15 Haziran 2023 Perşembe

15-16 Haziran'da gerçekte ne oldu? - soL/DOSYA

 


15-16 Haziran'da gerçekte ne oldu? (Alpaslan Savaş-15.06.2022)

52. yıldönümünde büyük işçi direnişine bugüne bıraktığı dersleri de görmeye çalışarak yakından bakmak: 'Büyük işçi direnişi kendi başına ortaya çıkmış bir tesadüf değildi.'

1970 senesinin 15-16 Haziran günlerinde neler oldu? İşçiler bu iki günde niçin ayaklandılar, fabrikalarda şalterleri indirip kent merkezlerine doğru yürüyüşe geçtiler? Bu direniş için kimler neler söyledi, nasıl tutum aldı? 52’nci yıldönümünde büyük işçi direnişine bugüne bıraktığı dersleri de görmeye çalışarak yakından bakalım istedik.

Hiçbir şey nedensiz değildir

“Çıplak ayaklısı, yanık döşlüsü

İşten atılmışı, keser dişlisi

Sakatı, hastası, genci, yaşlısı

Evinden dışarı çıktı yürüdü”

1960’lı yıllar, Türkiye’de işçi hareketinin yükselişe geçtiği yıllardır. Bu dönem başta grev hakkı talebi olmak üzere gerek işyeri bazlı, gerek bölgesel, gerekse ülke çapında pek çok işçi eylemi meydana geldi.

Aynı zamanda 60’lı yıllar Türkiye sosyalist hareketinin de işçi sınıfı içinde daha fazla örgütlendiği ve toplumsal bir alternatif olarak kendini hissettirdiği yıllar oldu.

15-16 Haziran eylemlerini ateşleyen gelişme, işçi hareketinin yakaladığı bu çıkışı durdurmak için hazırlanan bir yasa tasarısının Meclis’te kabul edilmesidir.

Tasarı, sendikal hakları belirleyen yasalarda bir dizi değişiklik öngörmekteydi.

Bu değişikliklerin pratikteki karşılığı ise kuruluşunun üzerinden henüz üç yıl geçmiş olan Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu DİSK’i hedef alıyordu.

İşçiler için çekim merkezi olmaya başlayan DİSK, kaçınılmaz olarak sermaye sınıfının hedefine girdi. İşçi sınıfının ve sosyalist hareketin artan etkisini de kırmaya yönelik bir hamle olarak DİSK’i tasfiye edecek bir yasa tasarısı hazırlandı.

Türk-İş’in desteğiyle hazırlanan bu yasa tasarısı, sendikaların ülke çapında faaliyette bulunabilmesi için işkollarındaki işçilerin en az üçte birinin üye olması zorunluluğu getiriyordu. Bu baraj, kısa bir süre önce kurulan DİSK’in ve ona bağlı sendikaların fiilen örgütlenemez ve işçileri temsil edemez hale gelmesine neden olacaktı.

İşçiler tasarı mecliste kabul edildikten birkaç gün sonra harekete geçtiler ve Türkiye sınıf mücadeleleri tarihinde önemli bir etki yaratacak 15-16 Haziran direnişini gerçekleştirdiler.

İki gün boyunca İstanbul’un Avrupa ve Anadolu yakasında, Kocaeli’nde ise kimi bölgelerde fabrikalardaki üretimi durdurdular.

Birlikte kent merkezlerine yürüdüler.

Direniş öncesi 10 yıl: Sınıf haline gelen işçiler

15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi kendi başına ortaya çıkmış, bir tesadüf değildi. Öncesi var. Yıllarca “yoktur” denilen işçi sınıfının kendini göstermeye başlayıp sermaye sınıfının biçtiği kalıba hiç de sığmayacağını gösteren örnekler var.

Saraçhane’de miting

1961 yılındaki bu miting, bahsettiğimiz dönemin ilk kitlesel işçi eylemidir. İstanbul Sendikalar Birliği’nin 31 Aralık günü İstanbul Saraçhane meydanında düzenlediği bu mitingin gündemi, 61 Anayasası ile tanınan grev hakkının yasal statüye kavuşması idi. Saraçhane mitingi 60’lı yılların yükselen işçi hareketi için açılışı temsil ediyordu.

Kavel'de grev

Saraçhane mitingini izleyen yıllarda işçiler, pek çok işyeri eylemi ve fiili grev yaptılar. Bunların arasında belki de en önemlisi 1963 yılındaki Kavel grevidir. İstinye sırtlarında kurulu, Vehbi Koç’un bu kablo fabrikasında, birkaç yıl sonra DİSK’in kurucu sendikaları arasında yer alacak olan Türkiye Maden-İş Sendikası örgütlüydü.

Koç, işçilerin ikramiyeleri başta olmak üzere toplu sözleşmedeki kimi haklarını geri almak istiyordu. Aslında derdi sendikadan kurtulmaktı. İşçiler bunun üzerine greve çıktılar.

Fabrikanın bulunduğu İstinye ve çevresinde yaşayan halk, grevci işçilere büyük destek verdi. İşten çıkarmalar, jandarma baskısı ve tutuklamalara rağmen işçiler mücadeleyi sürdürdü.

Kavel grevi, 1961 Anayasası’na girmiş olan grev hakkını düzenleyen yeni iki yasanın çıkmasını hızlandırdı. Ancak yine de Meclis’te kabul edilen yasalardaki grev hakkı Anayasa’da yer aldığı ölçüde geniş tanımlanmadı. Buna yönelik mücadele ileriki yıllarda da devam etti.

Ankara'da 'Açların yürüyüşü'

15-16 Haziran direnişinin öncesindeki on yılda işçilerin yaptığı eylemler arasında Türkiye tarihinde ilk denilebilecek nitelikte pek çok eylem vardır. Onlardan bir tanesi de 1962 yılında gerçekleşen ve “Açların yürüyüşü” olarak adlandırılan işsizler eylemidir.

3 Mayıs 1962 tarihinde çoğu inşaat amelesi olan 5 bine yakın işçi ve işsiz, Yapı-İş Federasyonu’nun Ulus’taki binası önünde toplanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne doğru yürüyüşe geçti. Valiliğin izin vermemesine rağmen yapılan yürüyüşü emniyet güçleri durduramadı, işsizler Meclis’in kapısına dayandı.

Bu ölçekte bir işsiz eylemi, üstelik Başkent’te ilk kez yaşandı ve mecliste işsizlik sorunu üzerine bir görüşme yapılmasını ve bu konuda bazı kararlar alınmasını sağladı.

Fabrikalarda işgal

15-16 Haziran direnişinden birkaç yıl önce pek çok fabrikada işçiler işgallerle haklarını aradılar. Alpagut Kömür işletmeleri, Derby Lastik, Emayetaş, Singer, Türk Demir- Döküm bu işgallerden en çok bilinenleridir.

Hatta işgal edilen işletmelerden bazılarında işçiler yönetime el koyarak üretimi sürdürdüler ve satıştan elde ettikleri gelirle işçi alacaklarını ödediler.

Okullarda boykot

İşçi sınıfının devlet memuru olarak istihdam edilen kesiminin de bu dönem hareketlendiğini görüyoruz. 1965 yılından sonra pek çok memur sendikası kuruldu. Bu sendikaların arasında en etkili olan Türkiye Öğretmenler Sendikası, TÖS oldu. TÖS, kısa sürede on binlerce öğretmeni harekete geçirmeyi başardı. Dönem boyunca hem öğrenci hem öğretmen boykotları yaşandı.

Çok daha fazlası var ve hepsi son derece büyük etki yarattılar. İşçilerin “sınıf kimliği” kazanmasında rol oynadılar.

İşçiler laf olsun diye fabrika işgal etmiyor. Ya da büyük bir mitingi “hadi şimdi de bir gösteri yapalım” diye organize etmiyor. Tümü sermaye sınıfından ve devletten talepler ya da tersinden haklarını korumak için yapılıyor. Ama mutlaka bir örgütlenmeye denk düşüyor. Örgütlenen sınıf daha hızlı harekete geçiyor. Boyun eğmiyor. Ve tüm bu döngü, işçi sınıfının bir toplumsal sınıf olarak daha güçlü şekilde sahneye çıkmasını sağlıyor.

DİSK ve TİP

Türk-İş’i bağımsızlığını kaybetmekle ve hükümetlerin dümen suyuna girmekle suçlayan 5 sendika, konfederasyondan ayrılarak 1967 yılında DİSK’i kurdu. Yani 15-16 Haziran direnişinden sadece üç yıl önce. DİSK, bu kısa sürede işçiler için çekim merkezi olmayı başardı.

DİSK’e dair bir diğer önemli nokta ise kuruluşuna öncülük eden sendikacıların önemli bir bölümünün 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi kuruluşunda da yer almış olmalarıdır. Bu sendikacılar 1940’ların sonunda komünistlerin öncülüğünü yaptığı sendikal çıkışın bir adım sonrasının ürünüydüler. Sendikal örgütlenmeyi hem yasal olarak hem de bizzat Amerikan yardımıyla kontrol altına almaya çalışan devletin kabına sığamayan sendikacılardı diyebiliriz. Aralarında Kemal Türkler, İbrahim Güzelce, Avni Erakalın gibi isimler var. Bu işçi önderleri, komünist aydınlarla birlikte partiyi Türkiye siyasetinde bir aktör haline getirdiler.

15-16 Haziran 1970 tarihine geldiğimizde işçi sınıfı için çekim merkezi haline gelmiş bir sendikal merkez ve kendisini siyasi olarak temsil etmeye aday bir parti vardı.

İşçi sınıfı iddia sahibi olunca

15-16 Haziran direnişinin hemen öncesinde Türkiye işçi sınıfı, toplumsal açıdan kendisini ifade etmede oldukça kuvvetli bir iddiaya sahip hale gelmişti. Üstelik bu iddia soldaki ve sendikal alandaki tüm yetersizliğe rağmen ortaya çıkmış bir durumdur.

İşçi sınıfının toplumsal açıdan iddialı bir varlık haline gelmeye başlamasının, sermaye sınıfını fazlasıyla tedirgin etmesi son derece normal. 15-16 Haziran direnişinin fitilini ateşleyen gelişme de sermaye sınıfının bu konudaki tedbir arayışı oldu.

İşçilerin sendikal örgütlülüğüne müdahale anlamına gelen, başlarken sözünü ettiğimiz yasa tasarısı işte böyle gündem geldi.

Sınıfın 'çanına ot tıkamak'

Bu söz dönemin Adalet Partili Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk’e aittir. Yasa tasarısı meclise sunulduğu sırada toplanan Türk-İş Genel Kurulu’ndan yansıyan “DİSK’in çanına ot tıkayacağız” sözleri, yıllarca akıllarda kalmıştır.

Tasarıda öngörülen değişikliklerin en önemlisi, bir sendikanın ülke çapında faaliyet gösterebilmesi için işkolundaki işçilerin en az üçte birini temsil etmesi zorunluluğuydu.

Bu zorunluluk aynı zamanda konfederasyonlar için de getirilmişti.

Bu değişiklik DİSK ve bağlı sendikaların örgütlenmesini engelleyecek, Türk-İş’in tek konfederasyon olarak varlığını sürdürmesine neden olacaktı.

Tasarının hazırlanışına Türk-İş katkı verdi.

İktidardaki Adalet Partisi ile muhalefetteki Cumhuriyet Halk Partisi ayrı ayrı iki tasarı sunmuş olsa da, meclis komisyonunda uzlaştılar.

