29 Ağustos 2022 Pazartesi

Barınma krizi 'kader' değil: Sermaye düzeni bu cehennemi nasıl yarattı? - KAYA EMRE UZMAY/SOL


Türkiye 1 yılı aşkın süredir şişirilmiş kira fiyatlarının neden olduğu bir barınma sorunuyla karşı karşıya. Söz konusu kira krizinin ardında yatansa ‘serbest piyasa’nın çıktısı bir saadet zinciri.

2021’in Haziran ayıyla birlikte Türkiye genelinde AKP iktidarı boyunca eşi benzeri görülmemiş bir barınma krizi başladı.

Ev kiraları bir yıldır hayat pahalılığıyla birlikte ülkenin can alıcı gündemlerinden biri haline gelirken, bu krizin çözümü için hükümet kalıcı çözümler geliştirmekten uzak.

Krizin temel gerekçesi olarak ‘inşaatların yetersiz kalması’ veya ‘konut sayısının azlığı’ gibi gerekçeler sunulsa dahi, kiracılara dayatılan katlanılamaz yükün ardında konut spekülasyonu olduğu daha çok kendisini belli ediyor.

Konut fiyatlarındaki ve kiralardaki muazzam artışı gören mülk sahipleriyse kiracılarına fahiş zamlar dayatmaya, hukuksuz bir şekilde kiracılarını sokağa atıp ‘evi tekrar değerlendirmenin’ fırsatlarını aramaya başladı.

Hükümet şimdiye kadar açıkladığı konut finansman paketleri ve kiralara dönük zammı yüzde 25’le sınırlamak gibi adımları bu krize dönük çözüm faaliyetleri olarak sundu.

Krizin başlamasından bu yana sürekli artan konut satışlarıysa bir başarı hikâyesi olarak resmedildi. Ancak konut satışlarındaki artış, kiracılığa mahkûm hale getirilen yurttaşlar için ev sahibi olma fırsatı sağlamaktan ziyade, şimdiye kadar krizi derinleştirmeye, yüksek miktarda nakiti olanlara yeni kazançlar sağlamaya yaradı.

Zam sınırlamasıysa birçok örnekte geçersiz kalırken, bazı örneklerdeyse kiracıların kapı dışarı edilmesine gerekçe oldu.

Serbest piyasanın yarattığı cehennem: Konut bolluğu içinde çekilen yokluk

Ülkede konut satışları ve inşaatlar hızla artmaya devam ederken, konut fiyatlarınınsa artmayı sürdürmesi, konut sektörünün ‘kaybettirmeyen yatırım’ şeklinde lanse edilmesi nihai olarak emlak sektörü üzerinden oluşturulan bir saadet zinciri türünden piyasa manipülasyonunun ürünü.
 
Kiraların ve ev fiyatlarının, yani genel olarak barınma maliyetlerinin astronomik seviyelere yükselmesinin arka planında basitleştirilmiş haliyle şöyle bir kısır döngü var; Ev fiyatları arttıkça satışlar da artıyor, konut pazarında dönen sermaye hızla büyüyor, bir sene önce 500 bin liraya aldığı evi şimdi 2 milyon liraya satmasıyla övünen ‘akıllı yatırımcıların’ hikâyeleriyse her tarafı sarıyor.

AKP iktidarı boyunca en gözde sektörlerden biri haline gelen emlak piyasası hakkında “balon” benzetmesi yeni bir fikir değil. Müteahhitlerin devlet tarafından büyük imkânlara desteklenmesi, inşaatların ve konut satışlarının iktidarın en çok övündüğü alan olması konut sektörünün sürekli büyümesini satışlarınsa büyük artış ya da düşüşler gerçekleştirmemesini, son krize değin görece stabil kalmasını mümkün kıldı.

2013 yılının başından itibaren 2022 Mart ayına kadar her ay satılan konut sayısı ortalama 111 bin 700’e yaklaşırken bu zaman diliminde aylık satılan konut sayısı üç büyük sıçramayla 150 bin bandının üzerine çıkabildi. Aylık satılan konut sayısı ilk defa 2019’un Aralık ayında önceki aya göre yüzde 46 artarak 202 binin üzerine çıktı. 2020 sonrasındaysa daha büyük iki sıçrama gerçekleşti.1 

    Konut Satış Sayıları - TÜİK Konut Satış İstatistikleri, Mart 2022

Satış sayısında dikkat çeken bir diğer unsursa satışların nasıl gerçekleştiği.

Kredi kullanarak yapılan satışlar [ipotekli satışlar], 2020 Haziran ve Temmuz aylarında yapılan satışlarda diğer yollarla gerçekleşen alışverişleri büyük bir sıçramayla geride bıraktı.

Bu 2020’de enflasyon karşısında konut fiyatlarının önceki döneme göre düşmesi ve düşük faizli kredilerin varlığıyla açıklanabilir. Ancak bu satış patlaması aynı zamanda sonraki dönemlere dönük fiyat artışını da tektiklemiş oldu.

İpotekli satışların 2020 yazında zirve yapması ve sonradan tüm satışlardaki payının yerlerde sürünmesiyse şuna işaret ediyor: Bu süreçte ev satın alanların önemli kısmının ‘kredi çekme’ gibi bir dertleri yok, yani hali hazırda sermayesi bulunan bir nüfus var olan evleri alıyor.

Buna ek olaraksa Türkiye genelinde ‘kendi evinin sahibi’ nüfusun tüm nüfus içindeki payı düşüyor. Ev sahiplerinin nüfus içindeki payı göz önüne alındığında mülksüzleşmenin hızla arttığı ortaya çıkıyor.

Konut sahipliği oranı, konut satışlarının artmasına karşın düşmüş, kirada yaşayan yurttaşların nüfus içindeki payıysa artmış durumda. 2020’de oturdukları konuta sahip olan hanelerin, tüm hanelere oranı önceki yıla göre yüzde 1,0 azalarak yüzde 57,8 şeklinde hesaplanırken, kirada oturanların oranı yüzde 0,6 artarak yüzde 26,2, kendine ait bir konutta oturmayan ancak kira da ödemeyenlerin oranıysa yüzde 0,4 artarak yüzde 14,7’ye ulaştı.

Bu mülksüzleşme eğilimi sonraki yılda da büyümeye devam etti.2

Konutta mülkiyet durumu Kaynak: TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2021


Aynı evler tekrar tekrar satılıyor

Liranın sürekli değer kaybetmesiyse yatırım yapmak isteyenleri ellerindeki sermayeyi farklı alanlara yönlendirmeye teşvik etti. 2020 Temmuz’u sonrasında kredi karşılığı yapılmayan konut satışlarının, ipotekli satışlar karşısında hızla artmasıysa bu yatırımın yöneldiği alanlardan birinin emlak piyasası olduğuna işaret ediyor.

