu olağanüstü toplumsallaşma düzeyine rağmen sonuçta tek bir metayı üreten değer zincirleri, burjuva işletme yazınının “tedarik zinciri” kavramıyla idealize ettiği gibi birer “işbirliği zinciri” değildir. İnceleyelim…

Değer zincirlerinde artı-değer aktarımı

Sermaye sınıfı işçi sınıfına göre maddi anlamda çok daha heterojendir zira bir işçinin maddi varoluşu emek gücünü satıp geçimini sağlamak, belki zaman zaman kendisi için lüks sayılacak birkaç metayı tüketmekten ibaretken, sermayedarlar birbirleriyle rekabet içerisinde, eşit olmayan hızlarda sermaye biriktirirler. Bunun için yalnızca birbirleriyle yarışmazlar; aynı zamanda sermayelerini birleştirip “anonim” şirketler kurar, şirketlerini birleştirip konsorsiyumlar, karteller ve türlü çeşitli birlikler oluşturur ve toplumun temel üstyapı kurumu olan, kapitalist üretim ilişkilerine uygun biçimde kurulmuş ve gelişmiş devlet aygıtını hep emekçi halka daha yabancı ve yalnızca sermaye çıkarlarına uygun biçimde çalıştırırlar.

Emperyalizmin maddi özünü oluşturan bu tekelleşme süreci, rekabeti ortadan kaldırmaz ancak çok eşitsiz hale getirir. Örneğin artık binlerce küçük tekstil atölyesi tek bir büyük tekstil patronuna fason üretim yapmadan kendisine piyasada faaliyet alanı bulamaz, dolayısıyla o patronla da pek fiyat pazarlığı yapamaz hale gelir. Öte yandan emperyalist tekeller arasındaki rekabet, aynı ülkede yerleşiklerse devleti rakiplerine göre daha fazla yönlendirecek siyasi nüfuzu ele geçirmek; farklı ülkedelerse rakiplerinin çıkarlarını savaş ya da başkaca politik karmaşalarla sekteye uğratmak ve onları kendisine daha bağımlı hale getirmek biçiminde yürüyebilir. Yani tekelci rekabetin esası “tekleşme” değil, giderek katmanlanan ve asla tek bir doruğa sahip olmayan sermaye hiyerarşisinin olabildiğince büyük kısmında, mülkiyete sahip olmaksızın kontrol tesis etme mücadelesidir.

Bu bağlamda, değer zincirleri, aynı zamanda tekelleşmiş sermayenin, kendisine bağımlı hale getirdiği sermayeyi kontrol mekanizmalarından birisidir. Her değer zincirinde, üretilen metanın teknik yapısından ve/veya piyasadaki dolaşım sürecinin toplumsal özelliklerinden kaynaklanan kritik halkalar bulunur. Tekelleşmiş şirketler, değer zincirlerini, zinciri oluşturan sermayenin tamamına sahip olarak değil bu kritik halkaları elde bulundurarak kontrol eder ve böylelikle kendi sermayelerinden çok daha büyük miktarda sermayeyi kendi birikimleri doğrultusunda yönetebilirler. İşletme literatüründe bu halkaların kritik niteliği sanki metanın üretim ve dolaşım sürecinden değil de şirketin içsel özelliklerinden kaynaklanıyormuş gibi “rekabet avantajı” olarak adlandırılır. Örneğin iPhone telefonların arkasında “Apple tarafından California’da tasarlanmış, montajı Çin’de yapılmıştır” yazar.

Elimize herhangi bir ünlü markanın bir ürününü alıp etiketinden nerede üretildiğine baksak zaten hikâyenin esasını anlamış oluruz. ABD’de, Almanya’da, Fransa’da, İngiltere’de üretilmiş bir meta bulmak için epey çabalamamız gerekir. Ama elimize aldığımız telefonun ABD yapımı, kullandığımız bilgisayarın Japon malı ya da bindiğimiz arabanın Alman arabası olduğunu düşünürüz. Neden Çin’de üretilmiş bir metanın “Amerikan malı” olduğu konusundaysa aslında çoğumuzun zihni bir hayli nettir. Evet, bu meta son kertede Çin’de imal edilmiş olabilir, ama onun “teknolojisi” ABD icadıdır.5

Değer zincirleri açısından bir kritik mesele de şudur: Metanın üretim süreci zincir boyunca pek çok halkada gerçekleşir, ancak bu parçalı üretim sürecinde oluşan artı-değerin realizasyonu tek bir noktada, zincirin sonunda, metanın nihai tüketici tarafından satın alındığı son dolaşım alanındadır. Zinciri oluşturan bütün şirketlerin tek tek kârları, zincirin sonunda realize olan artı-değerin bölüşülmüş halidir. Üretilen nihai metanın dolaşımını tamamlamasında bir sorun çıktığında, zincir de dağılacaktır. Dolayısıyla değer zincirleri, parçalı olsa da çok büyük miktarda sermayenin tek bir metanın dolaşımına bağımlı var olması anlamına gelir ve bu zincirlerin kapitalist üretimdeki ağırlıklarının artması, en önemli tetikleyicisi üretim ile dolaşım süreçleri arasındaki uyumsuzluk olan ekonomik krizlerin şiddetini artırır.

Normal koşullarda ise değer zincirleri, zincirdeki kritik halkayı tutan tekelleşmiş şirketler açısından, zincirdeki diğer şirketler tarafından üretilen artı-değerin bir kısmına el koyma mekanizması olarak işler. Bunun nasıl olduğunu anlayabilmek için, önce Marx’ın metaların zanaat tipi üretiminden manüfaktür tipi üretimine geçişte yaşanan değişime dair vurgusunu hatırlayalım:

(…)hayvan yetiştiricisi ile dericinin ve ayakkabıcının bağımsız emekleri arasındaki bağı oluşturan şey nedir? Bu bağı sağlayan şey, hepsinin ürününün meta olmasıdır. Bu durumda, manüfaktürdeki işbölümünü karakterize eden nedir? Parça-işçinin meta üretmemesi gerçeğidir. Ancak parça-işçilerin hepsinin ortak ürünü, meta halini almaktadır.6

Bir metanın bir fabrikada baştan sonra üretilmesinden, bir değer zinciri boyunca birden fazla fabrika, atölye vb. yerde üretilmesine geçişte, parça-üretim tekrar metalaşır.7 Örneğin bir otomobil fabrikasına, fason olarak stop lambası kapağı üretip tedarik eden bir plastik enjeksiyon atölyesi, bu kapağı bir meta olarak üretmekte ve satmaktadır. Ne var ki, fabrika dev bir tekeldir, atölye ise kendisi gibi binlerce atölyeden bir tanesidir; üstelik ürettiği stop lambası kapakları bağımsız bir meta olarak müşteriye satılabilir değildir (ve dahası bu parça-meta nihai metanın spesifikasyonlarına göre üretildiğinden rakip bir otomotiv tekeline de satılamaz). Bu durumda, fabrika sahibi burjuva, atölye sahibi burjuvayı, ürettiği mate bağımsız satılabilecek olsa ona takacağı fiyat etiketinden daha düşük bir fiyat düzeyine zorlayarak, işçilerinden sömürdüğü artı-değerin bir kısmını kendisine devretmek zorunda bırakır. Böylelikle tekelleşmiş sermaye, vasallaştırdığı8 küçük sermayeyi basit yeniden üretim düzeyine doğru zorlayarak kendi sermaye birikimini hızlandırır.

Daha da artan toplumsallaşma: Değer zincirlerinin uluslararasılaşması

Bu değer aktarım mekanizması da, bu mekanizmanın uluslararasılaşması da aslında tamamen yeni bir olgu değil. Kapitalizmin ilk sanayileşme aşamasında yürürlükte olan, sömürgelerden hammadde çekilip merkezde sınai üretim ile bu hammaddenin işlenmesine dayalı birikim modeli benzer bir ilişkiye dayalıydı. İngiliz sömürge imparatorluğu sömürgelerden gelen hammaddenin fiyatını merkantilist politikalarla kontrol altında tutuyor, böylece sömürgelerdeki burjuvaziden merkezdeki burjuvaziye süreklileşmiş bir artı-değer transferi sağlıyordu. Ulusal bağımsızlık hareketleri bu nedenle sömürgelerdeki burjuvazi güçlendikçe hız kazandı; örneğin, İngiliz imparatorluğuna karşı ilk başarılı bağımsızlık savaşını veren ABD’nin kurucularından George Washington’ın motivasyonu tamamen buna dayalıydı.

Yukarıda işaret edildiği üzere, Lenin Emperyalizm’i kaleme aldığında dünya çapında hammadde üretimi halen önemli ölçüde sömürgelerde, sınai üretim ise merkezlerde gerçekleşiyordu. Bu durum 2. Dünya Savaşı’ndan sonra değişti ve bu savaşın sonunda emperyalist egemen ülke haline gelen ABD, “Üçüncü Dünya” olarak tanımlanan coğrafyada yer alan (artık bağımsızlığını –en azından kağıt üzerinde– kazanmış) ülkelerle resmi sömürge ilişkileri kurmadan benzer bir değer aktarım mekanizmasını yerleştirmek için büyük politik efor sarf etti, çoğunda da başarılı oldu.9 Ne var ki, 20. yüzyılın son on beş yılında Sovyetler Birliği ve Çin’de sosyalizmin çözülmesi benzer bir adı konmamış sömürgeleşme süreciyle sonuçlanmadı. Rusya ve Çin, kelimenin gerçek manasıyla bağımsızlığını korudu ve emperyalist hiyerarşide birer kriz dinamiği haline geldi.

İncelediğimiz meseleyle asıl ilgili olan ve Birdal’ın kitabının da odak noktasını oluşturan Çin’de süreç, değer zincirlerinin uluslararasılaşması olgusuyla Rusya’nın olduğundan çok daha sıkı sıkıya bağlı işledi. 2. Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren, birinci kuşak kapitalist ülkelerin tamamında işçi ücretleri, Sovyet tehdidine karşı işçi sınıfına verilen ödünler çerçevesinde yükselmişti. Neoliberalizm bu ödünleri önemli ölçüde geri almış olsa da, reel sosyalizm çözüldüğünde Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da ücretler halen Güneydoğu Asya ile karşılaştırılamayacak derecede yüksekti. Bu coğrafyadaki ucuz emeği rahatça kullanmanın önündeki tek engel olan yüksek gümrük tarifeleri 1995’te (genel anlamda bir emperyalistler arası uzlaşma olan) Dünya Ticaret Örgütü’nün faaliyete geçmesiyle düşürüldü ve emperyalist sanayi tekelleri üretimi, yalnızca kritik halkasını tutacakları biçimde uluslararası değer zincirlerine dönüştürdü. Yani değer üretiminin önemli bölümünü sınırlarının dışına, emeğin ucuz olduğu yerlere, bilhassa da Çin’e kaydırdı. Böylelikle değer zincirleri uluslararası bir nitelik kazanırken, kapitalist üretim biçimi de çok daha toplumsallaştı.