11 Haziran 1970 tarihinde Millet Meclisi’nde 3,5 saat süren görüşme sonucunda yasa tasarısı kabul edildi.

İşçiler: Bunlar sendikaları kapatıyor

İşçilerin bu değişikliği kavrayışı son derece basit ama basit olduğu kadar sarsıcıdır. Yaygın kanaat “bunlar sendikaları kapatıyor” olmuştur.

Aslında bu değerlendirme yanlış değildi. İşçinin kendi tercihiyle sendika seçebilmesi değil de, devletin ya da patronların göstereceği sendikaya mecbur kalması, bir bakıma aynı anlama geliyordu. Kendisinin olmayan bir örgüt neye yarardı?

Yasa mecliste kabul edildikten sonra DİSK 14 Haziran tarihinde işyerlerinden temsilcilerin ve sendikacıların katılacağı bir toplantı çağrısı yaptı. Kemal Türkler’in başkanlığında toplanan temsilciler işyerlerinde “Anayasal direniş komiteleri” kurma kararı aldı. Komiteler yasaya karşı işyerlerinde yapılacak eylemlere hazırlık amacı taşıyordu. Aynı toplantıda bir de 17 Haziran günü büyük bir miting yapılması kararı alındı.

Bu toplantıya öncü-devrimci işçilerin kararlılığının yansıdığını anlıyoruz.

Bir de fabrikaların iyiden iyiye kaynadığını, işçilerin sabrının taştığını…

Çünkü 17 Haziran’da yapılması planlanan mitingi beklemeden, bu toplantıdan bir gün sonra işçiler harekete geçti. 15 Haziran sabahı İstanbul ve Kocaeli’nde pek çok işyerinde direniş başladı.

Kim ne dedi?

ADALET PARTİSİ PATRONLARIN HİZMETİNDE

Türk-İş’in 8. Olağan Genel Kurulu, 15-16 Haziran direnişinden bir ay önce, 11-16 Mayıs 1970 tarihinde Erzurum’da toplandı. Söz konusu yasal düzenlemenin meclise sevk edildiği sırada toplanan genel kurulda Adalet Parti hükümetinin temsilcileri DİSK’in tasfiye edileceği müjdesi veriliyordu:

Millet Meclisi Çalışma Komisyonu Başkanı Turgut Toker: “274 ve 275 sayılı yasalarda yapılacak değişikliklerin yürürlüğe girmesiyle Türkiye’de Türk-İş’ten başka konfederasyon kalmayacak. Kanunun koyacağı koşullara uymadığı için DİSK tasfiye olacaktır.”

Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk: “DİSK rejimi yıkmak bahanesiyle genel grev yapmak arzusundadır. DİSK’in varlığı sebebiyle genel grev söz konusu değildir.”

Türk-İş genel kurulundan yansıyan bir diğer konuşma ise yine Çalışma Bakanının “DİSK çanına ot tıkayacağız” sözleriydi.

CHP TASARININ ARKASINDA

Yasa tasarısı 11 Haziran 1970 tarihinde Meclis Genel Kurulu’nda görüşülmeye başlandı. Genel kurul öncesi yapılan komisyon çalışmalarında iktidardaki Adalet Partisi ile muhalefetteki CHP, tasarı üzerinde mutlak bir uzlaşı sağladı. Meclis görüşmeleri sırasında CHP’li milletvekilleri açıkça yasanın arkasında duruyordu.

CHP Milletvekili Burhanettin Asutay: “274 sayılı kanunun 7 yıllık uygulamasında birçok aksaklıklar ve boşluklar olduğu tespit edilmiştir. Yılların ortaya çıkardığı noksanları bertaraf etmek maksadıyla CHP milletvekilleri olarak bizler bir kanun teklifi yapmış, hükümetimiz bu görüşe yakın bir Kanun tasarısını Yüce Meclise sevketmiştir. Teklif ve tasarılar Geçici Komisyonda titizlikle incelenmiş, işçi, işveren yetkililerinin görüşleri alınmış müşterek bir görüşle müzakeresi yapılan kanun tadil teklifi Yüce Meclise takdim edilmiştir. Kuvvetli bir sendikacılığın toplumsal hayatımıza bir denge unsuru olacağına Yüce Meclisiz inanıyorsa sendikacılığımızın güçlü hale gelmesini temin edecektir.”

Komisyonda tasarıyı hazırlayan Adalet Partisi ile ortaklaşan CHP, meclis kürsüsünden ifade ettiği “güçlü sendikacılık” sendikalara örgütlenme barajı getirilerek Türk-İş’in tek konfederasyon olarak kalması anlamına geliyordu.

Asutay’ın sözünü ettiği Geçici Komisyon’da, ileride DİSK’e katılacak Genel-İş Sendikası’nın başkanı ve milletvekili olan Abdullah Baştürk de bulunuyordu. Komisyonda sendikal baraj maddesi konusunda pazarlıklar ve tartışmalar yapıldı. Sonuçta baraj, Baştürk’ün önerisiyle daha da yükseltildi.

İŞÇİ DÜŞMANLIĞINDA EN ATEŞLİSİ GÜVEN PARTİSİ

Dönemin muhalefet partilerinden biri olan Turhan Feyzioğlu’nun başkanı olduğu Güven Partisi, 15-16 Haziran direnişine neden olan yasa değişikliğinin en haraketli savunuculuğunu yaptı. 11 Haziran tarihinde başlayan Meclis görüşmelerinde partinin milletvekilleri işçi düşmanlığını anti-komünizmle birleştiren pek çok konuşma yaptılar.

Güven Partisi Milletvekili Vefa Tanır: “Türk-İş demokratik rejime bağlı, milliyetçi bir topluluktur. Milletlerarası fesat merkezlerinin emrinde değildir. Yayımladıkları raporlarla Sovyet Rusya’yı peyklerini örnek olarak gösteren Marksçı, Leninci kuruluşlar bu tasarıya elbet itiraz edecekler. Komünistlerin itirazları, komünist düşüncelilerin itirazları tasarının isabetsiz değil, isabetli olduğunun delili olacaktır.”

TASARIYA DİRENEN SOSYALİSTLER

Tasarıya karşı meclis muhalefetini Türkiye İşçi Partisi yürüttü. DİSK’in kurucu sendikalarından Lastik-İş’in başkanı ve aynı zamanda TİP milletvekili Rıza Kuas öne çıkan isimler arasındaydı.

Türkiye İşçi Partisi milletvekili Rıza Kuas: “…Bir Türk-İş diktası getirilmek istenmektedir. Sendikaları denetleme, olağanüstü bazı şartların dışında resmî makamların dahi hakkı değilken, bu tasarılar böyle bir hakkı özel bir örgüte, Türk-İş’e devretmektedir… Getirilen yeni hükümlerle, kendisine üye olmayı kabul etmeyen işçi örgütlerinin bütün muhaberatına el koyma hakkı Türk-İş Konfederasyonu’na verilmekte ve yine bir başka Anayasa ilkesi ayaklar altına alınmak istenmektedir… Anayasa ilkelerini işlemez duruma getirecek bu tasarılara karşı devrimci işçiler ve sendikaları ve bu sendikaların kurduğu DİSK, Anayasal haklarını kullanarak sonuna kadar direnecektir.”

Yürüdü... Yürüdü...

Eylemler önce fabrikaların içinde başladı. Daha sonra işçiler dışarıya çıktılar ve kent merkezlerine doğru yürüyüşe geçtiler.

İstanbul’da üç ayrı yürüyüş kolu oluştu. Kadıköy bölgesinde Ankara asfaltı üzerindeki fabrikalar ayaklandı ve onlar Kartal’a doğru yürüdüler. Burada Otosan işçileri başı çekti. Eyüp bölgesindeki işçiler Topkapı’ya doğru yürüdü. Bakırköy’deki fabrikalar ise Londra asfaltı olarak bilenen şimdiki E-5’e çıktılar.

Gebze bir diğer merkezdi. Tuzla ve Çayırova civarında bulunan işyerleri Ankara asfaltı üzerinden buraya yürüdü.


İzmit’te ise bir grup Pirelli ve Goodyear fabrikalarının önünde toplandı, diğer grup ise Türk Kablo fabrikasının önünden yürüyüşü sürdürdü.

“Kanunlar meclisten geri alınıncaya kadar direneceğiz”. Taşıdıkları pankartta yazan sloganlardan biri buydu. Kararlı oldukları anlaşılıyordu.

15 Haziran günü direnişe yaklaşık 70 bin işçinin ve 113 işyerinin katıldığı tahmin ediliyor. İlk gün herhangi bir olumsuz olay yaşanmadı. Hatta yürüyüşe Türk-İş’e bağlı bazı işyerlerinin de katıldığı görülüyordu...


Büyük işçi direnişinin ikinci günü: 16 Haziran'da neler oldu? (Alpaslan Savaş-16.06.2022)

15-16 Haziran günleri Türkiye işçi sınıfı iki gün boyunca kelimenin tam anlamıyla tüm ülkeyi sarstı. Direnişin gerek o günlere gerek sonrasına önemli etkileri oldu.

Direniş ertesi gün de devam etti. Hatta ilk günü gölgede bırakacak ölçüde kitleselleşti.

İşçiler yine fabrikalardan sabah saatlerinde yürüyüşe başladılar. Topkapı’daki işçiler Fatih ve Cağaloğlu yönüne ilerledi.  Önleri zırhlı birlikler tarafından kesilmesine rağmen aşıp Eminönü’ne ulaştılar. Niyetleri Haliç’in öbür yakasındaki işçilerle buluşmaktı. Ancak işçilerin birleşmesini önlemek için Galata köprüsünün ayakları açılıyor.

                                              Ayakları açılmış Galata Köprüsü

İstinye’de Kavel işçileri Levent ve Mecidiyeköy bölgelerindeki fabrikaları harekete geçti. Birlikte Zincirlikuyu’ya yürüdüler. Eyüp, Edirnekapı, Gebze'de de işçiler aynı şekilde eylemi sürdürdü. İzmit’te lastik fabrikaları ikinci günde de direnişe katıldı.

Kadıköy’de ise Otosan fabrikası önünde başlayan yürüyüşü polis engellemek istedi. İşçilere silah çektiler. Barikatı aşan işçiler Üsküdar’a, oradan da Beykoz’a doğru yürümeye devam etti. Diğer kol ise Kartal’a yürümekteydi. Yol boyunca işçiler kalabalıklaşmaya devam etti.

                                                        16 Haziran günü Kadıköy

Kadıköy’de iskele meydanında son derece şiddetli çatışmalar meydana geldi. Öfkeli topluluk Adalet Partisi binasını tahrip etti, Kaymakamlık binasını ve bazı polis arabalarını ateşe verdi. Burada polisin silahla yaptığı müdahalede bir esnaf ve üç işçi yaşamını yitirdi. Ayrıca bir polis de hayatını kaybetti.

16 Haziran günü eylemlerin daha da büyümesi üzerine hükümet İstanbul ve Kocaeli illerinin bütününde sıkıyönetim ilan etti. Ertesi gün DİSK’e bağlı sendikaların merkez ve şube binalarına polis baskınları düzenlendi ve pek çok işçi ile sendikacı gözaltına alındı.

Eylemlerin sıkıyönetim ilan edildikten sonraki birkaç gün daha kimi işyerleri ile bazı bölgelerde sürdüğü biliniyor. Ancak direnişin esas olarak ve etkin biçimde gerçekleştiği iki gün 15 ve 16 Haziran günleriydi.

