28 Mart 2022 Pazartesi

Işık Kansu ile ‘Büyük Çöküş’ - Bilsay Kuruç / CUMHURİYET

 

Haftalık The Economist dergisi 1843’ten beri kesintisiz yayımlanıyormuş. İngiliz ve dünya sermayesinin kulağını, gözünü, hatta niyetlerini yansıtır. İyi koku alır, gerekiyorsa verir. 12-18 Şubat sayısının kapağında şu başlık var: “Koşu sona erince”. Alt başlık: “Eğer piyasalar çökerse ne olacak?” 

Bu da nereden çıktı? Kapitalizmin piyasaları uzun süredir duraksamadan koşuyorlardı. Covid’den zarar değil, yarar görmüşlerdi. Sermayenin sesi şimdi niçin boğuk çıkıyor? Biliyoruz, 2008’in “Büyük Çöküş”ünden sonra kapitalizm gönül rahatlığı ile bir “Büyük Çıkış” yakalayamadı. Dönüp bakınca, kapitalizmin 20. yüzyılında büyüme dönemleri hep tükenişlere, kriz senaryolarına dönüşmüştür. Önce bir büyük uygarlık krizi (1914-18), sonra ünlü 1929, sonra bir daha büyük uygarlık krizi (1939-45), daha sonra 1970’lerin krizi ve en son en büyük “çöküş”, 2008. Birbirinin kopyası mı? Galiba değil. Hele sonuncusu galiba hiç değil. Düşünelim. Çünkü içinde idik ve içindeyiz. Düşünmek, tartışmak ve kavramak zorundayız. Eğer o zaman, 2008’de bir hüküm vermişsek doğru mu görmüşüz? Bilgimiz, bakışımız yeterli mi imiş? İngilizin tedirginliğini uyarı sayalım.

DÜNYA BATACAKTI

15 Eylül, 2008 Pazartesi günü Amerika’nın büyük şirketi Lehman Brothers resmen iflas etti. Kurtarmadılar. Hemen peşinde dünyanın en büyük sigorta şirketi AIG vardı. Kurtardılar, yoksa sadece Amerika değil, kapitalizmin sigortaladığı dünya kurtarılamayacak şekilde batacaktı (Hemen sonra zincir şeklinde başkaları da dizildi. Bunlara girmeyelim). Herhalde 16 Eylül olmalı, dostum Işık Kansu aradı. “Neler oluyor” diye soruyordu. İşte gazetecilik! “Çok önemli”yi hissediyor. Kansu ile paylaştığım gözlemleri haftalar boyunca yayımladı. Şimdi kısaca onlara dönüyorum. Doğru, yanlış, eksik nerede? İngilizin uyarısı gelecek için belki bir işe yarar. Birkaç kesit alalım.

20 Eylül, 2008’deki “Ankara Kulis”inde Kansu sormaya başlıyor. O hafta içinde Amerika Merkez Bankası’nın (Fed) 1987-2006 arasındaki başkanı Greenspan’ı TV’de izlemiştim: “Bu oyunda daima kazananlar ve kaybedenler olacaktır. Ekonomide kimseyi kurtarma gibi bir görev yoktur. Kim zayıfsa batacak, kim güçlüyse kalacak” diyordu. Üstat o senaryonun sahibi rolündeydi. Kansu, “Bunalım küresel düzeyde önlenebilir mi?” diyor. Ben de “Bunalımı durdurma gibi bir şey yoktur kapitalizmde. Yıkılacaklar, yıkılacakları yere kadar gidecekler. Sonra yeniden toparlanma olacak. Greenspan’ın kastettiği de budur” diyorum. İsabetli mi? Hayır. Kapitalizmin daha önceki tükeniş senaryolarına göre konuşmuşum. 2008’in Amerika, dünya ve Türkiye kapitalizmi için farklılığını zaman ilerledikçe, yeni finansal hamleleri görüp, yeni bilgilere eriştikçe kavrayacağız. Bu yazıda değil, onlara daha sonra gireceğim.

29 Eylül’de neler demişim: “Finans yaklaşık on yıldır Amerika’da gerçekte var olmayan değerlere dayanarak büyüyor. Kapitalizmin kof ayağı vaatlere dayanıyor. Dünyanın (toplam) milli geliri yaklaşık 60 trilyon dolar. Vaat edilen değerler 600 trilyon dolar civarında... Kapitalizmin böyle şişkinlik yaratarak büyüdüğü dönemlerde elinde taze parası olmayanlar, sahip olduğu varlığı paraya çeviremeyenler batar. Gayrimenkul, hisse senedi, borç senedi böyle ortamlarda beş para etmez. Yarınki fiyatları belli değildir. Yarınki fiyatı belirleyecek ölçü birimi, yani doların fiyatı da belli değildir.” İsabetli mi? Genel olarak, evet. Ama sonraki yıllarda yapılan analizler işin başka, ciddi boyutları da olduğunu gösterdi. Bunları kavramamız gerekecek. Onlara sonra geleceğiz. 

‘MODEL ÇÖKÜYOR’

11 Ekim’de Kansu bu başlığı atmış. Yanlış mı? Soruyor: “Kapitalizmin sonu geldi diyenler var...” Yanıtım: “150 yıl önce İngiltere ile başlayan, ABD ile süren ve bir imparator ülkenin dünyayı kendi parası ile yönetmesi modelinin, Anglosakson kapitalizminin sonuna geldik... Küreselleşme ABD’ye ek borçlanma olanağı getiren bir aşamaydı. ABD o aşamada dünyanın kreditörü olmaktan çok, dünyaya kendini finanse ettiren, dolayısıyla dünyanın en borçlu ülkesi haline geldi. Sovyetler’in bitişi ile birlikte model kendi dinamizmini döndüremedi, düşen kâr oranlarını kurtarmak için yayılmacılığa, yeni topraklara, enerji kaynaklarına ve siyasi denge oyunlarına yöneldi. Önce Doğu Avrupa hedefteydi. Yugoslavya parçalandı. Ardından Ortadoğu’ya yöneldi ve birinci Irak savaşını başlattı. Üçüncü hedef Afrika’ydı, Somali’den başladı. Yayılmacılığın devamı Doğu Avrupa’daki turuncu rejimlerle sürdü. Ortadoğu’ya 2. Irak savaşı ile girdi. Kafkasya’ya el attı ve son hedef İran’dır. Çevredeki turuncu rejimler Türkiye’de de yeşil rejim ile tamamlanıyor.”

