İşçisin sen işçi kal! (17 Eylül 2023)
R.T. Erdoğan’ın “Yersen!” dediği gibi “sıkı” ya da “gevşek” aynı kapıya çıkar. Başyüce Hazretleri ve biz kulları sanki ayrı gezegenlerde, ayrı dünyalarda yaşıyormuşuz gibi!
İHA’lar, SİHA’lar, Akıncı’lar, Kaan’larla semalardaymışız. Osmanlıca “sema”nın Türkçe anlamı “gökyüzü”. Yani semanın “uzay” gibi bir anlam yok. Uzay veya feza, Dünya’nın ötesinde ve gök cisimleri arasında var olan, sonsuz olduğu düşünülen fakat sonsuz olduğu konusunda kesin yargılara varılamayan bölge. Yani değerli okurlar, İHA’ların, SİHA’ların, Akıncı’ların, Kaan’ların uzayla hiçbir ilişkisi yok, bunlar uzay araçları değil!
Google’a baktım: Türkiye’nin mevcut uydu filosunda halihazırda üç haberleşme uydusu ile üç gözlem uydusu bulunuyor. Türksat 3A, Türksat 4A ve Türksat 4B haberleşme uyduları haberleşme ihtiyacını karşılarken Göktürk 1, Göktürk 2 ve Rasat gözlem uyduları gözlem yapıyor. Çok güzel amma bu uyduları uzaya bizim araçlar fırlatmıyor, ABD’nin Cape Canaveral Üssü’nden fırlatılıyor. Bu nedenle Türkiye’miz şu anda ve ne yazık ki bir “uzay” ülkesi değil.
Dünya üzerindeki uzay ülkeleri ve uzay bütçeleri şöyle: ABD 24, Rusya 7.7, Fransa 2.5, Japonya 2.4, milyar dolar; Türkiye’nin üye olmadığı Avrupa Uzay Ajansı’nın bütçesi 515 milyon dolar.
Türkiye’nin uzay araştırma bütçesinin ne kadar olduğunu araştırdım bulamadım.
R.T. Erdoğan’ın yukarıdaki metninden bir alıntı yapacağım: “Ama şimdi ‘İşçisin sen, işçi kal’ sıkıysa de. Yemez. Artık uzaya füzeleri gönderen bir gençlik var.”
Bu da çok güzel ama uzaya füze gönderen gençlik Türk gençliği mi başka ülkelerin gençliği mi? Gençliğimiz uzaya füze gönderiyorsa bizim uydular neden Cape Canaveral Üssü’den fırlatılıyor. Bu da üzücü bir muamma. Google’a göre ROKETSAN Uydu Fırlatma Uzay Sistemleri ve İleri Teknolojiler Araştırma Merkezi ile Patlayıcı Hammadde Üretim Tesisi Açılış Töreni’nde Cumhurbaşkanı Erdoğan, milli teknolojilerle fırlatılan ilk yerli sonda roketi ile uzaydan elde edilen görüntüleri kamuoyuyla paylaşmış.
Ben gene yukarıdaki metinden bir alıntı daha yapacağım: “Emperyalistlerin çıkarları uğruna gençlerimizin geçmişleriyle bağlarının kopartıldığı, geleceklerinin karartıldığı bu karanlık dönemler artık geride kaldı.”
Gençlerimizin geçmişlerinden bağlarını kopartarak emperyalistlere kimler hizmet etmiş, etmekte, ediyor? Bu çok büyük bir iddia ve iftira. Bir edebiyatçı ve bir dilbilimci olarak bu alıntının anlam yapısını çözümleyeceğim. R.T. Erdoğan’ın mensup olduğu İslamcı siyasal yapının tarih anlayışına göre gençlerin bağlarının kopartıldığı geçmiş Osmanlı ailesinin teokratik (İslamcı) imparatorluk geçmişidir. Geçmişten kopartma eylemini kim yapmıştır? Laik, demokratik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyeti yapmıştır. R.T. Erdoğan’ın yerine dobra söyleyecek olursak Türkiye Cumhuriyeti devleti emperyalistlere hizmet etmiştir. Böyle bir yalanı ancak Cumhuriyet düşmanı bir Vehhabi söyleyebilir. Türkiye Cumhuriyeti cumhurbaşkanı söyleyemez! Yakışmaz!
“İnsanımıza ‘İşçisin sen, işçi kal’ denildiği, her alanda önünün kesildiği dönemler yaşadı. Ama şimdi ‘İşçisin sen, işçi kal’ sıkıysa de” demekte. Kapitalist düzende işçinin işçi konumunu piyango bileti ve yakalanmasız banka soygunundan başka hiçbir şey değiştiremez. Ancak 1923 ile 2000 yılı arasında işçiler yoksuldu ama şimdiki gibi aç değildi.
