TÜSİAD’ın gerek 50 yıllık serüveni, gerekse de AKP rejimi boyunca tutturduğu politik hat; demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda ilkesel bir duruş sergilemediklerini, parlak bir sicile sahip olmadıklarını gösteriyor.
Öncelikle raporun tanıtıldığı Yüksek İstişare Konseyi’nde TÜSİAD sözcülerinin, Millet İttifakı bileşenlerinin telaffuz bile etmekten kaçındığı, laiklik kavramına sahip çıkması; demokrasi, hukuk devleti, özgürlükler temalarını öne çıkarması yabana atılmamalıdır. İstanbul Sözleşmesi’nin sahiplenilmesi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin altının çizilmesi de, göz ardı edilmemelidir. Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi adı verilen ucube başkanlık sistemi doğrudan eleştirilmese de, AKP rejimine doğrudan referans verilmese de, iletilen mesajların tınısı TÜSİAD’ın burjuva demokrasisinin temsilcisi rolünü üstlenmeye hazır olduğu mesajını iletiyor.
İstanbul sermayesi olarak da bilinen TÜSİAD üyelerinin parlak CV’leri, sükunetli konuşma adapları, durmuş oturmuş hal ve tavırları, gusto sahibi imajları, Türkiye’nin burjuva ideolojisini benimsemiş kozmopolit elitleri ile karşı karşıya durduğumuz izlenimini veriyor. Seküler yaşam biçimleri de laiklik konusunda hassasiyet gösterecekleri beklentisine yol açıyor. Gelgelelim TÜSİAD’ın gerek 50 yıllık serüveni, gerekse de AKP rejimi boyunca tutturduğu politik hat; demokrasi, insan hakları, özgürlükler konusunda ilkesel bir duruş sergilemediklerini, pek de parlak bir sicile sahip olmadıklarını gösteriyor.
Elbette siyasi iktidarla sermaye fraksiyonları arasındaki ilişkiler basit bir indirgemecilikle açıklanamayacak ölçüde kompleks, gelgitlerin yaşandığı, gri alanları barındıran, ilkelerden ziyade pazarlıkların egemen olduğu bir çerçevede yürütülür. Böyle nüanslı bir analiz gereğinden yola çıkmak, AKP döneminde de, son tahlilde kapitalist üretim ilişkilerinin geçerliliğini sürdürdüğü bir burjuva devleti zemininde bulunduğumuz yalın gerçeğini elbette unutturmamalı.
CHP ve HDP dahil Türkiye siyasetinde iddialı aktörlerin seçimler öncesinde TÜSİAD’da görücüye çıkma gereğini hissetmeleri bile, ülkenin “hakim sınıfı” markasını taşımaya devam ettiklerini bize hatırlatmalı.
ÖRGÜTÜN SİYASETLE BAĞLARI
İlk akla Koç, Sabancı, Eczacıbaşı gruplarının geldiği TÜSİAD çatısı altında örgütlenmiş büyük sermaye; işe önce ticaretle başlayan, sonra ithal ikameci sanayileşmeye ayak uydurmakta gecikmeyen, 80’li yıllarla birlikte de ihracata yönelik üretime ağırlık veren bir süreçten bugüne uzanmış. Hep devletteki karar alma mekanizmalarını etkileyen başlıca güçler arasında yer almışlar. Siyasete doğrudan müdahale etmekten uzak durdukları iddiasını taşısalar da, toplumsal gelişmenin kendi büyüme ve birikim hedeflerine ayak bağı olduğunu düşündükleri noktada gazete ilanlarıyla askeri darbeye davetiye çıkarmışlar.
Nitekim içlerinden biri, Turgut Özal, 24 Ocak Ekonomik Programı’nın mimarı olmuş, 12 Eylül Darbesi’nin ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığını üstlenmiş, daha sonra da bilindiği gibi Anavatan Partisi’yle 80’li yıllara damgasını vurmuştu.
Yine aralarından bir diğerinin, Cem Boyner’in Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) bir yanıyla kapitalist küreselleşmeye tam entegrasyon, bir yanıyla da ülkedeki etnik ve mezhepsel kimlikleri gören bir vizyonla ortaya çıktı. Ancak yaşadığı acı seçim deneyimi, saf burjuva bir partiyi zorlamak yerine; Anadolu’dan, muhafazakâr kesimlerden kitlesel desteği bulunan bir siyasi özneyle ittifakın daha gerçekçi olacağı gerçeğini net biçimde suratlarına çarptı.