15-16 Haziran’ın yankıları

15-16 Haziran günleri Türkiye işçi sınıfı iki gün boyunca kelimenin tam anlamıyla tüm ülkeyi sarstı. Direnişin gerek o günlere gerek sonrasına önemli etkileri oldu. Bu etkiler sendikal, siyasal ve sol harekete yansıdı. Peki neydi bu eylemi bu denli etkili kılan?

Neden bu kadar etkili oldu?

1970 yılında Türkiye sanayisinin kalbi sayılan iki kent Kocaeli ve İstanbul’dur. Bu iki kent Türkiye için oldukça büyük bir coğrafyayı temsil eder. 15-16 Haziran’ın etkisinin büyük olmasının bir nedeni bu coğrafi yaygınlık olmuştur.

İkinci önemli etken eylemin işyeri temelli olmasıdır. Eylemler işyerlerinde örgütlenmiş, orada başlamıştır. İşyerleri, örgütlü işçinin güçlü olduğu yerlerdir. İşyeri eyleminin katılımı yüksek olur, işçi disiplinli ve kararlı olur. 15-16 Haziran’ın işyerlerinde başlayan eylemleri buradan güç almıştır.

15-16 Haziran eylemlerinin etkisini arttıran bir diğer faktör de sektörel yaygınlığıdır. Eylemde metal işkolundaki fabrikaların ağırlığı vardır ancak petro-kimya, lastik, ilaç, gıda işkollarından da işyerlerinde işçiler eylemlere katılmıştır.

Ve yaygınlık sendikal ayrım olmaksızın da söz konusu olmuştur. Eylemde esas olarak yasa tasarısından doğrudan etkilenecek olan DİSK’e üye işçiler vardır ancak tasarının hazırlanmasında payı olan Türk-İş’e üye işçiler de eylemlere katılmıştır.

Kısacası 15-16 Haziran eylemini güçlü kılan tüm bu özellikler daha önce görülmemiş ölçekte ve etkide olması sağlamıştır. Eylem işçi sınıfının birliğini esas almıştır.

Kim örgütledi bu eylemi?

Elbette DİSK önemli bir rol oynadı. Yasa tasarısının merkezinde zaten DİSK var. Ancak eylem DİSK’in planladığı gibi başlamadı ve aslında tam da öyle devam etmedi. Eylemler sendikal merkezin etkisini aşarak ilerledi.

Dönemin sol-sosyalist hareketleri açısından baktığımızda ise pek çok örgütün iki gün boyunca işçilerin içinde olduğunu ancak hiçbirinin eylemleri belirleyecek bir etkide bulunamadığını görüyoruz. Buna TİP de dahildir.

Peki kim örgütledi bu direnişi?

Bunun yanıtını işyerlerinde buluyoruz. 1967-70 arası DİSK’in en büyük başarısı “işyeri örgütlenmesi”dir. Türk-İş’ten farklı olarak DİSK ayağını işyerlerine basarak örgütlendi. Kendisini burada kurdu. Bu süreçte fabrikalarda mücadelede öne çıkan işçiler, sendikal kadrolar ortaya çıktı. Aslında DİSK kendisini de aşacak ölçekte siyasi ve kendisine güvenen bir taban örgütlenmesi yarattı. 15-16 Haziran direnişinin merkezi işte burası olmuştur.

Solu nasıl etkiledi?

Direniş, işçi sınıfının uzun yıllar içinde olgunlaşmaya başlayan mücadeleci kimliğini güçlü bir şekilde ortaya çıkardı. İşçi sınıfı bu iki gün, sermaye egemenliğinin öyle hiç de sarsılmaz olmadığını gösterdi. Bu, işçilerin aynı zamanda kendi gücünün de farkına varmasına yaradı.

Türkiye solunda ise özellikle o dönemin kritik tartışmalarından biri olan “Türkiye’de işçi sınıfı var mıdır” ya da “Devrim yapabilecek güçte ve olgunlukta bir işçi sınıfından söz edilebilir mi?” tartışmasına net bir yanıt verdi: “Evet, Türkiye’de işçi sınıfı vardır ve bu düzeni sarsabilecek kadar güçlüdür”.

Düzen cephesinin dersi ne oldu?

15-16 Haziran direnişinden patronların çok korktuğunu biliyoruz. Direnişin sermaye sınıfında yarattığı bu korkuya dair en çarpıcı kanıt eylemler başladığında hatırı sayılır sayıda patronun “devrim olacak” endişesiyle yurt dışına çıkmasıdır.

Bugüne kadar işçi eylemlerini fiziki zorla bastıran iktidar burada da bunu denedi. Sıkıyönetim ilanı, DİSK yöneticilerinin ve kimi işçi önderlerinin tutuklanması, yüzlerce işçinin işten atılması ve bir yıl geçmeden 12 Mart muhtırası ve faşizm…

Ancak düzen cephesi açısından 15-16 Haziran’ın bundan daha öte bir anlamı olduğunu söylemek mümkün. Sermaye sınıfı Türkiye tarihinde belki de ilk kez, işçi sınıfının toplumsal açıdan kendisini ifade etmede bu denli iddialı hale geldiğini gördü. Bunun kendisi için büyük bir tehlike olduğunu kavradı. İşçi sınıfı ve sol, bu iddianın devamını getiremediğinde sermaye sınıfı yol almayı başarmıştır.

Kim ne dedi?

İşçiler yargılanırken

Hakim bize diyor ki, “Gelin yürümedik deyin, çıkmadık deyin. Bakın çocuklar ben abimin çocuğuna ceza vermiş hakimim. Önümüzdeki kitaba göre karar veriyoruz. Burada kahramanlık falan yapmayın.”

Sonra ifade almaya başladı. Hakim sordu:

“Sayın Adil Harmancı, 15-16 Haziran tarihlerinde yürüdün mü?

Yürüdüm Hakim bey

Oğlum?

Yürüdüm Hakim bey,

Oğlum!

Yürüdüm Hakim bey”

Sonunda Hakim “peki neden yürüdün” diye sordu:

“Hakim yürüdü, savcı yürüdü, subay yürüdü, polis yürüdü. Patlıcan yürüdü, domates yürüdü, biber yürüdü, ben de yürüdüm”

Ben de yürüdüm derken elini yumruk yapıp göğsüne vurdu.

“Oğlum etme eyleme…

Yok, yürüdüm.

Yürüdün mü?

Yürüdüm”

Hakim “Hadi şimdi de yürü cezaevine” diye tutukladı onu. Ne kadar kaldı bilmiyorum ama çok yatmadı sanırım.

(Doğu Glvaniz fabrikasından Hasan Kahraman’ın yargılamalarla ilgili aktardıkları- “Kaynak: “İşçilerin Haziranı- sf.765, Zafer Aydın”)

Patronların korkusu

“Biz size hafif geldik. Yani siz artık işvereni muhatap almama noktasına geldiğinize inanıyorsunuz. Diyorsunuz ki bizim mücadelemiz bir işyerinde işçi haklarından çıkmıştır, siyasi bir mücadele ülkenin iktidarına el koyma mücadelesidir. Muhatabınız biz değiliz. Biz kenara çekildik. Bizim üzerimizden silindir gibi geçtiniz. Bizi ittirdiniz, kaktırdınız. Şirketin ne yöneticisi ne bilmemnesi kaldı. Kendi kendinize harekete geçtiniz. Emirler veriyorsunuz, pazubantlı adamlar dolaşıyor ortalıkta…

…Hareket o kadar güç kazanmaya başladı ki, dedim ki galiba ayvayı yemek üzereyiz… Çünkü orduyu da polisi de işin içine soktular… Töbder diye öğretmenler katıldı. Bütün meslek örgütleri, barosu, mühendisler odası, doktorlar odası hepsi bunlara katıldı. O zaman müthiş bir kuşatılmışlık hissi geldi. Ben dedim ki gidiyor hadise. Ve samimi söylüyorum, Türkiye’den kaçmaya karar verdim…”

(Arçelik fabrikasında üst düzey bir yöneticinin aktardıkları- “Kaynak: “İşçilerin Haziranı- sf.913, Zafer Aydın”)

15-16 Haziran direnişi Türkiye’de düzenin gücünün mutlak olmadığının, patronların yenilmez olmadığının, işçilerin onlara muhtaç olmadığının da kanıtıdır.

İşçi sınıfının iktidarı mümkün ve zorunludur.

Bizim 15-16 Haziran dersimizin özeti budur.

Alpaslan Savaş - soL / Özel

Yararlanılan kaynaklar:

Aydın, Zafer; “İşçilerin Haziranı:15-16 Haziran 1970”, Ayrıntı Yay. 2020

Maden-İş Tarihi Çalışma Grubu; “Derinden Gelen Kökler-I içinde 15-16 Haziran Direnişi Dosyası”, sf.335-429, Sosyal Tarih Yayınları, 2017
http://www.birlesikmetalis.org/kitap/derindengelenkokler_c1.pdf

Sülker, Kemal; “Türkiye’yi Sarsan İki Uzun Gün”, Yazko,

Hekimoğlu, Cemal; “15-16 Haziran’a Övgü: İki Gün İki Sınıf”, Gelenek, Sayı 53 https://gelenek.org/15-16-hazirana-ovgu-iki-gun-iki-sinif/

Sur, A.Esin; “15-16 Haziran”, Gelenek, Sayı 53 https://gelenek.org/15-16-haziran/

Güler, Aydemir; “TİP, tarih, bugün”, sol Haber Portalı, 15.02.2020 https://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/tip-tarih-bugun-280546

Güler, Aydemir; “Kaçınılmaz olan”, sol Haber Portalı, 15.06.2016 https://haber.sol.org.tr/yazarlar/aydemir-guler/kacinilmaz-olan-159192

Savaş, Alpaslan; “Bir kez daha 'işçiler var' diyebilmek için”, sol Haber Portalı, 17.06.2016 https://haber.sol.org.tr/yazarlar/alpaslan-savas/bir-kez-daha-isciler-var-diyebilmek-icin-159420

                                                                /././

Direnişe katılan işçiler anlatıyor: Polisler kaçarken boklu dereye atladılar (soL - 15/06/2020)

'İşçilerin Haziranı' başlığını taşıyan ve Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan Zafer Aydın imzalı kitap çalışmasında 15-16 Haziran eylemlerine katılan çok sayıda işçiyle yapılmış mülakatlar yer alıyor. İşçilerin anlattıkları işçi sınıfının ayaklandığı o iki günün tarihi niteliğini gözler önüne seriyor.

Geçtiğimiz günlerde Zafer Aydın imzalı önemli bir kitap çalışması yayınlandı. "İşçilerin Haziranı" başlığını taşıyan ve Ayrıntı Yayınları'ndan çıkan kitap 15-16 Haziran eylemleriyle ilgili yapılmış en kapsamlı çalışma niteliğinde. Kitap şöyle tanıtılıyor: 

"Bu çalışma, Türkiye’nin toplumsal ve siyasal tarihinde özel bir yer tutan, 15-16 Haziran direnişini, öncesi ve sonrasıyla kapsamlı bir şekilde ele alıyor. Kitap doğrudan eylemde yer alan tanıklarla çoğunluğu birincil kaynaklardan oluşan devasa belgelerin ışığında hazırlandı. Kitapta eylemi ortaya çıkaran faktörler, olgunlaşma ve karar süreçleri, örgütlenme dinamikleri, eylemlere katılan işçilerin yaklaşımları, yaşadıkları sorunlar, eylemin yarattığı etki ve sonuçlar ayrıntılı bir biçimde inceleniyor. 15-16 Haziran üzerine yapılmış  bu kapsamlı çalışma, önümüze koyduğu bütünsel fotoğrafla önemli bir kaynak olma özelliği taşıyor. Kitap, 15-16 Haziran üzerine yeni tartışmalar, yeni bakış  açıları, yeni araştırmalar için de önemli bir zemin sunuyor. İşçilerin Haziranı tarihsel bir örnek üzerinden, bugün sendikal harekette ve toplumsal siyasette cevabı aranan çeşitli sorular için de temel bir referans niteliğinde..."