Hazır sermayesi olan kesim, eldeki paranın değer kaybının önüne geçmek, hatta bu parayı daha da değerlendirmek için fiyatların artacağı beklentisiyle konut alımına yönleniyor ve bu satışlardaki yükselişe neden oluyor.

Artan satışların etkisiyle fiyatlar da yükseliyor ve sürekli yükselme beklentisi daha çok yatırımcıyı çekiyor, fiyatların şişmesi böylece kısır döngüye dönüşüyor. Yani “balon” ifadesi yakın tarihte hiç görülmediği kadar gerçek haline geliyor.

Bu durumsa enflasyonun çok daha üstünde fiyat artışları, dolayısıyla ‘getirisi yüksek bir yatırım aracı’ haline gelmiş konut piyasasını açıklıyor.

Enflasyondan arındırılmış konut satış fiyat endeksi (Ocak 2012=100)   Kaynak: REIDIN. (2022). Konut Satış Fiyat Endeksi

Bu durumun bir sonucu olarak ev alan kişi sayısındaki artışın, satılan ev sayısı ve piyasada dönüşüme giren para karşısında düşük kalması ortaya çıkıyor. Kısaca, birden fazla konuta sahip olanlar, konut alımlarının büyük bir kısmını oluşturuyor.

Bu şu sonucu doğuruyor; konutu 2020’de “ucuzdan” alanlar, aldıkları evi fiyat artışını görüp buraya yatırım yapmaya koşan yeni ‘yatırımcılara’ yüksek fiyattan satıyor, fiyatlar arttıkça bu konutlar da tekrar satılarak el değiştiriyor ve saadet zinciri vari bir kısır döngü sürekli hale gelmiş oluyor, sonradan piyasaya dahil olan herkes, araya kârını koyup mali yükü malı sattığı bir sonraki ‘ev sahibine’ devrediyor. Bunun göstergesi olaraksa ikinci el konut satışlarının, ilk el satışlara oranla 2020 sonrası sürekli artması ortaya çıkıyor; yani aynı konutlar tekrar tekrar satılıyor.

    İlk ve ikinci el konut satış sayıları Kaynak: TÜİK, Konut Satış İstatistikleri, Mart 2022

Ülkede konut kıtlığı değil, artığı var

“Yeterince konut olmadığı” ve fiyatların bu yüzden arttığı ifadesi bir gerçeklik taşımıyor. Ülkedeki konut sayısı hiçbir zaman “konut kalmadığı” bir seviyeye düşmedi, 2019’un ikinci yarısından itibaren yavaşlama eğilimi gösterse de konut sayısı mutlak olarak sürekli arttı.

    Toplam Konut Sayısı Kaynak: TÜİK, Konut Sayıları, 2022



   

2013 yılından itibaren, 2014 yılında yaşanan istisna haricinde toplam nüfus içinde ev sahiplerinin oranı düşüş kaydederken aynı yıllar içerisinde kiracı oranı sürekli artış içinde oldu. 2013’te yüzde 21,3 olan kiracıların oranı, 2021 itibariyle yüzde 26,8’e çıktı.3 

Yıllara Göre Hane Sayıları ve Konut Sahipliği Durumu TÜİK, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2021

 2013’ten 2021’e değin, konut sayısı 11.256.552 artış gösterirken, hane sayısıysa yalnızca 4.840.185 artış gösterdi. Yani bir “konut açığı var olduğu” varsayılırsa konut inşaat hızı bunu kapatma yönünde hareket ediyor. 2013 ile 2021 arasında hane büyüklüğü 3,57’den 3,23’e düşmüş durumda.

Ev sahibi hane sayısının yaklaşık 2 milyon 186 bin artış gösterdiği göz önüne alındığında; Bu süreçte ev satışlarının tamamının sadece “yeni eklenen hanelere yapıldığı” gibi bir iyimser varsayımda bile, toplam hane sayısına eklenen yaklaşık 4 milyon 953 bin hanenin sadece yüzde 44’ünün oturduğu konuta sahip olduğu sonucuna varılıyor.4 Yani yine yeni yapılan konutlar, gelir eşitsizliği nedeniyle hali hazırda sınırlı sayıdaki hanenin elinde toplanmaya devam ediyor.

Konut fazlalığı bu durumda reel konut fiyatlarını düşürmekte etkili olmadığı gibi, ev sahiplerinin oranını arttırıp kiracıların oranını düşürmeye de yaramıyor.

Ortada erimeyen bir konut fazlasının olmasıysa, yeni konut üretiminin yatırım amaçlı konut piyasasına göre şekillendiğinin göstergesi olarak kendisini belli ediyor.

Konut sayısındaki artış dışında, inşaatı tamamlanmış ve kullanıma hazır konut sayısını 2013’ün başından 2020’nin sonuna kadar 5.999.175’lik bir artış göstermiş, bu süreçte ilk el satışlarsa 4.593.828 olarak kayıtlara geçmiştir.5 Yani satışa sunulamaya hazır konutların 1 milyondan fazlası satılamamış ya da satılmamış durumda.

Satışı yapılmayan her konut, konut stokuna eklenen konut fazlasını oluşturuyor. 2013 yılından 2020 yılına kadar, içinde kimsenin oturmadığı 1.462.393 konut üretilmiş durumda. TÜİK’in verilerine göre, Türkiye genelinde 2021 Aralık ayı itibarıyla 40 milyon 483 binin üzerinde konut mevcut. 25 milyon 636 bin hane bulunduğuna göre bu, ülkede hanelerin tamamının 1,5 katından fazlasına yetecek kadar konut olduğu anlamına geliyor.

Kiralardaki artış kader değil, piyasa ekonomisin başarısızlığının sonucu

Ülke genelinde kiraların genel seviyesinde yaşanan sıçrama, emlak piyasasında oluşan devri saadetin bir yıl gerisinden geldi. Pandemi, 2020 ve 2021 arasında yurttaşların çalışma yaşamı ve barınma tercihlerini değiştiren iki olayı tetikledi; Önlemlerin gelmesi ve kalkması.

Uzaktan çalışan hizmet sektörü çalışanları, daralma ve pandemi önlemleri nedeniyle işinden olan insanlar ve uzaktan eğitim yoluyla kampüsle ilişkileri sona eren öğrenciler, büyük kentlerde kira ödeme yükümlülüğünden kaçmanın yollarını ararken 2021’e kadar kiracı sayısı ve kiralık evlere olan talepler azaldı.

2021’deyse pandemi önlemlerin ilk defa gevşetilmesi, eğitim kurumlarının ve uzaktan çalışma kararı alan iş yerlerinin tekrar yüz yüze faaliyete başlaması, insanların yeni barınma alanları aramasına, dolayısıyla İstanbul, Ankara, İzmir, Kocaeli, Bursa gibi büyük kentlerde kiralık evlere yönelik talebin tekrar artmasına vesile oldu.