‘YENİ TÜR FAŞİZM’

Devamı şöyle: “Bu tabloda küreselleşmenin en büyük aktörünü gözden kaçırmamak gerek... Yaklaşık 2 trilyon dolar rezervi bulunan Çin, ABD’nin hem rakibi, hem de güvencesi.” Soru geliyor: “Yeni dünya imparatoru Çin mi olacak?” Yanıt: “Hayır. Uzunca sürecek bir kaotik döneme, bir kapitalist modeller çağına giriyoruz. İngiltere’nin dünya imparatorluğu çöküşünde de böyle olmuştu... Dünya artık Amerika’yı finanse etmek istemiyor... Yeni aktörler Çin ve Hindistan da dünyayı yönetecek çapta değiller. Kısacası, kapitalist ülkeler kendi modelleri içinde kendilerini hasarla idare ederler.”

Yine soruyor: “Anlattıklarınızın siyasi sonucu ne olur?” Yanıt: “Ülkelerde ucuz bir faşizm beslenir. Turuncu rejimlere bakarsanız faşizme çok yakın modeller olduğunu görürsünüz. Türkiye’deki yeşil model de benzer bir uygulama. Vitrinde partiler var gibi ama ABD yalnızca bir tanesini, yeşil olanını istiyor. ‘Bu parlamenter vitrinin arkasında her şey olur’ diyor. Böyle rejimler dışarıdan parayla beslendikleri takdirde ceberut olurlar. Parayla beslenmedikleri anda ceberutluklarını artırmak ister fakat dayanaksız kalırlar. Yeni tür faşizmin 1930’ların faşizminden farkı da bu olacaktır.”

TARİHE MERAK ARTTI

25 Ekim’de Kansu aynı soruyu, dolaştırıp yeniliyor: “Yeni dünya düzenini kim kurgulayabilir?” Yanıt: “ ‘Bas bas paraları Leyla’ya’ şarkısındaki gibi dünyayı likiditeye boğanların yeni dünya düzenini kurma olasılığı yok. Bunun zihni bir hazırlığı da yok. Bundan sonra ne tür kapitalizmler karşısında olacağımız belirsiz.”

Görüşler isabetli mi? Fena değil. Ancak Amerika’nın dünya çapında finansal ağırlığını, bunun etkilerini hesaba katmamışım. Belirleyici mi? 2008 çöküşünü hazırlayan model (senaryo) gitgide artan finansal ağırlıkla işlediğine göre, 2008’den sonrasını da buna göre değerlendirmek lazım (Gelecek yazıda bunu vurgulayalım). Amerika’nın yayılma savaşlarına, bunun stratejisi ve diplomasisine gelince: 2008’de bunlar normal gözlemlerdir. O tarihten sonra birkaç alanda meraklı ve “uzman” sayısında büyük artış oldu. Bir de tarihe merak arttı. Acaba bunlar kapitalizmin bir iniş (uzun sürecek çöküş) içinde olduğunun belirtileri mi? Benim alanım dışında kalıyor. 

Işık Kansu ile 2008 söyleşilerini burada kesebiliriz. Orada Türkiye üzerine konuşmalar da var. Girersek, konuyu dağıtmış oluruz.

AMERİKALI BRYAN İLE İNGİLİZ TEYZE

Tarihe merak arttı, dedim. Doğru yere bakarsak, öğreticidir. William Jennings Bryan, kendini iyi yetiştirmiş bir siyasetçiydi. Küçük çiftçiler ve ezilenler başta olmak üzere Amerikan halkının nasıl bir “ekonomi cenderesi”ne hapsolduğunu kendine dava haline getirdi ve 36 yaşında, 1896’da partisinin (Demokrat Parti) başkanlık toplantısında (convention) ünü yüzyılı aşan bir konuşma yaptı: “Cross of Gold”. Türkçesi “Bizi altından yapılmış bir çarmıha gerdiler!” Bu konuşma Bryan’ı partisinin başkan adayı yaptı. “Altın standardı”na son verilmesini, başta çiftçiler olmak üzere, daima kaybeden emekçilere devlet desteği istiyordu. Büyük sermaye, kentlerin zenginleri, rahatlık arayan orta sınıfı, hatta işçi sınıfının “aristokrat”laşan kesimi ise ona karşı çıktı. Yenildi. Bir sonraki ve daha sonraki seçimde de adaydı. İkisinde de (böylece üçünde) yenildi. Amerikan kapitalizmi siyasette geçit vermiyordu. (Sanders’a verdiler mi?)

“Cross of Gold” ile ne söylüyordu? Dikkatle bakarsak, sadece o tarihe ait bir şeyi değil, son kırk yıldır içinde yaşadığımız ekonomi senaryosunun odak noktasını görebiliriz. Altın standardının “olmazsa olmaz”ıdır diyeceğimiz “deflasyon”un, düşük geliriyle borç altında yaşamaya hüküm giymiş çoğunluğa ceza olduğunu vurguluyordu. “Deflasyon borçluyu çarmıha germektir” diyordu. İstatistiklerden çok, yaşamın içinden gelerek işin odak noktasını buluyordu. 1990’larda derlenmiş veriler, 1880-1914 arasında, başta İngiltere ve ABD olmak üzere, altın standardını iktisat politikasının temeli yapmış 14 ülkede enflasyonun ortalama yüzde 1’in altında (0.6!) seyrettiğini gösteriyor. Ortalama ücret artışları bunun altında, faiz oranları ise üzerinde (yüzde 3.6) ile seyretmiştir. Mutlak bir deflasyon dünyası. Büyüme hızları yüzde 1.7 ortalamayı gösterdiğine göre, hem kârlar hem de rantiye kazançları için “altından yapılmış model”dir. Kaynakların düşük gelirlilerden yüksekte oturanlara aktarıldığı model... Düşük gelirliler sürekli borçlanmaya ve borç ödemeye hüküm giymişlerdir. Amerikan halkının özdeyişiyle, “haydut baronlar” dönemi.