Kitapta 15-16 Haziran eylemlerine katılmış çok sayıda işçinin tanıklığı yer alıyor. Kitapta yer alan ve o günlerde yaşananları anlamak açısından çok önemli olan ilk elden tanıklıklardan sadece bir kaçı şöyle:

'Polisler kaçarken boklu dereye atladı'

... Yoğurtçu Parkı’ndaki çatışma, “Akşam” gazetesinde “günün son çatışması” olarak yer aldı. Bir diğer Otosan işçisi Kemal Eroğul da çatışmanın içindeydi:

“Biz fabrikaya döneceğiz, Üsküdar’dan geldik, Kadıköy İş Bankası’nın önüne. Bizi burada asker polis barikatı karşıladı. Bizi bırakmak istemediler, biz askerle, polisle kapıştık. Havaya ateş etmeye başladılar. Hatta oradaki direkli pasajın tavanında mermi izleri çok uzun yıllar kaldı. Ama biz bu barikatı yardık. Barikatı yarınca bir albay arabayla önümüze geçti, 'Peşime takılın ben sizi fabrikaya götüreceğim' dedi. Altıyol’dan Söğütlüçeşme’ye doğru inerken, itfaiyenin oralarda biri dedi ki, 'Yoğurtçu Parkı’nda polis işçileri öldürüyor.' Biz askeri arabayı yolda bıraktık, doğru Yoğurtçu Parkı’na. Bağdat Caddesi'nden gelenlerle burada çatışma çıkmış. Biz geldiğimizde hala mermi sesleri geliyordu. Biz de en azından 2000 kişiyiz. Biri bize bağırıyor, 'Gelmeyin, sizi de  vuracaklar' diye. Biz zırhlı araçların arasından Yoğurtçu Parkı’na daldık. Daldık ki, işçileri çatır çatır vuruyorlar. Yanımda biri ayağından mermi yedi. Ben gördüm. Polis silah atıyor, işçi elinde ne varsa, bir şey yoksa da yumruğuyla karşı koyuyordu. Sonra çatışma bitti, ne oldu, nasıl oldu anlamadım ama bitti. Polisin kaçabileni kaçtı, kaçamayanı, dereye atladı, boklu dereye. Biz oradan tekrar toplanıp, fabrikaya döndük."

                                                                        **

Çatışma alanı genişleyerek Kadıköy'ün açık pazar alanlarından olan Salı Pazarı'na doğru uzandığında her salı olduğu gibi o gün de semt pazarı kuruluydu. O tarihte pazar, daha sonra uzun yıllar kurulduğu, Kuşdili (şimdi İSPARK tarafından işletilen otopark alanı) üzerinde değil, Halitağa Caddesi'ne doğru açılan sokaklarda kuruluydu. Kargaşa, gürültü, patırtı arasında pazar alışverişi için orada bulunanlar, hızla bölgeyi terk ederken, pazarcı esnafı ve pazarda adına “küfe” denen sepetlerle yük taşıyan hamallar çatışmanın ortasında kaldı. 1954, Kars Digor doğumlu Mustafa Metin Yakışırboy, çocuk denecek yaşta pazarlarda hamallık yapıyordu, yaşananlara tanıklık etti:

"Bizim hiçbir şeyden haberimiz yoktu, hiçbir şey bilmiyorduk, çocuğuz. Pazarda hamallık yapıyordum. Bir baktım işçiler, polisleri kovalıyor. Otosan işçileriyle. Polisler pazara doğru kaçtı. İşçiler bizim sepetleri (küfe) elimizden alıp yakaladıkları polislerin kafasına geçirip, üstün oturuyorlardı. İşçiler, bizim arkadaşlardan Hüseyin Angır’ın elindeki sepeti alıp, bir polisin kafasına geçirmişlerdi. Diğer polisler arkadaşlarını kurtarmak için ateş ettiklerinde Hüseyin kolundan vuruldu. Köşede küçük büfe gibi bir şey vardı, bir albay onun üstüne çıktı, işçilere konuşmak istedi, işçiler büfeyi albayla beraber kaldırıp, götürdüler."

Kalabalık işçiyi görünce polisler emniyet binasını bırakıp kaçtı

Necdet Onaran ve Remzi Ersoylu'nun sözünü ettiği Kartal Emniyet binasının basılması, 16 Haziran'da bölgedeki radikal eylemlerden biriydi. İşçiler Kartal'da yürüyüş halindeyken gelen haber, üç işçinin gözaltına alındığı ve Kartal Emniyeti'ne götürüldüğüydü. Bir grup işçi hemen yönünü Kartal Emniyeti'ne doğru çevirdi. Emniyet amirliği binasının önünde bir süre hükümet aleyhine slogan atan ve gözaltındakilerin serbest bırakılmasını isteyen işçiler daha sonra binaya girerek bir süre için binayı işgal ettiler. Polislerin 'gözaltındakilerin serbest bırakıldı' açıklamasına inanmayan işçiler, baştan sona bütün binada arama yaptıktan sonra emniyet amirliğini terk ettiler. Maden İş Sendikası 4. Bölge organizatörü Adem Karabaş, Kartal Emniyeti işgali hakkında şunları söyledi:

"Kartal Emniyeti'nin işgal edilmesinde bizim önceden bilgimiz yoktu. Gözaltı haberleri gelince, işçiler oraya yürüyor. Olağanüstü kalabalık. Kartal Emniyeti o sıralarda yeni yapılmıştı. Dört beş katlı bir bina. Kalabalık işçiyi görünce polisler bırakıp kaçıyor. Hatta bir tane polis vardı, bizim Sapanbağları’nda (Pendik) oturuyordu, o anlattı ‘yandaki fırında çuvalların arkasına saklandım, kalabalık gittikten sonra çıktım’ diye."

'Sendikacılar cahil' diyen albaya işçiden sert cevap 'Has.tir ulan'

Devlet işçilerin fabrikalardan dışarı çıkmasını önlemek üzere Topkapı bölgesinde polis kuvvetleri ile fabrikalarının önünde tedbir aldı, ancak alınan tedbirler yeterli gelmedi. Güvenlik güçleri sadece fabrikaların etrafında önlem almakla kalmadılar, işçileri yürüyüşten vazgeçirmek için de çabaladılar. Böylesine bir durum Auer’de yaşandı. Fabrikaya işçileri eylemden vazgeçirmek üzere gelen albayla, Auer baş temsilcisi Cengiz Turhan muhatap oldu. Cengiz Turhan'a eylemin yasa dışı olduğuna dair tebligat da bulunan, söylev çeken albay, söylediklerinin bir etkisi olmadığını görünce işçilerle görüşmek istedi. Kapıyı açıp, albay ve yanındaki binbaşı ile teğmeni içeri aldılar. İçeri alınan askerler işçilerin toplu olarak bulunduğu dökümhane bölümüne götürüldü:

“Dedim ki: ‘Arkadaşlar, albay, tümenin kurmay başkanı, bir de binbaşıyla teğmen var aşağıda. Sizinle konuşmak istiyormuş. Yaptığımız eylemin yasal olmadığını anlatacakmış size, rica ediyorum lütfen sonuna kadar dikkatle dinleyin'. İndim aşağıya, duvara yaslandım, dinliyorum. Teğmen de, binbaşı da önümdeler. Albay veryansın ediyor, baktı ki hakikaten çıt çıkmıyor, hızını alamadı ‘Sizin sendikacılarınız cahil, ben 15 sene dirsek çürüttüm’ falan dedi. Albay öyle deyince, Mustafa abi vardı, benden en az 15 yaş büyük, fabrikada ilk arkadaşım. İnan, 8 saat çalışır, 8 saat birisi bir şey sormazsa konuşmaz. Öyle kendi halinde, mütevazı bir adam. Döküm parçalara, sac parçalarına delik deler, kılavuz çeker. O tür işler yapıldığı bir atölyede; kaynak, punto, delik, kılavuz çekilen bir atölyede çalışıyordu. Orası benim de çalıştığım atölyeydi. O Mustafa abi, 8 saat ağzından bir kelime çıkmayan Mustafa abi ‘sizin sendikacılarımız cahil, ben on sene dirsek çürüttüm, okudum’ deyince, ‘ha siktir ulan’ dedi. Bina böyle zonkladı. İşçiden bir kahkaha yükseldi. Adam ne yapacağını, ne diyeceğini şaşırdı. Hemen fırladım, tuttum bileğinden ‘gel’ dedim ‘aşağıya’. Arkadaşlara da ‘bir dakika susun’ dedim. Merdivenden indi, böyle sürüklüyorum albayı. ‘Albay’ı dinlediniz’ dedim. ‘Ben çalışmıyorum, albayla beraber dışarı çıkıyorum, çalışanlar burada kalsın, çalışmayanlar benim arkamdan gelsinler’ dedim. O albayı da sürükleyerek götürüyorum. Kapıya kadar götürdüm, açtırdım kapıyı, ‘hadi güle güle’ dedim. Ondan sonra da sokağa çıktık işte."

İşçi kadınlar tankın üstünde

Vilayete giden kavşakta tankların kurduğu barikat ilk aşanlar kadın işçilerdi. Nurten Arıcan, Belkıs Kaya'nın da aralarında olduğu ağırlığını Kimya-İş üyelerinin oluşturduğu kadın işçiler tankların açılması sırasında en önlerdeydi:

“(…) Cağaloğlu’ndan Vilayet'e inen bir sokak var, bir de Erkek Lisesi'ne giden, Cumhuriyet gazetesi sokağı, bir de sağa tarafta dörtyol ağzı oluyor orada. O dört yol ağzına, sağa tarafa tank koymuşlar, önümüzü kesmişlerdi. Ve ben o tankın üstüne çıkıp, bir askeri böyle aşağı attığımı hatırlıyorum. Ondan sonra biz orayı da yardık. Ama maalesef köprü (Galata ve Unkapanı köprüleri) açıktı. Biz karşı tarafa geçemedik. Köprüyü açmışlardı, biz gittiğimizde."

DİSK, Basın - İş üyeleri de Cağaloğlu’ndan, Beyazıt’a doğru çıkıp oradan Topkapı’dan gelenlerle buluştuktan sonra bir “U” dönüşü yaparak Cağaloğlu’na geri dönen kortejle yürüyordu. Basın - İş üyesi İsmail Keresteci de aralarındaydı:

"Ben Cağaloğlu’nda Özyürek matbaasında çalışıyordum. Temsilciler iş yerinde ajitasyon çalışmaları yapıyor, işçilere DİSK'in kapatılacağını buna karşı sessiz kalmamak gerektiğini söylüyorlardı. Nihayet 16 Haziran günü işi bıraktık, dışarı çıktık. Önce Gripin işçileriyle buluştuk. Gripin’in ambalaj bölümünde çalışan kadın işçiler de bizim sendikanın üyeleriydi. Biz ekip olarak çok organizeydik. Ne yapacağımızı biliyorduk. Galiba Beyazıt’a doğru yürüdük, orada Topkapı’dan gelen kortejle birleştik. Yaklaşık 15 bin kişi vardı, hedef Taksim’di. Galata Köprüsü’nü geçip, Taksim’e ulaşmaktı hedefimiz. İran Konsolosluğu ile Milli Eğitim Müdürlüğü arasına tanklar koymuşlardı. O sırada beyaz önlüklü kadınlar tankların üstüne fırladılar. O kadınların tankların üzerindeki görüntüsü çok etkileyiciydi. kadınlar yolu açtı, arkasından da gelen kitle tankların üstünden, yanından asker barikatını aştı."