Tekrar ev kiralamak isteyen yurttaşlar bu sefer kiralık ev bulamadı, bulabildiyse de dudak uçuklatan kiralarla karşılaştı. 2021’in yaz aylarında başlayan kira krizi sadece kiracıların oluşturduğu talep artışıyla açıklanamıyor, tam tersine mülk sahiplerinin çoğunlukla evlerini kiralığa vermektense satılığa çıkartması sonucu ortaya çıkan bir ‘kiralık ev ilanı kıtlığı’ söz konusu.

Kiralık ev ilanı veren mülk sahiplerinin ve emlakçıların yaygın bir şekilde kullandığı Sahibinden.com adlı şirketin platformunda yer alan kiralık ev ilanı sayısı da bu konuda önemli bir fikir vermekte; 2021’de kiraların enflasyona göre hızla yükselmeye ve bireylerin kira ödeyebilme gücününse yine hızla düşmeye başladığı dönem, aynı zamanda kiralık ev ilanı sayısının da önceki yıllara göre rekor düşük seviyelerde gözlemlendiği dönem oldu.6 Özetle mülk sahipleri evlerini satmanın derdine düşerken evini kiralığa çıkartan ufak bir azınlıksa başka kiralık ilanın olmamasının verdiği rahatlıkla talep ettiği kirayı istediği kadar yükseğe çekme lüksüne sahip oldu.

Türkiye genelinde kiralık ve kiralanan konut sayısı (bin) Kaynak: Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi – Betam. Kiralık Konut Piyasası Görünümü - Mayıs 2022

Bu durumsa bulunduğu evi terk etmek zorunda kalan ve yeni ev arayan yurttaşların en büyük kâbusu oldu.

Kira krizinde Türkiye lider

Konut fiyatları ve kiralarda artış 2021 itibariyle birçok ülkenin büyük kentlerinde olağan hale gelirken, Türkiye’de söz konusu yılda barınma maliyetlerinin artışı tüm AB ülkelerindekinden daha fazla oldu. Türkiye’de 2021 boyunca konut fiyatlarında yüzde 59,77 artış yaşanırken, AB’de bu artış yüzde 10’la sınırlı kaldı.8

Türkiye’deki barınma maliyetleri artışsa, ülkedeki enerji, emek ve inşaat sektöründeki ara malların fiyatlarındaki artışların belirlediği konut inşaat maliyetlerinin çok daha üzerinde kaydedildi.

Resmi verilere göre barınma harcamaları için 2019 yılında Türkiye’de yaşayan hanelerin gelirleri üzerinden ortalama ayırdığı pay yüzde 24,1 olarak kayıtlara geçmişti.9 TÜİK’in bu alanda daha güncel bir çalışması bulunmamakla birlikte, 2021 Nisan’ıyla 2022 Nisan’ı arasında İstanbul özelinde mevcut kiracıların senelik kira fiyatlarında yüzde 45,48’lik artış yaşaması, yeni kiracının karşılaştığı kiralarınsa yüzde 161,4’lük bir artış görmesi söz konusu oldu.10

AKP hükümetinin 9 Haziran 2022’de açıkladığı kira düzenlemesiyse mevcut kiracılar için yapılacak kira artışlarını bir yıl süreyle yüzde 25’le sınırlandırma üzerineydi. Ancak söz konusu uygulama 1 Temmuz 2023’e kadar yapılacak kira zamlarını kapsarken bu düzenlemenin geçici olacağı belirtilmişti.  

Uygulama öncesindeki yasal sınır olan, TÜFE odaklı zam oranının tam uygulanmamasıysa olağan hale gelmiş durumda. Buna benzer olarak yeni yüzde 25 sınırının uygulanmadığı örnekler Temmuz ve Ağustos aylarında gündeme geldi.

Öte yandan konusu yüzde 25 sınırı önceki uygulamada 2022’nin Mart ayı yasal kira zammınında üzerinde yer alırken bu adım en iyimser ihtimalle hali hazırda şişirilmiş kiraların çeyreği kadar daha şişirilmesinden ibaret kalıyor.

Kiralar yoksullaşmanın en önemli kalemlerinden biri haline gelirken sermaye düzeni bu sorunu çözmek yerine derinleştirmek yolunda hareket ediyor. Bu soruna dönük çözümse konutun “yatırı-ma” konu olmaktan çıkarılmasında yatıyor.

Her yurttaşın sürdürülebilir şekilde barınma ihtiyacının karşılanmasıysa konut sektörüne kökten bir müdahaleyi kaçınılmaz kılıyor. Bu müdahaleyse devletin karakterine bağlı. Ülkede 1 milyonun üzerinde boş konut varken, kiralarda mantık dışı bir artışın olmasına meşru bir zemin bulunamaz.

Konut sektörü sermayenin ellerine bırakıldığında büyük kentlerin plansız ve verimsiz büyümesi, kent altyapılarında aşırı yüklenmeler ve şişirilmiş barınma maliyetleri kendisini gösteriyor.

KAYA EMRE UZMAY/SOL

  • 1.TÜİK 2022, Konut Satış İstatistikleri, Mart 2022
  • 2.TÜİK 2022, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2021
  • 3.TÜİK 2022, Gelir ve Yaşam Koşulları Araştırması, 2021
  • 4.TÜİK (2022). İstatistiklerle Aile, 2021
  • 5.TÜİK 2022, Yapı İzin İstatistikleri, I. Çeyrek: Ocak - Mart, 2022
  • 6.Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi – Betam. (2022). Kiralık Konut Piyasası Görünümü - Ocak 2022.
  • 7.Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası (TCMB). (2022). Konut Fiyat Endeksi
  • 8.Statistical Office of the European Communities (Eurostat). (2022). Eurostat House price index
  • 9.TÜİK. (2020). Hanehalkı Tüketim Harcaması, 2019.
  • 10.İstanbul Planlama Ajansı (İPA). (2022). İstanbul’da Konut Krizi İle Mücadele: Konut Finansmanı Projesi Üzerine Bir Değerlendirme


 

28 Ağustos 2022 Pazar

Yüreğimin sızısı - Işıl Özgentürk / Cumhuriyet

 

Yazımı yazmaya oturdum, başlıyorum, şarkıcı Gülşen’in tutuklandığı haberi önüme düşüyor. Öyle mi, öyleyse yazımın ilk paragrafı Gülşen olmalı. Sevin ya da sevmeyin Gülşen’in yanında olmamız gerek, amasız, fakatsız. Çünkü 40 yaşlarında bir kadın aylardır (her yer et oldu) diye acilen kadınların kapanmasını isteyen tarikat mensuplarına inat giyim kuşamından, kışkırtıcı şarkı sözlerinden vazgeçmiyor. Sahnede LGBTİQ’nun gökkuşağı bayrağını kahramanca yukarı kaldırıyor, en önemlisi bize bu ülkenin laik bir ülke olduğunu hepimize yeniden anımsatıyor. Bizi Afganistan yapmaya çalışanların Gülşen’e duydukları kini hep birlikte alt etmemiz gerek! İş işten geçmeden!