                   William Jennings Bryan

‘AYIP ŞEYLER’

Şimdi 1890’lar Amerikası’ndan 1980’ler İngilteresi’ne gelelim. Orayı bir İngiliz Teyze yönetiyor: Madam Thatcher. Tory partisinin başkanı ve başbakan. İşe başlayınca önce ayağının tozuyla büyük madenci direnişini kırdı ve sermaye sınıfından “Aferin” ve “Demir Leydi” unvanını aldı. Sonra, topluma dönerek “Toplum diye bir şey yoktur!” (There is no such thing as society) dedi. Bunu iktisat diline çevirirsek, şunu söylüyordu: “Size artık deflasyon vereceğiz. Tadından yiyemeyeceksiniz. Fiyat artışlarını iyice yavaşlatacağız. Ücret artışlarınız elbette bunun altında seyredecek. Buna deflasyon derler. Ayrıca, artık öyle sendika, toplusözleşme, verimliliğe göre ücret, dayanışma ücreti gibi ‘ayıp şeyler’ istemeyin. Parasız eğitim, sağlık gibi sözler duymayayım. İş güvencesi veremem. İşsizlik yaşamanın ‘fıtratı’nda var. İş bulan çalışır. Ücreti yetersiz bulunca borçlanacaksınız. Size borçlanma hakkı veriyorum. Çünkü artık borçlanarak yaşayacaksınız. Borcunuzu da ücretinizden ödeyeceksiniz. Ekonomide ‘altın standardı’nın son şeklini 1971’de Nixon Abim yürürlükten kaldırdığı için, kapitalizmin yönetiminde esas ‘altın kural’ olan ‘deflasyon standardı’nı biraz gecikerek artık başlatabiliyoruz. Dünya kapitalizmine kutlu olsun.” 

SORGUSUZ KABUL

İktisadın çetrefil konuşma alışkanlıklarından sade halk Türkçesine çevirirsek “Teyze” bunları söylüyor, müjdeliyor. (Günümüz Türkiye siyasetinin söylemiyle eşdeğer kavramı merak edersek, buna, moda terimi atlamaksızın “sürdürülebilir kul hakkı” denilebilir.) “İngiliz Teyze”nin bakışıyla, kapitalizmde yönetime soyunan Bryan’lar hep kaybedecek, kendisi ve müritleri hep kazanacaktır. 

Emeği bağlayıp sermayeyi tamamen serbest bırakan model 1990’larla birlikte Amerika’da geliştirildi ve dünyaya yayıldı, yerleşti. Işık Kansu ile söyleşideki gibi, ona kuşbakışı “küresel” dediler. Her ülkeye yeni ama birbiriyle neredeyse özdeş birer ekonomi, siyaset ve toplum modeli yerleştirdi. İktisatçılar gibi, siyasetçiler de özdeşleşti. (Birtakım “atipik” iktisatçı hariç!) Deflasyon, adı böyle konulmaksızın “fiyat istikrarı” olarak sunuldu. Yani, fiyatların düşük düzeyde ve istikrarlı olması herkes için hem iyidir hem de hesap yapabilmenin güvencesidir, denildi. Bunu öncelikle IMF ve kapitalizmin onunla kardeş kurumları “vazgeçilmez” kıldılar. “‘Fiyat istikrarı’nı (yani deflasyonu) birinci hedef yapmazsak enflasyona sürükleniriz” düşüncesi yönetimlerden halk katına kadar (“Gerekirse simit yeriz!” çizgisi) yerleşti. Sorgusuz kabul gördü. (Enflasyon, bilindiği gibi, fiyatların birbiriyle yarış halinde koşusudur. Ücretler onların arkasından, yetişmek için koşmaya çalışırlar, yetişemezler. Yönetimlerden çelme yerler. Deflasyonda ise fiyatlar ağır ağır yürürler fakat ücretler yürüyemezler, yine çelme yerler. İkisinin arası yok mu, diye düşünülebilir. Bu siyasal iktidar meselesidir. O derin bir bahistir.) 

‘BÜYÜK ILIMLILIK’

Emeğin bağlı, sermayenin serbest olduğu modelin tüm parçalarının birbiriyle uyumla işleyebilmesi için bir merkez gerekliydi. Rol öncelikle modelin sahibi olan Amerika’nın merkez bankasına (Fed) ait oldu. Fed otuz yıldır bu rolü oynuyor. O sayede, kapitalizmin özünde merkezi bir sistem olduğu berraklaşıyor. Fed deflasyonun dünya çapında sahibi işlevini yaparken, öteki görevini, sermayenin gıdası olan likiditeyi bedava sayılacak düşüklükteki “merkezi” faiz politikasıyla, “ucuz para” ile borçlanabilmesi için sermayeye sunmayı aksatmıyor. “Bedava” çizgisinde asıl öncelik, bilindiği gibi, Amerikan Hazinesi’nin, yani devletinindir. Demek ki, Fed hem devletin, hem de sermayenin (Wall Street, diyelim) borçla çalışabilmelerinden birinci derecede sorumludur. Tıpkı ücret artışlarının freni olan deflasyondan da sorumlu olduğu gibi. Çok yönlü ve zor iş... 1990’larda (Sovyetler’den sonra) Fed Başkanı Greenspan o tarihi konjonktürün yardımıyla çok yönlü ayarı iyi tutturmuştu ve Amerikan ekonomisi de bir büyüme temposu yakalamıştı ki, üstadın çırağı, 2006’dan sonra başkanlık yapacak olan Bernanke bu tabloya “Great Moderation” demişti. Türkçesi zor. Şöyle anlaşılabilir: “Hayran olunacak öyle bir zemine oturduk ki bütün işler tıkırında!” (Bire bir çevirirsek, “büyük ılımlılık” olur. Bir şey anlaşılmaz.)

1990’lardan 2008’e giden döneme “Sınır Tanımayan Sermayeler Zamanı” diyebiliriz. Finans sermayesinin (Wall Street+City of London başta olmak üzere) dünyayı borçlandırma “misyonu”nu coşarak yürüttüğü, böylece gitgide büyüyen finansal açıklar yarattığı dönem. Büyüyen açıklar merkez bankalarını (başta Fed) sahnenin ortasında kımıldayamaz hale getiriyor. O kımıldayamazken, başta çeşitli mali varlıklar olmak üzere “sermaye ürünü” şekline çevrilebilen her şeyin fiyatı, yani cazibesi arttıkça artıyor. Ve oyunun bir ana kuralı oluşuyor: Bu riskli bir oyundur. Risk ne kadar yüksekse kazanç da o kadar yüksek olacaktır. Var mı oyuna katılmayan? Emekçileri, hatta evsizleri ve çulsuzları da “piyasa”ya katacaklar ve oyun kartopu gibi büyüyerek dünyayı 2008’e getirecek.

Bilsay Kuruç / CUMHURİYET




Arkadaş arkadaşın pelesengidir - Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

 Sorsanız, Adnan Bey’in arkadaş grubuyuz” diyorlar. Arkadaşlar genelde sohbet ediyor. Onlar ise bambaşka işler peşinde koşuyor.

Yargı, günlerdir, istinaf mahkemesinin verdiği kararı tartışıyor. Yerel mahkeme “suç örgütü” dedi, “cinsel saldırı”dan ceza verdi. Ama istinaf hâkimleri, “onlar arkadaş”, “saldırı değil rıza” diyerek bozdu.