Önemli olan nokta şu ki, bu kaydırma doğrudan sermaye yatırımları yapmak kadar, hatta belki ondan da fazla zaten var olan (ya da hızla oluşmakta olan) küçük ölçekli fabrika ve atölyeleri yukarıda çerçevesi çizilen biçimde vasallaştırma biçiminde gerçekleştirildi, daha doğrusu gerçekleştirilmeye çalışıldı. Ancak bu süreç Çin’de, Endonezya veya Bangladeş’te olduğu gibi pürüzsüz işlemedi. Çin Devleti, her biri tek başına emperyalist tekellerle değil rekabet, pazarlık dahi edemeyecek küçük şirketler için etkili bir çıkar birlikteliği olarak davrandı ve gerek emek üzerinde disiplin sağlama konusundaki benzersiz becerisi10 gerekse klasik emperyalist devletlerin sahip olmadığı merkezi planlama yeteneği ile Çin sermayesi için, emperyalist tekellerin onu dilediği gibi vasallaştıramasını engelleyen bir kalkan işlevi gördü. Üretim dış pazar için yapılmaya devam ettiği müddetçe ücretler düşük kaldı ve bu sayede emperyalist tekellerin bulabildiği en iyi ortak olarak kalan Çin sermayesi 15-20 yıllık bir süre zarfında uluslararası değer zincirlerinin önemli bir bölümüne kolaylıkla sökülüp çıkartılamayacak biçimde yerleşti.

Bu noktada iki vurgu yapmak gerekiyor.

Birincisi; bu yaşanan, tekelleşme düzeyi daha geri olan Çin sermayesinin emperyalist tekellerle kapitalizmin sınırları içerisinde verdiği sınıf-içi bir mücadeledir. Yani bir bakıma, bir grup baronun krala ödeyecekleri vergi konusunda pazarlık edebilmek için aralarında birlik kurması gibidir. Üstelik Çin sermayesi de hızla tekelleşmektedir11 ve zaman içerisinde kimi Çin tekellerine iç rekabeti baskılayan bu ulusal şemsiyenin dar gelmeye başlaması kaçınılmazdır.12

İkincisi, 2008 krizi sonrası göstergeler Çin (ve bir başka önemli örnek olan Hindistan) sermayesinin giderek daha fazla iç pazara yönelik üretim yaptığını, bu iki ülkede ekonomik büyümenin giderek iç pazarın büyümesine bağlı hale geldiğini göstermektedir.13 Bu eğilim dünya krizinin genel olarak uluslararası pazarı daraltmasının sonucu olarak görülebilir; ancak “yeni normal” koşullarda ABD sınai sermayesinin Çin ve Hindistan karşısında özyeterliliğe dayalı bir rekabet gücüne sahip olması gerektiği ve “küreselleşmenin geçmişte kaldığı” argümanları giderek güçleniyor.14

Ne var ki, emperyalist rekabet açısından bu ölçekte ekonomik meseleler asla salt evrimsel süreçlerle “olacağına” varmazlar. Çin ve Hindistan sermayesi belki daha uzunca bir süre, giderek genişleyen bir iç pazara yönelik meta üretimiyle birikim sağlayabilir ancak Birdal’ın bulguları bize ABD ve Alman tekellerinin uluslararası değer zincirlerinde Çin sermayesine olan bağımlılıklarının kolay geri döndürülemeyecek derecede olduğunu gösteriyor.15 Daha önemlisi ise, emperyalist tekellerin Çin sermayesiyle kurulan ilişkilere ve genel olarak uluslararası değer zincirlerine dair çıkarlarının giderek farklılaşması, hatta yer yer uzlaşmaz hale gelmesi.16 Bu farklılaşmanın bilhassa ABD’de devlet aygıtının üzerine benzersiz bir rekabet gerilimi bindirdiğini; son on yıl zarfında, başta görkemli kapanış şenlikleriyle tamamına eren Trump vakası olmak üzere klasik emperyalist ülkelerde yaşanan hemen her devlet arızasının kaynağında olduğunu düşünüyorum.

Bu birikmiş gerilimin büyük bir felaket yaşanmaksızın kolay kolay tahliye edilebilir olmadığı açık. Bütün tekelleri aynı anda sevindirecek tek durum, Çin sermayesinin Çin devletinin sağladığı şemsiye sayesinde sahip olduğu pazarlık gücünü kaybetmesi, ama her nasılsa parasal anlamda düşük ücret düzeyleri ile yüksek üretkenlik seviyeleri sağlayan endüstriyel eşgüdümün korunması gibi görünüyor. Oysa emperyalist tekelleri değer üretim süreçlerinin önemli bir bölümünü Çin’de gerçekleştirmeye teşvik eden avantajlar ile Çin devletinin merkezi politikaları (bilhassa da bu politikaların emek disiplini ile refah devletini birleştiren yönü) sıkı sıkıya birbirine bağlı. Dolayısıyla ortada kibar bir ifadeyle “karnım doysun ama pastam da dursun” beklentisi var gibi görünüyor.

Son olarak, emperyalist sermaye hiyerarşisinin faaliyetlere göre farklılaşmasına bakacağız.

Artan asalaklaşma: Ticaret ve finans

Sermayenin üç ana faaliyet alanı vardır: Üretim, ticaret ve finans. Bunlardan asal olanın üretim olduğunu, ancak asal olanın ille de en avantajlısı olmadığını Marx şöyle açıklar:

Artı-değeri üreten, yani karşılığı ödenmemiş emeği doğrudan emekçiden kopartıp alarak bunu metalarda somutlaştıran kapitalist, aslında, bu artı-değerin ilk sahibi olmakla birlikte, hiçbir zaman onun son sahibi değildir. O, bunu, toplumsal üretim sürecinin bütünü içinde başka görevleri yerine getiren başka kapitalistlerle, topraksahipleriyle vb. paylaşmak durumundadır. Artı-değer, bu nedenle, çeşitli kısımlara ayrılır. Bu parçalar, çeşitli kategorilere ayrılan kimselere gider ve, kâr, faiz, tüccar kârı, toprak rantı vb. gibi birbirinden bağımsız farklı şekiller alır.17

Kritik olan şu ki, ticaret ve finans üretken değildir, yani bu faaliyetler artı-değer yaratmaz. Birincisi metaların,18 ikincisi ise doğrudan doğruya sermayenin dolaşımına aracılık edilmesinden ibarettir.

Emperyalizm, sermayenin tekelleştikçe üretim faaliyetinden uzaklaşması, artı-değer sömürüsünü bizzat gerçekleştirmek yerine başka burjuvalar tarafından sömürülmüş artı-değere (özellikle ödünç verilen sermayenin faizi yoluyla) el koymasıdır. Öte yandan mesele basitçe tekelleşen sermayenin üretimden el çekmesi değildir (zaten tam bir el çekmenin olmadığını önceki bölümlerde gördük). Özel mülkiyete dayalı üretim ilişkileri, bir dizi nedenden dolayı üretici güçlerin serbest ve dengeli biçimde gelişmesine engeldir; bu yüzden sermaye birikimi giderek mevcut koşullarda üretime yatırılsa tekelleşmiş sermayenin sahiplerinin kâr oranı beklentilerini karşılamayacak bir “sermaye fazlası” yaratır.19 Kapitalizmin emperyalist aşamasına ulaşılmasını sağlayan nicelikten niteliğe sıçrama, bu sermaye fazlasının kapitalist sistemin işleyişinde temel belirleyen haline gelmesidir. Sermaye fazlası doğrudan doğruya artı-değer üretimi gerçekleştirecek yeni sınai yatırımlara dönüşememektedir; ancak birikmeye devam etmenin bir yolunu bulamadığı durumda sermaye niteliğini kaybedeceği için sistemde üretilen artı-değerin bir kısmına ticari ve finansal yollarla el koymaya devam eder.

Devamını Marx’tan okuyalım:

Bu, özel* mülkiyet olarak sermayenin, kapitalist üretimin kendi çerçevesi içersinde ortadan kalkmasıdır (...) Fiilen işlev yapan kapitalistin yalnızca bir yönlendirici, başkalarına ait sermayenin yöneticisi, ve sermaye sahibinin sırf bir sahip, sırf bir para-kapitalist haline dönüşmesi[dir]. Bunların aldıkları temettüler, faiz ile girişim kârını, yani toplam kârı içerse bile, bu toplam kâr bundan böyle ancak faiz biçiminde elde edilmekte, yani tıpkı yöneticinin kişiliğinde, bu işlevin sermaye sahipliğinden ayrılmış olması gibi, fiili yeniden-üretim sürecindeki işlevden şimdi tamamen ayrılmış bulunan sermaye mülkiyeti için sırf bir tazminat olarak alınmaktadır. (...) Bu kapitalist üretim tarzının, bizzat kapitalist üretim tarzı içersinde ortadan kaldırılmasıdır ve dolayısıyla prima facie yeni bir üretim biçimine geçişin yalnızca bir evresini temsil eden, kendi kendini çözümleyen çelişkidir. (…) Yeni bir finans aristokrasisi, kurucular, spekülatörler ve düpedüz nominal direktörler şeklinde yeni bir asalaklar zümresi türetir; birleşik kuruluşlar, hisse senedi çıkartmak ve hisse senedi spekülasyonları yoluyla tam bir sahtekârlık ve dolandırıcılık sistemi yaratmış olur. Bu, özel mülkiyetin denetimi olmaksızın, özel bir üretim biçimidir. (...) Bir kimsenin gerçekten sahip olduğu ya da kamuoyunca sahip bulunduğu kabul edilen sermayenin kendisi, artık yalnızca kredi üstyapısının oturduğu bir temel haline gelir. Bu, özellikle, toplumsal ürünün çok büyük bir kısmının kendisinden geçtiği toptan ticaret için doğrudur. (...) Spekülasyon yapan toptancı tüccarın tehlikeye attığı mülkiyet, kendi mülkiyeti değil, toplumsal mülkiyettir.20

Alıntının açıklama gücünün uzunluğunu mazur göstereceğini umuyorum. Dikkatli bir göz, Lenin’in bu pasajları ne denli benimseyerek okuduğu ve ardından Emperyalizm broşürünü kaleme alırken akılda tuttuğunu hemen fark edecektir. Marx’ın detaylıca çözümlediği üzere, bir yanda tekelleşen sermayenin harekete geçirdiği üretici güçler çok daha yüksek bir toplumsallaşma düzeyine ulaşırken; diğer yandan tekelleşmiş sermayenin kendisi toplumsal sorumluluklarından neredeyse tamamen sıyrılmaktadır. Emperyalist sermaye, anonim şirketlerin tüzel kişiliklerinin dahi esasen içinde değil arkasında konumlanmakta; kredi vererek ya da üretilen metaların ticaretini yaparak başta realizasyon riski olmak üzere artı-değerin üretim ve realizasyon sürecine içkin pek çok riski paylaşmaksızın, ortaya çıkan kâra ortak olmaktadır.