Şimdi yazıma dönebilirim. Meğer tam da sabah vakti, havada çılgın melisalardan yükselen o baştan çıkarıcı koku henüz durulmamışken uzaklarda bir yerde bir kumru inatla eşini çağırırken ve deli kırlangıçlar hiç durmadan kendilerince çok bildik bir rotada günlük uçuşlarını yaparken, bir baltanın iki yüzyıllık bir zeytin ağacının gövdesine ilk darbeyi vurması ve buna tanık olmak çok acıklı bir şeymiş. 

İlk darbeyi öteki darbeler izliyor, büyülenmiş gibi baltanın gövdede açtığı yarığa bakıyorum, her darbede biraz daha derinleşiyor. Ağaç ağlıyor sanki, iki yüzyıl boyunca yaşadığı bütün güzel anılar geliyor aklına. En güzel hasatlarını anımsamaya çalışıyor, çünkü az sonra gövdesi yan devrildiğinde tümünü unutacak, sonsuz bir sessizlik başlayacak onun için, çünkü artık o olmayacak. 

Ege’de bir kıyıdayım, bir yerlere yetişmem gerek ama gövdesi kanayan zeytin ağacının yanından ayrılamıyorum. Bu kalın, gün görmüş gövdeye indirilen her darbe, bu güzel ülkede işlenen cinayetleri anımsatıyor bana. 

Sefine Tersanesi’nde  koruyucu kemeri olmadığı için düşüp ölen 19 yaşındaki tersane işçisi Yasin Demirdağ geliyor aklıma, iş güvenliği uzmanlarının onun ölü bedenine kendilerini kurtarmak için kemer bağlamaya çalışıyorlar. Utançtan kıpkırmızı oluyor yüzüm.

Geleceğe dair tüm umutlarını yitirmiş gençler geliyor aklıma, kimi uyuşturucunun bağışlamayan bataklığında sadece ölümü bekliyor, kimi günlerdir, aylardır iş aradıktan sonra yatıştırıcı ilaçların verdiği düşleri olmayan bir uykuda, kimi  bir nebze olsun varoluşunu hissetmek için, çağdışı yöntemlerin, çağdışı söylemlerin her an beyin yıkadığı tarikat evlerinde, kimi sahte bir özgürlüğün peşinde olduğunu bile bile barların ve bir gecelik ilişkilerin müdavimi, kimi hiç yaşamıyor, sabah kalkıyor ve gecenin gelmesini bekliyor. O kadar. 

İntiharın eşiğine gelmiş tarım üreticileri geliyor aklıma. Sağa koyuyorlar olmuyor, sola koyuyorlar olmuyor. Kendilerini bu ülkeye yabancı hissediyorlar ve yaptıkları iş giderek anlamsızlaşıyor, bir tarla dolusu karpuzun olsa ne yazar, olmasa ne yazar? Fındığı toplasan ne olur, toplamasan ne olur? Konya Ovası’nda kuraklık buğday başaklarının büyümesini engellemiş, ne olur?

Zeytin ağacının gövdesi artık iyice yana yattı, az sonra iki yüzyıllık tarihi onunla birlikte yitip gidecek, yerine hemen beton dökülmeye başlayacak, tıpkı yol, metro yapılırken ortaya çıkan her biri kültür mirasımızın vazgeçilmezi olan amfi tiyatroların, limanların, güzelim heykellerin üstünü, onları anında  yeniden ölümün karanlık dünyasına yollamak için betonla döşediğimiz gibi... 

    Onu öldürdüler. İki yüz yıllık anıları yok oldu. Biz biraz daha yoksullaştık.

“İnsanların daha eşit, daha kardeşçe yaşadığı, kaynakların en verimli bir biçimde paylaşıldığı, savaşsız, türkülerin ve neşenin egemen olduğu bir dünya olabilir” diye, korkusuzca seslenenlerin, bunun için çözüm getirenlerin işkence odalarında çektiği acılar geliyor aklıma, zeytin ağacının gövdesine inen balta darbesinin sesi zaman zaman işkencecinin elinde açılıp kapanan monitörün sesine dönüşüyor, ardından bomba seslerine, silah seslerine.

Tarikat mensuplarını memnun etmek için atanmış valilerin birbiri ardına yasakladıkları şenlikler geliyor aklıma. Siz nasıl insanlarsınız, gençlere duyduğunuz bu sevgisizliğin nedeni ne? Onlar gençler ve eğlenmek, iyi müzik dinlemek, birbirlerine yaslanarak bu güzel ülkenin geleceği olduklarını hissetmek istiyorlar. Bu düşmanlık neden?

Balta, zeytin ağacının gövdesine son darbeyi indirdi.

Zeytin ağacı toprağın üstüne öylece yattı. Balta durdu. Bir an bir sessizlik oldu, ardından sessizlik buldozerin yeri göğü titreten dev sesiyle bozuldu. 

Ben zeytin ağacının gövdesini son kez okşayıp usulca oradan ayrıldım, uzun zamandır bizleri, bu ülkede yaşananları tanımlayacak bir sözcük arıyordum, buldum: HOYRATLIK.

Işıl Özgentürk / Cumhuriyet


Toygun Atilla ortaya çıkardı: Dünyayı gezip üstüne devletten maaş alan çift arkalarında en yüksek devlet memuru baba - YENİÇAĞ

 

Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Toygun Atilla, Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı Metin Kıratlı’nın yeni evli oğlu ve gelini için yaptıklarını yazdı.

                                                                ***

Oda TV Genel Yayın Yönetmeni Toygun Atilla, "En yüksek devlet memuru" diye hitap ettiği Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı Metin Kıratlı’nın atama serüvenini yazdı.

Gelin Kıratlı’nın Cumhurbaşkanlığına tepeden nasıl getirildiğini, oğlu ve gelininin önce Londra ve sonra New York’a nasıl atandıklarını " Açıl susam açıl..." diyerek tek tek anlatıyor.

Atilla, yazısında "Bu yazıyı atama için bekleyen öğretmenlere, iş bulmak için didinen üniversitelilere, evlatlarının geleceği için çabalayan emekçi babalara ithaf ediyoruz." ifadelerini kullanıyor.

İşte Toygun Atilla'nın o yazısı:

"Fransız şair, yazar, ahlakçı Jean de La Bruyere şöyle diyordu:

"Bir insanı tanımak istiyorsanız onu büyük mevkiye geçiriniz"

Biz de bugün "En yüksek devlet memuru" statüsündeki Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanı Metin Kıratlı'nın hikayesinden bahsedeceğiz.

Twitter'daki biosunda tüm anlı şanlı unvanlarından vazgeçmişti.

Kendini tek bir kelime ile ifade ediyor: "İnsan"

Ne kadar da güzel...