Karardan sonra dosyaya bakınca, hâkimlerin “arkadaş” demesine pek şaşırmadım.

Şöyle anlatayım...

Yerel mahkemenin kararında 11 sanık “örgüte yardım” suçundan cezalandırılmıştı. Bunlardan biri de eski İstanbul Bölge Adliye Mahkemesi Başsavcısı Hadi Salihoğlu’nun koruması Özdemir Uygur’du. Uygur’un Oktar operasyonunda gözaltına alınmasının ardından Salihoğlu istifa etmişti. Zira korumasına yapılan suçlamanın özü, kendisiyle Oktarcılar arasında bağlantı kurmaktı. Salihoğlu, yargı camiasında hatırı sayılır bir isim olmasaydı, kuşkusuz korumasının yerinde kendisi olacaktı.

Peki, bu yorumu neye dayanarak yapıyorum?

‘HERKES BİR TARİKATA MENSUP’

Oktarcıların adliyede dolaşan mensupları var. İstinafın “arkadaş grubu” dediği bu isimler hâkimlerle, savcılarla görüşüyorlar. Ve tüm buluşmaları raporlaştırarak Oktar’a aktarıyorlar. Kendilerine operasyon yapılacağı duyumunu aldıkları bir dönemde, Salihoğlu ile de görüşüyorlar. O görüşme şöyle raporlanmış:

“Hadi Salihoğlu ile görüştük. Tarikatlara yönelik bir eylem olmadığını, böyle bir şeyin de mantıklı olmadığını söyledi. ‘Herkes bir tarikata mensup, böyle bir şey olmaz’ dedi. Bize karşı da herhangi bir hazırlık olduğunu işitmediğini, olan şikâyetten de bir şey çıkmayacağını söyledi. Eğer bir şey olursa ‘gelin’ dedi. Size de ‘Kardeşime selam söyleyin’ şeklinde hitabı oldu.”

“Kardeşim” lafı sürpriz değil...



GECELERİ BİR YERLERDEYDİK

Yıllar önce Oktar grubunun iki numarası olan, 99’da Oktar’la hapse giren, gruptan ayrıldıktan sonra da Oktar’la savaşa giren Fırat Develioğlu’nun duruşmada söylediklerini yorumsuz aktarayım:

“Ben 1992’den 99’a kadar, her gün ya bir siyasi partideydim ya Emniyet Müdürlüğü’nün bir birimindeydim, ya savcı veya hâkimle beraberdim. Bunlara hediyeler alacağım, para vereceğim, bir şey yapacağım... Bunu niye anlatıyorum? Şimdi burada Adnan Oktar çıktı diyor ya, ‘Kız burada gelip üstüne sperm boşalsa, alıp sperm numunesini karakola gidebilirmiş’. Kız 16, 17, 18, 20 yaşında, elinde sperm numunesiyle karakola gidecek! Karakol amiri burada yargılanıyor zaten! Paraya bağlamışlar, yargılanıyor burada, Çengelköy Karakol Amiri!”

Develioğlu, devam etti:

“Hadi Salihoğlu, istinaf mahkemesi bölge başsavcısı. Ondan önce, yıllarca işte İstanbul başsavcısı. 1999’da Adnan Oktar ile beni tahliye eden heyette DGM savcısı. Beni, Hadi ile İstanbul’da müracaat savcısı Atilla Bey tanıştırdı, geceleri bir yerlere gitmeye falan başladık. Sonra işte ona destek oluyorum maddi olarak falan ondan sonra.

Şimdi ben niye bunu anlatıyorum? 19 yaşında kız çocuğu elinde selpakla gidip de benim buradan sperm numunesi alın diyecekmiş. Adnan Oktar’ın zihniyetine bakın. Bölge savcısı senin 20 yıldır para verdiğin adam. Yani 20 yıldır verdiğini bilmiyorum da ben 99’a kadar olanını biliyorum. Ondan sonra ama öyle bir sahayı Adnan Oktar boş bırakır mı?”

Develioğlu olanı tarif etti, dahasını da söyledi:

“Yani Hadi Salihoğlu’nun koruması burada neden yargılanıyor? Kendisi para aldı da bir iş çözeceği için mi? Hadi Salihoğlu’na para götüreceği için yargılanıyor. Alıp da kendi mi bir iş çözecek yani! İşte böyle bir takipsizlik kararı veriyorlar. E, İstanbul başsavcısını bağlamış adam, kaç sene önce. 99’dan sonrasının günahını bilmiyorum ama Adnan Oktar’ın bırakmayacağını düşünüyorum.”

Develioğlu, yıllar önce de Salihoğlu ile sürekli kesişen yollarını anlatmaya devam etti. Oktar hakkında geçmişte açılan davaların yargı dehlizlerinde kaybolmasının, tanıkların birer birer geri çekilmesinin, savcıların takipsizlik, mahkemelerin beraat vermesinin hikâyesini anlattı. Hepsinde hikâye Salihoğlu’na bağlanıyordu.

DOSYALARI KAPATIYORDU

Sadece Develioğlu değil. Yıllarca Oktarcılarla mücadele eden, sonunda başına gelmedik şey kalmayan eski polis müdürü Adil Serdar Saçan da aynı şeyleri söyledi:“Hadi Salihoğlu ile yollarının kesiştiği çok net yani. Üsküdar başsavcısı iken bunlara yol veriyor, DGM’de tahliyelerini istiyor. Bence Hadi Salihoğlu’nun da bu soruşturma kapsamına alınması gerekiyor. Hatta ifadesinde de var rüşvet verdiklerine dair, öyle biliyorum.”

Grubun eski üyelerinden avukat Ceyhun Gökdoğan da itirafçı oldu. Mahkemeye gelip geçmişte yaptıklarını açıkladı:

“Dosya son olarak Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı’na geldi. O dönem de Üsküdar Cumhuriyet Başsavcısı Hadi Salihoğlu’ydu. Tarkan Yavaş ve Altuğ Müştak Berker ile Hadi Salihoğlu’nun DGM savcısı olduğu dönemden tanışıklıklarının olduğunu bana Altuğ Müştak Berker söyledi. Hatta o dönemde Ataköy Marina’da kahvaltı ettiklerini ve zaman zaman bir araya geldiklerini söyledi. (…) Tarkan Yavaş’ın Hadi Salihoğlu’nun makam odasında kendisi ile görüştüğüne iki üç defa şahit oldum. (…) Görüşmenin Üsküdar Cumhuriyet Başsavcılığı’na gelen gizli tanıklı dosya ile ilgili olduğunu düşünmekteyim. (…) Ayrıca şu anda konusunu hatırlamadığım, Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından yürütülen Adnan Oktar’ın şikâyet edildiği bir dosyayı da Hadi Salihoğlu kontrolü altında, etki edebileceği, ismini hatırlamadığım bir savcıya verdirildiğini, daha sonradan da dosyaya takipsizlik kararı verildiğini biliyorum.”