/././
Sivil anayasa, sefil anayasa (15 Eylül 2023)
Cumhurbaşkanı Hazretleri’nin yaptığı konuşmalara itiraz etmeyi alışkanlık haline getirdim ama suç bende değil. Demokrasiyi yalapşap benimsemiş bir halkın tamamı bile kendi oyuna sunulmuş herhangi bir anayasa metnine kesinlikle “İşte benim anayasam diyerek baş tacı” etmez. Sadece bizde değil dünyanın herhangi bir yerinde bile.
1961 Anayasası, 9 Temmuz 1961’de halkoyuna sunulmuş katılanların yüzde 60.4’ü tarafından kabul edilmiştir. Referandum sonucunda yüzde 39 oranında ret oyu, bu anayasanın toplumun tüm kesimlerince benimsenmediğinin kanıtıdır.
12 Eylül cuntası, hazırladığı anayasanın yüzde 100 “evet” oyu alması için her türlü tezgâhı hazırlamıştı. 7 Kasım 1982 günü yapılan halkoylamasında yüzde 8.63 “RET” oyuna karşılık yüzde 91.37 “KABUL” oyu çıktı. Yine yüzde 100 değil!
R.T. Erdoğan’ın halkoyuna sunacağı “yeni anayasa”nın halkın oyunun yüzde 50.01’ini alacağını bile düşünmek mümkün değil.
Bir ülkeyi iyi anayasalar, iyi yasalar yönetmez. İyi niyetli, adil, çağının çağdaşı, donanımlı, laik, demokrat, insan hak ve özgürlüklerine saygılı hükümetler yönetir. Bu niteliklere sahip bir hükümet çok kötü bir anayasayla bile başarıya ulaşır. 1982 Anayasası, yerine “yepyeni” bir anayasa yapılacak kadar kötü mü? Elbette hayır. R.T. Erdoğan iktidarı mevcut anayasanın ilk dört maddesini mevcut TBMM ile kaldıracak ya da değiştirecek bir anayasa yapamaz. Bunun nedenini açıklayacağım. Başyücelik, TBMM ile kendi beğeneceği bir anayasa hazırlayacak olursa, yaptığı uygulamalardan esinlenecek olursak, kuvvetler ayrılığını değil birliğini seçecek demektir. Fazla örnek vermeye gerek yok, Başyücelik rejiminin mevcut anayasaya göre gayri meşru olan uygulamalarını meşrulaştıracak bir anayasa hazırlayacaktır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay belki kaldırılacak ya da iyice kuklalaştırılacaktır.
Bu yepyeni anayasa büyük bir olasılıkla egemenliği halktan alıp Tanrı ve Kuran’a verecektir. Şu anda AKP ve MHP ortaklığının böyle bir şey yapması mümkün değil. Böyle bir şey ancak 1982 Anayasası’nın bir hükümet darbesi tarafından ilga edilmesiyle mümkün olabilir.
Mevcut duruma göre Başycüce yepyeni bir anayasa yapamaz ancak ilk dört madde ve 174. madde dışında, yeterli oy bulursa, değişiklikler yapabilir. 1982 Anayasası, olağan TBMM’ye asli kurucu iktidar yetkisi vermediği fakat türev (tali) kurucu iktidar yetkisi verdiği için 1982 Anayasası’nın tamamı değiştirilemez. Ancak kısmen değiştirilebilir. Ya da 1958’de Fransa’da olduğu gibi TBMM sadece anayasa hazırlamakla özel görevli (ad hoc) bir kurucu meclis kurabilir. AKP hükümeti bu yöntemi seçerse, TBMM, yeni bir anayasa hazırlamak üzere bir kurucu meclis seçilmesini sağlayabilir. TBMM kendi yasama görevini yerine getirirken kurucu meclis yeni anayasayı hazırlayıp onaylanmak üzere halkoyuna sunabilir.
Asli kurucu iktidar niteliklerine değil de türev (tali) kurucu iktidar niteliklerine sahip AKP ağırlıklı TBMM, kuramsal olarak, ilk dört madde dışındaki anayasa değişikliklerini yapabilecek konumda. Fakat Anayasa Mahkemesi’nin kapatmayla ilgili 30 Temmuz 2008 tarihli “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” kararından sonra bunu yapması etik açıdan doğru olmaz. Eh artık bu kadar kusur kadı kızında da olur!
AKP iktidarının kendi kafasındaki anayasayı yapması mümkün değil. Şu anki TBMM de bir tali (türev) iktidar olduğunu anlayıp kabul ettikten sonra anayasayı, ilk dört madde dışında, kısmen değiştirebilir. Bunun yöntemini de ben öğretecek değilim artık.
/././
Gecekondulaşan üniversite (12 Eylül 2023)
Bu vaatlerinin gerçekleşmemesine çok sevindim. Benim için “üniversite” devlet üniversitesidir. Özel üniversite denince de aklıma ABD’deki Harvard, Cornell, MIT (Massachusetts Teknoloji Enstitüsü), Yale, Stanford, John Hopkins, Duke vb. üniversiteler gelir. Türkiye’de 1970’ten önce kurulan devlet üniversiteleri “üniversite”dir. AKP döneminde kurulan devlet ya da özel üniversitelerin tamamı gecekondudur.