Ancak bu asalaklık, sistemin geri kalanında çelişkileri çok daha şiddetlendirmektedir:

Kredi sisteminin, aşırı-üretimin ve ticarette aşırı-spekülasyonun ana manivelaları gibi görünmesinin biricik nedeni, doğası gereği esnek olan yeniden-üretim sürecinin burada son sınırlarına kadar zorlanmasıdır; ve bu zorlanmaya da, toplumsal sermayenin büyük bir kısmının, bunun sahibi olmayan ve dolayısıyla işleri, bizzat kendi işini yürüttüğü zaman kendi malı olan sermayesinin sınırlarını dikkatle ölçüp biçtiği halde şimdi bambaşka bir biçimde ele alan kimseler tarafından kullanılması yol açar.21

Bu çerçeveden yola çıkarak günümüze baktığımızda, ilk söylenmesi gereken, 2008’de yaşanan finansal çöküşün sistemdeki sermaye fazlasını değersizleştirip budamadığı, yani kendisini yaratan çelişkiyi hafifletmediğidir. OECD’nin Kurumsal Yatırımcı İstatistikleri’ne22 göre ABD’de yatırım fonlarının, sigorta fonlarının ve emeklilik fonlarının varlıkları ve yükümlülüklerinin ABD GSYH’sına oranı krizin finansal bir patlamayla başladığı 2008-2009 döneminde yalnızca marjinal düzeyde azalmış, ardından artmaya devam etmiştir ve bugün kriz öncesine göre çok daha yüksek bir düzeydedir. Örneğin yatırım fonlarının bilanço varlıklarının GSYH’ya oranı 2007’nin üçüncü çeyreği ile 2009’un birinci çeyreği arasında yüzde 92’den 70’e düşmüştü, bugün ise ellerindeki varlık miktarı ABD GSYH’sının yüzde 145’i (yani yaklaşık 30 trilyon dolar) düzeyindedir. Tamamı OECD üyesi olan birinci kuşak kapitalist ülkelerin hepsinde, düzeyler farklı olmak üzere eğilim aynıdır. 2008’de başlayan kriz, sermayenin “üretime dönmesi” gibi bir sonuç yaratmamıştır ve sermayenin finansallaşma düzeyi artmaya devam etmektedir. Krizin bir türlü sonu gelmiyor gibi görünmesinin açıklaması burada aranmalıdır.

İkincisi, Çin ekonomisi bu finansallaşmadan bağımsız bir üretim ütopyası değildir. Örneğin, dünyanın varlık bakımından en büyük bankalarını sıraladığınızda ve birinciden aşağı doğru bakmaya başladığımızda, ABD’de kriz günlerinde Wall Street’te yaşanan kaostan bir nevi “son ayakta kalan” olarak çıkan JP Morgan Chase’e gelene kadar dört Çin bankası görüyoruz. Bu dört bankanın dördünün de devlet bankası olması kuşkusuz dikkate alınmalı, ama bu boyutta bir finansal yığılmanın (dört bankanın bilanço aktifleri toplamı 15 trilyon doların üzerinde) kasada durduğu gibi durmasının mümkün olmadığı açık.23 Kaldı ki, emperyalist finans tekellerinin Çin’deki faaliyetleri de Çin Devleti tarafından kontrol edilmekle beraber, özel olarak sınırlanmıyor. Örneğin geçtiğimiz günlerde Financial Times’da yayınlanan bir haberi okuduğumuzda, yalnızca HSBC Asya-Pasifik’nın geçtiğimiz yıl kârının yüzde 80’ini Çin’de yaptığını değil, aynı zamanda HSBC Asya-Pasifik yöneticisi Peter Wong’un, Çin devletinin danışma meclisi niteliğindeki Çin Halk Siyasi Danışma Konferansı’nda sandalye sahibi olduğunu öğreniyoruz.24

Üçüncüsü, dünya ticaret hacminde neoliberalizmin başlangıcından bu yana süren oransal artış 2008 kriziyle birlikte durakladı ve hayli kırılgan bir görüntü arz ediyor.25 2020 rakamları henüz netleşmiş olmamakla beraber pandeminin burada ciddi bir daralma yarattığını tahmin etmek zor değil. Uluslararası meta ticaretinde hızlı ve uzun süreli genişlemenin ardından gelen bu keskin duraklama tekelleşme eğilimini güçlendirdi ve ortaya Amazon, Alibaba gibi devler çıktı.26 Ticari sermayenin bu tekelleşmesi, ona metaların bilhassa perakende piyasalarda dolaşımını kontrol etme gücü veriyor ve kendi dolaşım kanallarına sahip olmayan meta üreticisi sermayeden bir “geçiş ücreti” tahsil etme olanağı sağlıyor. Dolayısıyla bu son tekelleşme süreciyle beraber, kendisi değer üretmeyen ticari sermayenin, üretici sermayeyi kendisine daha yüksek komisyonlar ödemeye zorlama gücüne kavuştuğu düşünülmeli. Bilhassa ürettikleri metaları yalnızca bu kanallar üzerinden yaygın dolaşıma sokabilen görece küçük şirketler, işçilerden sömürdükleri artı-değerin önemli bir kısmını da bu ticaret devlerine bırakmak zorunda kalıyor olmalı.27 Nitekim Çin devleti, geçtiğimiz aylarda Alibaba Holding’e karşı ciddi bir tekelleşme incelemesi yürüttü.28 Üç milyar dolar civarında bir ceza ve sert bir uyarı ile sonuçlanan bu müdahalenin, Çin devletinin Çin’deki görece küçük parçalardan oluşan üretici sermayeyi koruma refleksinin bir yansıması olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum.

Sonuç   

Kapitalizmin emperyalist aşaması, üretimin benzersiz bir düzeyde toplumsallaşması ama sermayenin de benzersiz bir düzeyde yabancılaşması ile karakterize oluyor. Marx da, Lenin de bunu tam toplumsallaşmaya yani sosyalizme geçişi öngören bir son aşama olarak görüyorlar. O halde, tutarlı bir Marksist analiz bugün dünyaya bakarken gözü hep emperyalist rekabetin fay hatlarında biriken enerjiyi aramalıdır; zira düzeni mevcut bunalım halinden bir devrimci duruma sıçratacak olan kırılma, bu fay hatlarının bir ya da birkaçında biriken enerjinin kontrolsüz biçimde açığa çıkması sonucunda yaşanacaktır.

Hal böyleyken, solda düşülmemesi gereken ama sıklıkla düşülen iki yaygın hata var.

Birincisi, emperyalist sisteme ya mutlak bir akıl ya mutlak bir beceriksizlik atfetmek. Birincisi sağ, ikincisi sol sapmadır. Emperyalizm ne krizlerden ilanihaye kaçınabilir ne de onların yarattığı her devrimci fırsat için önlem alabilir. Dolayısıyla kimi solcuların her toplumsal sarsıntıda emperyalizmin bunu nasıl aşacağına kafa yormaları ibret verici ve fazlasıyla Kautsky’in dönekliğini çağrıştırıyor. Öte yandan, her toplumsal sarsıntıda “aha, şimdi şapa oturdular” heyecanına kapılmak da hem yaşanan her hayal kırıklığında düzenin yıkılmayacağına dair karamsarlığı besliyor, hem de toplum gözünde yalancı çobana dönüşüp itibarsızlaşmayla sonuçlanıyor. Oysa emperyalist rekabetin hangi faktörlerin itkisiyle kontrolden çıkacağını öngörmek pek mümkün değildir. Örneğin, hiç kimse bir pandeminin dünya ekonomisinde bu çapta bir kilitlenme yaratacağını öngöremezdi; öte yandan, eğer 2020 yılının Ocak ayında pandeminin yaratacağı yıkımın boyutlarını bir şekilde önceden bilebilseydik, bu kez de emperyalist sistemin bu krizi bir şekilde geçiştirebileceğini düşünmez, kesinlikle kıyametin kopacağını zannedebilirdik. Oysa şu anda kriz atlatılıyor gibi görünüyor, hatta tamamen üfürmeden ibaret görülemeyecek “pandemi sonrası büyüme” senaryoları yazılıyor. Emperyalist sistemin seyrini izlerken yapılması gereken gündelik gelgitler üzerinden kehanetler üretmeye çalışmak değil; dikkatle izlemek, somut bilgiler toplamak ve eğilimleri saptamaktır. Devrimci siyaset, düzende oluşacak çatlakları böyle saptar ve önceden pozisyon alır.

İkinci hata ise, liberalizm veya milliyetçilikle körleşip, devletlere bakmaktan sermayeyi göremez hale gelmek. Günümüz dünyasında devletlerarası gerilimler çok artmış ve karmaşıklaşmış olabilir ancak bir Marksist bunların her zaman sermaye çıkarlarıyla alakalı olduğunu unutmamalıdır. Meselenin sermaye arka planına işçi sınıfı tarafından bakılmadan yapılan tüm “jeostrateji” analizleri üfürmeden ibarettir ve uzak durulmalıdır. Bilhassa milliyetçilerin pek sevdiği bu analizlerin tamamının amacı, antiemperyalizm kisvesi altında “yerli” sermayenin çıkarlarını yabancı sermayeye karşı savunmaktır. Biz Marksistler açısından ise, sermaye sınıfının iç çelişkileri önemli olmakla beraber, bu çelişkilere yaklaşımımız taraf tutmak değil, çelişkileri sermaye sınıfının bütününün zararı, mümkünse nihai yıkımı doğrultusunda istismar etmek olmalıdır.

Alper Birdal’ın kitabı bu yüzden çok kıymetli. Dikkatle, emek vererek, büyük miktarda malzemeyi topluyor, teoriyle süzüyor ve emperyalist sistemdeki eğilimleri, biriken gerilimleri saptıyor. Bunu yaparken gelip geçici devlet politikalarına değil onların altında yatana, tarihsel sermaye yapılanmalarının çelişkilerine ve çıkar çatışmalarına bakıyor. Böylelikle ortaya devrimci kavrayışımızı ve mücadelemizi güçlendiren bir eser çıkıyor.

Bu çok kıymetli, zira emperyalist sistemin bunalımı bir devrimci krize dönüştüğünde, çıkar çatışmaları ortadan kalkmayacak, aksine daha da şiddetlenecek. Bu devrimci kriz dünyanın bir bölümünde devrimle sonuçlandığında dahi emperyalist tekeller ve onların devletleri, aralarındaki çıkar çatışmalarını toptan kenara koyup devrime karşı birleşemeyecekler. Büyük Ekim Devrimi ve sonrasında Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşı sonuna kadar verdiği ayakta kalma mücadelesinden, Lenin ve Stalin’in bunu mümkün kılan önderliklerinden çıkartacağımız temel derslerden biri budur.

Tarihten çıkartmamız gereken bir ders daha var. Emperyalist sistem, yaşadığı dünya krizlerini ya büyük sermaye yıkımları ya da büyük politika değişimleriyle aştı. 2008’de başlamış olan kriz henüz ne büyük bir sermaye yıkımı, ne de büyük bir politika değişikliğiyle sonuçlandı. Her soy ve boydan sağcılar genelde örtük, bazen açık savaş çağrıları yaparken birinciden yana bir pozisyon alıyor. Kautsky’in günümüzdeki tilmizleri olan sosyal demokratlar ise bunun karşısına her ülkede (en azından Avrupa ve ABD’de) iç pazarı büyütecek bir takım bölüşüm politikalarıyla çıkıyor ve bunun emperyalist tekeller arasındaki kanlı hesaplaşmayı en azından bir süreliğine erteleyeceğini umuyorlar.

Dediğimiz gibi, bizim işimiz kehanet manzumeleri yazmak değil. Ama bir şeyin kesin olduğunu, teorimize güvenle söyleyebiliriz. Düzen, bugünkü koşullarda “olduğu gibi” süremez. Tarih, çok yakında önümüze büyük değişimler koyacak.