(soL)



Direniş yol gösteriyor - Dilan Esen / BİRGÜN

 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi, 53’üncü yılında emekçilerin örgütlü mücadele ve direnerek sağlayacağı kazanımlara ışık tutuyor. O gün direnişe katılanlar, “İşçilerin tarih sahnesine çıkması şart” diyor. Sendika uzmanı Can Şafak ise emekçilerin fabrikalarda bir arada olduğuna dikkat çekerken “O günkü tabloyu bu dönem göremiyoruz. Sınıf kendi çıkarları dışında politik tercihlere yöneliyor” diye konuşuyor.

Ülke tarihinin en büyük direnişlerinden 15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi, üzerinden geçen 53 yıla rağmen hâlâ güncelliğini koruyor. İki gün boyunca sokakta, daha sonra fabrikalarda süren direniş sadece işçilerin hakları açısından değil, ülke tarihine etkisi bakımından da önemli.

Direniş 60’lı yıllarda başlayan sınıf mücadelesinin etkisiyle büyürken bugüne de ışık tutuyor. İşçi sınıfının bugün yapabileceklerine dair bir deneyim ortaya koyan direniş bugün sendikasızlaştırma, esnek-güvencesiz çalışma, kayıt dışı istihdam, kıdem tazminatı, ücret ve grev yasaklarına kadar birçok noktada emekçilerin örgütlü ve direnerek kazanım sağlayabileceğine işaret ediyor. 15-16 Haziran direnişini ve sınıfın bugününü sendika uzmanı Can Şafak ve o dönem eylemlere katılan işçilerle konuştuk.

                                                                    ***

İşçiler geri durmaz

Sendika uzmanı Can Şafak ile 15-16 Haziran’a giden süreci ve işçi sınıfının dünü ile bugününü konuştuk. 1970’teki direnişin hem işçi sınıfını hem de siyaseti değiştirdiğine değinen Şafak, “Bizim dindar olarak gördüğümüz işçiler, grevlerde geri kalmazlar. Fabrikalarda bir aradadırlar. İşçilerin örgütlülüğü onları bir arada tutan onları toplum nezdinde ya da siyasi arenalarda ortaya çıkarır” diyor.

→ Ülkenin en büyük ve kitlesel işçi direnişinin üzerinden 53 yıl geçti. O dönem işçilerin haklarını daraltacak kurallara tepki gösterilirken bugüne bakıldığında pek çok hak da gasp edilmiş durumda. Bir karşılaştırma yapmak istersek özetle 53 yıl nasıl geçti? Bugüne nasıl yansıdı?

15-16 Haziran, 1970 yılında gerçekleşen bir büyük direniş. Tabii bu direnişin öncesi de var. 1968-1970 yılları arasında DİSK’in lastik ve metal işkollarında çok önemli işyeri işgalleri ve direnişleri yaşandı. 15-16 Haziran bu hazırlığın, direnişlerin bir doruk noktası olarak ortaya çıktı. Bir sendika özgürlüğü hareketinin parçası. İşçiler istedikleri sendikayı seçme hakkı için mücadele ettiler. Bunun taşıyıcısı DİSK, Lastik İş ve Maden İş sendikalarıydı. 15-16 Haziran da yine bir sendika özgürlüğü için yani DİSK’in kapatılması çabalarının sonuçsuz kalması adına diskin örgütlediği önemli bir sendika özgürlüğü hareketiydi. Diğer yanıyla siyasi bir hareketti. Çünkü bir yasanın çıkmasını engellemek için yapılan bir eylem olarak ortaya çıkmıştı. Böylece bir siyasi hedef önüne koymuş, bir siyasi mesaj taşımıştı.

60’lar, 70’ler ve sonraki dönemlere bakıldığında 60’lar sendika hareketi ve işçi sınıfının ivmeyle yükseldiği yıllardı. Önce 1961 yılında Türkiye İşçi Partisi kuruldu, 1965’te Meclis’e girdi. 1960’ların ikinci yarısında öğrenci hareketi işçi hareketiyle dirsek temasına başladı. 1970’e siyasi alanda böyle yüründü. Sendikal olarak da 1967’de disk kuruldu. Bunun öncesinde Saraçhane Mitingi var, 1963’te Kavel Grevi var, 1965’te Kozlu direnişi oldu, 1966’da Paşabahçe grevi var. Bu şekilde DİSK’in kuruluşuna doğru bir yol alındı. DİSK’in kuruluşu da Türk İş’in sendikal anlayışından kopup bir mücadele alanı açmaktı. Bu yükselişi bir karşılaştırma noktası olarak görmek lazım. Aynı şekilde 70’lerde de önemli bir sınıf hareketinde yükseliş var. 60’lardaki sınırlarını aşarak DİSK önemli bir konuma ulaştı, işçi hareketi siyasallaştı. 1976 1 Mayıs’ı kitlesel olarak kutlandı. 60’lar ve 70’ler işçi hareketinin büyük bir yükseliş yaşadığı yıllardı. Bu siyasi bir sonuç da yarattı. Toplumsal siyasal yapılanmada özellikle CHP’nin ortanın soluna kayması, 1970’lerde Ecevit rüzgarının esmesi, CHP’nin sol jargon edinmesi ve sosyalizmin de işçi hareketi içinde güç kazanmasıyla sonuçlanan önemli gelişmeleri izledik. 12 Eylül’den sonra da yeni bir yükseliş süreci var. Ancak bu 90’ların başına kadar geliyor. 91 krizi ve ekonomik gelişmeler ile Büyük Madenci Yürüyüşü’yle birlikte bu yükselişin artık ortadan kalktığını yerini bir çözülmeye bıraktığını görüyoruz. Bugüne geldiğimizde de iktisadi politikalar, neoliberalizm, işçi sınıfının profilindeki değişmeler ele alındığında DİSK’in kapatıldıktan sonra eski gücüne kavuşamamış olması, Türk İş’in önemli bir işçi kitlesi bulundurması işçi sınıfı hareketini hem sendikal hem de siyasal alanda epeyce geri bırakan gelişmeler olarak yaşandı. Bugünkü durumda da işçilerin siyasi tercihlerinde de önemli kaymalar olduğunu görüyoruz.

15-16 Haziran bir sınıf tepkisiydi ve hem bir özgürlük hareketi hem bir siyasi niteliği de ağır basan bir hareketti. Bunun hem sendikalar hem de sol siyaset üzerinde önemli sonuçları oldu. Kendisini koruyabildi. Sosyalist siyaset üzerinde de önemli bir hareket. İşçi sınıfının öncülüğü konusunda soldaki kafa karışıklığının silinmesinde önemli etkilerde bulundu. Aynı zamanda CHP’nin rotasını değiştiren bir hareketti.

→ Ülkenin son dönemi önemli bir seçimle geçti ve 15-16 Haziran 1970 sıralarında da benzer bir süreç yaşanmıştı. Fakat arada önemli bir fark vardı, o dönem işçi sınıfı seçimini değiştirmişti. Bugüne baktığımızda sınıfın seçiminde kayda değer bir değişiklik olmadığını görüyoruz. O günlerde öne çıkan sınıf siyasetinin yerini kimliğe bıraktığını görebiliyoruz. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

65 seçimlerinde mesela TİP’in 15 milletvekiliyle Meclis’e girmesi önemli bir olaydı. 1977 seçimlerinde CHP’nin sola yelken açarak oylarını artırması, Ecevit rüzgarının CHP’nin yüzde 41 oyu alabilmesi bunun göstergelerinden biriydi. Sınıfın ve sol siyasetin etkisi… 1965 seçimlerinde Maden İş’in TİP’i desteklemesi. Kemal Türkler’in sosyalizmi işçi sınıfını bilimi olarak savunması. DGM direnişi gibi eylemlere işçi sınıfının yönelmesi…

Seçimleri birlikte yaşadık ve bugün bu tabloyu göremedik. İşçiler ortak çıkarları temelinde sendikalarla birleşiyor ama birlikte hareket edemiyorlar. Biz doğrudan doğruya hayatın içinden de bunları görüyoruz. 1970’lerin ortalarından beri işçi sınıfını izleyen birisi olarak bu farkı çok açık bir şekilde görüyorum. 1970’lerin sonundaki işçi sınıfla bugünkü işçi sınıfı arasında doğrudan bir gözlemle farkı görüyorum. İşçilerin siyasi tercihlerinin nasıl şekillendiği konusunda birtakım araştırmalar da var. Bunları izlediğimizde sınıfın kendi çıkarları dışında politik tercihlere yönelmekte olduğunu tespit edebiliyoruz. Bu da daha çok din ve milliyetçilik eksenli birtakım yönelimler olarak ortaya çıkıyor. Solun işçi sınıfı hareketindeki rolü giderek azaldı. Hatta 90’larda solun sendikalarla olan bağı da büyük ölçüde zayıfladı. Sosyalist sol o dönemde sınıf siyasetinden biraz daha ayrılarak kimlik siyasetine yöneldi. Bu da toplumun bir aynası sonuçta. Siyasi tercihlerdeki değişimler seçimlerde verdikleri oyu da değiştirmiş oldu.

Solun bir siyasi tercihi oldu. Sınıfsal tahlili meselelerin artık terk edilerek başka arayışlara yönelen bir dönem oldu 90’larda, birtakım yeni akımlar ortaya çıktı. Sendikalar işçilerin hareketini ileriye doğru yöneltemedi, sendika örgütlenmesinde zayıflamalar oldu. 1970’lerdeki sendikaların yerinde yeller estiğini görüyoruz. Bütün bunlar örgütlenmenin politik hareketi de önemli ölçüde yönlendirdiği dikkate alındığında bunlar örgütlenmede etkili bir faktör. Örgütlülük düzeyinin giderek zayıflamış olması çok önemli bir etken.

→ Aziz Çelik, “Otoriter emek rejimi inşa edildi” ifadelerini kullanmıştı. Bu ifade de yaşananların AKP’den bağımsız olmadığını özetliyor, siz nasıl değerlendiriyorsunuz?

