13 Temmuz 2021 Salı

Protokol koltuğunu camiye de soktular - Veli Toprak / SÖZCÜ


Hafızlık töreni için aralarında AKP Genel Başkanvekili Kurtulmuş’un da bulunduğu protokol davetlileri için Fatih Camii’nde koltuk düzeni oluşturuldu, kürsü kuruldu...



Nakşibendi tarikatına bağlı Kemal Efendi Vakfı'ndan hafızlık eğitimi alan gençler için İstanbul Müftülüğü'nün himayesinde Fatih Camii'nde Hafızlık İcazet Merasimi düzenledi.

    AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş kürsüye çıkıp genç hafızları kutladı.

AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş'un da katıldığı törende cami içerisinde konuşma kürsüsü kuruldu, protokol koltukları yerleştirildi.

KÜRSÜDEN KONUŞTU

Vakıf yöneticileri ve AKP'li isimler, minberin yanına yerleştirilen koltuklarda, diğer davetliler ise yerde oturdu. İstanbul Müftülüğü'nün himayesinde gerçekleşen hafızlık icazet merasimine, Kurtulmuş'un yanı sıra AKP Fatih teşkilatı yöneticileri de katıldı.


Hafızlar Kur'an-ı Kerim tilaveti yaptığı sırada protokolün oluşturduğu görüntü tepki çekti. Numan Kurtulmuş camide bir de konuşma yaptı. “Evlatlarımızı, ailelerini ve onları bir ömür boyunca Kur'an muhafızı olmak üzere yetiştiren hocalarımızı tebrik ediyorum” dedi. Kurtulmuş, merasimin fotoğraflarını sosyal medya hesabından da paylaştı.

          Numan Kurtulmuş, hafızlık eğitim alan gençlere icazet belgelerini verdi.


BEDELSİZ BİNA TAHSİSİ

Kemal Efendi Vakfı, 2016 yılında İBB'den 25 yıllığına bedelsiz bina tahsisi ile gündeme gelmişti. İstanbul Büyükşehir Belediyesi, 2016 yılında Fatih'teki bir binayı bedelsiz olarak 25 yıllığına vakfa tahsis etmişti. Tahsis için vakıf, İBB'den yazılı talepte bulunmuş, Belediye Meclisi'nde alınan karara CHP'li üyeler karşı çıkmıştı.

Medeniyet tarihimizde yeri yok

Camide protokol koltukları konulmasını değerlendiren eski Ankara Müftüsü Mefail Hızlı, şunları kaydetti: “Numan Bey'i tanırım, nezaketli bir kişidir. Ona emrivaki yapılmış anlaşılan. Protokol gelmiş, şu kadar kişi gelmiş koltuklar koyalım. Medeniyet tarihimizde bu yok. Camilere bu tür şeylerin getirilmesi uygun değil. Haram veya caiz değil demiyorum ama bizim kültürümüzde yok, şık da değil. Camiye Cumhurbaşkanlığı Forsu bile olsa konulması uygun değil. Cami ibadet ortamı, farklı şeylere dönüştürülmemeli. 15 asırlık bir tecrübemiz var.”

İbadethanelerde Allah'ın kulları birbirine eşittir

Eski Üsküdar ve Beyoğlu müftüsü ve İstanbul eski Milletvekili İhsan Özkes, Fatih Camii'ndeki görüntüleri şöyle değerlendirdi: “Ben de müftü iken bu tür icazet törenleri yapıldı ve katıldım. Hatta birinde uzun sürünce dizlerimiz üzerine oturmaktan ayaklarımız ağrımıştı. Fatih Camii'ndeki görüntü, dinen haram ya da yanlış değil. Ama camide protokol oluşturulması, ayrı koltuklar konması olmaz. Çünkü cami, Allah'ın evi ve ibadethanelerde Allah'ın kulları eşittir. Sadece yaşlı ve oturamayacak durumda olanlara koltuk verilebilirdi. Bizim kültürümüzde bu tür görüntüler olmadı.”



(Veli Toprak / SÖZCÜ)








12 Temmuz 2021 Pazartesi

88 şairin bilmediği Çin - Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

 

9 Şubat 2019 tarihli Yeni Şafak şöyle yazıyordu: “2017 yılından beri Çin hükümeti tarafından esir tutulan Doğu Türkistanlı dünyaca ünlü halk ozanı Abdurrehim Heyit, şehit oldu.” Haberin devamında ozanın Çin işkencesine ancak iki yıl dayanabildiği belirtiliyordu.

Aynı gün akşam saatlerinde Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Hami Aksoy açıklama yapıyordu: Abdurrehim Heyit’i ve Türk ve Müslüman kimliğine sahip çıkmak uğruna hayatını kaybeden tüm soydaşlarımızı rahmetle anıyoruz.” Bakanlık Çin’in “asimilasyon” politikalarını kınıyor, Birleşmiş Milletler’i Çin’e karşı harekete geçmeye çağırıyordu!

AMERİKAN YALANI

Dört dörtlük bir psikolojik savaştı. Çünkü Abdurrehim Heyit’in öldüğü yalandı. Çin bir açıklama yaparak iddianın gerçekdışı olduğunu belirtti. Ertesi gün Abdurrehim Heyit“Yasa ihlalinden dolayı soruşturma altındayım. Sağlığım çok iyi ve hiçbir kötü muamele görmedim” diye açıklama yaptı.

Heyit’in kendi sesinden bu videosuna rağmen “ABD merkezli Uygur İnsan Hakları Projesi”nin başındaki Nury Turkel, Çin’in teknolojik olanakları sayesinde videoyu “yarattığını” iddia etti. Ve kimi siyasi partiler de bu “Amerikan yalanına” alet olup, Çin karşıtlığı korosuna dahil oldular.

İMZA AYDINCILIĞI

Ozan Abdurrehim Heyit hâlâ hayatta ama ABD’nin Çin karşıtı tuzaklarından bir başkasına bu kez 88 şair düştü (ya da atladı).

88 şair, 8 Temmuz 2021’de imzaladıkları bir metinle Çin’i insanlıktan özür dilemeye davet ettiler! Metin, Çin’i “711 yılında Uygur Türklerinin yurduna sahip çıkmaya çalışmakla” suçlayarak başlıyor. Yani 88 şair 1300 yıl öncesine gidiyor, yani bugün pek çok halkın, başka topraklarda yaşadığı tarihlere…

Devamında da 88 şair, Çin’in Uygur Türklerine “etnik soykırım” uyguladığını iddia ediyor ve ABD merkezli “Doğu Türkistancılık-Uygurculuk” argümanlarını sıralıyor.

88 şair listesine bakıyorum: Tanıdıklar var, daha önce FETÖ’nün önlerine koyduğu “Ergenekon karartılmasın” metnini imzalayan kimi şairler, bu kez de önlerine konan Çin karşıtı metni imzalamışlar!

Düpedüz bir “aydın” hastalığı oldu bu içeriği Atlantik yapımı imza metinleri...

BİL(ME)DİĞİMİZ ÇİN

Uygurların yaşadığı topraklar, Çin Halk Cumhuriyeti içinde özerk bir bölge. “Etnik soykırım” yapıldığı iddia edilen bu bölge, nüfusa oranla dünyada en fazla cami olan bölgedir. Bölgede tabelalar dahil iki dil mevcuttur. Uygurca iki resmi dilden biridir ve okullarda çift dilli eğitim yapılmaktadır. Paraların üstünde Uygurca vardır.

Çin, geçen yüzyılda Japon, Rus Çarlığı, İngiliz hatta Alman işgali bile yaşadı. O işgal yılları ve uzun süren savaşlar sonrasında Çin Komünist Partisi, Çin Halk Cumhuriyeti’ni 1949 yılında kurdu. 56 etnik unsurun yaşadığı dünyanın bu en kalabalık ülkesi, fakirlikten kurtulabilmek için 70 yıldır büyük mücadele veriyor. Uygur meselesine gerçekten eğilmek isteyenler, özerk bölgeleri hem kendi geçmişleriyle hem merkezle hem de birbirleriyle karşılaştırmalıdırlar.

Özetle, Amerikan gözlüğü takarak Uygur meselesine bakmanın Uygurlara en ufak bir yararı yok. 1990’da gittiği Çin’de en uzun süre gazetecilik yapmış meslektaşım Kamil Erdoğdu’nun Kırmızı Kedi Yayınları’ndan bu hafta çıkan Bilmediğimiz Çin kitabı, bu konularda gerçekleri öğrenmek isteyenler için çok önemli bir kılavuz. Kitapta Amerikan yalanlarının uluslararası ajanslar üzerinden nasıl servis edildiğini, ABD’nin neden Uygur konusuna eğildiğini ve Orta Asya merkezli enerji-politik mücadeleyi bütün boyutlarıyla okuyacaksınız.