"En yüksek devlet memuru" Metin Kıratlı, kendisini sadece ve sadece "insan" olarak tanımlıyordu.

İnsan olmanın sorumluluğu elbette çok büyük...

Hele ki, Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığı bir görevi yürüten, "en yüksek devlet memuru" statüsünde bir insan olmanın sorumluluğu kim bilir nice...

"Bir insanı tanımak istiyorsanız onu büyük mevkiye geçiriniz"

Metin Kıratlı, hem insan hem de babaydı. Her baba gibi çocuklarının geleceğini düşünen, onların istikbali ile yakından ilgilenen babaydı.

Oğlu Hasan Celal, gönlünü yeni mezun bir avukat Gül Süslü'ye kaptırmıştı.

İki genç birlikte bir hayat kuracaktı. Bir baba olarak Metin Kıratlı evladını ve müstakbel eşinin geleceğini düşünmek zorundaydı.

O bir insan ve babaydı...

İlk iş henüz hukuk fakültesinden yeni mezun müstakbel gelinini Cumhurbaşkanlığı Hukuk departmanına sözleşmeli avukat olarak yerleştirmek oldu.

Açıl susam açıl...

Güzel bir gelecek için Gül Süslü'ye kapılar açılıyordu.

Cumhurbaşkanlığında sözleşmeli avukatlık elbette iyiydi güzeldi ama devir değişir değiştiğinde sözleşme iptal edilirdi. Müstakbel gelin için, garantili bir iş gerekliydi.

Tam da bu sırada Gül Süslü, Londra'da yüksek lisans yapmak için üniversiteden kabul aldı.

Yüksek lisansa gidecekti ama ücretsiz izne ayrılması gerekiyordu.

Kayınpederi Metin Kıratlı bu duruma kayıtsız kalamazdı.

Genç çift bu şekilde nasıl geçinecekti.

Gelinini istisnai memur kadrosu ile bir anda devlet memuru yaptı.

Açıl susam açıl...

Kapılar bu kez Gül Süslü için İletişim Daire Başkanlığı için açılmıştı.

Neden İletişim Başkanlığı diye soracak olursanız, orada çalıştığında dünyanın her yerinde görevlendirmesi yapılabilirdi.

Hem Londra'da okur, hem gezer, bir yandan da maaşını alabilirdi.

Zaten artık Hasan Celal Kıratlı ile Gül Süslü dünya evine girmişlerdi de...

Hasan Celal Kıratlı'da bu arada Yunus Emre Enstitüsünde işe yerleşmişti.

Baba Metin Kıratlı, oğlu ve gelini için her şeyi yapmıştı.

Genç çift mutlu ve mesuttu.

Metin Kıratlı'nın da baba olarak içi rahattı.

Gelini Gül Süslü Kıratlı, İletişim Başkanlığındaki görevi devam ettiği halde Londra'ya okumaya gitti. Hem eğitimini sürdürüyor hem de maaşını alıyordu.

Ancak bu kez de başka bir sorun oluşmuştu. Yeni evli çiftler birbirlerinden ayrı kalmıştı.

Metin Kıratlı, insan, baba, aynı zamanda da "en yüksek devlet memuruydu"

Çocuklarının geleceğini düşünmeliydi. Sevenler ayrı kalmamalıydı.

Gereğini yaptı.

Gelini Gül Süslü Kıratlı, İletişim Başkanlığından yapılan görevlendirme ile Londra'da hem eğitimini sürdürüp hem de "çalışırken" bu kez de Hasan Celal Kıratlı, Yunus Emre Enstitüsünden yapılan görevlendirme ile Londra'ya atandı.

Sevenler buluşmuştu.

Ancak bu kez de başka bir sorun oluştu.

Hasan Celal Kıratlı'nın, New York'ta yaşaması gerekiyordu.

Her ne kadar o şirketin Hasan Celal Kıratlı'ya ait olduğu ve kuruluş sermayesi olan milyon dolarların Almanya üzerinden aktarıldığı iddiası varsa da...

Elbette biz bunların hiçbirine inanmıyoruz.

Hasan Celal Kıratlı bir Türk genci olarak gurbet ellere New York'a çalışmaya gidecekti.

Gitti.

Yine sevenler ayrı kalmıştı.

Metin Kıratlı, insan, baba, aynı zamanda da "en yüksek devlet memuruydu"

Bu durumu çözmeliydi.

Çözdü.

Gelini Gül Süslü Kıratlı'ya New York'ta bir üniversite bulundu ve o da ABD'ye uçtu.

İletişim Başkanlığı'ndaki kadrosu mu?

Evet o halen devam ediyor.

Peri masalının sonuna gelirken.

Bu yazıyı atama için bekleyen öğretmenlere, iş bulmak için didinen üniversitelilere, evlatlarının geleceği için çabalayan emekçi babalara ithaf ediyoruz.

Son sözümüzü ise yine eskilerden gelsin...

"İnsan ile insan arasında fark vardır. Bir demirden hem nal hem de kılıç yaparlar"

(YENİÇAĞ)

Belgeli Yüksek Hızlı Tren rüşveti! Siemens, Kolin'den ödeme almak için yolsuzluğu mahkemeye taşıdı - Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

 


TCDD’nin Yüksek Hızlı Trenseti ihalesindeki rüşvet iddialarını Cumhuriyet gündeme getirmişti. Siemens’in kazandığı ihalede, 10 milyon Avroluk rüşvet ihbarı vardı. İhbarda, muhalefetin “beşli çete” diyerek hedef aldığı şirketlerden olan Kolin, aracılık ile suçlanıyordu. Haberin ardından TCDD’den yalanlama geldi. TCDD, iddiaların odağındaki Kolin’in de Siemens’in aldığı iş ile hiçbir ilgisinin olmadığını söyledi. Ancak ilk kez Cumhuriyet’in yayımladığı belgeler haberimizi doğruluyor.

Siemens Türkiye ile iki eski çalışanı arasındaki iş davasında gizlilik kararı verildi. Karar, Siemens’in talebiyle, TCDD’nin zarar görebileceği beyanlar nedeniyle alındı. Dava, Siemens’in TCDD’den aldığı, yaklaşık 60 milyon Avroluk Yüksek Hızlı Tren (YHT) ihalesini hatırlattı. Olay kafalarda soru işareti yaratırken Cumhuriyet, Siemens’in YHT ihalesiyle ilgili iç soruşturma raporunu ortaya çıkardı.

Soruşturma, Siemens’in, Kolin ile kurduğu ortaklıktaki rüşvet ihbarı nedeniyle yapılmıştı. İhbarda, “Siemens Türkiye’nin, alt tedarikçi Kolin’e, Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD) yetkililerine rüşvet dağıtması için fazla ödeme yaptığı...” ifadeleri yer alıyordu.