AKP’nin politikaları işçi sınıfının örgütlenmesinin önüne bir engel olarak çıktı. AKP döneminde işçi sınıfının büyük grevlerinin hepsi yasaklandı. 2003’lerden başlayarak iş yasasını, yasal hakları geriye götüren düzenlemelere yöneldiler, esnek çalışma modellerini getiren bir süreç yaşadık. Grev kağıt üzerinde var artık. Önemli işkollarında grev kararı alıp uygulayamıyorsunuz. Bir furya halinde bütün grevlerin ertelendiği, cumhurbaşkanının da grevlere karşı olduğu bir süreçte, AKP politikaları dinsel yönelimi bir tarafta, büyük ölçüde neoliberal sürece kendisini bağlı hisseden uygulamalar olarak ortaya çıktı. Bu noktada gerek Özal hükümetlerine gerek AKP hükümetlerine baktığımızda merkez sağın merkezden de uzaklaşarak daha radikal sağ haline geldiğini görüyoruz. Bunu aslında 50’lerden bu yana görüyoruz. AKP iktidarının özel iktidarına da giderek rahmet okuttuğu bir noktaya taşıdığını aşırı milliyetçi bir radikalleşme oluştuğunu görüyoruz. Bunun yansımalarını CHP’de de görüyoruz. İzlediği stratejilere bakarsak o da sağa doğru yönelmekte. Toplumda bir muhafazakârlaşma ve din ile milliyetçiliğin çok daha fazla öne çıktığı bir dönemde bu gelişmelerin siyasi partileri de kendi mecrasına soktuğu ortaya çıkıyor.

→ Yeni dönemde sınıf mücadelesi nasıl şekillenecek?

Bizim dindar olarak gördüğümüz işçiler, grevlerde geri kalmazlar. Fabrikalarda bir aradadırlar. İşçilerin örgütlülüğü onları bir arada tutan onları toplum nezdinde ya da siyasi arenalarda ortaya çıkarır.

Sınıf mücadelesinin taşıyıcısı olan sınıfsal politik hareketlerin kendisini yeni değişen koşullara uyarlayabilmesi ve yeni politikalar izleyebilmesiyle olanaklı. Hem siyasi hareketlerin kendi iç yapılarını değiştirmesiyle hem de sınıfla olan bağlarında bunu gerçekleştirmeleri gerekiyor. Siyasi partilerin düşünce özgürlüğüne olabildiğince yer veren bir örgütlenme yapısına yer vermeleri hem siyaset alanında hem de sendikal alanda şart. Ancak böyle bir yenilenmenin emarelerini görmüyorum. Sınıf mücadelesidir sonuçta mutlaka su akar yolunu bulur. Mutlaka bunun bir yolu olacaktır çünkü aksi durumda bunun sürdürülebilirliği görünmüyor. Tarihsel olarak bundan sonrasını çok aydınlık görüyorum. Çünkü ilerici bir insanın toplumun iyiye doğru evirildiğini kabul etmesi lazım. Birtakım kötü dönemler olabilir ama bunun iyiye doğru gideceğini kabul etmek ilericiliğin en baş unsurudur.

                                                                    ***

Direnişi örgütlediler

Direnişe dair çok sayıda sendika ve meslek örgütü açıklama yaptı. DİSK, İstanbul Kadıköy’deki Yoğurtçu Parkı’nda bugün saat 12.30’da gerçekleştirilecek eyleme çağırdı. TMMOB Makina Mühendisleri Odası Başkanı Yunus Yener ise “Sınıf mücadelesinin yükselişi ve DİSK’in büyümesinde eylemin önemli katkısı vardı. AKP iktidarı dönemlerinde örgütlenme hakkı, sendikal haklar, toplu sözleşme ve grev hakkı, gösteri ve yürüyüş hakkı neredeyse yok edildi. Emekçiler bir direniş geleneği oluşturdu” dedi.


                                                                    ***

DEVLETİ DE TANIDIK SARI SENDİKAYI DA

15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi sırasında 19 yaşında henüz bir yıllık işçi olduğunu söyleyen Ahmet Sarıcan, TEKEL’de çalıştığını belirtti. Bu sırada Harun Karadeniz’in Kartal’da kurduğu İşçi Birliği’yle tanıştığını aktaran Sarıcan, o dönemde fabrikalarda DİSK’in çok yaygın örgütlenmesi olduğunu ifade etti. Eylemlere neredeyse hazır olduklarını söyleyen Sarıcan, şunları dile getirdi: “İşçiliğimin ilk senesinde bununla karşılaştım. 15-16 Haziran’dan sonra gözaltına alındım ve iş akdim feshedildi. Bu eylemden sonra birçok insan işten atıldı ama hiç kimsenin morali bozulmadı. Hiçbiri üzülmedi, hemen yeni iş aradılar. Ve çok güzel bir dayanışma vardı aramızda. Ekmeğimizi beraber yiyorduk. Bu yasa gelişen DİSK’in önünü kapatmak için çıkartılıyordu ama bu dönemde işyeri sendikalarını da etkiliyordu. İşçiler olarak bizler karar verdik direnmeye. Hemen her işçinin ‘Direnelim’ dediğini biliyoruz. Bugün çok daha ağır şartlarda işçiler çalışıyor, eziliyor. Ne yazık ki o zamandan daha fazla işçi ölümleri oluyor, kazalar oluyor. Çalışma şartlarının kötüleştiğini görüyoruz. Bugün bakıyoruz artık günlük fabrikadaki yaşamını dahi programlıyorlar ama son derece sessizler. Bundan kurtuluş yolu örgütlülük. Emekçileri ayağa kaldıracak olan bu. Örgütlülüğümüzün en az olduğu bir dönemi yaşıyoruz ne yazık ki. Bizim dönemimizde sendikalarda aktiftik, bugün bu aktiflik yok sendikalarda. Böyle bir gelenek yok edildi.

EMEKÇİ SAHNEYE ÇIKMALI

Eylemlerde 18 yaşında olan ve Arçelik’te çalışan Hayri Erol ise direnişin kendiliğinden oluştuğuna dikkat çekerek 60’lı yılların ortalarında hem işçi hem de öğrenci hareketinin yükselişe geçtiğini hatırlattı. Uzlaşmacı sendikacılığın işçi sınıfını baskılamaya çalıştığına ve sınıfın da güçlü sendikaya ihtiyacı olduğuna değinen Erol, “Direniş öncesi 800 irili ufaklı eylem olmuştu. Karşımızda burjuvazi, ordu ve Türk İş vardı. Ayrıca işçi sınıfının sendikalarına sadece sol tandanslı değil, çok kesimden işçi geçiyordu. İşçiler örgütlerine sahip çıkmakta kararlıydı. İşçi sınıfı artık aşağılanamıyordu. Burjuvaziye geri adım artıran bir direnişti. İşçiler o dönemde burjuvaziyi ve Türk İş’i yakından tanıyıp, orduyu gördü” dedi.
“Bugünkü sömürüyle o günü kıyaslamak mümkün değil” diyen Erol, şöyle konuştu: “Bugün çok yoğun bir sömürü var. Bugün sendikal hakkınızı kullandığınızda işinizden oluyorsunuz. Bunlara rağmen işçi sınıfı mevcut iktidara oy veriyor. Güçlü bir sendikal hareketten de yoksunuz. O gün sosyalist hareket de çok önemli adımlar atmıştı. TİP’in Meclis’teki gücü sokaktan geliyordu. Bugün işçiler kadrolu kadrosuz taşeron diye bölünmüş durumda. Kimlik siyasetinden bir türlü çıkılamıyor. İşçi sınıfının, ilerici güçlerin tarih sahnesine çıkmasına ihtiyaç var. Buradan çıkabiliriz ama solun bu parçalı haliyle değil” 

                                 ***

Kazanılmış hakları çalındı

21 yıldır neredeyse tüm hakları gasp edilen işçi sınıfının mücadelesi ise sürüyor. AKP ve Erdoğan’ın iktidarda olduğu yıllarda geçmişte kazandığı neredeyse tüm hakları elinden alınan işçiler, yoksulluğa, örgütsüzlüğe sürüklendi. DİSK tarafından açıklanan raporda işçilerin çalınan haklarının bir kısmı şöyle:

•  Başkanlık dönemi öncesinde milli gelir içinde emeğin payı yüzde 35,3 iken 2022’de yüzde 25,2’ye geriledi.

• 2005 yılında asgari ücret ortalama ücretin yüzde 46’sı iken 2020’de yüzde 60’ına çıktı.
AKP’nin iktidara geldiği Aralık 2002’de yüzde 29,7 olan enflasyon Nisan 2023’te yüzde 43,6 oldu.

• Resmi sendikalaşma oranı yüzde 14 civarında oldu.

• AKP döneminde 20 grev erteleme kararnamesi yayımlandı ve 195 bini aşkın işçinin grevi yasaklandı.

• 2003 ve 2021 yılları arasında resmi verilere göre bildirimi yapılan iş kazası sonucu ölen işçi sayısı toplam 23 bin 958.

                                                                 ***

Ocak 1966

İstanbul’da Paşabahçe Şişecam’da çalışan Kristal İş üyesi işçiler, sözleşme çağrısı reddedilince greve başladı.

Temmuz 1966

Maden İş, Gıda İş, Lastik İş ve Basın İş, Sendikalar Arası Dayanışma Anlaşması imzaladı. Böylece DİSK’in kuruluşunun ilk adımı atıldı. 

Ocak 1967

17 sendikanın temsilcisi Türk İş’e bağlı kalmanın anlamı olmadığını belirterek yeni bir konfederasyon kurma kararı aldı.

Şubat 1970

Çalışma Bakanlığı tarafından hazırlanan Sendikalar Kanunu Süleyman Demirel’in imzasıyla Meclis’e gönderildi.

Şubat 1967

DİSK kuruldu. 

Mart 1970

Maden İş Genel Kurulu’nda yasa tasarısının kanunlaşmasına karşı mücadele kararı alındı.

Mayıs 1970

TBMM Karma Komisyonu, yasa tasarısını kabul edip Meclis’e gönderdi.

Haziran 1970

DİSK Yönetim Kurulu tasarıya karşı direnme kararı alarak 17 Haziran’da düzenlenecek büyük mitinge hazırlık yapmaya başladı. DİSK tasarının geri alınmasını istedi. Ancak tasarı Meclis’te 230 oyla kabul edildi. Bunun üzerine DİSK yönetimi 17 Haziran’da miting yapmak için İstanbul Valiliği’ne başvurdu ancak reddedildi. 

15 Haziran

Fabrikalarda işbaşı yapan işçiler üretime geçmedi. İşçiler, işyeri temsilcileriyle yaptıkları toplantıların ardından eyleme geçerek DİSK’in kapatılmasına neden olacak yasa tasarısına karşı fabrikalardan sokağa çıktı. Eylemin birinci gününde yaklaşık 117 işyerinden 170 bin işçi direnişe geçti. 

16 Haziran

Eylemlerin ikinci gününde iş durduran ancak dışarı çıkmayan işçiler de sokağa çıktı. İstanbul’un çeşitli yerlerinde engellenmek istenen işçiler ile polis arasında çatışmalar çıktı. Eylemler devam ederken DİSK Yürütme Kurulu üyeleri, 1. Ordu Komutanlığı’na çağrıldı. Daha sonra Bakanlar Kurulu sıkıyönetim ilan etti. İki gün süren eylemlerde 5 işçi hayatını kaybederken 200’ü yaralandı, yüzlercesi de gözaltına alındı. DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler, DİSK ve üye sendikaların temsilcileri ile çok sayıda işçi tutuklandı. 260 kişi hakkında dava açıldı. 

17 Haziran

Çok sayıda işyerinde işçiler, iş yavaşlatarak direnişi sürdürdü.

Şubat 1972

Anayasa Mahkemesi, yasayı sendika özgürlüğüne aykırı bularak iptal etti.