MESELE UYGURCULUK DEĞİL, ÇİN KARŞITLIĞI

Sonuç olarak…

Dün Alman faşizminin SSCB’ye karşı Türkistancılık/Özbekçilik yapmasıyla bugün ABD emperyalizminin Çin’e karşı Uygurculuk yapması arasında fark yoktur. Almanya’nın derdi Özbekler değil, SSCB’yi zayıflatacak araç oluşturmaktı; ABD’nin derdi de Uygurlar değil, Çin’i meşgul edecek konu bulmaktır.

88 şair, en azından şu sorunun peşine düşmelidir: Uygur Türklerini Çin’den ayırmak isteyen ABD emperyalizmi, Kıbrıs Türklerini neden Rumlarla yaşamaya zorluyor peki?

Mehmet Ali Güller / Cumhuriyet

Esenyurt kavgasının altında ne var? - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 

Elma, günahın mı yoksa bilginin mi meyvesi? 

Truva Savaşı’nın hikâyesi altın elma ile başlıyor. Pamuk Prenses bile zehirli elmayla kandırılıyor. 

Kesiyorsun, bir yanı öbürüyle aynı. Ama elma, üstünde yaşadığı toprağın tarihini, inancını, yalanını binlerce yıldır kendisinde topluyor.

“Akbil skandalının kilit ismi yakalandı”.

4 Haziran 1999 günü, Necmi Kadıoğlu’nun Türkiye’ye dönüşünü gazeteler bu başlıkla duyuruyordu. Tayyip Erdoğan’ın bir numaralı sanık olduğu davanın kritik ismiydi. İBB’nin İştirak Dairesi Başkanı’ydı. “Akbil Necmi” diye anılıyordu. Operasyon başlayınca yurtdışına kaçmış, sonra teslim olmuş ve tutuklanmıştı.

Savcılığın iddiasına göre, Akbil gelirleri kayıt dışı bırakılarak “bir yerlere” para aktarılmıştı. İddianame, Akbil sonrası toplu taşıma araçlarını kullanan İstanbulluların yarıya düştüğünü anlatıyor, bunun hayatın akışına aykırı olduğunu vurguluyordu. Aslında Akbil davası kamu kaynaklarından kaçak yaratarak servet biriktirmenin kritik yargılamalarından biri olarak tarihe geçti. Yandaş şirketlere mi gitti, partinin kasasına mı, yoksa birilerinin cebine mi atıldı ya da AKP’nin kuruluşu için mi harcandı?.. Hep tartışmaların odağı oldu. AKP’nin iktidar olması, davanın kaderini değiştirdi. Sanıklar beraat etti.

ESENYURT’U NEDEN İSTEDİ?

Geçen hafta Sedat Peker’in Esenyurt iddialarının ardından ilçeye gittim. Esenyurt’taki silahlar ya da Esenyurt’taki kaset operasyonu konuşulurken asıl önemli olan Esenyurt’un rantıydı.

Akbil davasından kurtulan herkes yükselirken, Necmi Kadıoğlu 2004 yerel seçimlerinde Erdoğan’dan Esenyurt’u istemişti. O tarihte Esenyurt henüz ilçe bile değildi. 2008 yılında çıkan yasayla beldeden ilçeye dönüştü. Erdoğan’ın oluruyla 2004’te belediye başkanı olan Kadıoğlu, 2017’ye kadar 13 yıl Esenyurt’u yönetti. “Sağlık sorunları” diye açıklanan bir kaset operasyonu sonrası görevi bıraktı.

Sahi, neden başka bir ilçe değil de Esenyurt? Necmi Kadıoğlu’nun 17 yıl önce aklından geçeni bugün Esenyurt sokaklarında gezince daha iyi anlıyorsunuz. Ne altın, ne dolar, ne faiz… Hiçbiri İstanbul toprağı kadar kazandırmıyor. Esenyurt’ta küçük bir toprağa dikilen kule milyonlarca para demek. Haliyle yıllar önce adı üstünde, yeşil ve rüzgârlı bir yurt olan ilçe, Kadıoğlu döneminde bir beton cennetine dönüştü. Birilerine de çok kazandırdı. Esenyurt büyürken, dükkânları holdinge dönüştü. Binalar yükselirken kimi siyasetçiler zenginleşti. Halkın dev kulelerdeki odalara sıkıştığı Esenyurt, resmi olarak bir milyon, gerçekte bunun bir buçuk katına yaklaşan nüfusuyla toprak rantıyla zenginleşmenin tarihi sembolü oldu. Kadıoğlu’na yıllar önce kimi dava arkadaşlarını da şaşırtacak şekilde “Esenyurt beldesine başkan olmak istiyorum” dedirten, aslında Akbil davasındaki hikâyenin devamıydı.

SOYLU, ŞİRKETİN RESMİ SİTESİNDE

Peker, en çok o kelimeyi kullandı: Özyurt. Esenyurt sokaklarında gezince buranın artık “Özyurt” olarak anıldığını görüyorsunuz. Yüksek kulelerin üstünde hep bu isim yazıyor. Aslında iki Özyurt birbirine karıştırılıyor: Özyurt AŞ ve Özyurtlar Holding. Özyurt AŞ’nin başında Orhan Özyurt, Özyurtlar Holding’in başında ise Tamer Özyurt var. Aynı soyadı taşıyan, biri Trabzonlu diğeri Antepli iki aile, iki şirket farklı. Ancak onları birleştiren Esenyurt ve Kadıoğlu’nun arkalarındaki desteği. Bir de iki şirketin de son dönemde İçişleri Bakanı ile anılıyor olması. Gizli saklı da değil. Öyle ki bugün Özyurt AŞ’nin resmi sayfasına girdiğinizde, şirket haberlerinin birinci sırasında sizi şu haber karşılıyor: “Bakan Soylu ziyareti”. Esenyurt’ta Özyurt’un Soylu’ya yakınlığı herkesin konuştuğu sır. Zira Orhan Özyurt, Soylu’ya bir telefon uzaklıkta olduğu gibi, zaman zaman iki ismin görüştüğü biliniyor.

İki şirketin de Esenyurt’ta Kadıoğlu dönemindeki büyümesi göz kamaştırıyor. Özyurtlar Holding Yönetim Kurulu Başkanı Tamer Özyurt, ticari hayatını şöyle anlatıyor: “22 yaşında Esenyurt’ta 25 metrekarelik bir alanda yapı malzemeleri satışı yapılan nalburiye dükkânı açtı. (…) 2005 yılında inşaat sektörüne atılan Tamer Özyurt, konut ve işyeri yapımına başladı.”

Esenyurt’ta sıradan bir nalburken, Kadıoğlu dönemiyle inşaata atılan Özyurtlar, artık milyar dolarlık projelerin yaratıcısı. Bir buçuk milyon kilometrekarelik alana bugüne kadar 15 bin konut inşa eden holdingin projelerinin tamamına yakını Esenyurt’ta. Şirketin bütün projelerinin başına N harfi koyuyor olması, “Necmi’nin N’si” dedikodusunun yapılmasına neden oluyor.

ESENYURT DEĞİL ÖZYURT

Özyurt AŞ’nin Necmi Kadıoğlu ile ilişkisi ise daha da aleni. Esenyurt’ta Kadıoğlu dönemi ihalelerinin aslan payı Özyurt AŞ’nin. Bugünkü CHP’li Belediye Başkanı Kemal Deniz Bozkurt ile yaptığımız görüşmede, Özyurt AŞ’nin Kadıoğlu döneminde sadece belediyeden aldığı kamu ihalelerinin, yeniden değerlendirmeyle 600-700 milyon lira ettiğini söyledi. Buna, Esenyurt Belediyesi’nin dışındaki kurumlardan eklenen projelerle zenginlik sayılamaz hale geliyor. Esenyurt’taki metrobüs hattından ilçe meydanına, merkezdeki Recep Tayyip Erdoğan Parkı’ndan İstanbulspor’un maçlarını yaptığı Necmi Kadıoğlu Stadı’na her yer Özyurt.

Bununla da kalmamış, Özyurt AŞ, Kadıoğlu döneminde belediye ile sıra dışı bir ilişki kurmuş. Bugün ilçe merkezinde dev bir AVM-ofis projesi var. 200 bin metrekare kapalı alanı olan binaya, 1 ile 2 milyar arasında değer biçiliyor. Bu alan eskiden Esenyurt Belediyesi’ne ait iken Kadıoğlu döneminde Özyurt AŞ ile çok özel bir anlaşma yapılmış. Projenin inşası karşılığında yüzde 73’ü şirkete verilirken yüzde 27 belediyenin olmuş.