AKP’YE DESTEK DÖNEMİ
Zaten YDH içinde yer alan liberal elitlerin, çok geçmeden çiçeği burnunda AKP iktidarına ideolojik, politik, kültürel cephane sağlamakta kritik rol oynadıkları görülecektir. Aynı isimler 2007’de düğmesine basılan Ergenekon-Balyoz gibi operasyonları meşrulaştırma çabasına girerken, TÜSİAD dâhil sermayenin farklı kesimleri de bu sürece destek verecektir. Bu operasyonların kara propaganda merkezi Taraf gazetesinde, TÜSİAD baş ekonomistinin köşe yazarlığı yapması da (Geleceğe İnşa Raporu’nu da kaleme alan aynı isim) raslantı sayılmamalıdır.
AKP’ye geniş kitle desteğinin, 2001 krizi sonrası Kemal Derviş liderliğinde uygulanan IMF-DB patentli yapısal uyum politikalarının tetiklediği yaygın işsizlik ve yoksulluğa tepki üzerinden yükseldiğini biliyoruz. AKP sözcülerinin o dönem “IMF programına sadık kalacaklarını” her fırsatta vurgulamaları TÜSİAD’ın desteğini almaya yetmişti.
Erdoğan’ın “çıraklık” dönemini temsil eden 2003-2007 dönemi AKP’nin rüştünü ispat çabaları içerisinde geçer. Daha devletin dokularına tam nüfuz edilememiş, geniş bir koalisyona dayanma gereği ortadan kalkmamıştır. Bu yıllarda TÜSİAD’ın henüz hükümete “ayar verecek” bir ağırlığı bulunmamaktadır. O günlerde çok tartışılan “Zina Yasası”nın geri çekilmesinde, fikir özgürlüğünü önündeki önemli bir engel 301inci maddenin kaldırılmasında TÜSİAD’ın olumlu bir rol oynadığını kabul etmeliyiz.
İlerleyen süreçte zaman zaman, eğitimdeki 4+4+4 projesine karşı çıkışta olduğu gibi TÜSİAD’ın hamleleri görülse de, artık iktidar üzerindeki etkileri azalmış, hegemonya Erdoğan liderliğinde siyasal İslamcıların eline geçmiştir.
Aynı dönemde ekonominin dümeninde küresel sermayenin nabzını iyi tutan Ali Babacan’ın bulunması, “sermayenin genel çıkarlarını gözeten” ekonomik politikalardan sapılmaması da, TÜSİAD’ın muhafazakârlaşma gündemi karşısında sessiz kalmasının nedenleri arasında sayılabilir. Bu sıralar TÜPRAŞ’ın Koç-Shell Ortaklığı’na satılması gibi özelleştirmeler, enerji ihalelerinden birçok TÜSİAD üyesinin pay alması benzeri gelişmeler, çelişkilerin fazla öne çıkarılmaması refleksine yol açıyordu.
2019’DAN BUGÜNE TÜSİAD
Aslında TÜSİAD’ın Erdoğan rejimine karşı ilk net çıkışı 15 Mayıs 2019’daki Yüksek İstişare Kurulu’nda gerçekleşti. Hatırlayalım Tuncay Özilhan’ın söylediklerini; “… rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var: ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü …” TÜSİAD Başkanı Simon Kaslowski de, “Serbest piyasa ekonomisinden vazgeçildiği veya yeni bir model arayışı içinde olunduğu yönünde izlenimlere izin vermemeliyiz” açıklamasını yaptı.
TÜSİAD sözcülerinin asıl vurguları görüldüğü gibi piyasa ekonomisinin zedelenmesine ilişkin. 19 Ekim 2021’deki Yüksek İstişare Konseyi toplantısında da benzer tonlamalar egemendi. Çünkü büyük burjuvazi rejimin kapitalist akıldan kopup, rasyonalitesini kaybettiğini artık görüyor. Öncelikle kapitalizmin iş bölümüne, yetki devrine dayalı temel ilkesini hiçe sayan, tüm yetkileri başkanda toplayan, bütün kurumları ona bağlayan bir modelin Türkiye kapitalizminin bugünkü beklentilerine cevap veremeyeceğinin haliyle bilincindeler.
Eğitim sisteminin geldiği son durum, müfredatın hurafelerle doldurulması, sarıklı-cüppelilerin sınıflara sokulması, teknolojik dönüşüme ayak uyduran bir işgücüne gereksinim duyan örgütün beklentilerini tabii ki karşılayamaz.
Aynı şekilde liyakatin esamisinin bile okunmadığı, tarikatlar-cemaatler arasında parsellenen bürokrasi de, sorunların çözümü için işinin ehli muhataplar bekleyen büyük sermayeye ayak bağı oluyor. Nitelikli beyin göçü de, “insan kaynağı” gereksinimleri açısından kaygılarını artırıyor.