ÖDEMELERİN KARŞILIĞI YOK

İddiayı inceleyen Siemens soruşturmacıları, rüşvet iddialarını belgeleyemedi. Ancak Siemens’in Kolin’e yaptığı ödemeleri tutarsız buldu. “Siemens, Kolin’e, işini yapmamasına rağmen, neredeyse tüm sözleşme tutarında ödeme yaptı” tespitinin yapıldığı soruşturmanın ardından, Siemens sözleşmeyi feshetti. Kolin’den ödemelerini geri almak için Uluslararası Tahkim Mahkemesi’ne başvurdu. Bu arada, rapor sayesinde, Siemens’in, Kolin’i “yüksek riskli şirket” olarak tanımladığı anlaşıldı.

Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları, haberimizin ardından bir açıklama yaptı. Rüşvet iddialarını yalanlayan TCDD, Kolin’in alınan ihalede yapılan iş ile ilgisinin olmadığını söyledi. Cumhuriyet, yaşanan gelişmelerin ardından süreci aydınlatacak belgeleri yayımlıyor.

İŞTE ALMANYA’DAKİ SORUŞTURMAYA GİREN O BELGELER 

1 -SIEMENS’İN SORUŞTURMA RAPORU

20 Eylül 2021 tarihli rapor, “Siemens Mobility Türkiye şirketinde yolsuzluk ve toksik çalışma ortamı iddialarına yönelik soruşturma” başlığını taşıyor.

2- KOLİN İLE YAPILAN SÖZLEŞMENİN ELEŞTİRİSİ

Raporda, Kolin ile yapılan sözleşme için şu sonuca varılmış: Siemens Türkiye’nin Kolin ile yaptığı sözleşmenin içeriği sorunlu.

3- RÜŞVET DAĞILIMI İHBARI


Raporda, 10 milyon Avroluk rüşvet dağıtım ihbarı şu şekilde yer bulmuş: “İhbarı yapan, Siemens Türkiye’nin verdiği 10 milyon Avro’nun şu şekilde dağıtıldığını iddia etti: Yüzde 30 Türk devlet görevlilerine, yüzde 20 Kolin’e, yüzde 20 TCDD yetkililerine, yüzde 20 ise Siemens ile Kolin’i buluşturan aracılara, yüzde 10 ise Siemens Türkiye’nin yöneticilerine.”

4- TCDD, ‘YOK’ DEDİ AMA SÖZLEŞME VAR



TCDD, söz konusu iş ile Kolin’in ilişkisinin olmadığını söyledi. Ancak Siemens’in Kolin ile 1 Ağustos 2018 tarihli sözleşmesi var. Sözleşme açıkça, TCDD’ye tren seti ve bakım-onarım işini kapsadığını belirtiyor.

5- TCDD, KOLİN’İ TANIYOR

TCDD, açıklamasında Kolin’den habersiz görünse de TCDD’nin resmi yazışmalarında Kolin’in adı geçiyor. 14 Ekim 2021 tarihli, TCDD Araç Bakım Dairesi Başkanlığı’nın hazırladığı yazıda, Kolin’in YHT projesinde destek ekibi olarak yer aldığı anlatılıyor.

Barış Terkoğlu / Cumhuriyet

27 Ağustos 2022 Cumartesi

İngiltere'de emekçi sınıfların düşmanları - Erhan Nalçacı / SOL

 

'İngiltere’de yeterli bir siyasi öncü var mı, işçi hareketi sermayeden ne kadar bağımsız diye sormayın, her şey dünyada çok hızlı gelişecek ve su yolunu bulacaktır akmak için.'

Geçen gün İngiltere Dışişleri Bakanı Liz Truss Muhafazakâr Parti toplantısında “Nükleer silah kullanmaya hazır olduğunu” söylemiş.


Sermaye sınıfının son dönemde iyice sivrilen canavarlığı seçtikleri siyasilerin karakterinde somutlanıyor. Liz Truss büyük ihtimalle kısa bir süre sonra başbakan olacak ve anlaşılan kışkırtılan emperyalist paylaşım savaşında dünya emekçi sınıflarına karşı yıkıcı bir rol oynamaya kendini hazırlamış.

Dünyada emekçi sınıflarının düşmanı olan kendi ülkesinde de emekçi sınıfların düşmanıdır, bu yazıda bu özelliğe değineceğiz. 

Ancak önce nükleer silahları dünya halkları üzerinde kullanmaya varan saldırganlığın Liz Truss’ın akılsız kişiliği ile ilgili olmadığını ve uzun vadeli bir sermaye politikasının ürünü olduğunu hatırlayalım. Geçen yılın Nisan ayında bu köşede yayınlanan “İngiltere neden nükleer savaş başlığında artırıma gidiyor?” başlıklı makalede bu bütünlüğe değinmiştik. İngiltere bu tarihlerde genel eğilim olarak kabul edilen nükleer başlık sayısını azaltmaktan vazgeçtiğini, aksine nükleer başlıkları 180’den 260’a çıkarmaya karar verdiğini duyurmuştu.

Belki İngiltere sermaye sınıfının bu uğursuz geleneğini İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında Sovyetler Birliği’ne karşı nükleer silahların kullanılması talebinin şampiyonluğunu yapan Churchill’i hatırlayarak daha iyi anlayabiliriz.

Dünyada emekçi sınıflara düşman olan kendi ülkesinde de emekçi sınıfların düşmanıdır demiştik.

İngiltere’de pandemi esnasında emekçilerin yaşam standartlarında oldukça önemli bir gerileme yaşadı. Şimdi ise yüzde 10’u geçen bir enflasyon dalgası emekçi sınıfları belirgin bir şekilde yoksulluğa sürüklüyor. Bu yılın ilk yarısında gıda kısıtlamasına giden veya öğün atlamak zorunda kalanların yüzde 57 arttığı bildiriliyor. Yedi yetişkinden birinin gıda güvenliği sorunu bulunuyor. Üç milyona yakın çocuk ise ya öğün küçültmek veya atlamak zorunda kalıyor.

Ve bu durum elektrik ve doğalgaz fiyatlarındaki durdurulamayan artışla giderek daha kötüye gidiyor. Daha dün elektrik ve gaza yüzde 80’lik çok büyük bir zam geldi.

İngiltere’de sermayenin neden olduğu ve emekçi sınıfları vuran yoksullaşmaya karşı çıkacak doğal güç işçi sınıfıydı. İngiltere özellikle bu yaz ulaşım sektöründen başlayan grevlerle sarsıldı. İki gün önce İngiltere’de yaygınlaşan ve bütünleşme özelliği gösteren grev dalgasını Eren Korkmaz soL Haber’de yazdı.  

Demiryolu, kent içi ulaşım, posta ve iletişim, sağlık, eğitim, belediye, liman işçileri… Yüz binlerin direnişi önemli bir sınıf mücadelesine eşlik ediyor.