Esenyurt’ta belediye binası da kaymakamlık da bu binanın içinde. Ancak en ilginci Sedat Peker’in iddialarına konu olan Esenyurt Üniversitesi de burada bulunuyor. Esenyurt Üniversitesi, Kadıoğlu-Özyurt ortaklığına dair hiçbir şüphe bırakmıyor. Esenyurt Üniversitesi’nin 2013 yılındaki kurucusu, 2011 yılında hayata geçen Yeşilköy 2001 Eğitim, Sağlık, Kültür Vakfı. Üniversitenin mütevelli heyeti başkanı Orhan Özyurt, mütevelli heyeti üyesi Necmi Kadıoğlu, oğlu Ahmet İsmail Kadıoğlu, belediyedeki eski yardımcısı Sebahattin Fidan ve eski müdürü Müge Doğan adeta bir Kadıoğlu-Özyurt projesini gösteriyor.

KENDİ VAKFINA BEDELSİZ ARAZİ

AVM binasındaki üniversiteye Kadıoğlu, belediyeye ait 25 dönümlük araziyi bedelsiz tahsis etti. Bugün Esenyurt’u yöneten yeni başkan üç yıl süren mücadelenin sonucunda bu çok kıymetli araziyi geçen hafta geri aldı. Gel-gitli karar bir yana, olay, bir belediye başkanının kendi vakfına bedelsiz arazi vermesi şeklinde tarihe geçti. Üniversitenin kontrol ettiği dev bütçe hatırlanırsa “her şeyin başı eğitim” felsefesi biraz yanlış anlaşılmış görünüyor. YÖK bile Esenyurt Üniversitesi’ni Araştırma ve Geliştirme’ye 294 bin lira, reklama 1 milyon 517 bin lira ayırdığı için eleştiren bir rapor yazdı.

Esenyurt modeli, İstanbul’da bir ilçe yaratıp betona boğarak holdingleşmenin, siyaseti ve siyasetçileri beslemenin açık modeli gibi. Elbette rant bol olunca, işin içine çoğu kez mafyanın karıştığı öyküler birbirini izliyor. Kadıoğlu, Özyurt, Soylu adlarının birbirine karıştığı bu hikâyenin sonunda gökten üç tane elma düşmüyor. Çünkü elma ağacı bile kesildi, toprağı “kupon arazi” diye satıldı, üstüne göksüz bina dikildi.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

Yüzlerce milyonluk ihale davası - CUMHURİYET

1)  Yüzlerce milyonluk ihale davası (Cumhuriyet) - 12/07/2021

2)  'Şarampol' operasyonu (Cumhuriyet) - 30/10/2008

3)  Vurgundan sonra umre (Hürriyet) - 03/11/2008

                                                                   ***

1)  Yüzlerce milyonluk ihale davası (Cumhuriyet) - 12/07/2021

Çevre Bakanlığı’nın, yöneticisi “Şarampol Operasyonu’nda” yargılanan Özcoşkunlar Şirketi’ne 305 milyon TL’lik ihale verdiği açığa çıktı. İhaleye fesat karıştırıldığı iddiasıyla yürütülen soruşturma Gökçek’e kadar uzanıyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, yöneticisi ihaleye fesat karıştırmak suçundan yargılanan Özcoşkunlar Şirketi’ne milyonlarca liralık ihaleler verdiği açığa çıktı. Şirketin yöneticisi Mahmut Özcoşkun, 2008 yılında dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım’ın kişisel internet sitesine gönderilen bir ihbar ile başlatılan “Şarampol Operasyonu” kapsamında gözaltına alınarak yargılandı.

Kamu İhale Bülteni’nde yer alan bilgilere göre, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı “Mersin Anamur Alaköprü İskan Yerleşkesi Tarımsal Araziler Oluşturulması” adı altında düzenlediği üç ayrı ihaleyi Özcoşkun Yapı Mimarlık Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi’ne verdi.

2016 yılında düzenlenen ilk ihale 46 milyon 55 bin TL’ye, 2018 yılında düzenlenen ihale 72 milyon 550 bin TL’ye ve geçtiğimiz Nisan ayında düzenlenen ihale de 187 milyon 11 bin TL’ye Özcoşkun Yapı Şirketi’ne verildi. Üç ayrı ihale için Bakanlık kasasından şirkete ödenen para ise 305 milyon TL’yi geçti.

İHBAR AKP'Lİ BİNALİ YILDIRIM’A YAPILMIŞ

BirGün'den İsmail Arı'nın haberine göre, Ticaret Bakanlığı’na bağlı MERSİS’te yer alan bilgilere göre, Özcoşkun Yapı Şirketi’nin Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Özcoşkun ve Yönetim Kurulu Başkan Vekili de Mahmut Özcoşkun. Şirket yöneticisi Mahmut Özcoşkun’un adı bir dönem “Şarampol Operasyonu’na” da karıştı.

Operasyon, dönemin Ulaştırma Bakanı AKP'li Binali Yıldırım’ın kişisel internet sitesine gönderilen bir ihbar metni ile başladı. Organize Suçlar Şube Müdürlüğü’ne bağlı ekipler, şüphelileri dört ay boyunca kamera ile izledi. Şüphelilerin ihale gününde Karayolları bahçesinde toplanarak, diğer firmaları saf dışı bırakabilmek için yaptıkları konuşmalar da kaydedildi

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, 2008’de Karayolları 4. Bölge Müdürlüğü tarafından açılan hizmet ve malzeme ihalelerine fesat karıştırıldığı iddiasıyla yürütülen soruşturmada 46 kişiyi gözaltına aldı. Gözaltına alınan şüphelilerden 25’i tutuklanmıştı. O dönem Mahmut Özcoşkun da tutuklu yargılandı. Haberlere yansıyan bilgilere göre, şüphelilerin Karayolları 4. Bölge Müdürlüğü’nde görev yapan bazı yetkililerle çıkar ilişkisine girerek, karayolu yapım ve karayolu onarım ihalelerine ilişkin gizlilik dereceli bilgileri öğrendikleri belirlendi.

İPİN UCU GÖKÇEK'E KADAR UZANIYOR

Dava kapsamında savunma yapan sanık Mahmut Özcoşkun, o dönem AKP'li Melih Gökçek yönetiminde olan Ankara Büyükşehir Belediyesi’ne (ABB) bağlı ASKİ’nin 5 bin tonluk mıcır malzemesi ihalesini kazanmasına ilişkin çarpıcı detaylar vermişti.

Özcoşkun, AKP’li Gökçek döneminde belediyenin 5 bin tonluk mıcır malzemesi ihalesine usulsüzlük yapıldığını anlatarak, “Aslında ortada bir ihale yok, doğrudan temin var. İşi yaptık, sonra ihale yapıldı. Olay tarihinde ASKİ’den bizi aradılar. Acilen mıcır gerekiyormuş, en uygun taş ocağı da bizim taş ocağıymış. ASKİ mıcırı bizden su borusu patlaması sebebiyle önce aldı, fiilen hasar bölgesine mıcırı götürdü, daha sonra fiyat istedi. Aslında mıcır alımıyla ilgili bir başka firma daha düşük teklif verdi. Ancak onların taş ocağı uzaktı” demişti.

                                                                           ***

2)  'Şarampol' operasyonu (Cumhuriyet) - 30/10/2008

Başkentte gerçekleştirilen ''Şarampol'' operasyonu kapsamında gözaltına alınan ve aralarında Karayolları 4. Bölgede çalışan kamu görevlileri ile bazı yol yapım firmaları sahiplerinin de bulunduğu 46 kişinin, yol yapım ve onarım ihalelerine fesat karıştırarak, devleti zarara uğrattıkları öne sürüldü. Gözaltına alınan 46 kişiden 28'i bugün polis tarafından adliyeye sevk edildi.

Karayolları Genel Müdürlüğü'ndeki ihalelere fesat karıştırarak yada usulsüzlük yaparak haksız kazanç elde ettiklerinin belirlenmesi üzerine gerçekleştirilen soruşturma sonunda, 27 Ekim'de başta Ankara olmak üzere Düzce, Malatya ve Bolu'da 
''Şarampol''  adı verilen operasyon düzenlendi.

Operasyonda aralarında Karayolları 4. Bölge Müdür Yardımcısı Adem G, Bakım Baş mühendisi Birol D, mühendisler  Kurtuluş ŞCem EMehmet D, ve şef  Galip T, bir futbol takımının yöneticisinin oğlu olduğu belirtilen Cem Kamil A. ile yol yapım firmalarının sahip ve çalışanlarının bulunduğu toplam 46 kişi gözaltına alındı.