İfadeler sürüp gidiyor…

ORTAK KİTAPLARI ÇIKTI


Birçok tanık, Oktarcıların Salihoğlu’nun gücünü kullandığını söyledi. Üstelik bu, yıllar önce de böyleydi. Kadıköy’de açılan dava yetkisizlik ile Üsküdar’a gidiyor, Üsküdar’da Salihoğlu’nun kucağında kayboluyordu.

Şimdi yine böyle mi oluyor dersiniz?

Zira Oktarcıların notlarında, kendileriyle iş tutan çok sayıda savcı ve hâkim görünüyor. Dosyalarını bu şekilde “hallediyorlar”. Hikâyelerini de Oktar’a rapor ediyorlar. Polisin yakaladığı notlar, isim isim dosyadan okunabiliyor. Bir tanesinde aynen şu yazıyor: “İstanbul Adliyesi’nde bir savcımız var (Ali Parlar)”

Oktar davası mağdurlarının istinaf hâkimlerini HSK’ye şikâyet ettiği dilekçede önemli bir ayrıntı var. Buna göre Oktarcıların adını verdiği Ali Parlar’ın da Hadi Salihoğlu ile yakın ilişkisi var. Öyle ki Salihoğlu ile Parlar birlikte çok sayıda kitaba imza atmış.

İşin daha da ilginci, Oktar kararını istinafta bozan hâkimin de Oktarcıların “savcımız” dediği Ali Parlar ile ortak kitabı bulunuyor.Haliyle, istinaf mahkemesinde Oktarcıları aklayan, “örgüt yok” diyen, “istismar değil, rızayla cinsel ilişki” tanımı yapan hâkimin kararı, meseleyi daha da tuhaf hale getiriyor. Eski Oktarcıların da itiraf ettiği gibi, acaba dosyalar yine yargı etki altına alınarak mı bitirildi?

Son olarak...

Herkes konuştu dedik de kadın ve çocuklara yönelik istismar davalarının doğal tarafı olan Aile Bakanlığı neden hâlâ suspus? Sakın Bakan Derya Yanık, sık sık Oktarcıların toplantılarında endam gösterdiği için olmasın!

Arkadaşlık pelesenk ağacı gibi. Yıllar büyütüyor. Ayrı dallara düşseniz de aynı kökten su aldığını hiç unutmuyor. Uzak kalsanız bile meşhur kokusu sizi ele veriyor. Reçinesi yapışa yapışa yayılıyor. Dilden dile geçip dillere pelesenk oluyorsanız, sebebi belki de “arkadaşlarınız”dır.

Barış Terkoğlu / CUMHURİYET

27 Mart 2022 Pazar

TARİHTE BUGÜN (27 MART)

      


OLAYLAR:

     1930 -  Gazete primleri hakkında kanun, TBMM'de kabul edildi.(Kanun, yeni Türk harflerinin kabulünden bu yana çıkan günlük siyasi gazete sahiplerine prim ödenmesini öngörüyordu.
  • 1932 - Hasan Pulur, doğdu. Türk gazeteci ve köşe yazarı (ö. 2015)
  • 1941 - Yugoslavya’da General Dušan Simovićkansız bir darbe ile yönetimi ele geçirdi. Yeni Hükûmet, Mihver Devletleri’nden ayrılma kararı aldı.
  • 1946 - Zeliha Berksoy, doğdu. Türk tiyatro sanatçısı
  • 1950 - Bizim Köy'ün yazarı Mahmut Makal tutuklandı Mahmut Makal, köyün ekonomik ve sosyal yapısını kötü gösterdiği gerekçesiyle, hem Cumhuriyet Halk Partisi hem de Demokrat Parti döneminde çeşitli baskılarla karşılaştı.
  • 1955 - Dünya Ordulararası Futbol Şampiyonası'nı İtalya'yı 3-2 yenen Türk Ordu Milli Takımı kazandı.
  • 1958 - Nikita KhrushchevSSCB'de Başbakanlığa yükseldi.
  • 1961 - Dünya ve Türkiye dergisindeki yazısından dolayı tutuklu bulunan Prof Ali Fuat Başgil tahliye edildi.
  • 1962  - Dünya Tiyatro Günü, merkezi Paris'te bulunan Uluslararası Tiyatro Enstitüsünün (ITI) girişimiyle bu yıldan itibaren kutlanmaya başlandı.
  • 1963 - Quentin Tarantino, doğdu. Amerikalı film yönetmeni, oyuncu ve En İyi Özgün Senaryo Akademi Ödülü sahibi
  • 1964 - İki Türk bakanın görevine son veren Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios, Rauf Denktaş'ın adaya girişini yasakladı.
  • 1969 - Koç Holding'e ait Aygaz tankeri, Ege Denizi'nde alabora oldu, 15 kişilik mürettebattan 1 kişi kurtulabildi.
  • 1972 - Yılmaz Güney gözaltına alındı.
  • 1972 - Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi lideri Mahir Çayan ve arkadaşları Ünye Radar Üssü'nden 3 İngiliz teknisyeni kaçırdı.
  • 1976 - Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil ile ABD Dışişleri Bakanı Henry KissingerWashington, DC'de Savunma İşbirliği Anlaşması'nı imzaladı. Bu anlaşmaya göre, Türkiye üslere izin çıkaracak, ABD de buna karşılık Türkiye'ye yardımda bulunacaktı.
  • 1977 - Tenerife faciasıKanarya Adaları'nın Tenerife Kuzey Havalimanı'nda uçuşa geçmek üzere olan Hollanda Kraliyet Havayolları'na (KLM) ait Boeing 747 tipi yolcu uçağı, yine havalanmak üzere olan Pan Am'a ait başka bir Boeing ile pistte çarpıştı. Kazada 575 kişi öldü, 70 kişi yaralandı.
  • 1982 - 12 Eylül Darbesi'nin 14. idamı: 14/15 Ekim 1978'de Ankara'da kaçırdığı sol görüşlü Veli Güneş ve Halim Kaplan'ı el ve ayaklarından bağlayıp, öldürüp, çuvala koyup bir şarampole atan sağ görüşlü militan Fikri Arkan, idam edildi.
  • 1986 - Hayali mobilya davasında 10 yıldır yargılanan Yahya Demirel tahliye edildi.
  • 1987 - 'Hora' (Sismik-1) gemisinin, petrol aramak için Ege'nin uluslararası karasularına açılmasının Yunanistan'ın petrol aramaları için açıkladığı tarihe rastlaması, iki ülkenin silahlı kuvvetlerini alarma geçirdi.
  • 1991 - İstanbul Valiliği memur sendikalarını mühürletti Bu olayı protesto eden 2000 kişilik memur grubuna polis müdahale etti, 6 kişi yaralandı.
  • 1994 - Eurofighter Typhoon, ilk test uçuşunu yaptı.
  • 1995 - ABD Büyükelçiliği Uyuşturucuyla Mücadele Birimi, Özelleştirme Yüksek Kurulu'nu, HAVAŞ ihalesine katılan Kumarhaneler Kralı Ömer Lütfü Topal'ın uyuşturucu bağlantısı olduğu konusunda uyardı.
  • 1996 - ABD Başkanı Bill Clinton, eşi Hillary Clinton ve kızı Chelsea ile Türkiye'ye geldi.
  • 1997 - Polisin cep telefonlarını dinlemek üzere 6 santrale dinleme sistemleri yerleştirdiği ileri sürüldü.
  • 1999 - Nissan - Renault arasında güç birliği anlaşması imzalandı.
  • 2006 - Ukrayna yapılan parlamento seçimlerinde yarışan Moskova yanlısı Bölgeler Partisi'nin lideri Viktor Yanukoviç, seçimlerin galibi olduklarını açıkladı
  • 2009 - Düştükten sonra 2 gün boyunca bulunamayan , BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu'nu taşıyan Helikopterin yeri tespit edildi.
  • 2009 - Antalya'nın Alanya İlçesi'nde aşırı yağış nedeniyle dolan Dim Barajı'nda suyu tutan dip savak kapaklarından 4'ü kırıldı.
  • 2009 - Pakistan'da cuma namazında camiiye intihar saldırısı düzenlendi. 48 kişi hayatını kaybetti.
  • 2012 - TürkiyeŞam Büyükelçiliği'nin bütün faaliyetlerini askıya aldı.
  • 2014 - Türkiye'nin Suriye planını masaya yatırdığı gizli siyasi görüşmenin ses kayıtları internete sızdı. Ortam dinlenilmişti. İçişleri Bakanlığı : "Bunu yapan ihanet şebekeleri devletimizin ve milletimizin düşmanlarıdır." dedi. Dünyaca ünlü video sitesi Youtube kapatıldı.
  • 2016 - Pakistan'ın Pencap eyaletinin başkenti Lahor'da bir lunaparkta düzenlenen terör saldırısında, 63 kişi hayatını kaybetti.
      