Dilan Esen / BİRGÜN

Fotoğraflar: DİSK




15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi 53. yılında: 'Bu bir haysiyet mücadelesiydi' - Cengiz Karagöz / Cumhuriyet

 

Türkiye işçi sınıfı tarihinin en büyük işçi direnişlerinden biri olan 15-16 Haziran direnişi, 53. yılını geride bıraktı. Cumhuriyet'e konuşan Zafer Aydın, “Dün 15-16 Haziran direnişini yaratan işçiler bugün yine aynı şekilde mücadele edebilir” dedi.


Türkiye tarihinin en büyük işçi mücadelesi olan ‘15-16 Haziran 1970 Büyük İşçi Direnişi’nin üzerinden 53 yıl geçti. İki gün boyunca süren ve Türkiye’nin birçok yerine yayılan direniş ülkede hala emek mücadelesine ışık tutuyor. Söz konusu direniş, 1970’te, çalışma yaşamını ve temel sendikalar mevzuatını düzenleyen 274 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Yasası ile 275 sayılı Sendikalar Yasası’nda değişiklik yapan tasarıya karşı İstanbul’da başlamış ve Türkiye’nin birçok yerine yayılmıştı. Emek tarihine yönelik çalışmalarıyla bilinen yazar Zafer Aydın, 15-16 Haziran direnişinin önemini Cumhuriyet’e anlattı.

Söz konusu direnişin Türkiye’de işçilere karşı olan bakışı değiştirdiğini ifade eden Aydın, “Bu direniş Türkiye’nin en büyük işçi direnişiydi. Bu direnişi 60’lı yılların başından itibaren başlayan sınıf mücadelesinin bir sonucu olarak niteleyebiliriz. Bu direniş işçi haklarını kazanma mücadelesinin içinde mayalanmıştır. 1961 Saraçhane Mitingi ve 1963 Kavel Direnişi gibi büyük işçi direnişleri 15-16 Haziran’a giden yolu açtı” dedi.

‘İŞÇİLERE HIRSIZ GİBİ DAVRANIYORLARDI’

Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) TÜRK-İŞ’ten ayrılarak sendikal mücadeleyi sınıf mücadelesinin içinde gören bir anlayışla mücadele örgütlediğini ifade eden Aydın, “DİSK’in kurulmasıyla birlikte işçi hakları anlamında önemli mücadeleler örgütledi ve önemli toplu iş sözleşmeleri imzaladı. Bununla birlikte DİSK işçilerin gözünde önemli bir hale geldi. Bunun tek nedeni de önemli TİS imzalanması değil, DİSK işçilerin haysiyetini savunma örgütü olarak da anlam kazandı. DİSK’ten önce işçiler fabrikaya giriş çıkışlarda birer hırsız gibi üstleri aranıyordu. Tuvalette geçen zamanları kontrol altında tutmak için işçileri marka ile tuvalete yolluyorlardı. Ustabaşları dahil bütün idaerecilerin karşısında esas duruşta durmak zorundalardı. DİSK’in mücadelesiyle bütün bu uygulamalara son verildi” ifadelerini kullandı.

EMEKÇİLER ‘BURADAYIZ’ DEDİ...

Söz konusu süreçte sermayenin nasıl bir tavır takındığını belirten Aydın, “İşverenler işçileri sarı sendikalarla üye yaptılar. DİSK’in çoğunlukta olduğu fabrikalarda sahte evraklarla bunu bozmaya çalışıyorlardı ve buna karşı açılan davalar da yargıdan geri dönüyordu. Sonra DİSK kapatılmak istendi ve işçinin aleyhine bazı yasal düzenlemeler konuşulmaya başlandı” ifadelerini kullandı.

İşçilerin elinde mücadele etmekten başka bir şey kalmadığını belirten Aydın, “DİSK’in kapatılmak istenmesi 15-16 Haziran’ı yarattı. İşçiler önce üretimi durdurdu, üretim durduktan sonra sokaklara çıkıp ‘Biz buradayız ve bizim hangi sendikaya üye olacağımıza ancak biz karar veririz’ dediler. Yani 15-16 Haziran işçilerin sendikal haklarını, özgürlüklerini ve haysiyetlerini koruma eylemidir” diye konuştu.

‘MÜCADELENİN KAYNAĞI DURUYOR’

Direnişin bugünkü önemine de vurgu yapan Aydın, “Üretimin ve istihdamın yapısı değişmiş olabilir. Ekonomik yapı değişmiş olabilir. Aradan çok zaman geçmiş olabilir. Ama dün işçileri harekete geçiren şey bugün değişmedi. O da işçilerin ortak çıkarlarına olan saldırı. Siyasal iktidar, işçilerin haklarını budamaya devam ediyor. Dünle bugün arasındaki fark işçinin iradesine başvurup, onu örgütleyip onunla birlikte mücadeleye giren dinamiklerin bugün var olmaması. İşçilerin kollektif eyleminin kaynağı değişmedi. Dün 15-16 Haziran direnişini yaratan işçiler bugün yine aynı şekilde mücadele edebilir” ifadelerini kullandı.

Cengiz Karagöz / Cumhuriyet

 


Büyük usta Turhan Selçuk'un anısına çizdiler - Cumhuriyet

 

13. Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması’nda 58 ülkeden, 433 karikatürist tarafından gönderilen 1606 karikatür yarıştı. Birinciliği Polonya’dan Jerzy Gluszek kazandı.

Gazetemizin unutulmaz çizeri, “çizgilerin efendisi” Turhan Selçuk anısına Milas Belediyesi tarafından bu yıl on üçüncüsü düzenlenen Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması’nda dereceye giren isimler belirlendi. 


Milas Belediyesi Toplantı Salonu’nda gerçekleşen seçici kurul toplantısında 58 ülkeden, 433 karikatürist tarafından gönderilen 1606 karikatür değerlendirildi. Yapılan değerlendirme sonucunda birincilik ödülünü Polonya’dan Jerzy Gluszek, ikincilik ödülünü Küba’dan Michel Moro Gomez, üçüncülük ödülünü Türkiye’den Cenk Alparslan kazandı.
 

Milas Belediye Başkanı Muhammet Tokat, Ruhan Selçuk, Kamil Masaracı, İzel Rozental, Betül Yılmaz, Vladimir Kazanevsky, Esmaeil Babaei, Kutlukhan Perker, Ali Fuat Süer, Ali Şur ve Mehmet Nergiz’den oluşan seçici kurul tarafından yapılan değerlendirme sonucunda şu isimler de özel ödüle layık görüldü:

İran’dan Jalal Pirmarzabad, Cumhuriyet Gazetesi Özel Ödülü, Güney Kore’den Kim Heung Soo Schneidertempel Sanat Merkezi Özel Ödülü, Türkiye’den Fethi Gürcan Labranda Su Özel Ödülü, İran’dan Mahmood Nazari TEMA Vakfı Özel Ödülü, Türkiye’den Engin Selçuk 

Açık Radyo Özel Ödülü, Türkiye’den Önder Önerbay Jüri Özel Ödülü. 

13. Uluslararası Turhan Selçuk Karikatür Yarışması’nda kazanan isimlere ödülleri eylül ayında yapılacak törenle verilecek. 

(Cumhuriyet)



Ortadoğu medyasında Hakan Fidan yorumu: 'AKP bildiğimiz gibi' - Özkan Öztaş / soL-Özel

 

Kabine değişikliği sonrası Dışişleri Bakanlığı'na getirilen Hakan Fidan için Arap medyasında yapılan yorumlar AKP'nin politikalarındaki sürekliliğe işaret ediyor.

14 Mayıs'taki seçimlerin ardından yapılan kabine değişikliğinde Dışişleri Bakanlığı görevine getirilen Hakan Fidan aynı zamanda Suriye ve Ortadoğu politikalarında ismi geçmişte bir hayli geçen biriydi. 

Daha önce Ahmet Davutoğlu'nun Başbakanlığı döneminde yayınlanan ses kayıtlarında Hakan Fidan'ın "Gerekirse Suriye'ye dört adam gönderirim. Türkiye'ye 8 füze attırıp savaş gerekçesi üretirim, Süleyman Şah Türbesine'de saldırtırız" dediği iddia edilmişti. 

Ortadoğu'da özellikle de Arap medyasında bu süreçle birlikte Hakan Fidan'ın adı daha fazla geçmeye başlamıştı. Fidan'ın Ortadoğu'da siyasal bir angajman yolu olarak Müslüman Kardeşler ile yapılan işbirliğini önemsemesi, siyasal İslamcı grupları politik bir enstrüman olarak kullanma gayreti Arap basınında sıkça tekrarlanan yorumlar arasında yer alıyor. 

AKP ise Milli İstihbarat Şefi olarak bilinen Hakan Fidan'ı Dışişleri Bakanlığı'na atayarak uluslararası alanda daha iddialı bir dönemin başlayacağının mesajını vermek istiyor. 

Türkiye'nin Suriye'deki varlığı 2019 yılından bu yana Suriye açısından sorun teşkil ediyor. Suriye atılacak normalleşme adımı için önce Türkiye'nin topraklarından çıkmasını şart koşuyor

Dış politikada süreklilik mesajı

AKP'nin Dışişleri Bakanlığı'nda Hakan Fidan tercihi, Arap basınında bir makas değişiminden ziyade süreklilik olarak tarif ediliyor. Özellikle Fidan'ın Ortadoğu'daki geçmiş mesaisinden elde ettiği deneyimin de gelecekteki çalışmalar noktasında AKP için bir avantaj sağlayacağı ifade ediliyor. Erdoğan'ın Akdeniz'deki enerji politikalarını ve Ortadoğu'daki politik hedefleri açısından en uyumlu ve işlevsel kadronun atandığı yorumları öne çıkarken aynı zamanda hiçbir şeyin 2010'lu yıllardaki haliyle sürüdürülemeyeceğinin altı çiziliyor. The New Arap'ın yorumuna göre Hakan Fidan'ın Milli İstihbarat döneminde yaptığı çalışmalar Dışişleri Bakanlığı görevinde ona fayda sağlayacağa benziyor.

Enerji politikaları önemini artıracak

Hakan Fidan'ın Dışişleri Bakanlığı görevi aynı zamanda AKP'nin ajandasındaki doğalgazın Avrupa'ya transferi sürecinde Türkiye'nin önemli bir rol üstlenmesi ve nükleer santral inşaatında kritik aşamanın geçildiği döneme denk düşüyor. Ukrayna-Rusya savaşı ile birlikte uluslararası alanda üstlendiği rolü genişletmeye çalışan Türkiye, aynı zamanda Rus gazının Avrupa'ya transferi noktasında da ev sahibi olabileceğini belirtmişti. 2022 yılının sonlarına doğru yapılan görüşmelerde Putin ve Erdoğan bu başlıkta bazı demeçler vermiş ve Avrupa'da yaşanan doğalgaz ve enerji sorunun bu şekilde alternatif rotalar kurularak telafi edilebileceği ifade edilmişti.

Fidan'ın Dışişleri Bakanlığı sürecinde özellikle enerji politikalarındaki mesaisinin belirleyen gündemlerden birisi olması bekleniyor. Akdeniz'deki enerji politikaları çekişmesi, Irak sınırındaki petrol arama çalışmaları ve Rus gazının transferi ile Mersin'deki nükleer santral inşaatında belli bir aşamaya geçilecek olması Türkiye'nin uluslararası politikalarında önemli ödev listesini oluşturacak.