Nevzat Evrim Önal / SOL-Gelenek

  • 1.Alper Birdal, Hegemonya Bunalımı ve Çin: Emperyalizmin Krizi, Uluslararası Değer Zincirleri ve Çin’in Yükselişi, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2021.
  • 2..I. Lenin, Kapitalizmin En Üst Aşaması: Emperyalizm, Çev. Levent Özübek, İstanbul: Yazılama Yayınevi, 2019, s.95.
  • 3.Age., s.28.
  • 4.Age., s.85.
  • 5.Birdal, a.g.e., s.56.
  • 6.Karl Marx, Kapital – Birinci Cilt, 7. Baskı, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2004, s.343-344.
  • 7.Henüz değer zincirleri kapitalist üretimde bu denli önemli bir yer kazanmamışken dahi, işletme literatüründe 6 Sigma vb. maliyet düşürme yöntemleri çerçevesinde montaj hattı gibi aşamalı üretim süreçlerinde her bir aşamanın, kendisinden önceki aşamanın “iç müşterisi” ve kendisinden sonraki aşamanın “iç tedarikçisi” olduğu düşüncesiyle hareket ediliyordu.
  • 8.Vasal, feodal sistemde, daha yüksek bir soyluya bağımlı, kendisine yönetmek için bırakılan topraklardan elde ettiği gelirin bir kısmını bağlı olduğu senyörüne devreden görece düşük seviye soyluya denir. Emperyalizmin hiyerarşik yapısı çerçevesinde işleyen, üretilen artı-değere aşağıdan yukarıya doğru el koyma mekanizmalarının bu durumla biçimselden öte bir benzerlik taşıdığını düşünüyorum. Son dönemde yürütülen ve Birdal’ın da kitabında açtığı “Yeni Orta Çağ” tartışmasının maddi zemini, sermaye sınıfı içerisindeki bu kalıcı tabakalaşmada aranmalı diye düşünüyorum.
  • 9.Detaylara girmek yazının sınırlarını aşar, ancak hem kauçuk ve palm yağı başta olmak üzere pek çok doğal kaynak bakımından zengin, hem de kalabalık nüfusuyla bir ucuz emek cenneti olan Endonezya’da ABD emperyalizminin alçaklık tarihini okumak hayli aydınlatıcı bir vaka incelemesi olacaktır. Daha güncel bir örnek olarak da kendisi yoksul ama Lityum yatakları zengin Bolivya’nın son yıllarına bakılabilir.
  • 10.Pandemi Çin’in batıdaki hiçbir ülkenin sahip olmadığı ve kolay kolay olamayacağı bir kitle mobilizasyon becerisine sahip olduğunu gösterdi. Vuhan’da pandeminin kontrol altına alınması için uygulanan önlemlere halkın gösterdiği koşulsuz ve eksiksiz uyum aynı zamanda tüm ülkenin savaş durumunda nasıl topyekün seferberliğe sokulabileceğinin de bir nevi tatbikatı oldu. Bu başarının emperyalist merkezlerde dehşetle karşılandığına eminim.
  • 11.Doğrudan bir gösterge olmasa da, Forbes’in her yıl yaptığı dolar milyarderleri listesine dünyada ABD’den sonra en fazla isim sokan ülkenin Çin’de olması (sırasıyla 724 ve 626, üçüncü sırada da 140 ile Hindistan var) dikkate alınması gereken bir durum. https://www.forbes.com/billionaires/ (Erişim tarihi 12.05.2021). Tekil olmakla beraber daha açık bir gösterge ise Huawei’nin yükselişi ve bunun bilhassa ABD’de yarattığı “aktif” rahatsızlık.
  • 12.“Çin’in Latin Amerika’da en büyük yatırımlarının yaptığı merkezlere bakarsanız, bu merkezlerin Britanya Virjin Adaları gibi yerler olduğunu, yani bu ‘yatırımların’ vergi cennetlerine gittiğini görüyorsunuz. Bunlar ucuz emek ve doğal kaynakları sömürebileceğiniz yerler değiller elbette. Bu daha çok Çinli kapitalistlerin ya da Çinli elit ailelerin Çin’den sermaye kaçırmaları gibi görünüyor.” Minqi Li, “Bilim İnsanlarının Temel Görevi Fiziksel ve Sosyal Sistemlerin Hareket Yasalarını Anlamaya Çalışmak”, röp. Mehmet Aslan, Madde, Diyalektik ve Toplum 3(2), 2020 Mayıs, s.162. https://bilimveaydinlanma.org/prof-dr-minqi-li-bilim-insanlarinin-temel… (Erişim Tarihi 13.05.2021).
  • 13.Birdal, a.g.e., s.185. Ayrıca ABD ve dünya ekonomisinin geneliyle karşılaştırma için bkz. https://data.worldbank.org/indicator/NE.EXP.GNFS.ZS?locations=US-CN-IN-… (Erişim tarihi 12.05.2021).
  • 14.Scott Malcomson, “The New Age of Autarky: Why Globalization’s Biggest Winners Are Now on a Mission for Self-Sufficiency”, Foreign Affairs, 26.04.2021, https://www.foreignaffairs.com/articles/united-states/2021-04-26/new-ag… (Erişim tarihi 12.05.2021).
  • 15.Birdal, a.g.e. Eserin temel bulgularından biri bu, ancak bilhassa “Karşılıklı bağımlılık ilişkileri” başlıklı bölüm (s.90-118) ve buradaki Şekil 18, 19, 21 ve 22.
  • 16.İlginç bir örnek: Henüz pandemi gündemde değilken Alman tekstil tekeli Adidas’ın yöneticisi, Çin yatırımlarının emekten tasarruf sağlayan daha ileri otomasyon düzeyleri sayesinde “geri getirilmesi” (reshoring) beklentisini bir “sanrı” olarak değerlendirmiş, sonuçta aynı otomasyonun Çin’de de yapılabileceğini söylemişti. “Adidas boss says large-scale reshoring is ‘an illusion’” Financial Times, 23.04.2017, https://www.ft.com/content/39b353a6-263c-11e7-8691-d5f7e0cd0a16 (Erişim tarihi 12.05.2021).
  • 17.Marx, a.g.e., s.539.
  • 18.Metaların üretildikleri noktadan satılacakları noktaya nakledilme işi kuşkusuz değer yaratır, ancak kapitalist ticaret bununla alakalı değildir. Zaten hemen her zaman alım-satımı yapan ya da buna aracılık eden sermaye (örneğin bir e-ticaret şirketi) ile metanın satıcıdan alıcıya ulaştırmasını yapan sermaye (kargo şirketi) birbirinden ayrıdır.
  • 19.Lenin, a.g.e., s.65.
  • 20.Karl Marx, Kapital – Üçüncü Cilt, 4. Baskı, Çev. Alaattin Bilgi, Ankara: Sol Yayınları, 2003, s.386-388. *Bu pasajın doğru anlaşılması için “özel mülkiyet” kavramındaki “özel” kelimesinin aynı zamanda “hususi” ya da “bireysel” (private) anlamına geldiği akılda tutulmalıdır.
  • 21.A.g.e., 390.
  • 22.OECD, “Institutional Investors Statistics”, https://www.oecd-ilibrary.org/finance-and-investment/data/oecd-institut… (Erişim tarihi 13.05.2021).
  • 23.Hatta Çin devletinin elinde bulundurduğu finansal varlıklar başlı başına bir kriz dinamiği olarak görülmeli, zira bu boyutta bir finansal varlığın durduğu yer (veya bu yerin değişmesi) dünya finansal sisteminde önemli denge kaymalarına sebep olabilir. Bu konuyu tartışmak yazının kapsamının dışında kalıyor ancak bkz. Birdal, a.g.e., s.46-51.
  • 24.“HSBC: in China, all capital is political”, Financial Times, 27.05.2021, https://www.ft.com/content/70bc0c51-74e7-422b-8e47-65ca18abc303 (Erişim tarihi 13.05.2021).
  • 25.https://data.worldbank.org/indicator/NE.EXP.GNFS.ZS (Erişim tarihi 13.05.2021).
  • 26.Birincisinin sahibi Jeff Bezos dünyanın en zengin burjuvası, pandemi yılında zenginliğini 113 milyar dolardan 177 milyar dolara çıkarttı. İkincisinin sahibi Jack Ma ise 2020’nin başında Çin’in en zengin burjuvasıydı, pandemi yılını fena geçirmediyse de (zenginliğini 38 milyar dolardan 48 milyar dolara yükseltti) Çin’de dördüncü sıraya düştü, sebebine birazdan değineceğiz.
  • 27.Bu durumun Türkiye’de de pek çok örneği var. Trendyol, Hepsiburada, yakın geçmişte Almanya merkezli Delivery Hero tarafından satın alınmış Yemeksepeti…
  • 28.“China's top market regulator imposes penalty on Alibaba Group over monopoly conduct”, People’s Daily Online, 10.04.2021, http://en.people.cn/n3/2021/0410/c90000-9837748.html (Erişim tarihi 13.05.2021).

Faşizm sonrasının sorunları - Korkut Boratav / SOL

 Türkiye toplumunun bu kadere mahkûm olmadığını açıklamak, yaymak bugün Sosyalist Sol’a düşmektedir.

Türkiye’nin bugünkü tuhaf rejim içinde yönetilemez bir duruma geldiği, herhalde ortadadır. Son bulacaktır; ama nasıl? Ve sonrası? 

Bu soruları Oğuz Oyan (“Kriz Potansiyelleri”, BirGün, 20 Haziran) ve Ergin Yıldızoğlu (“Yeni Bir Durum Başladı- Cesaret Gerekiyor”, Cumhuriyet, 21 Haziran) soruyor; tartışıyorlar.

Ben de bu iki arkadaşımızın tespit ve değerlendirmelerinden hareket ederek “sohbete” katılacağım. 

Niçin sürdürülemez?

Oğuz Oyan’ın tespitleriyle başlayalım: “Tüm çevreler, iktidar partisinin önümüzdeki seçimlerde ne yapacağına kilitlenmiş durumda. ‘Ne yapacağı’ sadece seçim başarısı bakımından sorulmuyor. Seçimleri çalabilmek için neleri planlayacağı; seçimleri kaybettiği gizlenemez bir gerçekliğe dönüştüğünde durumu suhulette kabul edip etmeyeceği de soruluyor.” 

Oyan’a göre halk sınıfları ekonomi politikalarının sonuçlarından öylesine bunalmıştır ki, Saray, “normal” koşullarda iktidarı   kaybedecektir. Ama, bunu göze alamıyor; zira, sonrasında hukukî yaptırımlar gündeme gelebilecektir. Parlamenter muhalefetin “devri sabık yaratmayacağız” güvencesi yeterli değildir. Bu nedenle “kaybetmenin bedeli çok büyük. Her durumda, mevcut siyasi yönetim barışçı bir iktidar geçişine rıza gösterecek gibi durmamaktadır. Şu kadar ki bir barışçı geçişi zorlayacak dış ve iç etkenler birleşmesin.” 

Ergin Yıldızoğlu’na göre Saray, emperyalist sistem içinde öylesine bir “çıkmaz sokağa” sürüklenmiştir ki, salt bu nedenle dahi “iktidarını sürdürmesi hızla olanaksızlaşmaktadır.” Üstelik, geniş kitlelerin iktidarı algılama biçimi değişmektedir: “Peker videolarının da doğruladığı, yolsuzluğa, talana, yasadışı keyfi yönetim pratiklerine ve bu yollarla edinilmiş devasa servetlere, mafya karşısında büyük yükümlülüklere boğazına kadar batmış bir” iktidar tablosu açığa çıkmıştır. 