İşte böyle bir konjonktürde, TÜSİAD raporunda geniş halk kesimlerinin ağzına bir parmak bal çalma çabası da dikkat çekiyor. Ama ayrıntılara girdiğimizde, gelir ve servet adaletsizliği telaffuz edilse de, bu çarpıklığı düzeltecek somut önlemlere yer verilmiyor. Vergi adaletsizliğini sade yurttaş lehine düzenleyici radikal adımlar öngörülmüyor. Kurumlar ve katılımcılık derken, “sendikaların, meslek kuruluşlarının, sosyal hareketlerin” yani halk kesimlerini temsil eden toplumsal muhalefetin rolü öne çıkarılmıyor…
DERVİŞ 4.0 MI?
Gerek TÜSİAD raporunda, gerekse Daron Acemoğlu’nun toplantıdaki sunumunda 2002-2007 dönemi adeta Devr-i Saadet olarak fetişleştiriliyor. Aslında neoliberalizm, piyasa toplumu tasarımı Türkiye ekonomisine o zaman diliminde kök salmıştır. Kurumsallıktan bahsedile dursun, başta Devlet Planlama Teşkilatı, kurumsal yapıların işlevsizleştirilmesi o süreçte hayata geçirilmiştir. Kişi başına gelirin üç katına çıktığı söylenen 5 yıllık dönem; halkın gerçekten zenginleşmesinin, refahın artmasının bir yansıması değil, sermaye girişlerinin TL’yi değerlendirmesinin yarattığı bir muhasebe oyunundan ibaretti. Nitekim bugün, ekonomi o dönemde hız kazanan dış borçlanmanın getirdiği yükler altında eziliyor.
Sözünü ettiğimiz Daron Acemoğlu dünyaca tanınan, Nobel Ekonomi Ödülü’ne aday gösterilen liberal bir iktisatçı. Devlet toplum karşıtlığına dayanan; bu çelişkiyi koalisyonlarla, uzlaşmalarla bağdaştırmaya, dengelemeye dayanan bir paradigmayı savunuyor. Modeli sınıfların, çıkar çatışmalarının bulunmadığı, mülkiyet ilişkilerinin sorgulanmadığı bir kurguya dayanıyor. Ne devletin, ne de sivil toplumun gücünün fazla ileri gitmediği bir dengeyi, kitabına da adını veren “Dar Koridor” metaforuyla kurmayı öneriyor.
Aacemoğlu’nun CHP ve İyi Parti’den başlamak üzere Millet İttifakı’nın bileşenleriyle dirsek temasında olduğunu, TÜSİAD çevrelerinde her zaman itibar gördüğünü düşünürsek, “büyük sermayeyle - Büyük Koalisyon” arasında bir volan kayışı işlevi gördüğü düşünülebilir. Bir anlamda yeni bir Kemal Derviş rolü üstlenebileceği, Derviş 4.0 sürümü olarak kamuoyuna sunulduğu söylenebilir. O çok övgüler düzülen, ekonomik dönüşüm programının ekonomi bürokrasisindeki neredeyse tüm kilit elemanlarının Hazine Müsteşarları, Merkez Bankası Başkanları, Borsa Başkanları, başta CHP sözcüsü Faik Öztrak gelmek üzere, CHP - İyi Parti - Gelecek Partisi - Deva Partisi saflarında, Millet İttifakı’nda konuşlandığı görülebilir.
DEVRİMCİ DEMOKRATİK CUMHURİYET SEÇENEĞİ
O Devr-i Saadet’i ihya etme projesinin sade yurttaş, işsizler, emekçiler, emekliler, yoksullar açısından iç açıcı bir karşılığının bulunmadığı ortadadır. Merdan Yanardağ’ın yerinde kavramsallaştırmasıyla bu projeyi Cumhuriyetçi Restorasyon olarak nitelendirebiliriz. Kuşkusuz ki, baskıcı başkanlık sisteminin yerine “güçlendirilmiş parlamenter sistem” in monte edilmesi ehven-i şerdir. Ama asla geniş halk kesimlerinin özlemlerini karşılayacak bir atılım değildir. Bir bakıma, Türkiye’yi “100 yıl geri götürme” çabasının karşısına, sadece 20 yıl geri götürme seçeneğinin konulmasıdır.
Ama şunu sorabiliriz, bu “dar koridora” sıkışmak zorunda mıyız? Bence değiliz. Türkiye toplumunun önüne Devrimci Demokratik Cumhuriyet seçeneğini koyma şansımızı kullanabilir ve sorumluluğumuzu hayata geçirebiliriz. Emekten yana, Aydınlanma değerlerine bağlı, laikliğe dayalı, eşitlikçi, özgürlükçü, doğadan, toplumsal cinsiyet eşitliğinden yana bir seçeneği...
Önümüzdeki görev Devrimci Demokratik Cumhuriyet’in programının köşe taşlarını belirlemek, örgütlenmesini yaygınlaştırmak olmalı. Bizi dar koridorlar açmaz, bize geniş ufuklar gerek…