Üniversite bence nedir size söyleyeyim: Öğretim kadrosu, kütüphane ve laboratuvar, öğretim üyelerinin yayımladığı makalelerin uluslararası bilim çevrelerinde aldığı referans sayısı, öğrenci yurtları ve yemekhaneleri, ulaşım olanakları... AKP dönemi üniversitelerinde bunların hiçbiri yok, sadece yandaş müteahhitlerin yaptığı çürük binalar var.
Türkiye’de 2020 itibarıyla, 129’u devlet, 70’i vakıf olmak üzere 199 üniversite var. Fransa’da 85 üniversitede 184 bin 566 akademisyen ve 6 milyon 950 bin 142 dolayında lisans öğrencisi bulunuyor. 2019’da Türkiye’deki 196 üniversite rektöründen 68’inin hiç uluslararası yayını olmadığı, 71 rektörün de makalelerine hiç atıf yapılmadığı belirlendi. Öte yandan 2019 verilerine göre 78 üniversitedeki 273 bölümde profesör, doçent veya doktor unvanına sahip bir öğretim üyesi bulunmuyor.
Gelelim uluslararası karşılaştırmaya: Türkiye’nin nüfusu 85 milyon, yaklaşık 7 milyon yani nüfusun yüzde 8’i üniversite öğrencisi. Maşallah mı? Neuzübillah! Fransa’nın nüfusu 68 milyon, üniversite öğrencisi sayısı 2 milyon 97 bin, nüfusun yüzde 2.9’u.
Türkiye’de nüfusun yüzde 8’inin Fransa’da yüzde 2.9’unun üniversite öğrencisi olması, Türkiye’de ilk, orta ve yükseköğretimin skandal düzeyde tam anlamıyla çok kötü olduğunu gösterir. Bu iki oran Türkiye’de ilköğretimin ve ortaöğretimin düzeyinin yükseköğretime öğrenci hazırlamaktan çok uzak; üniversite planında ise hesapsız kitapsız öğrenci alındığının kanıtı olmaktadır. Türkiye’de üniversite öğrencisi nüfusun yüzde üçünden fazla olmamalı: Üç milyon kadar. Hesaplama yanlışım varsa siz düzeltin.
26 Temmuz 2003 günlü Hürriyet gazetesinde “Taşra Üniversiteleri Üzerine Birkaç Gözlem” başlıklı yazımda şu satırlar yer almakta:
[Taşra üniversiteleri genellikle kampus biçiminde inşa ediliyor. Kampus yapılanmasının kuruldukları kent ile ilişkilerini bir yere kadar sınırladığını kabul etmek gerekir. Ama ayrışık yaşadıklarını söylemek de mümkün değil. Üniversiteler ile bunların kuruldukları kentin yaşamı arasında olumlu, olumsuz, toplumsal ve faydacı etkileşim olur. Ankara’da görevli ama taşra üniversitelerinin birinde de ders veren bir genç öğretim üyesi bu konuda şöyle düşünüyor: “Toplumsal ve kültürel olumlu etkileşim, Anadolu’nun içe kapalı toplumsal yaşantısına, ancak televizyonda görülebilen türde genç insanların sızmasına yol açmıştır. Bu noktada etki olumludur. Bir diğer olumlu etki, öğretim elemanı ve diğer çalışanları ile bir kurum olarak üniversitenin kurulduğu coğrafyanın ufkunu açabilmesidir. Faydacı anlamda toplumsal olumlu etki ilke olarak yerel iktisadın zenginleşmesidir.”
Ben genç öğretim üyesi kadar iyimser değilim: Üniversitenin bulunduğu kentin toplumsal yaşamını etkilemesi ne anlama gelir: Kadın-erkek ilişkilerinin çağdaşlaşması; bilimsel ve genel kültür kitapçılarının çoğalması ve yerleşikleşmesi; tiyatro ve sinema salonlarının, pastane, lokanta ve kahvehane gibi işyerlerinin çoğalması; gazete, dergi ve kitap satışlarının artması; üniversitelilerin yaşam tarzlarının kenti etkilemesi...
Gördüğüm kadarıyla kentler üniversiteyle bir müşteri kitlesi olarak ilgilenmekte. Kent ile üniversite arasında düşünce alışverişi olmamakta ve bir süre sonra üniversite kentin dünyası içinde kaybolmakta, kentin inanç ve politik anlayışının sınırları içine kapanmakta.
Özellikle Ankara’nın doğusunda kalan üniversitelerde çalışan öğretim elemanları ve öğrenciler kentlerin üniversiteyi soluksuz bırakacak kadar sıktığından yakınmakta.]
Aradan 20 yıl geçmiş. Her şey çok daha kötü.
(Özdemir İnce-Cumhuriyet)