Gözaltına alınanlarla birlikte 21 adet bilgisayar, 58 adet CD, 7 adet veri depolama cihazı, ''İhaleden çıkma'' bedeli olarak tespit edilen çok sayıda çek, senet ile menfaat ilişkisini ortaya koyan defter, not kağıdı ile soruşturmaya ilişkin olduğu değerlendirilen doküman ele geçirildi.

Yapılan soruşturma ve gözaltına alınan kişilerin emniyetteki sorguları sonunda, bazı şirket yönetici ve çalışanlarının ihalelere fesat karıştırmak amacıyla suç örgütü kurdukları, Karayolları 4. Bölge Müdürlüğü'nde görev yapan bazı yetkililerle çıkar ilişkisine girerek, karayolu yapım ve karayolu onarım ihalelerine ilişkin gizlilik dereceli bilgileri öğrendikleri belirlendi.

Söz konusu kişilerin, şartname alan firmaların listesini de ele geçirdikleri, ihalelere katılacak diğer firma yetkilileriyle açık yada gizli anlaşmalar yaparak teklif bedellerini etkiledikleri, ihaleyi kazanacak firmayı önceden belirledikleri ve anlaşma sağladıkları diğer firma yetkililerine anlaşma gereği ''ihaleden çıkma'' tabir edilen bedeli ödedikleri tespit edildi.

Zanlıların, ihale süreci planladıkları şekilde yürümediği durumda kurum yetkilileri ile irtibata geçerek ihaleleri iptal ettirdikleri ve belirledikleri kurumla sözleşme imzalanmasını sağladıkları öğrenildi.

Suç örgütündeki kişilerin bu şekilde 12 ihaleye fesat karıştırdıkları, 3 ihaleyle ilgili usulsüzlük yaptıkları, şirket yöneticilerine rüşvet verdikleri, kamu görevlilerinin de görevlerini kötüye kullandıkları bildirildi.

Cem Kamil A.'nın isminin 4 ihaleye karıştığı da belirtilirken, zanlıların ihale başına 5-10 milyon YTL haksız kazanç sağladıkları, kamu görevlisi olanlardan birinin aldığı rüşvetlerle Çankaya'da ev yaptırdığı öne sürüldü.

Gözaltına alınan zanlılardan 18'i Cumhuriyet Savcısı'nın talimatıyla emniyetten serbest bırakılırken, 28 kişi ise adliyeye sevk edildi.

                                                                          ***
3)  Vurgundan sonra umre (Hürriyet) - 03/11/2008

Karayolları ihalelerine fesat karıştırdıkları gerekçesiyle "Şarampol" operasyonu kapsamında tutuklanan firma sahiplerinden H.K.’nin, yolsuzluk soruşturmasına konu olan ihalelerin yapıldığı gün Umre’ye hareket ettiği belirlendi.

Lise mezunu olan müteahhit H.K. mahkemede aylık gelirinin 10 bin YTL olduğunu, halen oturduğu villasının yanı sıra üzerine kayıtlı üç ayrı evi daha bulunduğunu beyan etti.

H.K. nöbetçi mahkemede şu savunmayı yaptı:

"K. inşaatın yüzde 20 hisse sahibiyim. İddia edilen suçlarla hiç ilgim yok. İhaleye fesat karıştırıldığının iddia edildiği gün ben Suudi Arabistan’a gitmek üzere havalimanında bekliyordum. Rüşvet verme iddiası da yanlıştır. Sadece tavsiye vardır. Ustanın tavsiye edilmesi konuşulmuştur."

H.K., tutuklanan Karayolları 4. Bölge Müdür Yardımıcısı A.G.’ye rüşvet vermekle de suçlanan müteahhit. A.G., mahkemede, H.K.’dan aldığı paraların rüşvet olmadığını belirterek, umrede olduğunu öğrendiği müteahhitten, para koleksiyonu için yeni çıkan 50’lik, 100’lük riyallerden istediğini söylemişti.


Emperyalizmin arka bahçeleri, bahçelerin bekçileri ve Fransa’nın 'Afganistan'ı - Engin Solakoğlu / SOL

 Sahel’in ve Afrika’nın emperyalizmden kurtulurken bir başka barbarlığın pençesine düşmesini önleyecek yeni Lumumbalar’a, Sankaralar’a ihtiyacı var.


ABD on yıllarca süren işgalin ardından Afganistan’dan çekiliyor. Milyonlarca Afgan emperyalist sömürünün paslı mengenelerinden çıkıp gericiliğin vahşi karanlığına sürüklenmenin dehşeti içinde olup biteni izlerken, yüzbinlercesi ülkenin sınırlarına doğru harekete geçti bile. ABD çekilirken yerine düşük ücretli, sigorta istemeyen, ülkesinin kaynaklarını hesapsızca soğurmakta kullandığı iktidarını sürdürmek için patrona hizmet etmeye mecbur ve yapı kooperatifi misali “sınırlı sorumlu” bir bekçi bırakıyor. ABD’nin çocuklarının yaşamı değerli. Yerine bırakacağı bekçinin elinde ise sistemli biçimde yoksullaştırılmış ve seçeneksizlikle harmanlanmış karınca dualarıyla ölmeye koşullandırılmış bir çocuk kitlesi var. Afganistan şimdiden dünyanın vicdan sahibi sakinleri için hüzünlü bir öykü. Şayet ülkemizin yazgısını emperyalizm ve suç ortaklarından bağımsız belirleyecek aşamaya bir an önce gelemez isek Türkiye’nin emekçi halkı için de hüzünlü bir öykü haline gelecek.

Afganistan’a bakmak, bakarken kaygılanmak, halkların ve insanlığın geleceğine dair düşünmek ve emperyalizm kalfalığına karşı çıkmak yerinde ama yeterli değil. Zira yeryüzünde Afganistan tek değil. Benzer öykülerin kurgulandığı başka alanlar var.  

Örneğin, Afrika’daki Büyük Sahra çölünün güneyinde uzanan kuşakta bir dizi ülke var. Bu bölge “Sahel” olarak adlandırılıyor. Sahel tam da bizlere “sahil” sözcüğünü çağrıştırdığı gibi Arapça bordür, sınır gibi anlamlara geliyor. Sahra çölünün Afrika’nın geleneksel savan alanlarıyla buluştuğu bir sınır bölgesi.

Coğrafi tanıma göre yaklaşım 7 milyon kilometrekare büyüklüğündeki Sahel bölgesinde toplam nüfusu 135 milyona ulaşan  tam 10 ülke bulunuyor: Senegal, Gambiya, Gine-Bissau, Burkina Faso, Mali, Moritanya, Nijer, Çad, Sudan ve Eritre. Politik bakımdan yapılan sınıflamada ise Sahel’den söz edince bunların beşi öne çıkıyor. Hatta bu sınıflamanın bir de örgütsel yapılanması var: G5 Sahel. Örgütün mottosu “Güvenlik ve Kalkınma”. Esasen birinci kavram bu yapılanmanın var olma sebebi. 

G5 Sahel’in üyeleri, Burkina Faso, Mali, Moritanya, Nijer ve Çad. Bu beş ülkenin de ortak özellikleri Müslüman nüfuslu ve Fransa’nın eski sömürgeleri olmaları. Bir dönem ağırlıkla Kuzey ve Batı Afrika’da yoğunlaşan geniş bir sömürge imparatorluğuna sahip olan Fransa’nın Afrika’yla girift ilişkileri etiket değiştirerek de olsa devam ediyor. Bir başka deyişle siyasi sömürgecilik kavramına artık rastlayamasak da ekonomik ve kültürel bir hegemonya yerli yerinde duruyor. Bu hegemonyanın en somut örneklerine işte bu G5 ülkelerinde rastlayabiliyoruz. 

Üye ülkelerin tamamında değişen oranlarda güvenlik tehdidi mevcut. Bu tehdit tahmin edebileceğiniz gibi kuzeyde, Sahra Çölü’nün kapladığı veya komşu olduğu alanlarda bir hayli ciddi. Tehdidin kısa adı ise İslamcı terör. Şimdi kavramı görüp darılacaklara, “terörün dini, mezhebi olmaz” diye sızlanacaklara anımsatalım: Bu ismi ben takmadım “adamlarınız” öyle diyor. Okuyunca göreceksiniz.