Yıldızoğlu’nun ulaştığı sonuç, Oğuz Oyan’la aynıdır: “Karşımızda sürdürülemez, ama aynı zamanda da terk edilemez bir iktidar şekillenmesi var.”  Bu ikilem, “süreç olarak faşizm ile kaba faşizm” arasında yalpalamak anlamına geliyor. 

Bana kalırsa, 2021 Türkiye toplumunun gelişkinlik düzeyi, karmaşık yapısı, son 75 yıllık tarihsel birikimi dikkate alındığında kaba faşizm seçeneği denenebilir; ama kalıcı olamaz.  Bugünkü uluslararası dengeler içinde de sürdürülemez. Nedenlerini ayrıca tartışabiliriz.  

“Yumuşak geçiş” senaryosu… 

Faşizm sonrasına geçiş nasıl olacak?

Tartışılan, bugünkü Millet İttifakı ve uzantılarının kazanacağı bir seçim senaryosudur. Sonrası için muhalefet bir “yumuşak geçiş” tasarlıyor. Genişletilecek İttifak’ın sağ kanadı, AKP/MHP koalisyonunun bazı “türevleri”ni içeriyor; faşizmle kesin kopuşu engelleyecek türevler… “Sol” kanat ise, CHP yönetimi sayesinde kesin, hatta “fanatik” uzlaşmacıdır. 

Bu “yumuşak geçiş senaryosu”nun tehlikeleri iki başlık altında sıralanabilir:

1). Önceki dönemin sorumlularına karşı “devr-i sabık” yaratılmayacaktır. Demek ki, geçmiş dönemin siyasal bağlantılı ağır suçları, astronomik yolsuzlukları yargıya taşınmayacak; “hesap sorulmayacaktır”. Bunlara dönük TBMM komisyonları, Yüce Divan dışlanacaktır. Bakanlar, yardımcıları, herhalde Cumhurbaşkanlığı dışında kamu yönetimi olduğu gibi korunacaktır. 

Bu yöneliş, Peker ifşaatının açığa çıkardığı siyasal çürümenin, devlet aygıtındaki yozlaşmanın kalıcı olması anlamına gelir. İslamcı faşizm, kadroları ve cemaat-tarikat yapılanmaları ile devlette, toplumda varlığını sürdürecektir. İlk fırsatta iktidarı devralmaya hazırdır.

2). Millet İttifakı’nın siyasal programı, bence, AKP iktidarının yenik düştüğü 2015 Türkiyesi’ne dönüş perspektifidir. Saray iktidarının “günahları”, o seçim sonuçlarının devlet şiddeti yoluyla geçersiz kılınması, sonraki OHAL uygulamaları, 2017 Anayasa değişikliği ile  sınırlı  görülüyor. O kadar… 

Ne var ki, AKP iktidarının ilk on dört yılı (2002-2015), üstyapıda, ekonomide üç boyutlu bozulmalar içeren bir dönemdi. 

Birincisi, esasen gerici bir darbenin ürünü olan 1982 Anayasası, AKP’nin istekleri doğrultusunda gerçekleşen 2007 ve 2010 değişiklikleriyle daha da bozulmuştur.

İkincisi, AKP’nin Siyasal İslam programı, Cumhuriyet’in laik kazanımlarını eritmeye, eğitim sisteminden başlayarak kamu yönetimine yerleşmeye, giderek toplumda kök salmaya başlamıştır. 

Üçüncüsü, AKP’nin 2002’de aynen devraldığı ve on üç yıl büyük ölçüde sadakatle sürdürdüğü neoliberal program ekonomiyi biçimlendirmiş; yerleşmiştir. 

Millet İttifakı’nın en güçlü bileşeni olan CHP’nin tabanı, seçmenleri, “Cumhuriyetçi Sol” nitelik taşır; bu üçlü bozulma ile barışık değildir.  Parti yönetimi ise tabanındaki bu eğilimleri, talepleri, İttifak programına taşımaktan ısrarla uzak durmaktadır. 

Türkiye’nin kaderi bu miskin, uzlaşmacı eğilime teslim edilmemelidir. 

Sosyalist Sol’un sorumluluğu 

Bu durumda “yumuşak geçiş” senaryolarına karşı muhalefet yükümlülüğü Sosyalist Sol’a düşecektir. Toplumuzun ilerici kesimlerini, halk sınıflarını, Türkiye için daha köktenci bir yenilenme mücadelesine çağırarak…  

Düzen-içi muhalefetin “yumuşak geçiş” tasarımını reddeden mücadelenin ana öğelerinde Sosyalist Sol’un akımları fiilen birleşmiş durumdadır. Halkımıza dönük bir çağrı içinde de birleşebilirler. Olası vurgulamalara değinelim:  

Siyasal yeniden yapılanma, geniş katılımlı bir seçimle belirlenen Kurucu Meclis tarafından üstlenilmelidir. Bana kalırsa 1961 Anayasası’ndan hareket edilerek… 

Genç kuşaklara, eğitimde, hukukta, kamu yönetiminde, toplum hayatında laikliğin değeri; İslamcı yobazlığın dar dünyasının çocuklarımızı işsizliğe, işlevsizliğe, karanlığa mahkûm ettiği hatırlatılmalıdır. 

Son yıllarda ağır bir toplumsal bunalıma sürüklenmiş olan tüm beyaz, mavi yakalı ücretlilere, köylülere, esnafa, bu durumun 2002’de AKP’nin devraldığı, sahiplendiği neoliberalizmin kaçınılmaz uzantısı olduğu anlatılmalıdır. Neoliberalizm, sıradan bir politika tercihi değildir. Sermayenin, özellikle finans kapitalin halk sınıfları üzerindeki tahakkümüne yol açmakla kalmamış; Türkiye’yi vurguncu, yağmacı, parazit bir katmanın yönettiği ilkel bir kapitalizme dönüştürmüştür. 

Toplumsal bunalımın kalıcı olarak telafisi büyük güçlükler, ağır maliyetler taşıyacaktır. İlkelleşmiş, parazitleşmiş kapitalizmi aşmanın yöntemlerini tartışmak, açmak zorundayız.

***

Türkiye toplumunun bu kadere mahkûm olmadığını açıklamak, yaymak bugün Sosyalist Sol’a düşmektedir. Cumhuriyetçi Sol’a da dönük bir “katılma çağrısı” da olarak… Bu çerçeve içinde diğer demokrat, milliyetçi akımlara hitap eder mi?  Bilemiyorum.

Bilebildiğim tek şey, bu çürümüş rejime kesinlikle son vermek için aktif muhalefetin gerektiğidir. Teslimiyete, uzlaşmaya karşı mücadelede (Yıldızoğlu gibi) “cesaretin önemini” hatırlatarak son vereyim. 

Korkut Boratav/ SOL

24 Haziran 2021 Perşembe

Üzümünü ye bağını sorma - Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN

 

2011 yılında hem cari açık hem büyüme hem de AKP’nin oy oranları rekor kırdı. Para aktıkça oyunun arttığını da fark eden siyasal iktidar, izleyen yıllarda sıcak para kanalları kapanınca çareyi, varlık barışları adı altında ülkeyi kara para cennetine çevirmekte buldu. 2013’ten bugüne 4 kez Varlık Barışı yasası çıkarıldı. 2018-2019 arasında günde kaynağı sorgulanmayan ortalama 46,5 milyon liranın geldiği ülkede, kara para aklama şebekesini yöneten Sezgin Baran Korkmaz gibi isimler sırf para getirebiliyor diye siyasi ilişkiler kurabildi.

Türkiye ekonomisinin son 30 yılda en hızlı büyüdüğü yıllar 2010 ve 2011 olarak kayıtlara geçmiş durumda. 2010’da yüzde 8,5, 2011’de ise yüzde 11,1 oranında rekor hızda büyüyen ekonomi o günlerde birçok ekonomisti de tedirgin etmişti. Zira büyümenin kaynağı tüketime dayanıyor, tüketim ise yurtdışından gelen sıcak parayla finanse ediliyordu. Büyümenin son 30 yılın rekorunu kırdığı 2011’de bu gelişmeye paralel olarak cari açıkta da 75,1 milyar dolarla rekor kırılmıştı. Türkiye ekonomisinin bu denli büyük oranda cari açık verebilmesinin veya böyle bir açığı finanse edebilmesinin nedeni ise 2008-2009 yıllarında patlayan Küresel Finans Krizi’ydi. Krizle birlikte Amerikan Merkez Bankası (Fed) faiz seviyesini sıfıra indirmiş, bilançosunu büyütmüş, başka bir deyişle tüm dünyaya dolar pompalamaya başlamıştı. Bu politikadan en çok “faydalanan” ülkelerin başında da Türkiye geliyordu. Ekonomistler bu hızla büyümenin ve borçlanmanın aşırı ısınmaya yol açacağını ve riskleri artıracağını söylese de Erdoğan için her şey yolundaydı. Nitekim bu ortamda gidilen 12 Haziran Genel Seçimleri’nde AKP’nin oy oranı yüzde 49,83’le rekor seviyeye çıkmıştı. Sıcak para oy anlamına geliyordu.

Ancak bu “yalancı bahar” sonsuza kadar süremezdi. Küresel Finans Krizi’nin yarattığı fırtına dinerken Fed, normalleşme süreci için düğmeye bastı. 2013 yılının Mayıs ayında Fed Başkanı Ben Bernanke, faizlerin olması gerektiği gibi enflasyon oranına paralel hale getirileceğini, bilançonun daraltılacağını duyurdu. Dünyaya akan doların musluğu kısılıyordu. Bu durum Türkiye gibi aşırı ısınmış bir piyasada büyümenin yavaşlaması anlamına geliyordu ki, bu da dönemin başbakanı Tayyip Erdoğan için oyunun azalması demekti. 2014’te yerel seçim, 2015’te genel seçim takvimi olan ülkede büyümenin frenine basmak iktidardan vazgeçmekten farksızdı. Ben Bernanke’nin açıklamasından sonra Dolar/TL türbülansa giriyor, iktidar ise ekonomik türbülansı Gezi Direnişi’ne mal ediyordu. Bu haliyle ekonomik bunalımını fark eden siyasal iktidar yönetebilmek için baskıyı artırmaya başladı.


Normal şartlar, altında Fed’le beraber TCMB’nin de faizleri artırması, böylece sıcak para girişlerini hiç değilse koruması beklenir. Ancak bu durumda artan faizler piyasayı durgunlaştırır, büyüme hızı yavaşlar, ısınan ekonomi bir süre soğur. Önüne seçim sandıkları konan Erdoğan faizlerin artırılmasına bu nedenlerle razı gelmedi. Bir yandan içeride düşük faizle piyasaya lira pompalayan ekonomi yönetimi, diğer yandan da yurtdışından sıcak para gelmesini bekliyordu. Ekonominin olağan koşullarına uymayan bu beklenti doğal olarak gerçekleşmedi. Sıcak para akımları yavaşladıkça yerli para değer kaybetmeye, enflasyon ve işsizlik sorunları baş göstermeye başladı.