ÖLÜMLER:
      



'Kayan yıldız' Madeleine Albright'ı tanıyalım - SOL

 Çarşamba günü ölen eski ABD Dışişleri Bakanı Albright için T24'de kaleme alınan 'bir yıldız daha kaydı' yazısı büyük tepkiye yol açtı. Albright'ın kanlı geçmişini derledik.

Çarşamba günü 84 yaşında ölen eski ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright için bugün T24'te Karel Valansi tarafından "Bir yıldız daha kaydı" başlığıyla yayımlanan yazı tepkilere yol açtı.

Valansi'nin "Madeleine Albright, başarılarıyla bir göçmen ve bir kadın olarak ne kadar ilerlenebileceğini ve engellerin aşılabileceğini gösterdi" sözleriyle övgüler düzdüğü Albright en çok, yaptırımlar yüzünden 500 bin Iraklı çocuğun yaşamını yitirmesi için "Bizce buna değdi" demesiyle hatırlanıyor.

T24 yazarının "gerektiğinde askeri operasyonları savunmaktan geri kalmadı" sözleriyle andığı Albright, Yugoslavya'nın parçalanması için hazırlanan kanlı tezgahta ve NATO'nun doğuya doğru genişlemesinde büyük rolü olan bir isim oldu.

Albright 1996 yılında CBS televizyonunda katıldığı '60 Dakika' adlı programda gazeteci Lesley Stahl'ın "Irak'ta (yaptırımlar nedeniyle) 500 bin çocuğun öldüğünü duyduk. Bu Hiroşima'da ölen çocuklardan daha fazla. Buna değdi mi?" sorusuna "Bence bu çok zor bir seçimdi ama bizce buna değdi" diye yanıt vermişti.

Yugoslavya'da NATO katliamının savunucusu

Albright 1999'da ABD liderliğinde Yugoslavya'ya 78 gün boyunca süren NATO bombardımanın da mimarlarındandı. NATO uçaklarının Yugoslav halkının üzerine bomba yağdırdığı 78 gün süren katliamda 2 bini sivil olmak üzere 4 bin kişi yaşamını yaşamını yitirmişti. Ölenlerden 89'u ise çocuktu.

Bugünlerde kimyasal tartışmalarını sürekli gündemde tutan NATO, Irak'ta da yaptığı gibi seyreltilmiş uranyum yüklü bombaları kullanarak görünürün çok üzerinde tamir edilemez bir hasar verecekti sivil halka.

Albright'ın ölümünden bir gün sonra Yugoslavya'ya bombardımanın başlamasının da yıldönümüydü. Sırbistan'da Vecernje Novosti gazetesi Albright için "Sırbistan'da acımasız bir kadın olarak, Yugoslavya'nın bombalanmasının ve Kosova'nın bağımsızlığının yüksek sesli savunucusu olarak hatırlanacak" diye yazdı. 

NATO'nun genişlemesine katkısı

Albright ABD'nin BM Daimi Temsilciliği ve 1997'de getirildiği ABD Dışişleri Bakanlığı yaptığı dönemde, NATO'nun doğuya doğru genişlemesinin ateşli savunucusu oldu.

Bugün Ukrayna'da başlayan savaşa giden yol, arkasında Albright'ın da olduğu stratejinin bir ürünü olarak da karşımızda duruyor.

ABD'yi "vazgeçilmez bir ülke" diye niteleyen Albright "kırılgan" Avrupa'da NATO'nun genişlemesiyle "düzenin" devam edebileceğini savundu. 1997'de ABD'li senatörlere yaptığı konuşmada NATO'nun genişlemesine ilişkin olarak "Rusya'nın genişlemeyi kabul etmesine ihtiyacımız yok" dedi.

Haziran 1997'de Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyeti NATO'ya resmen davet edildi, 1999'da bu ülkeler ittifak üyesi oldular. 

ABD'nin "şahin kanadı"nın sözcülerinden biri olarak anılan ve ölümünün ardından "kayan yıldız" ilan edilen Madeleine Albright, arkasında dünyanın birçok farklı coğrafyasında halklar üzerine yağan bombaları miras bıraktı.