Sahel’deki İslamcı terörün kökenlerini araştırdığınızda karşınıza ilk olarak bir dönem Cezayir’i, rejimin de etkin katkılarıyla, kana ve dehşete boğan GIA (İslamî Silahlı Grup)’nın liderlerinden Mokhtar Belmokhtar çıkıyor. Belmokhtar 1995 yılında Ben Laden’den aldığı destekle “tekfircilikle” itham edilen, biz anlayacağımız dille söylersek yeterince köktenci bulunmayan GIA’dan ayrılıp GSPC’yi (Vaaz ve Kavga için Selefi Grup) kuruyor. Bu yapılanmalara özgü itiş-kakış, arada Cezayir Ordusu’nun vurduğu sert darbeler, Ben Laden’le ayrı düşmeler derken Belmokhtar kendi kurduğu GSPC’yle anlaşmazlığa düşüp kendisine bağlı bir grup İslamcı ile birlikte bir süre ortadan kayboluyor. Ortadan kayboluyor derken aslında Büyük Sahra Çölünün içinde izini kaybettiriyor. Belmokthtar’ın yeniden sahneye çıkışı 2005 yılında Moritanya’da gerçekleştirdiği kanlı bir kışla baskını. Bu baskının “başarısı” cihatçı alemde genel olarak itibarını arttırdığı gibi Ben Laden ve diğer El Kaide liderlerinin de takdirini topluyor ve 2007 yılının başında AQMI (İslamî Mağrip’te El Kaide) kuruluyor.

Cezayir’de zemin kazanamayan, hatta yenilgiye uğratılan AQMI Moritanya’dan Çad’a kadar uzanan bölgenin kuzeyinde ise, buradaki devletlerin yapısal zaaflarından yararlanarak belirli bir alan hakimiyeti tesis etmeyi başarıyor. Tarihçeyi çok uzatmayalım, AQMI’nin ve onun ardılı olarak nitelendirilebilecek Selefîlik iddiasındaki örgütlerin asıl başarısı, Sahra’nın ve Sahel’in yerli halklarından Tuaregler’in kendilerine pek de insanca davrandığı söylenemeyecek yönetimlere karşı yürüttükleri özerklik/bağımsızlık mücadelesine önce sızmaları, sonra da onları kendi çizgilerine çekmeleri oluyor. 

İslamcı terör örgütlerinin güçlenmesi, başta Mali olmak üzere, alan hakimiyeti sağlaması siyasi, kültürel ve mali bakımdan bağımsızlık sonrasında da Sahel’de ağırlığı hissedilen Fransa’nın bu kez doğrudan askeri müdahalesine neden oluyor. 2013 yılında AQMI ve şürekası Fransa’nın saldırısı sonucu  Mali’nin kuzeyinde alan hakimiyetini terk ederek geri çekiliyor ama pes etmiyor. Fransa’nın askeri baskısı azaldığı anda Mali Ordusunu yenilgiye uğratıp başkent Bamako’yu dahi tehdit edebilecek kadar güneye inebiliyor. 

Fransa askeri müdahalesini iki uluslararası kılıfa uydurmayı ihmal etmiyor. Bunlardan birincisi BM Güvenlik Konseyi kararıyla 2013 yılı Nisan’ında oluşturulan MİNUSMA (BM Mali’de İstikrar için Bütüncül Çok boyutlu Misyonu) ve yine aynı yıl oluşturulan AB Eğitim Misyonu (EUTM).

Peki Fransa Sahel’de ne arıyor? 

Bir şey aramıyor zira bölgede ne olduğunu biliyor zaten. Fransa askeri anlamda bir nükleer bir güç olduğu kadar enerji üretimi bağlamında da nükleer bir güç. 2016 rakamlarına göre ülkede elde edilen elektriğin yüzde 72’si nükleer santrallerde üretiliyor. Fransa’nın enerji alanında ve askeri planda özerkliğini koruyabilmesi için uranyuma ihtiyacı var. Fransız enerji şirketi AREVA’nın toplam üretiminin üçte biri işte bu bölgeden geliyor. Burada bir parantez açalım. Şayet uranyumu kendiniz çıkartmıyor ve zenginleştiremiyorsanız elalemin teknolojisiyle nükleer santral kurmak ve ithal uranyumla çalıştırmak hiçbir derde deva olmadığı gibi, şayet gübre fabrikasının veya termik santralin atığını denetle(ye)meyecek ölçüde yolsuzluğa batmış ve sorumsuz bir yönetim anlayışına sahipseniz başınızı belaya sokmaktan öte bir anlam taşımıyor.

Fransa’nın Sahel’de işi kolay değil. Bağımlılık ilişkisine halel gelmesin diye olgunlaşmasına izin vermediği ve kurumsallaşamayan devletlerle işbirliği yapmak İslamcı örgütlenmenin ve terörün yayılmasını önlemiyor. Sömürü denklemi bozulmasın, Fransa tarafından şekillendirilen sözde elitlerin iktidarı sürsün diye yoksul ve cahil bırakılan kitleler Fransa güdümünde kör-topal işleyen devletlere karşı herhangi bir aidiyet duygusu taşımıyor. 

Günümüze gelirsek; Fransa yakın zamanda çifte darbe yapan Mali ordusuyla “işbirliğini” askıya aldı ve hiç değilse görünüşü kurtarma kaygısından da sıyrılarak gerçek bir işgal gücü gibi “anti-terör” harekatlarını bölgede bulunan 4500 askeriyle kendi başına yürütmeye başladı.

Fransız kamuoyu artan askeri kayıplar sebebiyle bölgeden çekilmeyi de tartışıyor ama bunun yakın vadede mümkün olabileceğini, Fransız sermayesinin bölgedeki hayatî çıkarlarını terk edebileceğini sanmıyorum. Fransa’nın bölgeden çekilmek zorunda kalması durumunda G5 ülkelerindeki rejimlerin geleceği pek de aydınlık olmayacak, Sahel’e cihatçı çetelerin hâkim olması kimseyi şaşırtmayacaktır. Bir de bölgenin hemen altında benzer nitelikteki Boko Haram’ın faaliyet gösterdiğini hatırlarsak Sahel ve daha güneyde yaşayan Afrika halklarını en az bugünkü kadar çetin günlerin beklediğini söylemek falcılık sayılmaz.

Sahel’in ve Afrika’nın emperyalizmden kurtulurken bir başka barbarlığın pençesine düşmesini önleyecek yeni Lumumbalar’a, Sankaralar’a ihtiyacı var. 

Tıpkı Afganistan’ın da emperyalist işgal sonrasında kan dökücü, kadın ve insanlık adına yaratılan her güzelliğin düşmanı Taliban’a veya yöresel savaş ve uyuşturucu baronlarına değil, ülkeyi geleceğe taşıyacak ilerici kadrolara ihtiyacı bulunduğu gibi. 

Bulunduğumuz yerden Afganistan yakın, Mali veya Sahel’in bütünü bize uzak görünebilir ama bu doğru değil. Asya’da, Afrika’da, ne de başka bir kıtada hiç kimsenin sömürülmediği, karanlık dünyalara hapsedilmediği, aslında birbirlerini tamamlayan iki kötülük arasında seçime zorlanmadığı bir dünya kurmak zorundayız. 

Kuracağız da…

Engin Solakoğlu / SOL

11 Temmuz 2021 Pazar

Monarşi, otokrasi ve "çürüme" - Taner Timur / Birgün-Pazar

 

Otuz Yıl Savaşları ekonomide feodal üretimden kapitalizme, siyasette ise dağınık dukalık ve prensliklerden mutlakiyetçi krallıklara geçilirken yapılmıştı. Radikal dönüşümlerde tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini “hasım” olarak görmeye başlarlar.

“Danimarka krallığında çürümüş bir şeyler var!”.

“Hamlet”te, bir kale muhafızının ağzından çıkan bu sözler son zamanlarda sık sık kulaklarımda çınlıyordu ve kendi kendime sordum: yoksa yüzyıllar önce mutlak monarşilerde olduğu gibi, bugün de çağdaş otokrasilerde “çürümüş bir şeyler” mi vardı? Sonunda bu soru beni rahatsız etti ve ilk bakışta fantezi gibi görünecek bazı sezgilerimi deşmek ihtiyacı duydum. Gerçekten de toplumsal çelişkilerin ve düşmanca duyguların bunalıma sürüklediği bir 17. yüzyıl krallığı ile 21. yüzyıldaki bir cumhuriyet arasında bir benzerlik var mıydı?

≈≈


Shakespeare, Hamlet’i 17. yüzyıl başlarken yazmıştı ve bu başyapıtında, yazar, aslında Danimarka’dan çok İngiltere’yi anlatmıştır. Zaten yorumcular da eserin kahramanları ile İngiliz siyasetçiler arasında paralellikler kurarlar. O dönemde, Avrupa’da, kapitalizm gelişiyor, feodal ilişkiler çözülüyor, Protestanlık hızla yayılıyordu. Bu nedenle sınıf kavgaları da daha çok din çatışması kılıfı altında yürütülüyordu. Nitekim Shakespeare’in oyununda da Hamlet ve dostu Horatio üniversite öğrenimlerini Almanya’da, Luther’in ilkelerini yaymaya başladığı Wittenberg şehrinde yapmışlardı ve yine o “kutsal” şehre dönmek istiyorlardı.