Arap basınında bu başlıkta dikkat çekilen bir diğer gösterge ise Rusya ile Türkiye arasında özellikle Rusya-Ukrayna savaşı döneminde başlayan ticari canlılık. 2022 yılında Rusya ve Türkiye arasındaki ticaretin cirosu 34,73 milyar dolardan 68,19 milyar dolara yükseldi. Dışişleri mesaisinde iki katına çıkan bu ticari canlılığın sürdürülmesi Fidan'ın önemli mesailerinden biri olacak deniyor. 

El İstiklal gazetesine konuşan Usame Fouad, aynı zamanda Hakan Fidan'ın devraldığı başlıklarda enerji politikalarıyla da bağlantılı olarak bazı zorluk derecesi yüksek gündemlerinin de önünde olduğunu ifade ediyor. Azerbaycan-Ermenistan savaşında Türkiye'nin üstlendiği rol ile birlikte Rusya-Ukrayna savaşındaki Türkiye'nin pozisyonu ve NATO başlığı Fidan'ın zorlu ödevleri arasında gösteriliyor.

Mülteci başlığı sürecin öne çıkan gündemi olacak

Türkiye ile Suriye arasındaki yeniden temaslar ve görüşmeler son birkaç yılda kamuoyunun gündemine tekrar düşmeye başladı. Özellikle Rusya arabuluculuğu vesilesiyle bir araya gelen askeri ve istihbarat görevlilerinin toplantıları basına yansımış ve AKP kurmayları tarafından da doğrulanmıştı. 

Mülteci konusu hem Suriye ve Esad ile ilişkilerin normalleşmesinin bir başlığı hem de Türkiye'de uzunca bir süredir iç politikanın bir başlığı. 2022 yılında yapılan Suriye İstihbaratı ile MİT arasındaki görüşmelerde ele alınan başlıklardan birisi olarak tarif edilen mülteci konusu, Fidan'ın Dışişleri Bakanlığı görevinde de devam edeceğe benziyor. Arap basını aynı zamanda Fidan'ın en deneyimli olduğu sahalardan birisi olarak da Suriye'yi işaretliyor. Dolayısıyla bu tür başlıklarda AKP açısından akla gelen en uygun isim olduğu ifade ediliyor. 

AKP'nin, özellikle seçim döneminde muhalefetin "Mültecileri göndereceğiz" söylemini yükseltmesiyle birlikte mülteci konusuna ek girdiler yaptığı biliniyor. 

Mevlüt Çavuşoğlu'nun Dışişleri Bakanlığı sürecinde gerçekleşen dörtlü zirvede bir araya gelen Rusya, İran ve Suriyeli temsilciler ile yapılan toplantıları Çavuşoğlu yine kendi sosyal medya hesabından duyurmuştu

Esad dayanacak gücün sınırında ama gücünün doruğunda

2010'lu yıllarla birlikte Suriye'de tırmanan savaş ve cihatçı grupların ABD destekli saldırıları karşısında direnen Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad, AKP ile masaya oturmak konusunda görece daha pozitif bir zemine sahip. Ancak aynı zamanda savaşın verdiği zarar ve yıkımın boyutları hesaba katıldığında da gerek ekonomik gerekse askeri anlamda dayanma gücünün de sınırlarına erişmiş görünüyor. 

Bu bağlamda Esad aynı zamanda çözümün hızlıca olmasından yana. Ya da bir diğer ifadeyle işine yaramayacak bir çözüm önerisi için zaten kaybedeceği birçok şeyi kaybetmiş bir sahada daha cesur adımlar atabilecek pozisyonda. 

Esad, Türkiye'nin Suriye'deki topraklardan çekilmediği durumda herhangi bir sürecin başlama şansının olmadığını yineliyor. Ancak bir yandan da mülteci başlığının bu kapsamın dışında tutulduğu iddia ediliyor. Zira hem Türkiye'nin politik olarak hassas bir noktaya evrilen mülteci sorununa kısmen de olsa bir çözüm önermesi bekleniyor hem de yine çeşitli yorumlara göre savaşlar nedeniyle Suriye'de azalan emek gücünden dolayı Esad geri dönecek Suriyelilere ihtiyaç duyuyor. El İstiklal gazetesi bu süreci Türkiye'nin komşularında çıkardığı yangını söndürme çabası olarak okuyor.

Erdoğan'ın seçimi kazanmak için her yolu denediği ve gerekirse Esad ile "kur yapmayı" göze aldığı Arap medyasında yer almıştı. Seçimlerden birkaç gün önce The Arap News'te çıkan habere göre Çavuşoğlu'nun İran, Rusya, Suriye Dışişleri Bakanları ile yan yana geldiği toplantının gündemlerinden önemli bir kısmını Türkiye'nin Suriye'deki varlığı ve mülteci konusu oluşturmuştu. Çavuşoğlu'ndan koltuğu devralan Fidan'ın süreci nasıl ilerleteceğini ise önümüzdeki günler gösterecek.

Özkan Öztaş / soL-Özel

14 Haziran 2023 Çarşamba

KLİMİK Başkanı Prof. Dr. Yavuz'dan kızamık salgını uyarısı + İstanbul'da kızamık alarmı: İTO'dan 'endişe verici' uyarısı - soL

 KLİMİK Başkanı Prof. Dr. Yavuz'dan kızamık salgını uyarısı 

KLİMİK Başkanı Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz, kızamık vakalarında büyük artış yaşandığını söyledi.

Sağlık Bakanlığı Koronavirüs Bilim Kurulu Üyesi ve Türk Klinik Mikrobiyoloji ve Enfeksiyon Hastalıkları Derneği (KLİMİK) Başkanı Prof. Dr. Serap Şimşek Yavuz, solunum yolu enfeksiyonlarının yoğun yaşandığı bu kış, kızamığın da listeye eklendiğini kaydetti. Artan aşı karşıtlığı, yaşanan yoğun göçler ve depremin de etkisiyle aksayan çocukluk çağı aşılamalarında aşılanma oranlarının bir an önce eskisi gibi yüzde 98´lere ulaşılması gerektiğini, aksi taktirde ölümcül seyredebilen kızamık nedeniyle yeniden kayıpların yaşanmaya başlanabileceğine işaret etti.

DHA'nın haberine göre, Prof. Dr. Yavuz, Covid'in ise henüz mevsimsel bir hastalık olarak kabul edilemeyeceğini, dünyada halen günlük 20 bine yakın ölüm yaşandığını ve İstanbul´da bazı merkezlerde test pozitiflik oranlarının yüzde 50´lere ulaştığını söyledi.

‘Erişkinlerde görmeye başladık’

Solunum yolu enfeksiyonlarında bu yıl kızamığın Türkiye’de ciddi sıkıntı yaratmaya başladığını vurgulayan Yavuz, “Toplumda kızamık aşılı oranı yüzde 95’in altına düştüğü anda salgınlar olabiliyor. Şu anda da İstanbul’da özellikle böyle bir salgın var. Hatta erişkinlerde görmeye başladık. Bu da önemli çünkü erişkinlerde kızamık ağır akciğer enfeksiyonları yapabiliyor. Yine küçük çocuklarda, özellikle 1 yaşın altındakilerde çok tehlikeli” uyarısını yaptı.

‘Sadece Ocak’ta 180 vaka bildirilmiş’

Güney bölgelerimiz, depremden etkilenen yerlerde göçmenlerin ağırlıkta olması nedeniyle de kızamık açısından kaygıları olduğunu dile getiren “DSÖ’nün sitesindeki verilerden Türkiye verilerini görebiliyoruz. Bu yıl için sadece ocak ayının verileri görülüyor ve sadece ilk ay bile, 2021 yılı boyunca gördüğümüz vaka sayısını da aşmış durumda. 182 civarı vaka bildirimi olmuş, geçen yıl, bütün bir yıl boyunca toplam 160 vaka görülmüştü” diye konuştu.

‘Son derece etkin aşısı var’

Aşılama oranlarımızı acilen yeniden yüzde 95’in üzerine çekmemiz gerektiğini belirten Prof. Dr. Yavuz, “Pandemi sırasında daha da çok artan aşırı tereddüdünün de etkisi var. Tereddüt yaşayan insanların anlayacağı dilden, onların kaygılarını gidermeden mücadele etmezseniz bu, kontrolsüz bir şekilde devam eder. Kızamık gibi bir hastalık, tek konağı insan, son derece etkili bir aşısı var ve biz kızamık salgını yaşıyoruz. Burada bir sorun var” dedi.

‘Öğretmen ve sağlıkçılar aşılanmalı’

Kızamığın erişkinlerde özellikle belli gruplarda çok tehlikeli olabileceğine de işaret eden Prof. Dr. Yavuz, gebelerin buna  örnek olduğunu söyleyerek “Kızamık hâlâ ölümcül bir hastalık. Özellikle küçük çocuklarda ve bağışıklığı baskılanmışlarda çok ağır akciğer enfeksiyonuna, zatürreye neden olabiliyor. Şu anda bile dünyada 200 bine yakın insanın ölümüne neden oluyor ve geneli de çocuk” dedi. 

Ateş ve eşlik eden döküntü olması halinde mutlaka hekime başvurulması gerektiğini ve hastanın bir an önce izole edilmesinin çok önemli olduğuna dikkati çeken Yavuz “Oldukça uzun bir bulaştırıcılık süresi var çünkü. Erişkinlerde de, riskli gruplarda, özellikle de sağlık çalışanlarında mutlaka aşılama öneriyoruz. Öğretmenler de ön safta bu konuda” ifadelerini kullandı.

                                                                  /././

İstanbul'da kızamık alarmı: İTO'dan 'endişe verici' uyarısı 

İstanbul’da kızamık nedeniyle hastanelere yapılan başvurunun endişe verici boyuta ulaşması ve çocuk ölümleri üzerine İstanbul Tabip Odası yönetimi uyarı yaptı.

Türk Pediatri Kurumu Yönetim Kurulu üyesi Doç. Dr. Kenan Barut, çocuklarda kızamık salgını riskine karşı uyararak, “Yaptığımız çalışmalar aşı karşıtlığının yükseldiğini ve kızamık hastalığının ülkemizde patladığını gösteriyor” dedi.

Hürriyet'ten Buse Özel'in haberine göre, sadece İstanbul Üniversitesi-Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Hastanesi’nde geçen 6 ayda 17 kızamık vakası gördüklerini belirten Doç. Dr. Barut, “Acil serviste günde 100 hasta gördüğümüz halde bu kadar çok kızamık vakası yakaladık. Günde 2 bin çocuk hasta bakan bir yerde çok daha fazla görülüyordur. Türkiye’ye oranlarsak bu rakam belki 10 binleri bulabilir” ifadelerini kullandı.

'Yüzde 95’in altına düşerse büyük bir salgın başlar'

Doç. Dr. Barut, “Kızamık için yüzde 95 aşılama kritik bir eşik. Yüzde 95’in altına düşerse büyük bir salgın başlar” uyarısı yaptı.  

İstanbul Tabip Odası’nın (İTO) dün konuya ilişkin düzenlediği basın toplantısında da uzmanlar, “Kızamık hastalığı, 1980’de yaygın aşılama başlamadan önce, dünya çapında her yıl tahmini 2,6 milyon ölüme neden olurken, hızlandırılmış küresel aşılama programlarıyla bu sayı 2011’de yılda 158 bine gerilemiştir. Burada kızamık hastalığıyla ilgili kötü gidişata dikkat çekmek için toplanmış bulunuyoruz, çünkü İstanbul’da kızamıkta endişe verici artış olduğunu ve ne yazık ki kaybedilen çocuklar olduğunu biliyoruz” diyerek aşının önemini vurguladı.

(soL)