SOL


Akdeniz’de can pazarı: Refah gemisi faciası - Mehmet Bozkurt / SOL

 1941 diyoruz, Akdeniz yangın yeridir. Herkes herkesle ya savaşmakta ya da savaşa katılmak için bilenmektedir. Cehennemi İkinci Büyük Savaşı’nın cephelerinden biridir Akdeniz.

25 Haziran 1941 sabahı “yedi buçuk metre tulünde, iki metre yirmi santim arzinde ve bir metre on santim derinliğinde bir cankurtaran filikası”, ölçüm bilgileri tam olarak böyle veriliyor, Karataş sahilinde karaya oturdu. Bütün bir gece azgın dalgalarla boğuşan filikadan savrulan yirmi sekiz kişinin köylüler tarafından bulunması ve yetkilileri haberdar etmeleri üzerine Hükümet harekete geçti. Gazeteler, Anadolu Ajansı’nın geçtiği bu haberi savaş koşullarının hassasiyeti nedeniyle olmalı ancak üç gün sonra manşete taşıyabildi.

Habere göre 21 deniz subayı,63 denizci erbaş, 68 denizci er ve20 Kara Harp Okulu öğrencisi ve 28 kişilik mürettebat ile neden orada olduğu hâlâ bilinmeyen bir İngiliz subayın da içinde bulunduğu Refah gemisi kıyıdan 40 mil kadar açıkta sancak tarafından yediği bir torpido marifetiyle patlamış ve gemi ikiye bölünerek dört saatin sonunda batmıştı. Karataş sahilinde köylüler tarafından bulunan 28 kişi pek “salim” olmasalar da iki yüz bir kişiden geriye sağ kalanlardı.

***

1941 yılının haziran ayının başında İngiltere Ankara’ya, Türk Hükümeti tarafından kendilerine çok önce sipariş edilmiş olan dört denizaltı ile dört uçak filosunun hazır olduğunu, teslimi için bir heyetin gönderilmesi gerektiğini Büyükelçileri vasıtasıyla iletir. Gidecek olan heyet Deniz Yarbay Zeki Işın komutasında oluşturulur. Güzel. Ancak iki sorun vardır. İlkin heyeti taşıyacak bir gemi bulunacak sonrasında da geminin izleyeceği rotanın tespiti gerekecektir.

Milli Savunma Bakanlığı, uygun bir gemi bulunması için Ulaştırma Bakanlığı’na yazar. Ulaştırma Bakanlığı da bula bula Refah’ı bulur. Refah Barzilay Vapurculuk Şirketi’ne ait teknik cihazları ve donanımı eksikli ihtiyar ve yorgun bir yük şilebidir. Karadeniz ile Marmara arasında kömür taşıyan bir yük şilebi. Yolcular için kamara bir yana yeter miktarda tuvaleti dahi yoktur. Açık denizlerde binlerce mil yol alması planlanan geminin hâli yazılanlara göre bu vaziyettedir.

Rota mı? 1941 diyoruz, Akdeniz yangın yeridir. Herkes herkesle ya savaşmakta ya da savaşa katılmak için bilenmektedir. Cehennemi İkinci Büyük Savaşı’nın cephelerinden biridir Akdeniz. Mihver ve Müttefik devletler denizin üstünde ve altında birbirlerine girip savaşa tutuştukları günlerden geçilmektedir. Türkiye… Türkiye İsmet Paşa’dır ve savaşa tutuşanlar Türkiye’yi cepheye sürmek için görülmemiş ölçüde baskı uygulamaktadır. Ne ki Paşa, evet, her sabah kalktığında “Nuh” demekte, ancak öğleye kalmadan “Peygamber” demeğe yanaşmamaktadır.

İsmet Paşa bir yandan İngiltere ve Fransa ile “Karşılıklı Yardım Antlaşması” imzalarken (19 Ekim 1939),öte yandan Almanya ile “Dostluk ve Saldırmazlık Paktı”na girmiş (18 Haziran 1941),bakar mısınız bir yandan da Sovyetler ile 1925 te imzalanan “ Tarafsızlık ve Saldırmazlık Paktı” na sadık kalacağını yenilemiştir. Sırası gelmişken Türkiye’nin Almanya ile yapmış olduğu antlaşmanın İngilizler tarafından pek de hoş karşılanmadığını buna rağmen baskı yaparak tamamen küstürmeyi de çıkarlarına aykırı bulduğunu ve bu nedenle antlaşmaya sessiz kaldığını ilave etmek gerekir. Milli Savunma Bakanlığı’nca düzenlenen heyeti İngiltere’ye götürecek olan Refah Şilebi böyle bir ortamda sefere hazırlanmaktadır. Akdeniz yangın yeridir. En güvenli rota Suriye kıyılarını takiben “ Mısır’ın Port Said Limanına demirlemek oradan da uçakla İngiltere’ye erişmektir. Ancak İngiliz Elçiliği zaman kaybı gerekçesiyle olmalı yolu uzatmadan Mersin’den hareketle Akdeniz’i biçip Port Said’e uzanan rotayı önerir ve Türk tarafına kabul ettirir.

***

 Refah Şilebi 16 Haziran sabahı İstanbul’dan demir alarak, Ankara’dan Toros Ekspresiyle gelecek olan heyeti almak üzere 21 Haziran günü Mersin Limanına demir atar. Böylesine uzun bir yolculuğa hazır olup olmadığı liman görevlileri tarafından incelenmeye alınır. Yazılanlardan öğreniyoruz, mürettebat ile birlikte toplam 201 kişiyi taşıyacak olan şilepte sadece 28 kişilik iki filika ve yine sadece mürettebat sayısı kadar can yeleği bulunmaktadır Berbat bir durum olmalı, şilepteki haberleşme cihazı olarak kullanılan telsiz, balıkçı teknelerinin erişim mesafesi seviyesinde ve elektrik sistemi ilkel olduğu gibi yedeklenmiş de değildir. Liman Müdürlüğü şilebin bu haliyle açılmasının riskli olacağını telefon marifetiyle Ankara’ya bildirir.

Ankara’da Mehmet Ali var. Denizcilik Müsteşarı Amiral Mehmet Ali Ülgen… Dinler ve kısa keser: “Aldığınız emri uygulayın!