Aslında Hamlet’te İngiltere ve Danimarka’yı aşarak bir “Avrupa iç savaşı”na yol açacak tüm temalar (din, siyaset, ihanet, intikam) mevcuttur. Zaten bu savaş da Hamlet’in yazılışından kısa bir süre sonra başlayacak ve otuz yıl boyunca (1618-1648) Avrupa’yı temellerinden sarsacaktır.

≈≈

“Otuz Yıl Savaşları”, ekonomide feodal üretim biçiminden kapitalizme, siyaset planında da dağınık dukalık ve prensliklerden “mutlakiyetçi” krallıklara geçilirken yapılmıştı. Böyle radikal dönüşümlerde, toplumlarda tüm değerler sarsılır ve insanlar birbirlerini her alanda “hasım” olarak görmeye başlarlar. Nitekim İngiliz düşünür Thomas Hobbes da insanları “birbirinin kurdu” (Homo Homini Lupus) olarak ele alan ünlü eseri Leviathan’ı (1651) böyle bir ortamda kaleme almıştı. Betimlediği devlet tipinde din, ilahiyat, siyaset ve iktisat iç içe idiler ve “mutlakiyet” sadece siyaseti değil, tüm toplumu şekillendiren totaliter bir “İktidar”ı ifade ediyordu. Bu ortamda “Mutlak Güç” her ürünü pazarlanacak bir “mal”, her “mal”ı da bir “fetiş” haline getiriyordu. Böyle toplumlarda, “mallar” arasındaki ilişkiler, giderek “insanlar” arasındaki ilişkilerin yerini alıyor ve “Hıristiyanlığın soyut insan kültü de -özellikle Protestanizm ve Deizm gibi burjuva formatlarında- buna en uygun tebliği oluşturuyordu” (Marx; Kapital). Kısaca tarihte ilkel sermaye birikimine dini duygular eşlik etti.

Oysa modern çağa girilirken, F. Braudel’in deyimiyle, “iktidar da (sermaye gibi) birikiyordu” ve din, ilahiyat ve servet aynı bütünün farklı yüzlerini teşkil ettiler. “Mutlak monarşiler” bir “şirket” gibiydiler ve çağdaş bir tarihçinin ifadesiyle, “toprakları, vergileri, ticari tekelleri, teknisyenleri, levazımcıları ve bunların ortağı maliyecilerle bir çeşit büyük kapitalist işletme haline gelmişlerdi”. (R. Mousnier). Bu durumda “mutlak iktidar” da, Lord Acton’un ifadesiyle, “mutlak yozlaşma” yaratıyor ve tüm etik kurallarını “kâr”, “kazanç” ve “itibar” hırslarına tâbi kılıyordu. 17. yüzyılda Avrupa’yı sarsan dönüşümü de bu dürtüler yarattı ve Hamlet’te kralın entrikacı danışmanı Polonius, ancak böyle bir çürüme içinde “bu devirde dürüst birine ancak on binde bir kişide rastlanır” diyebiliyordu!

İşte Shakespeare’e ilham kaynağı teşkil eden Avrupa, 17. yüzyıl başlarında böyle bir manzara sergiliyordu. Şimdi tekrar başa dönerek sorumuzu yineleyelim: Yukarda sergilenen “mutlakiyetçi” rejimlerle çağdaş “otokrasi”ler arasında gerçekten de bir benzerlik olabilir mi?

≈≈

Sorgulamaya ekonomiden başlayalım.

17. yüzyılda, henüz Batı Avrupa’da bile hegemonya kuramamış olan kapitalist üretim biçimi, günümüzde “küresel” bir “sistem” haline gelmiş ve siyaseti de küresel planda yönlendirmeye başlamış bulunuyor. Ne var ki bu aşamaya düz bir çizgide, barışçıl ve insancıl yöntemlerle gelinmedi. Kıtalar arası ulaşım araçları insanlığı küresel bağlarla birleştirdikçe “köhne ulusal sanayiler” de yıkılıyor ve “içe kapanıklığın yerini çok yönlü ilişkiler, ulusların çok yönlü bağımlılığı” alıyordu (Manifesto, 1848). Bu arada sermaye de giderek yoğunlaşıyor, tekeller oluşuyor ve 19. yüzyıl sonlarında, kapitalizm, Lenin ve Rosa Luxemburg gibi kuramcıların “emperyalizm” başlığı altında inceledikleri aşamaya ulaşıyordu.

Sonra?

Sonra, aradan yüzyıl daha geçti ve kapitalizm, bu kez de özellikle bilim ve teknolojideki devrimlerin dürtüsüyle, kimi iktisatçıların “(maddi) sermayesiz kapitalizm”, kimilerinin de “gözetleme kapitalizmi” adını verdikleri yeni bir aşamaya ulaştı. Artık insanlık, “GAFA” (Google, Apple, Facebook, Amazon) gibi, esas olarak fikrî mülkiyet ve sofistike yazılımlara dayanan ve küçük bir “işçi aristokrasisi” ile inanılmaz kârlar sağlayan tekelci şirketlerle, dev bankaların şekillendirdiği bir dünyada yaşıyor.

Oysa bu aşamaya da doğrusal bir “ilerleme” ile gelinmedi. İktisadi krizler, devrim ve karşı-devrimler, dünya savaşları, zulme karşı ayaklanmalar sarmalında, kısaca “ileri” ve “geri” adımlarla gelindi. Ve sonunda da birkaç devletin gelirine eşit birikimin tek ellerde toplandığı durumlar ortaya çıktı.

≈≈

Ne var ki madalyonun bir de öteki yüzü vardı. Kapitalizm, sermaye ihracı yoluyla bu yıkıcı işlevi, “yapıcı” sayılan bir işlemle tamamlıyor ve büyük kapitalist metropollere bağımlı, ikincil metropoller yaratıyordu. Bu süreçte, emperyal metropollerin hedefi elbette ki fakir ülkeleri kalkındırmak değildi. Aslında hedeflenen şey, yüz yıl önce Lenin’in işaret ettiği gibi, sadece “kapitalizmin dünya çapında daha çok yayılması ve derinleşmesi” idi.1

Yine de bu arada bazı ekonomiler büyüyor ve sonunda -Sovyetler Birliği ve Çin Halk Cumhuriyeti’nin de küresel pazarla bütünleşmeleri ile kapitalizm tarihte benzeri olmayan bir ivme kazanıyordu. Bu bağlamda dünya da artık “merkez-periferi”, “gelişmiş ülkeler-üçüncü dünya” şeklinde ikili değil, araya “yükselen pazarlar”ın da girmesiyle, üçlü bir görünüme büründü.

≈≈

“Yükselen pazarlar” (emerging markets) kavramı ilk kez 1981 yılında Dünya Bankası’nda çalışan iktisatçı A. van Agtmael tarafından ortaya atılmış ve genel kabul görmüştü. (The Economist, 5 Ekim 2017). Aslında kavramı icad eden iktisatçının amacı, yüksek potansiyelli borsalara sahip bazı az gelişmiş ülkelerden bir grup oluşturarak onlara güven sağlamaktı. Bu amaçla başlangıçta da, fon yöneticilerinden oluşan bir gruba “Üçüncü Dünya Varlık Fonu” adı altında tek bir şirket kurmalarını önermiş, fakat bu “parlak” fikir finansçılar tarafından reddedilmişti. “Yükselen Pazarlar” (ya da “Yükselen Ekonomiler”) kavramı bu ortamda benimsendi ve izleyen yıllarda da, bazı ülkeler, Dünya Bankası’nın beklentilerine uygun şekilde, hızla büyümeye başladılar. Çok geçmeden de, Reagan-Thatcher neo-liberalizminin saldırısı ile Berlin Duvarı yıkılacak ve “küreselleşme” dönemi başlayacaktı.

“Küreselleşme” süreci, “özgürlük” denilince sadece “girişim özgürlüğü”nü anlayan burjuva ideologları için aynı zamanda bir “özgürleşme” dönemi idi ve “yükselen pazarlar” da bunun bir işareti sayıldı. Oysa sermaye birikimi sürecinde siyasi yapıların da çok önemli olduğunu hesaba katmayan bu anlayış daha o tarihlerde gerçeklere ters düşüyordu ve izleyen yıllarda daha da anlamsız hale geldi.