Tüm bunlar yaşanırken bir yandan da ülkede ağır aksak ilerleyen hukuk ve demokrasi rafa kaldırılmaya, merkezi otorite tek adamda toplanmaya başladı. Planlama adına çalışan Devlet Planlama Teşkilatı, Türkiye ve Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü gibi köklü kurumlar ayak bağı olarak görüldü ve kapatıldı. Kamu şirketlerinin tümü Türkiye Varlık Fonu’na bağlandı ve başına Erdoğan kendisini atadı. Ancak tüm bunlar yaşanırken cari açık vererek büyüyebilen ülke dış finansman açığını nasıl kapatacaktı? Bu sorunun cevabı aynı zamanda Sezgin Baran Korkmaz’ın Türkiye’de bir kara para aklama şebekesini nasıl işlettiğini de ortaya koyuyor.

10 yılda 4 kez varlık barışı düzenlemesi

Tüm bu bunalımların yaşandığı 2010’lu yıllarda tam 4 kez Varlık Barışı yasası çıkarıldı. İlki 2013’te çıkarılan Varlık Barışı düzenlemeleri, 2016, 2018 ve 2020’de devam etti. Bu düzenlemelerle Türkiye, yurtdışından gelen paranın kaynağını sormayacağını taahhüt ediyor, dahası vergi ayrıcalıkları tanıyacağına da söz veriyordu. Bu düzenlemelerin son 3’ünün koordinasyonu bizzat Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın damadı Berat Albayrak’ın ekonomi yönetiminde söz sahibi olduğu dönemde yapıldı.

Kaynağını boş ver yeter ki gelsin

“Darbe girişimi sonrasında yabancıların Türkiye’ye yatırım iştahı kesilmedi. 15 Temmuz gecesi, darbe girişimi sırasında İstanbul’da bulunan ABD’li yatırımcılar, 950 milyon fonu Türkiye’ye ayırmaktan vazgeçmedi.” Bu ve benzeri ifadelerle başlayan haber metinleri 10 Eylül 2016’da tüm gazetelere servis edilmiş, konuya ilişkin Başbakanlık Yatırım Ofisi Başkanı Salim Arda Ermut’un açıklamalarına yer verilmişti. Ermut’un ABD’li yatırımcılar dediği Kingston Kardeşler iken, açıklama yapılırken yanında oturan kişi Sezgin Baran Korkmaz’dı. O günlerde Başbakanlık Yatırım Ofisi’nin başındaki Salim Arda Ermut, bugün Türkiye Varlık Fonu’nun genel müdürlük koltuğunda oturuyor.

İlişkiler ağının detayları ekonomi yönetimini oluşturan kurumlarda gizli. 2014’te 6552 sayılı kanunla bugünkü halini alan Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu (DEİK) de bu kurumlardan bir tanesi. DEİK’e bağlı Türkiye ABD İş Konseyi’nin (TAİK) Başkanı olan Ekim Alptekin, iddianameye göre Sezgin Baran Korkmaz’ın ortağı. 21-23 Mayıs 2017’de Washington’da yapılan TAİK konferansında Sezgin Baran Korkmaz da ilişkileri aracılığıyla konuşmacı olabiliyor, törende ödül dahi verebilecek kadar itibarlı konumda bulunuyor.

Korkmaz bir yandan hükümetle yakın ilişkiler kurarken bir yandan da mafyatik ilişkilerle ele geçirdiği Paramount Otel’de, gazetecileri, siyasetçileri, yargıçları, bürokratları ağırlıyor. Bu esnada medyada Korkmaz’a ilişkin yapılan yayınlarla yerli bir Robin Hood yaratılıyor. Kara paranın rahatlıkla gelebildiği, sadece 250 bin dolara vatandaş olunabilen böyle bir ülkede, kara para aklama şebekesini yöneten bir kişi siyasette de itibarlı ilişkiler kazanabiliyor, Cumhurbaşkanı’yla bile fotoğraf çektirebiliyor.

Günde ortalama 46,5 milyon lira girdi

Varlık Barışı sayesinde ülkeye giren paranın ne kadar olduğunun tam olarak bilinmesi mümkün olmasa da, Gelir İdaresi Başkanlığı Başkan Yardımcısı İdris Şenyurt’un 10 Temmuz 2019’da aktardığına göre son 1 yılda Varlık Barışı kapsamında ülkeye giren para 17 milyar TL. Daha basit bir ifadeyle ilgili dönemde günde 46,5 milyon lira kaynağı sorgulanmayan paranın rahatlıkla ülkeye girip, vergi dahi vermediği bir sermaye cenneti yaratılmış oldu.

Uluslararası raporların gündeminde

Türkiye’nin bu durumu uluslararası kuruluşların da raporlarına girmeye başladı. Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü (OECD) bünyesinde faaliyet gösteren Kara Paranın Aklanmasının Önlenmesi ve Terörizmle Mücadeleye İlişkin Mali Çalışma Grubu (FATF) 2019 yılının sonunda paylaştığı raporda “Kıtalar arası kavşakta bulunan Türkiye, kara para aklama ve terör finansmanı riskleri ile karşı karşıya. Bu durum, istismar etmek isteyen suç örgütlerinin, terör örgütlerinin ve yabancı teröristlerin yasa dışı faaliyetlerinden kaynaklanan ciddi tehditleri de içeriyor” ifadeleri kullanıldı. Kara paranın adreslerinden biri haline getirilen ülkeye meşru yatırımın gelmesi de giderek daha imkansız hale geliyor. Gayrimenkul yatırımlarını hariç tutarsak Türkiye’ye gelen net yabancı doğrudan sermaye tarihinde ilk kez ekside. Bu haliyle sadece sıcak paranın geldiği, bunun için de büyük ölçüde kara paradan medet umulan bir ekonomik model işletiliyor. Gelen para ise istihdam yaratmıyor ama ekonomik büyümeyi bir biçimiyle finanse edebiliyor. 2018 yılındaki Varlık Barışı’nın yasalaştığı temmuz ayında ülkede 29 milyon 450 bin kişi istihdam edilirken, 2021’in Nisan ayında bu sayı 28 milyon 83 milyona geriledi. Ancak ülke ekonomisi 2021’in ilk çeyreğinde, 3 yıl öncesinde yüzde 8,9 büyümüş durumda. Böyle bir büyüme ise girdiği yeri kirletiyor. Bir yandan rüşvetçi bürokratlar ceplerini doldururken, kara paranın uğrak mekânı olan ülke kokainin de yeni güzergâhı haline geliyor.

***

Vatandaşlık satışında kampanya

Aynı yıllarda parayla vatandaşlık satılmaya başlandı. Bu konuda da temel kıstas para getirmekti. 11 Ocak 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan düzenlemeyle 1 milyon dolar değerinde konut satın alan veya 2 milyon dolarlık yatırım yapan yabancılar diledikleri takdirde Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma hakkı kazandılar. Zaman içinde TL’deki değer kaybı ve sıcak paraya duyulan ihtiyaç o kadar arttı ki, vatandaşlık fiyatında bile kampanya yapıldı. 19 Eylül 2018’de vatandaş olmak için gereken 1 milyon dolarlık gayrimenkul yatırımı 250 bin dolara kadar indirildi. Türkiye bu haliyle dilediği sermayedarın kara parasını ülkeye sokabildiği, dileyen suçlunun ülke vatandaşı olabildiği bir ada devleti görünümü kazandı. 2020 yılının kasım ayında çıkan haberlere göre 250 bin dolara tam 7 bin 312 yabancı Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı oldu. Bu kişilerin kim oldukları ise bilinmiyor.

Bugünlerde ülkenin gündemine bomba gibi düşen Sezgin Baran Korkmaz’ın kara para aklama şebekesi de böyle bir tarlada filizlendi. Birleşmiş Milletler’e üye 193 ülke içinde Kingston Çetesi’nin kara parayı aklayarak sisteme sokabilmek için Türkiye’yi seçmiş olması ve bunun için siyasal iktidarla sıkı ilişkileri bulunan Sezgin Baran Korkmaz’ı bulması bu nedenle tesadüf değil. Türkiye’de kara parayı aklamak sadece kolay olmakla kalmıyor, aynı zamanda siyasetle kurulan ilişkiler aracılığıyla çeşitli imtiyazlar da elde edilebiliyordu. Hele ki, 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin ardından ortaya çıkan sis bulutu, siyaset, mafya, ticaret üçgeninin hızla büyümesi için biçilmiş kaftandı.

ABD’de 225 yıla mahkûm edilen Kingston Çetesi’nin üyeleri Türkiye’de krallar gibi ağırlanmakla kalmıyor, SBK’nin ilişkileri sayesinde milyonlarca dolar para aklıyorlardı. Şebeke Türkiye’de o kadar derinleşmişti ki, şebekenin üyeleri Cumhurbaşkanı Erdoğan’la özel görüşmeler yapmaya, birlikte fotoğraf vermeye başlamıştı. SBK ise bu fotoğraflardan aldığı güçle bürokraside itibar kazandı.

Salim Arda Ermut, 15 Temmuz Darbe Girişimi sırasında Başbakanlık Yatırım Ofisi’nin başındaydı. Bugün ise Varlık Fonu Genel Müdürü. Ermut, o günlerde SBK’nin getirdiği paraları “ülkemize yatırım” gelmeye devam ediyor diyerek köpürtmüştü. O sırada ABD’de SBK’nin ortakları Kingston Kardeşler hakkında soruşturma yürütülmeye başlamıştı. Kingston Kardeşler ise bu süreçte tam 9 kere Türkiye’ye geldiler, krallar gibi ağırlandılar.

Ozan GÜNDOĞDU / BİRGÜN


Milli Eğitim Bakanı'nın kardeşinden okullara 25 milyonluk satış - SOL

 Odatv yazarı Sami Menteş, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un kardeşi Oktay Selçuk'un şirketinin son 2 yılda başta özel okullar olmak üzere birçok kuruma 25 milyon TL'nin üzerinde satış yaptığı yazdı.

Odatv yazarı Sami Menteş, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk'un kardeşi Oktay Selçuk'un yönetim kurulunda olduğunda şirketin, son iki yılda başta özel okullar olmak üzere birçok kuruma  25 milyon 678 bin 159 TL'lik satış yaptığını yazdı. 

Odatv'nin ulaştığı belgelere göre; 2016 yılında kurulan İnova Akademi Bilişim Eğitim Hizmetleri Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi, hem ortakları hem de yaptıkları satışlarla dikkat çekiyor.

Şirketin Yönetim Kurulu’nda Oktay Selçuk ve Selçuk Özdemir bulunuyor… Oktay Selçuk, Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk’un kardeşi… Ziya Selçuk, bakan olduğunda sahibi olduğu Özel Maya Okulları’nı kardeşine bırakmıştı.

Selçuk Özdemir ise, Ziya Selçuk’a yakınlığıyla bilinen bir isim…

Bakan Ziya Selçuk’un kardeşinin ve arkadaşı Selçuk Özdemir'in aynı şirketin yönetim kurulunda olduğunu belirten Menteş "Gazi Üniversitesi Teknokent’te kurulan şirketin müşterileri de dikkat çekici" diyor. 

Menteş şirketin 2019 yılına ait beyannamesinde İnova Akademi Bilişim’in müşterilerinin büyük bölümünün özel okullar ve devlet kurumları olduğunun görüldüğünü aktardı.