Uygulanır. Refah Şilebi 28 mürettebat 172 yolcu ve tanıkların güvertede hep can yeleği ile dolaştığını ileri sürdükleri bir İngiliz subay olduğu halde Mersin Limanı’ndan demir alarak Akdeniz’e açılıyor. Yeterli sayıda ranza olmadığı için güvertede, köprü ve ambar kapaklarının üstünde ve filikaların içinde battaniyelere sarılıp, ölmeye yatmadan önce şarkılar söylediklerini de kazazedelerin yıllar sonra gazetecilere anlattıklarından öğreniyoruz. Ölüme gidiyorlar…

23 Haziran 1941 gecesi saat 23 civarında Refah Şilebi bordosuna yediği bir torpille patlayıp ortadan ikiye bölünürken filikalardan biri içinde uyuyanlarla birlikte havaya uçuyor. Patlamanın etkisiyle elektrik düzeneği ve telsizi kullanılamaz hale geliyor. Gemi Can pazarıdır. Patlamanın etkisiyle ilk elde ölenlere, kendilerini can havliyle denize atıp boğulanlar ve köpek balıklarının parçaladıkları da katılıyor. Sağ kalanlar da var. Bunların Karataş sahiline, içinde bulundukları filikayla savrulan 28 kişi ile son anda bir kamara kapısını sal yapıp karaya ulaşan iki kişi ile tahta parçalarına tutunarak kurtulan diğer iki kişiden ibaret olduğu anlaşılacaktır.

Facianın boyutu Milli Savunma Bakanı Saffet Arıkan’ın 1 Temmuz 1941 tarihinde yapmış olduğu açıklamayla birlikte gün yüzüne çıkıyor. Açıklamaya göre İngiliz subay dahil 169 can kaybı. Şimdi soru şu: Refah Şilebini kim batırdı?

Bu sorunun cevabı hâlâ bir muammadır. İngiltere… Fransa… İtalya…Almanya…Üstlenmezler. Her biri birini suçlar. Kazazedeler patlamadan sonra Fransız bayraklı iki kişilik bir uçağı geminin hemen üstünde dolandığını söylerken, başkaları İtalyan bir denizaltından torpilin atıldığını ileri sürer. Bir başka görüşe göre ise gemi limanda iken İtalyan su altı komandolarının yerleştirmiş oldukları zaman ayarlı bombanın patlatılmasıyla birlikte Refah önce ikiye bölünmüş ardından sulara gömülmüştür. Bir başka görüşe göre ise ki Hükümet buna inanma eğilimindedir “serseri bir mayının” çarpması sonucunda yani tamamen kaza eseri olarak bu felaket meydana gelmiştir.

Facianın duyulmasının ardından Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, usûldur, Hava ve Deniz Kuvvetleri Komutanlıklarına başsağlığı mesajı iletir ardından da Ulaştırma Bakanı Cevdet Kerim İncedayı ile Milli Savunma Bakanı Saffet Arıkan’ın “muhakeme edilmek üzere teşrii masuniyetlerinin (dokunulmazlıklarının) kaldırılmasını” talep eder.

İlkin CHP Grubunda tartışma açılır.

“Biz görevimizi yapmazsak millet bizi taşlar” Bu Antalya Milletvekili Rasih Kaplan’dır.

Başbakan Refik Saydam kürsüye gelerek sözleriyle bazı milletvekillerini güldürürken bazılarını hayli öfkelendirir:

“Ne yaptı ki, ulus bizi taşlayacak…”

Refik Şevket öfkelenenlerdendir:

“Ülkenin en seçkin bir topluluğunu Refah gibi çürük bir tekneye bindirerek kurban etmek ihmal değil midir? Bundan sizin vicdanınız sızlamıyor mu? Bu olay bütün milletin vicdanını sızlatan bir olaydır, bundan vicdanı sızlamayacak olan ancak hayvandır.”

Burada kullanılan “hayvan” sözcüğü ortalığı karıştırır zira sanki Başbakana söylenir gibidir. Hatibi kınamak için birileri sıra kapaklarına vururken başka birileri de ayaklarını sertçe yere vurarak patırtılı gösteride bulunurlar. Nice sonra ortalık yatışır bu defa Afyon Milletvekili Berç Türker söz alır ve “biz ne yaptık ki” diyen Başbakana yapılanları anlatır:

“… Fakat asıl mesele; bendenizi bu kürsüyü muallaya getiren nokta şudur; Bizim mücehhez, yeni vapurlarımız varken nasıl olurda sinyor Barzilay’in bir şilebi tutuluyor. Ve onun içine bizim en güzide çocuklarımız konuyor. Nasıl oluyor da bu sinyor Barzilay’in ‘in külüstür şilebi ile Akdeniz’den Mısır’a kadar seyahate müsaade ediliyor(…) Sinyor Barzilay’in külüstür teknesi ile en güzide çocuklarımız cehennemi bir gölden Mısır’a kadar nasıl gönderiliyor. Bu meydana çıkmalı. Bendeniz bunun için kürsüye geldim. Ve tekrar ediyorum mazbata kabul edilsin ve tahkikat yapılsın istirhamım budur.”

Uzun tartışmaların sonunda iki bakan görevlerinden istifa eder. Bu defa konu Meclise taşınır ve Bakanlar aklanır.

Ardından Ankara Milletvekili Aka Gündüz’ün “Yüksek Reisliğe” hitaben vermiş olduğu “takrir” okunur. Kısa ve şöyledir:

“Şehitlerin hatıralarına hürmet için 5 dakika ayakta sükût edilmesini teklif ederim.”

Eller kalkar. Beş dakika sükût edilir. İkinci dereceden yöneticiler için açılan dava ise 1944’de kadar sürer. Sonrasında kazadan kurtulanlardan biri dahi tanık kürsüsüne çağrılmadan sen sağ ben selamet dava kapanır. Mahkeme kararı kayıtlara şöyle geçer:

“Geminin dışarıdan gelen bir etki ile infilak ettiği bu yüzden battığı, gemide mevcuda yetecek kadar kurtarma alet ve vasıtaları olmadığı, ancak bunların bulundurulmayışının kasıtlı olmaması yüzünde, sanıkların beraatına karar verilmiştir.”

Şehitler için beş dakika sükût edildi demiştik ya, tam olarak öyle değil. İngiliz subayı hariç 200’den geriye kalan 168 kişinin şehit olarak kabul edilmesi için on yıl beklenecek ancak 27 Haziran 1951’de çıkartılan bir kanunla ölenler şehit defterine kaydedilecektir.

Şehit maaşı mı?

Bunun için de 1960 yılı beklenecektir.

Mersin’de hemen deniz kenarında büyükçe bir park vardır. Atatürk Parkı. Bu parkta hemen göze çarpacak ölçülerde görkemli taş/mermer bir anıt yükselir. Yapım tarihi olarak 1972 gösterilir. Anıtın alt kısmındaki levhada 168 isim yazılıdır. Hâlâ muammadır!

Mehmet Bozkurt / SOL