Gerçekten de, son otuz kırk yıl içinde bir kısım “az gelişmiş” ülkeleri “yükselen”, hatta bazılarını da “gelişmiş” ekonomilere dönüştüren bu süreç, yüzyıllar önce “mutlak monarşi”lerin kuruluşuna yol açan süreçle benzer öğeler taşıyor. Üstelik “Trumpizm” dalgasıyla kapitalizmin en ileri kalesini bile sarsarak, faşist ve otokratik gelişmeleri günümüzde özgürlükler için en büyük tehlike haline getiriyor.

≈≈

Günümüzde iktisatçılar sayıları otuzu aşan “yükselen ekonomi” sayıyorlar ve bu ülkelerin hemen hepsi de bu “yükseliş”lerini Batılı metropollerden sermaye ve teknoloji ithal ederek sağladılar. Aslında konumları bir bakıma 17. Yüzyıl Avrupa ülkelerinden çok daha elverişliydi. Kapitalizm, Batı Avrupa’ya özgü tarihsel koşullar içinde gelişmiş, fakat bu gelişme tarihte yepyeni bir durum yaratmıştı. Artık geri kalmış toplumlar, “kapitalizmle çağdaş oldukları için” beklenmedik bir fırsatla karşı karşıya idiler. Marx, daha 150 yıl kadar önce, Rus popülistlere bu “fırsat”ı şöyle açıklamıştı. Artık Rusya buhar makinesini, demir yollarını vb kullanmak için Batı’daki gibi uzun süre beklemek zorunda değildi; Ruslar, “Batı’da gelişmeleri yüzyıllar alan banka ve kredi kurumlarının kendi ülkelerinde göz açıp kapanana kadar kurulduğunu unutmamalı” idiler.2 Nitekim 2000’li yıllara girilirken bilgisayar devrimi bu “fırsat”ı az gelişmiş dünyaya çok daha ileri bir düzeyde sunuyordu. En hızlı “yükselen” ekonomiler de bu olanağı en iyi kullanan ülkeler oldular.

Ne var ki ekonomide Batılı sermaye ve teknolojiden yararlanan ülkeler, siyasette de Batılı kurumları yaratabilecek konumda değillerdi. Batı’da hak ve özgürlük kazanımları, yüzyıllarca süren ve az gelişmiş dünyada karşılığı olmayan sınıf kavgalarının ve devrimlerin ürünü olmuştu. Geri kalmış ülkeler demokratik kurum ve kuralları kabule yanaşsa da, kısa sürede bunlar yozlaşıyor, nepotizmin ve oligarşik çıkarların aracı oluyorlardı.

≈≈

“Küreselleşme” döneminde “kalkınmakta olan” ülkelerde siyaset-iktisat ilişkisi konusunda en “gerçekçi” açıklamayı, Malezya Başbakanı Mahathir bin Muhammed yaptı. “Yükselen Pazar”ların en tipik örneklerinden birini uzun yıllar yöneten bu liderin, 1990’larda, bu konudaki yorumu şöyleydi: Batılı metropoller geri kalmış dünyaya kendi siyasal sistemlerini dayatmaya çalışıyorlar; oysa bu model onlara uygun değil; çünkü bu ülkelerin küresel rekabette tek “avantajları” var, o da “düşük ücretler”! Bunu koruyabilmek için de “güçlü ve istikrarlı hükümetlere” ihtiyaç duyuluyor.

Kısaca, Mahathir’e göre batılıların bir “uluslararası asgari ücret” önererek kırmak istedikleri bu avantaj, ancak “güçlü iktidarlar” sayesinde korunabilirdi. Diğer tüm avantajlar (sermaye, bilim, teknoloji vb) Batı’nın lehine idi ve bu durumda Asyalı ülkelerin yapabilecekleri başka bir şey yoktu. (İ. H. Tribune, 18 Mayıs 1994).

Aslında Mahathir’in yorumu “malumun ilâmı” idi ve önerdiği reçete zaten “kalkınmakta olan ülkeler”de uygulanma halindeydi. Burada ekleyelim ki, ilerleyen yıllarda bu “reçete”yi en iyi dillendiren liderlerden biri de Türkiye’de R. T. Erdoğan olacak ve Tayyip Bey, yabancı iş adamlarına grev tehdidi olan yerlere, “anında müdahale ettiklerini” ve “iş dünyasını sarsmamak” için “OHAL’i kullandıklarını” söyleyecektir. (12 Temmuz 2017).

≈≈

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi, yer yer açıkça savunulsa da, otokratik politika genellikle dinci, milliyetçi ve popülist kılıflar altında uygulanıyor ve beraberinde yaygın bir “yozlaşma” potansiyeli taşıyordu. Oysa 2008 krizi ve batılı bankaların “parasal genişleme” bağlamında “yükselen pazarlar”a milyarlarca dolar akıtmaya başlamaları bu potansiyeli hızla gerçeğe dönüştürdü. Artık dünyada “otokratik” yönetimler çoğalıyor, hemen hepsinde de “çürüme” semptomu skandallar patlıyordu. İlginçtir ki bunlar arasında en tipik örneği de “otokrasi” kuramcısı Mahathir’in ülkesi teşkil etti. Güçlü Başbakan Mahathir’in halefi Necip Rezak, Malezya’da İslamcı ve milliyetçi nutuklarla milyonları götürmüş, sonunda da yakalanarak hapishaneyi boylamıştı. Malay ve Müslüman olmayanları adam yerine koymayan bu muktedirin “bir Suudi Prensi’nin kendisine yüz milyon dolar hediye ettiği” şeklindeki savunması da işe yaramamıştı.

Benzer olaylar Güney Kore’de de yaşandı ve “Yükselen pazar” konumundan “gelişmiş ülke” statüsüne geçen bu ülke bile “salgın”dan kurtulamadı. Orada da Başkan Park Geun-hye, bir tarikat şefinin kızı olan Choi ile kurduğu ilişkiler sayesinde servetine servet katmış, fakat sonunda o da yakayı ele vermişti. Halen kendileri, “Rasputin” lâkaplı ortağı Choi Soon-sil ile Seoul cezaevinde gün sayıyorlar. Yine bugünlerde Hindistan’ı tipik otokratlardan Hindu’cu Modi, Brezilya’yı da dinci ve milliyetçi Bolsonaro yönetiyor ve bu arada ülkeleri de yolsuzluk iddialarıyla çalkalanıyor. Türkiye’ye gelince, on dört yıl önce “gemicik” tartışmalarına (!) başlayan ülkemiz ise, günümüzde bir mafya liderinin videolarının devlet yöneticilerinin açıklamalarından çok daha fazla ilgi gördüğü bir “otokrasi” haline gelmiş bulunuyor.

Durum bu; isterseniz “otokrasi” listesini çok daha uzatabilirsiniz; ben ise “Hamlet”le başlayan ufuk turumu bu kez de ileriye dönük bir benzerlik beklentisiyle noktalamak istiyorum.

Tarihte toplumlar hep diyalektik dönüşümlerle evrildiler ve 17. yüzyılda Shakespeare’in “yozlaşmış krallığı” da bu mantık içinde önce Habeas Corpus (1679) ve “Şanlı Devrim”e (1688), sonra da -18. yüzyılda- “Aydınlanma”ya yol açtı. Aynı şekilde günümüzün yozlaşmış otokrasileri de diyalektik karşılıklarını gelecek nesillerin baskı ve yağma yöntemlerine bu çağa uygun tepkilerinde bulacaktır.

Taner Timur / Birgün-Pazar


1.Lenin; Imperialism; New York, 1939. s. 65.

2.K. Marx’ın Rus devrimci Vera Zassoulitz’e 8 Mart 1881 tarihli mektubu.


Muğla'daki Euromos Antik Kenti'nde 2 bin 500 yıllık heykeller ve yazıt bulundu / Evrensel

 

Kazı Heyeti Başkanı Doç. Dr. Abuzer Kızıl "Karya bölgesinin eksik olan arkaik dönem heykeltıraşlığının çok önemli iki halkasını ve Helenistik döneme tarihlenen bir yazıtı gün yüzüne çıkardık" dedi.


Muğla'nın Milas ilçesinde Anadolu'nun en iyi korunmuş Roma dönemi tapınakları arasında gösterilen Zeus Lepsynos Tapınağı'nda yürütülen kazı çalışmalarında, 2 bin 500 yıllık iki mermer heykel ve bir yazıt bulundu.

Karya döneminin önemli kentlerinden olduğu değerlendirilen Euromos Antik Kenti'nde kazı çalışmaları devam ediyor.