Aşağıdaki fotoğrafta demiryolu işçileri “Herkes için güvenli demiryolu, kesintiler öldürür” sloganları ile yürüyorlar.

   Demiryollarında örgütlü RMT sendikasının protesto gösterisinde işçiler 'Herkes için güvenli trenler ve kesintiler öldürür' dövizleri ile yürüyor.

1995’teki özelleştirme sürecini anlatan Ken Loach’ın Demiryolcular filmini hatırlıyor musunuz? Zamanında özelleştirmelerin sınıfa düşmanlığını anlatmak için çok kullanmıştık bu filmi. Film demiryolu işçilerinin bir sabah tabelaların değiştiğini, kendilerini devlete ait işletme yerine parçalara bölünmüş taşeron şirketlerin işçileri olarak bulduklarını anlatıyordu. Taşeron şirketler işçi sayısını azaltıyor, sonunda bu süreç bir tren kazası ile sonlanıyordu.

Şimdi İngiltere’de işçiler bir kez daha ayaktalar ve toplumsal destekleri giderek artıyor.

Dünya halklarına nükleer silah atmayı görevleri arasında gören Liz Truss ise bu eylemleri engellemek için kesinlikle adım atacağını açıklıyor. Ulaştırma bakanı Shaaps ise grevleri zorlaştırmak ve önlemek için 16 maddelik bir plan üzerinde çalıştıklarını duyurdu ve tıpkı Thatcher gibi işçileri yeneceklerini söyledi. 

Gerçekten Thatcher’ın 40 yıl kadar önce başlattığı sınıfsal saldırı işçi sınıfının yenilgisi ile sonuçlanmıştı. Türkiye’den de biliyoruz, farklı sektörlerdeki işçiler yalnızlaştırılarak tek tek yenilgiye uğratılmıştı: Tüpraş, Telekom, Tekel, Şeker Fabrikaları…

Ama şimdi ortam hiç de Thatcher’ların zafer kazandığı ortama benzemiyor. O dönem sosyalizmin bütün cephelerde geriye çekildiği bir dönemdi. Şimdi bir sosyalist devrim dalgasının arifesindeyiz.

O zaman bugün olduğu gibi bütün dünya emekçi sınıfları bir paylaşım savaşı ile tehdit edilmiyorlardı. 

1990’da emperyalizm sosyalizme karşı büyük bir zafer kazanmıştı, şimdi bunun dünya emekçileri için neye mal olduğu çok iyi anlaşılıyor.

O zaman “özel güzeldir”in ideolojik bir gücü vardı, şimdi kolaysa işçilere özelleştirmelerin nimetlerinden bahsedin. Zaten grevci işçilerin talep maddelerinden biri devletleştirme. 

Ama İngiltere’de yeterli bir siyasi öncü var mı, işçi hareketi sermayeden ne kadar bağımsız diye sormayın, her şey dünyada çok hızlı gelişecek ve su yolunu bulacaktır akmak için.

Erhan Nalçacı / SOL



Yanan şehrin kıyısındaki tuz direkleri - ORHAN GÖKDEMİR/SOL

 

'Sodom ve Gomore yandı, yine yanacak. Ama yanan ahlaksız şehirlerin küllerinden yeni bir dünya da doğacak. O gün dönüp bakmayacağız yanan şehirlere.'

AKP Ağrı merkez ilçe başkanı sağlık sorunlarını gerekçe göstererek istifa etti önceki gün. İşkur efektidir bu. 

İşkur efekti de ne, diye soracağınızı biliyorum. Şöyle açıklayayım: Sosyal medyada ortaya atılan iddialara göre, Ağrı İşkur İl Müdürü Gıyas Güven, iş bulma bahanesiyle kandırdığı kadınlarla arabada seks yapıyordu. Birileri o seanslardan birini kayda almış ve sızdırmıştı. Anlayacağınız İşkur müdürünü iş üstünde yakalamışlardı. 

Yakalayan kim? Ağrı’da acımazsız bir savaşın içinde olan diğer AKP’liler. Ağrı’yı parselleme kavgası esası, anlayacağınız. 

Görüntülerin sosyal medyada dolaşıma sokulmasının ardından İşkur İl Müdürü görevden uzaklaştırıldı. Arkasından AKP merkez ilçe başkanı da gitti. Anlaşılan onun da kaseti vardı birilerinin elinde. Sağlık sorununu gerekçe gösterdi, şiddetli baş ağrısıdır. 

Kasetli iş tutma uzmanımız Gıyas Güven, AKP’li Belediye Başkanı Savcı Sayan’a yakın bir isim. Karısı Adalet Güven, 2018 seçimlerinde AKP’den aday adayı olmuş. Uzmanımızın İşkur'dan işe alım mülakatlarında taliplilere yönelttiği ilk sorunun “AK Parti’ye üye misiniz” şeklinde olduğu iddia ediliyor. Yani o da uzman kılıklı bir AKP militanı. Savcı Sayan ise son günlerde başka bir AKP’linin, Ağrıspor Kulübü Başkanı Mehmet Yıldırım’ın, “kulübe çökmek istiyor” suçlamasına muhatap olmuştu. Gıyas Güven, Savcı Sayan ve Mehmet Yıldırım'ın araların Ağrıspor’un satışıyla ilgili kara kedi girdiği iddia ediliyor. Hatırlayacaksınız, Savcı Sayan otomatik silahlı adamlarıyla şehir turu atmıştı yakın zamanda. Ağrıspor’un AKP’li başkanına gözdağıdır. Kasetlerin havada uçuşması, görevden almalar, istifalar, silahlı gözdağları ahlak elden gitti kavgası değil çıkar kavgasıdır. Kamu malını yağmalama savaşındaki iş kazalarıdır. 

Görüntüler ortada. Gıyas’a bakıp kıyas yapıyor değiliz. Üzülerek yazıyorum, iki taraflı ahlaksızlık bu. Biri makamını zevki için kullanıyor, diğeri iş bulma vaadiyle kendini kullandırıyor. İçinde ahlakın kırıntısı yoktur, tam bir Sodom-Gomore hikayesidir. Çocuk istismarından yargılanan Kuran kursu hocaları, namaz kılmayan dövülebilir öldürülebilir diyen imamlar- ilahiyatçılar gırla. Bir şarkıcıyı polis zoruyla götürüp tutukladılar imam hatiplilere laf söyledi diye. Geçtik hepsini, “Kartal İmam Hatipliler” adında bir odak var ülkemizde. Ülkeyi parsel parsel bölüp paylaştılar aralarında. Bir imamlar düzeni kuruldu böyle böyle. İçinde bol din var ama gram ahlak kalmamıştır. 

AKP sağa sola din ve ahlak ayarı vermeye çalışırken içerisi Sodom ve Gomore görüntüsünde. Kıyamet koptu kopacak. Dinleri ve ahlaklarıyla birlikte taş kesilmek üzereler. 