Bakanın kardeşi Oktay Selçuk’un sahibi olduğu şirketin bakanlığa bağlı faaliyet gösteren okullara ve devlet kurumlarına satış yaptığını gösteren belgelerse şöyle:

(2019)



(2020)




(SOL)


22 Haziran 2021 Salı

Devlet ‘Şimdilik Terör Değil’ Diyor - Barış Pehlivan / CUMHURİYET

Yaşıtımmış Deniz Poyraz. Hepimiz büyüsek de o hep aynı yaşta kalacak. 

Thomas Mann demiş: “Bir insanın ölümü, kendinden çok, geride kalanların sorunudur.” 

O halde bize kalan sorunumuzu çözelim. 

Hem saldırıya uğrayan HDP’nin hem de bir gazeteci olarak benim yanıt aradığım sorular vardı. Bunun için cinayete dair bilgi sahibi olan İzmir’deki birkaç devlet görevlisiyle görüştüm. 

Terör bürosu yürütüyor soruşturmayı. İddia o ki katil Onur Gencer’in her türlü olası siyasi ve ideolojik ilişkisine bakılıyor. Konuştuğum yetkililer, bu konuda şu ana kadar dikkate değer bir olguya ulaşılmadığını belirtiyor. 

Eğer yeni bir delil çıkmazsa, cinayeti “yalnız kurt eylemi” olarak adlandırmanın da doğru olmadığını düşünüyorlar. En çok IŞİD teröristlerine atfedilen bu terim için “örgüt iltisakı lazım” diyorlar. 

Anladığım o ki şu anki verilerle saldırı iddianamesinin “kasten öldürme suçundan” açılması bekleniyor. 

Evet, çok soru vardı. Yetkililerden bazılarına yanıt alabildim. Onları verirken de “şu anki delillere bakarak söylüyoruz” diye ısrarla hatırlatıyorlardı. 

Sözü uzatmayayım. Perde arkası ne olursa olsun, saldırının sorumluları arasında bu politik iklimi besleyen iktidar yöneticilerinin de olduğunu vurgulayayım. 

İşte İzmir’de görüştüğüm isimlere sorup da yanıt alabildiklerim:  

1- Böyle bir saldırı bekleniyor muydu? 

Suç örgütü lideri Sedat Peker’in “kaos çıkarmak için saldırı planlanıyor” demesinden sonra böylesi bir cinayetin işlenmesi çok ilginç geliyor. Bu anlamda saldırıya daha bir dikkatle bakılıyor. 

2- HDP binasının olduğu yer 24 saat polis tarafından izleniyor. O halde katil nasıl aylarca keşif yapabildi ve ardından saldırı gerçekleştirebildi? 

Orası iş hanı ve ticari hayatın olduğu, aşırı yoğun bir bölge. İş hanında bir daire ve 32 tane büro var. Girişi de tek.  Bu nedenle kimin hangi büroya gittiğinin tespiti çok zor.

3- Onur Gencer’den başka saldırıya katılan kimse var mıydı? 

Saldırıya, fail dışında katılan kimse henüz tespit edilemedi. Ancak her yönden araştırıyoruz. E-postalarına kadar bakılıyor. İlk verilere göre herhangi bir şüpheli isimle görüşmesi çıkmadı. Ama BTK’den resmi HTS raporu bekleniyor. 

4- Katil 24 saat bile gözaltında tutulmadı, hemen tutuklandı. Bu acelenin gerekçesi nedir? 

Cinayette henüz farklı bir kimse tespit edilemedi ve terör şüphesi şimdilik yok.

Şüpheli 24 saatlik kanuni yasal süre içerisinde adliyeye getirilip cinayet suçundan tutuklandı. Savcılık ve Emniyet’in terör büroları soruşturmayı yürütüyor. Ancak şimdilik terör bağlantısı tespit edilemediği için mevzuat gereği 24 saatlik gözaltı yapıldı.  

5- HDP’nin il yöneticilerinden kimsenin ifadesi neden alınmadı?

HDP il örgütünün bu konuda dilekçeleri mevcut. Taziyeye ve cenazeye katıldıkları için ifadeleri şimdiye kadar alınmadı ancak kısa süre sonra ifadelerine başvurulacak. 


AA’NIN KABİNE KARARI

Önce özet, sonra haber...

Mafya lideri Sedat Peker’e polis koruması verildiği ortaya çıktı. 

İçişleri Bakanı Süleyman Soylu korumayla ilgili bazı polis müdürlerini suçladı. 

Anadolu Ajansı (AA), Peker’e verilen koruma kararında “FETÖ izi tespit edildiğini” iddia eden bir haber paylaştı. 

Haberde AKP milletvekili Selami Altınok, Ankara Valisi Vasip Şahin ile Emniyet Genel Müdür Yardımcısı Mustafa Çalışkan hedefe kondu. 

AA, önce ilgili sosyal medya paylaşımlarını sildi, sonra da haberin içeriğinden isimleri çıkardı. 

AKP Erzurum Milletvekili Selami Altınok da kendisini FETÖ ile ilişkilendiren AA’ya yaptığı açıklamada haberin “hak ihlali” olduğunu belirtti. 

Şimdi... 

İşte bu sürece dair üç iddia var: 

1- Anadolu Ajansı’nın ilgili haberi yapmasında bizzat İçişleri Bakanlığı’nın baskısı rol oynadı. 

2- Selami Altınok AA’ya Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın onayıyla tepki verdi. 

3- Devletin haber ajansı, dili yandığı için artık daha temkinli davranıyor. Bundan sonra bakanlıklardan gelen haberleri mümkün olduğunca “son dakika” diye paylaşmamayı tercih ediyor. AKP içindeki güç mücadelesinin kurbanı olmamak adına, kabine kaynaklı içerikler daha bir dikkatle okurla buluşturulmaya çalışılıyor. 

Bakalım, AA verdiği bu karara ne kadar uyacak... 


ÇAY İÇMENİN BEDELİ

Ne kadar da içimize işledi azarlama? 

Bir savcının görevi nedir? 

Ucuza çay içmeyi arzulamak hapisle sonuçlanır mı? 

Ayrı dünyaların soruları gibi duran bu yazdıklarım, İstanbul’da adliyede vücut buldu. 

2019 yılıydı. Mübaşir Kabil Kurşun görev yaptığı İstanbul Anadolu Adliyesi’nde çay içmek istedi. Ancak kendisine personel indirimi uygulanmadı. O da bu durumu ve çay ocağındaki hak ihlallerini başsavcılığa şikâyet etti. 

İşte bunu yapmasıyla başı belaya girdi. Nasıl mı? 

Başsavcı Vekili Uğur Seçgin, mübaşir Kurşun’u odasına çağırdı. Ona “sen ne hakla amirlerini eleştirirsin, sana mı düştü bu işler, hadsizlik yapma” diye bağırdı. 

Mübaşir ise başsavcı vekiline “Beni azarlamak için mi çağırdınız” diye sorunca, “başka ne için çağıracaktık” yanıtını aldı. 

Ve mübaşir “Başka ne işe yarıyorsunuz ki zaten” deyince, kendisini sanık sandalyesinde buldu. Zira o sözüyle hakaret ettiği iddia ediliyordu. İki yıla kadar hapsi isteniyordu. Başka adliyeye sürgün bile edildi. 

Sonunda... 

İki yıl süren dava geçen günlerde sonuçlandı. Öğrendim ki mübaşir Kabil Kurşun beraat etti. 

Barış Pehlivan / CUMHURİYET

İrlanda: Sosyalist bir rüya mı, kapitalist bir cehennem mi? - Çağdaş Gökbel / SOL

 İrlanda’ya baş aşağı bakan ve popülist eylemlerle başı dönen heyecanlı insanlarımıza ‘bir dakika, bu ülkenin bugünkü gerçekliği senin gördüğün gibi değil’ demek zorundayım.


Geçtiğimiz günlerde (12.06.2021) Kuzey İrlanda’nın başkenti Belfast’ta kenti çevreleyen tepelerden birine 46 metre uzunluğunda ve 23 metre genişliğinde, dünyanın şimdiye kadar yapılmış en büyük Küba bayrağı asıldı. Küba Dayanışma Forumu (İrlanda) tarafından yapılan eylem, Küba’daki ablukaya dikkat çekmek istiyor. Kuzey İrlanda ve özellikle Belfast gerçekten çok özel bir bölge; doğrudan orada yaşamadığım için buradaki siyasi hareketlere ilişkin derin çıkarımlarda bulunmamaya özen göstereceğim. Bölgede devam eden çatışmaların Kuzey İrlanda’da yaşayan insanları zorunlu olarak politikleştirdiği ve özellikle Katolik İrlandalıların sosyalist hareketlere yakın olduğunu biliyoruz. Açılan dev Küba bayrağının dayanışma ruhunu geliştirdiğine inanıyorum. Birazdan yapacağım eleştirilerin açılan Küba bayrağından bağımsız olarak bir ülkenin, İrlanda Cumhuriyeti’nin siyasi yapısının anlaşılması açısından önemli olduğunu düşünüyorum. 

Batı insanını eleştiren doğulular, genellikle onların doğu coğrafyasına bakarken çarpık bir bakış açısı olduğundan yakınır. Aynı çarpıklık maalesef bizim için de geçerli. Popülist eylemliliğin siyaseti boğduğu bir çağda, Türkiye’deki sosyalist hareketin İrlanda’ya çarpık bakıyor olması olağan kabul edilebilir. Bir twitter kullanıcısı, BSM’yi etiketleyerek Sinn Fein’in bugünkü pozisyonuna dair klişe ön yargılardan ibaret bir çıkarımda bulunmuş. BSM de İrlanda Cumhuriyeti'nde yaşıyor olduğum için beni etiketleyerek, mevzunun bana geldiğini söylemiş. BSM’ye böyle bir fırsatı bana sunduğu için teşekkür etmeliyim; zira uzun süredir yazmayı düşündüğüm bir konunun bu vesileyle yeniden karşıma çıktığını görmüş oldum. Mevzu bana geldiğine göre, İrlanda’ya baş aşağı bakan ve popülist eylemlerle başı dönen heyecanlı insanlarımıza ‘bir dakika, bu ülkenin bugünkü gerçekliği senin gördüğün gibi değil’ demek zorundayım. 

Tarihin sisli perdesini, sadece net açıklamalar yapabilmek adına aralayacağım. İrlanda tarihi ile ilk defa ilgilenen birinin iç içe geçen siyasi grupları ve onların temsil ettiği değerleri çözebilmesi kolay değil. Bir köşe yazısının kapsamı bunu karşılayamayacağı için Sinn Fein’in bugünkü durumunu anlatmaya çalışacağım. “1938 yılının Nisan ayında IRA’nın lideri olan Sean Russell, silahlı eylemlerin İngiltere’ye taşınması gerektiğini savunmuştur. Ekonomik hedeflere yönelik sabotajlarla İngiltere yönetimini dize getirmeyi düşünen Russell tarafından ‘Plan S’ kod adlı bombalama kampanyası organize edilmiştir. Londra’daki bankalara ve stratejik noktalara düzenlenen bombalı saldırılar, ses getirmiştir. İngiltere’ye karşı ‘düşmanımın düşmanı dostumdur’ mantığıyla hareket eden Sean Russell liderliğindeki IRA, Nazi Almanya’sı ile yakınlaşmayı ajandasına sokmuştur. Eylül 1939’da Polonya’yı işgal eden Almanya da İngiltere tehdidine karşı önlem olarak IRA ile ittifak kurmayı planlamıştır. Bu süre zarfında Naziler, Oscar Pfaus isimli istihbarat ajanını İrlanda’ya göndererek Russell aracılığıyla IRA ile temas kurmuştur” (S:41)1. Güney’deki İrlanda Cumhuriyeti’nde Nazilerle diyaloğa geçen tek yapı IRA değildi. İspanyol Cumhuriyetçilerin yardımına koşan İrlandalıların konuşulduğu kadar, faşist Francisco Franco’nun saflarında çarpışan İrlandalılar maalesef konuşulmuyor.