Kazı Heyeti Başkanı ve Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Abuzer Kızıl, AA Muhabiri Volkan Yıldız'a, bölgedeki tapınak, agora, tiyatro, hamam ile surlarda çalışma yapıldığını söyledi.

Euromos'un konumu itibarıyla "Anadolu'nun en şanslı antik kentleri arasında yer aldığını" dile getiren Kızıl, Zeus Lepsynos Tapınağı ile ilgili önemli projeleri hayata geçirmeye başladıklarını bildirdi.

Milattan önce 2. yüzyılda bağışlarla inşa edilen tapınaktaki kazı çalışmalarını anlatan Kızıl, şöyle konuştu:

"Tapınağın güney cephesinde üst üste yığılmış yaklaşık 250 bloğu yerlerinden alarak restorasyon çalışmalarında kullanılmak üzere uygun alana taşıdık. O iş bittikten sonra toprak altında mimari bloklar olduğunu umarak kazı çalışmasını başlattık. Mimari blokları beklerken büyük sürprizlerle karşı karşıya kaldık. Toprak altından 2 heykel, bir de yazıt çıktı. Tüm bunlar bizi çok heyecanlandırdı. Aslında sadece bizi değil arkeoloji camiasını da heyecanlandırdı. Çünkü Karya bölgesinin eksik olan arkaik dönem heykeltıraşlığının çok önemli iki halkasını ve bir de Helenistik döneme tarihlenen bir yazıtı burada gün yüzüne çıkardık."

"ASLANLI HEYKELLERİN EŞİ BENZERİ YOK"


Euromos Antik Kenti'ndeki kazıda çıkarılan kuros heykeli | Fotoğraf: Volkan Yıldız/AA 

Kızıl, yaklaşık 2 bin 500 yıllık olduğu düşünülen heykellere "kuros" ismi verildiğini belirtti.

"Ayakta duran genç erkek" anlamına gelen kuros heykellerinin kökenlerinin Mısır, Fenike ve Asur olduğunu dile getiren Kızıl, şunları kaydetti:

"Euromos'ta ele geçen iki kurosun biri çıplak, biri zırh ve kısa etek giyimli. Zırh deriden yapılmış ve her iki heykelin elinde de aslan yer alması dikkat çekici. Aslan ikonografik olarak çok önemli ve şimdiye kadar yaptığımız araştırmalarda her iki heykelin de birebir benzerini bulamadık. Özellikle çıplak olanın elinde aslan bulunması, hatta daha da önemlisi sol bacağının üzerinde 4 satırdan oluşan Karca bir yazıtın yer alması, bunun bir adak heykeli olduğunu gösteriyor. Aslanla birlikte betimlenmiş olması bunun büyük olasılıkla Apollo olduğunu gösteriyor. Bu bizim için çok önemli. Kuroslarla olan çalışmalarımız devam ediyor."

Euromos Antik Kenti'ndeki kazıda çıkarılan kuros heykeli | Fotoğraf: Volkan Yıldız/AA

TAPINAĞI ESKİ İHTİŞAMINA KAVUŞTURMA HEDEFİ

Kazı çalışmalarında bulunan Helenistik döneme ait yazıtın da Karya tarihi için çok önemli sonuçlar doğuracak nitelikte olduğunu, tarihin bilinmeyen sayfalarını aydınlatmasını beklediklerini vurgulayan Kızıl, yazıtın çözümü için çalışmaların sürdüğünü bildirdi.

Tapınak ve eserlerin insanlığın ortak mirası olduğuna işaret eden Kızıl, öncelikli hedeflerinin Zeus Lepsynos Tapınağı'nı restorasyonla eski ihtişamına kavuşturmak olduğunu söyledi.

Evrensel - KÜLTÜR SERVİSİ



Erdoğan'ın elini öpmek isteyen Uşan ve eski rektör İbiş de Etik Kurulu'nda - Sefa Uyar / CUMHURİYET

 

Kamu Görevlileri Etik Kurulu’na çeşitli kontenjanlardan atama yapan Erdoğan, AKP’li eski bakan, milletvekili ve belediye başkanlarını unutmadı!


Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Kamu Görevlileri Etik Kurulu Başkanlığı’na, 
Danıştay Başkanı’yken karşısında “düğmesi olmayan cüppesini iliklemeye çalışan” Zerrin Güngör’ü atadı. Kurula atanan üyeler arasında ise Erdoğan’ın elini öpmeye çalışan Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (AYBÜ) Hukuk Fakültesi Dekanı Muhammed Fatih Uşan, 3 eski AKP milletvekili ve eski Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş de yer alıyor. İbiş’in, rektörlerin siyasi parti çalışmalarına katılmaları yasak olmasına rağmen AKP’nin Siyaset Akademisi’nde ders vermesi tartışmalara neden olmuştu.

Kamu Görevlileri Etik Kurulu Başkanlığı’na ve üyeliklerine ilişkin atamalar Resmi Gazete’de yayımlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan imzasıyla yayımlanan atama kararına göre, kurulun başkanlığına Danıştay kontenjanından eski Danıştay Başkanı Güngör atandı. 

2013’te tek aday olarak Danıştay Başkanı seçilen ve 2020’ye kadar başkanlık görevini sürdüren Güngör, 2014’te düzenlenen Danıştay’ın 146. kuruluş yıldönümü töreninde cüppesini, Erdoğan’ın önünde iki eliyle kapatmaya çalışmasıyla tepki çekmişti. 

KIZI, YARGITAY’A ATANMIŞTI

Güngör, 2014’te Erdoğan’ın Rize ziyaretine de katılmış, Erdoğan, Sayıştay Başkanı Recai Akyel ve Yargıtay Başkanı İsmail Rüştü Cirit ile birlikte çay toplamıştı. 

Güngör, kızının atamaları ile de gündeme gelmişti. Güngör’ün kızı Gonca Hatinoğlu, hakimlik sınavını kazandıktan sonra Elazığ’da görevlendirilmiş ancak 24 saat içinde Yargıtay’a atanmıştı. 

Burada yalnızca birkaç gün çalışan Hatinoğlu, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Hizmetleri Başkanlığı’nda daire başkanı olarak görevlendirilmişti. Öğretim üyesi kontenjanından üye olarak atanan Ankara Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (AYBÜ) Hukuk Fakültesi Dekanı Muhammed Fatih Uşan da 7 Ocak 2015’te Cumhurbaşkanı Erdoğan’a verilen Fahri Doktora Diploması’nın sunumu sırasında Erdoğan’ın elini öpmeye çalışması ile eleştirilerin odağı olmuştu. 

BAŞDANIŞMANI DA VAR

Kurula, bakan kontenjanından ise eski AKP milletvekili ve bakan Faruk Nafiz Özak, il belediye başkanı kontenjanından AKP’den Kocaeli Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapan İbrahim Karaosmanoğlu, vali kontenjanından eski AKP milletvekili Tevfik Ziyaeddin Akbulut, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşu kontenjanından ise eski AKP milletvekili ve bakan Kutbettin Arzu ve müsteşar kontenjanından Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Esengül Civelek atandı. Yargıtay kontejanından, Cumhurbaşkanlığı Hukuk Başdanışmanı olarak da görev yapan Ahmet Karayiğit, Sayıştay kontenjanından 2013’te yaş haddinden emekli olan Ömer Faruk Doğan, büyükelçi kontenjanından eski KKTC Büyükelçisi Halil İbrahim Akça ve öğretim üyesi kontenjanından eski Ankara Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Erkan İbiş de üye olarak atananlar arasında yer aldı. 2017’de yayımlanan bakanlar kurulu kararı ile bu göreve atanan Karayiğit, Doğan, Akbulut ve Uşan, yeniden üyelik görevine atanmış oldu.

BOTAŞ VE ÇAYKUR'A DA AKP'LİLER

Resmi Gazete’de yayımlanan diğer atama kararları ile de Çay İşletmeleri Genel Müdürlüğü (ÇAYKUR) ve Boru Hatları İle Petrol Taşıma Anonim Şirketi (BOTAŞ) yönetim kurulu üyeliklerine atama yapıldı. Buna göre, BOTAŞ Yönetim Kurulu üyeliğine Kerim Taşkıran atandı. Taşkıran, 2002, 2007 ve 2015 seçimlerinde AKP’den Samsun milletvekili olmak için başvuru yapmış, 2007’de aday gösterilmiş ancak seçilememişti. Taşkıran, 2015’te aday olabilmek için BOTAŞ Genel Müdür Yardımcılığı görevinden istifa etmişti. ÇAYKUR Yönetim Kurulu üyeliklerine ise eski AKP milletvekili Hikmet Ayar ve ÇAYKUR Genel Müdür Yardımcısı Zeki Karaoğlu getirildi.

Sefa Uyar / CUMHURİYET