                                                                     ***

Çağımızın ruhu bu, dinleri olan ve ahlaka ihtiyaç duymayanların başını çektiği kanlı karanlık bir zaman aralığındayız. Hırsızlık, tecavüz, sapkınlık, zulüm ve ahlaksızlık inançların ayrılmaz parçaları artık. Sanki birdenbire Sodom ve Gomore şehirlerinin talihsiz insanlarına dönüştük. Sanki eski ahidin içinden zamanımıza fırlatılmış bir Lut kavmiyiz, bir inanç selinde ahlaksızlıktan boğuluyoruz.

Hikâye “Tevrat”ın “Tekvin” bölümünden: İki melek akşam saatlerine Sodom’a vardılar. Lut Sodom’un kapısında oturuyordu. Onları görünce karşılamak için kalktı, yere kapandı, evine buyur etti. İki melek Lut’un evine gitti. Şehre iki melek geldiğini öğrenen Sodom’un her mahallesinden genç yaşlı adamları, evi sardı. Lut’u çağırıp “Bu gece senin yarına giren o adamlar nerede? Onları bize ver ve onları bilelim” dedi. Lut, evi saranlara onlara kötülük etmemesi için yalvardı. Hatta evi saran azgın kalabalığa bekâr kızlarını vermeyi teklif etti. Fakat kalabalık “bilmek” için adamları istiyordu. Lut’u itip geçtiler, kapıya yanaşınca melekler onları kör etti.

Kuran, hikâyeye daha realist bir dille yaklaşıyor. Şuara Suresinde ve şöyle: “Siz bütün yaratıklar içinde erkeklere mi yaklaşıyorsunuz. Tanrınızın sizin için yaratmış olduğu kadınlarınızı bırakıyorsunuz da? Hayır, siz sınırı aşmış bir kavimsiniz.

Bunun üzerine melekler Lut’a ailesini alıp şehirden çıkmasını söylüyor. Karar vermişler bu çürümüş şehri harap edecekler. Lut’u, karısını ve kızlarını şehirden çıkarıyorlar, yükseklere kaçmalarını ve arkalarına bakmamalarını salık veriyorlar. Sonra Sodom ve Gomore üzerine göklerden kükürt ve ateş yağıyor. Fakat Lut’un karısı da dönüp yanan şehre bakıyor ve bir “tuz direğine” dönüşüyor. O da çürümüşler arasındadır. Dönüp arkaya bakanlar, çürümüşlerdir.

Tekvin hikâyesinin gerisi daha tuhaf. Şehirden çıkmasına izin verilen tek “ahlaklı” adam olan Lut kızlarıyla beraber dağda oturmaya başlıyor. Kutsal kitaba göre kızlar babalarının kocamasından ve herkes öldüğü için yanlarına girecek adam bulunmamasından endişeli. Babalarını sarhoş edip koynuna giriyorlar. Böylece Lut’un iki kızı da babalarından hamile kalıyor. Çürümeden çıkarılan din kültürü ve ahlak bilgisidir.

Dinleri olan ve ahlaka ihtiyaç duymayanların yönettiği kanlı karanlık bir zaman aralığına esinini veren bir hikâye bu. Hırsızlık, tecavüz, sapkınlık, zulüm ve ahlaksızlığın inançların ayrılmaz parçasına dönüştüğü lanetli bir çağın iç burkan kehaneti. Ve kapitalizmin çürüme çağında, sanki birdenbire, Sodom ve Gomore şehirlerinin talihsiz insanlarına dönüştük. Sanki bir inanç selinde ahlaksızlıktan boğuluyoruz. Sanki kapitalizm bütün insanlığı çürüttü, kirletti. Ahlak yetmezliğinden paramparça edilmek üzereyiz.

                                                                      ***

Tanrı Sodom ve Gomore’yi yok etme niyetini İbrahim’e açıkladı. İbrahim Tanrıya, ahlaksızların arasında ahlaklıları da yok etmesinin doğru olmayacağını söyledi. Tekvin’e göre, Tanrı, İbrahim’e şehirde 50 salih adam bulabilirse şehri yakmayacağını söyledi. İbrahim aradı, şehirde salih 50 adam bulamadı. Bu pazarlık onar onar inerek 10’a kadar sürdü. İbrahim şehirde 10 salih adam bulamamıştı. Sodom’da Lut kavminin trajedisidir bu.

Bakın işte, din ve ahlak yaymak için geldiler. Çaldılar, öldürdüler, adaletsizlik yaydılar, zulmettiler. Ülkenin her köşesinden Lut kavminin sapıklığı ile yarışan tuhaf hikâyeler fışkırıyor. İnançlı adamlar, kendilerine teslim edilmiş çocuklara tecavüz ediyor. Başka inançlı adamlar, tecavüze uğramış çocukları değil, tecavüz eden inançlıları savunuyor. Baksan aralarında 50 salih adam yok; bir inanç selinde ahlaksızlıktan boğuluyoruz.

                                                                         ***

Genç cumhuriyetin yazarı Yakup Kadri “Sodom ve Gomore’yi” 1928’de yayınladı. Mütareke döneminin İstanbul’una bakınca aklına gelmişti bu adla bir romanı yazmak. Batı hayranı yüksek zümreden erkekler, düşman subaylarıyla aşk yaşamak için çırpınan kadınlar ve kaderlerini emperyalist işgalcilerin zaferine bağlamış işbirlikçilerin oluşturduğu bir toplamdı bu. Çöküş ve kokuşmuşluk içindeydi şehir. O kadar ki işgalci İngiliz askerleri bile şehre bakıp tiksinmekteydi; “Buradan gitmek istiyorum. Şark semasının bu çiğ aydınlığı, bu yaygaracı insanları, bu pis, bu kokmuş şehir bana bir tiksinti vermeye başladı.” İşgal altındaki İstanbul yazara böyle görünmüştü. Bir yanıyla Sadom veya Gomore’ydi. Ama aynı zamanda o çürümenin ortasında yeni bir hayat filizleniyordu. O hayata, şimdi, cumhuriyet diyoruz. 

                                                                     ***

Dinleyin. Küle dönmek üzere olan şehirlerden yükselen iniltiler duyduklarınız. Parçalanıyor, çözülüyor eski dünya. Her yanından ahlaksızlık fışkırıyor. Tuz direkleri her yanda. Ahlaksız ve merhametsiz bir güruhun işgali altında ülke. Sahte bir dindarlık kaftanı geçirildi üstüne fakat. Alttaki gerçek Tekvin’in yanan şehirleridir. 

Sodom ve Gomore yandı, yine yanacak. Ama yanan ahlaksız şehirlerin küllerinden yeni bir dünya da doğacak. O gün dönüp bakmayacağız yanan şehirlere. Özgürlüğe, eşitliğe, sosyalizme artık her zamankinden daha fazla mecburuz!

ORHAN GÖKDEMİR/SOL