Günümüzdekine benzer bir gerçekle bu noktada karşı karşıya geliyoruz, maalesef ulusal kurtuluş hareketlerinin pragmatik manevraları bazen tarihte silinmesi zor lekeler bırakabiliyor. Türkiye’deki sosyalist hareketin James Connolly ve arkadaşlarını tamamıyla Sinn Fein ile özdeşleştirmesi de yanlış. Bir diğer yanlış ise bugünkü Sinn Fein’in geçmiştekiyle hiçbir alakasının olmayışıdır. Paskalya ayaklanması döneminde (1916) Sinn Fein ve IRA farklı grupların ortak bir amaç uğruna birleştikleri bir çatıydı. Serbest İrlanda Devleti ve Kuzey İrlanda fiyaskosuyla birlikte bu çatı hızla dağıldı. Tam bu noktada Connolly, kesin bir çizgiyle İrlanda’daki bağımsızlıkçı hareketin yönünü tayin ediyor. Onun sözleri, bugün bile İrlanda siyaseti için güncelliğini koruyor. “Hemen yarın İngiliz ordusunu sürüp Dublin kalesine yeşil bayrağı çeksek bile, Sosyalist Cumhuriyeti kurmadıysak bütün çabalarımız boşa gider. İngilizler bizi yönetmeye devam ederler. Bizi kapitalistleri, ağaları, finansörleri ve bu topraklara ekip şehitlerimizin kanı ve analarımızın gözyaşları ile suladıkları bir dizi ticari ve endüstriyel kurumları ile yönetmeye devam ederler” (S:29).

İrlanda’nın bugünkü en büyük problemi siyaseti domine eden partilerin içerisinde güçlü bir komünist partinin ya da işçi partisinin olmayışıdır. James Connolly ve arkadaşlarının bıraktığı mirasın tamamıyla silikleştiği bir ülkede sağlıklı bir sosyalist siyaset maalesef yok. İrlanda’yı konuşurken Kuzeyi bunun dışında tutuyorum. Hoşumuza gitse de gitmese de orası hâlâ resmi olarak İngiltere toprağı ve elimizi kolumuzu sallayarak Belfast tarafına geçemiyoruz. Belfast gerçekten ayrı bir dünya. Daha önceki yazılarımda bahsettiğim gibi, İrlanda ve İngiltere arasındaki gerginlik arttıkça adanın bu kesimi birbirinden daha fazla uzaklaşıyor. Okuyucu şimdiden kendisini hazırlasın, yakın gelecekte Kuzey İrlanda sınırında İrlanda ordusunu ve İngiliz ordusunu karşı karşıya görebiliriz. Üzülerek ifade etmek gerekirse, yeni bir sınır (Hard Border) inşa etmek için İngiliz milliyetçiler ellerini ovuşturuyor. Politik açıdan İrlanda’yı bir bütün olarak görmek ve siyasi metinler yazarken dilimizi buna göre oluşturmak kesinlikle doğru bir tavır. Yanlış olan, bölgelerin gerçekliğine bakarken de bölgeyi bir bütün olarak değerlendirme eğilimimizde yatmaktadır. Bugün, İrlanda Cumhuriyeti'ndeki sosyalist partilerin durumu gerçekten vahim. Dürüst bir biçimde ifade etmek gerekirse İrlanda Komünist Partisi, bir kafeteryadan ibaret. Mecliste temsili olan sol partiler popülizmin dibine batmış ve liberalleşmiş yapılar.

Bugünkü Sinn Fein’e gelirsek, karşımıza sorunlu bir Marksizm çıkmaktadır. Ayağını fazlasıyla milliyetçiliğe basan bir partiden söz ediyoruz. Evet, Filistin meselesinde ve dünyadaki pek çok sorunda yüksek tonda ses yükselten, bunu hanesine artı olarak yazmayı başaran pragmatik bir hareket. Sinn Fein’in İrlanda’da artan popülerliğinin temel sebebi: İrlandalı emekçilerin, birleşik bir İrlanda hayalini sürdürüyor olmasında ve yıllardır kangren hale gelmiş ekonomik problemlerin bir türlü çözülemiyor olmasında yatmaktadır. Partinin mültecilere yönelik ciddi bir çalışması yok. ‘İrlanda, İrlandalılarındır’ diyen bir hareketin sosyalist olabilmesi zor. İrlanda, BM güvenlik konseyinin bu yıl geçici üyesi.

İsrail’in son saldırısı sonrası Dublin’de yer yerinden oynadı. Her gün eylemler yapıldı. Elbette bunlar anlamsız değil, ama İrlandalı emekçi doğal olarak soruyor, eylem ne için yapılır? Bir sonuç alınamadıktan sonra ya da köklü bir değişiklik getirmedikçe sokağa inmenin anlamı nedir? İrlanda, BM güvenlik konseyine Filistin sorununu getirmiş midir? İktidarda sağ bir koalisyon var, bizim gücümüz zaten sınırlı demek, kaçmak için güzel bir yöntem olabilir. Ancak sürekli eylem yapmak ve neticede bir sonuç elde edememek insanların inancını kıran bir durum. En ufak eylemliliğin dahi yasak olduğu bir ülkede (Türkiye) bahsettiğim bu durumun anlaşılmasının zor olduğunun farkındayım. Dükkanlara ve kapitalist mabetlere dokunmadığınız sürece günlerce eylem yapabilirsiniz. Burada eylemlerin ‘gösteri toplumunun’ bir parçasına dönüştüğüne şahit oldum. Örneğin: Mültecilerin barındığı yerler ve insani olmayan koşullarla ilgili sayısız eylem yapıldı. Neticede 2024’e kadar mültecilerin kaldığı yerlerin kapatılacağı ve insani barınma koşullarının sağlanacağı hükümet tarafından taahhüt edildi. Bakalım, dağ ne doğuracak? Sokaklarda yeri göğü inleten aşırı ‘solcularımız’, gerçek eylemliliği, sınıf dayanışmasını inşa edebiliyor mu? Yani bulundukları yerlerde mültecilerle iletişim kuruyor ya da onlara nitelikli dil eğitimi alabilmeleri için herhangi bir organizasyonda bulunuyor mu? Cevap, kocaman bir HAYIR. Peki, mültecilerin devletten alamadığı eğitimi ülkede kim sağlıyor? Kiliseler. Tanıdığım papazların sosyalistlerden daha fazla işçi sınıfı için ya da mülteciler için çaba harcadığına şahit oldum. Dayanışma grupları oluşturuyor ve sürekli örgütleniyorlar. İnsan yazarken bile hayret ediyor, dünya baş aşağı gelmiş. ‘Kilisenin gücü var, onlar yapar’ gibi bir düşünceye kapılıyorsanız yanılıyorsunuz. Sinn Fein, neredeyse iktidarı alıyordu ve İrlanda Cumhuriyeti tarihindeki en güçlü dönemini yaşıyor. Ayrıca diğer sol partiler de ekonomik ve kültürel olarak güçsüz değiller. En büyük güçsüzlükleri, tamamıyla sistemle uyumlu olmalarında ve popülizme batmış olmalarında yatıyor. 

İdeolojik olarak eklektik bir sosyalizm anlayışını benimseyen Geçici IRA tarafından Cumhuriyetçi Haber adlı gazete çıkarılmaya başlanmıştır. Sovyet tarzı Marksizm’e karşı çıkan Geçici IRA, özyönetim modeline dayanan sistemle yönetilen Yugoslavya ve Cezayir’i örnek almıştır. Örgütün propaganda yayın organı Cumhuriyetçi Haber’de Sovyetler Birliği, Küba, Çin gibi proletarya diktatörlüğü altında tek parti tarafından yönetilen sosyalizm anlayışları eleştirilmiş, mülkiyet özgürlüğü ve çoğulcu demokrasi savunulmuştur” (S:54). Bugünün Sinn Fein’i alıntıda belirtilen paradigmalar üzerine kurulmuştur. Özel mülkiyetle kavgası olmayan bir sosyalizmin ne kadar sosyalizm olduğuna okuyucu karar vermelidir. 

Bobby Sands ve yoldaşlarının destansı mücadelesi hâlâ bir gölge gibi zihinlerimize düşmeye devam ediyor. Bu trajik olayın aklımızı dumura uğratmasına izin vermemeliyiz. İrlanda konusunda aldığım mesajlar gerçekten ibretlik ve insanlar sanki sosyalist bir ülkeden bahsediyorlar. Üzgünüm ama ben adanın herhangi bir yerinde böyle bir düzenle karşılaşmadım. Tam tersine Dublin evsizliğin, yoksulluğun ve ırkçılığın sinsice yükseldiği, iliklerine kadar kapitalistleşmiş bir başkent. İrlanda halkı, Sol’un sürekli gürültü çıkardığından ve çıkan bu gürültünün işçi hakları, evsizler ve diğer konularda bir çözüm getirmediğinden şikayetçi. Bence meselenin bu boyutu oldukça tehlikeli. 

Sol, ülkede hazır bulunan bir enerjiyi popülizme kurban ediyor gibi görünüyor. Milliyetçi ve ulusalcıların kendi örgütlenmelerini bir kenara bırakırsak ülkedeki hatırı sayılır sayıdaki göçmenin erişebildiği siyasi organizasyonlar maalesef yok. İrlanda işçi sınıfı artık karşılığı olan eylemler istiyor. Mültecilerin eğitim sıkıntılarından bahseden ama onların birebir bu sorunlarına eğilmek yerine sadece sokakta bağıran insanlar görmek istemiyor. İrlanda’nın bugünkü siyasi yapısı, sosyalizm açısından hiçbir şey vaat etmiyor. Sinn Fein’e gelince, onlar ülkedeki göçmenlere sempati duymayan ulusalcılar ve bir yandan Filistin diğer yandan Küba derken ABD’deki yöneticilerle iş tutan ve bir yandan özel mülkiyeti savunurken diğer yandan has sosyalistler olmaya devam edecekler.

Çağdaş Gökbel / SOL

Not: Gelenek dergisinde İrlanda’nın bugün yaşadığı sorunlara dair kapsamlı bir makale kaleme aldım. Yayınlandığında oradan daha detaylı bilgiler edinebileceksiniz.

  • 1.Kuzey İrlanda Sorununun Tarihsel Kökenleri/İbrahim Utku Nar (Doğu Kitapevi-2020). Okurlarımız açısından daha sağlıklı olacağını düşündüğüm için Türkçe bir kitaptan alıntı yapmayı uygun gördüm. Kitap, İrlanda tarihine ilişkin kısa bir özet niteliğinde olduğu için her yaştan okurun rahatlıkla okuyabileceğini düşünüyorum. Kitaba dair bazı ince eleştirilerim elbette ki var. Bu yazının konusu olmadığı için içerikte bahsetmeyi uygun görmedim (Y.N).