25 Eylül 2023 Pazartesi

Altı saat içerisinde neler neler oldu öyle? - (Barış Terkoğlu-Cumhuriyet)

 

“Kötü insanlar olmasaydı, iyi hukukçular da olmazdı” diyor Dickens. Türkiye, belki de bu sayede, hukuk atomunun çekirdeğine kadar indi!

Veysel Şahin yasadışı bahis hükümlüsü. Pek bilmeseniz de milyarlarca dolara hükmediyor. 2018’de örgüt kurmak ve yasadışı bahisten toplam 10 yıl 6 ay ceza aldı. Nisana kadar Silivri Cezaevi’ndeydi. Cezasını tamamlayıp tahliye oldu.

Gelgelelim, Seyhan Avşar’ın haberinden sonra Kılıçdaroğlu’nun mesajları sayesinde onu günlerdir konuşmamıza neden olan olay, tahliyesine 1.5 ay kala yaşandı. O günün tutanakları, yargı içinde adeta savaş yaşandığını gösteriyor.

Tarih 2 Mart 2023. Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin üç hâkimi, mesai bitmek üzereyken cezası kesinleşmiş olan ve altı yıldır hapiste yatan Şahin hakkındaki kesinleşmiş kararı bozdu. Olay tutanaklara şöyle yansıdı: “Hükümlü Veysel Şahin hakkında Büyükçekmece 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nin 26 Nisan 2018 tarihli ‘suç işlemek amacıyla örgüt kurma’ suçundan verilen 5 yıl hapis cezasının ve ‘7258 sayılı yasanın 5-b maddesine muhalefet’ (yasadışı bahis) suçundan verilen 5 yıl 6 ay hapis cezasının giderilemeyecek mağduriyete yol açılmaması bakımından infazlarının durdurulmasına, hükümlü başka suçtan tutuklu ya da hükümlü değil ise derhal serbest bırakılmasına...”

Kısacası mahkeme, bir anda Şahin’in kesinleşmiş toplam 10 yıl 6 aylık cezasını bozmuştu. İşin ilginci kararının başında “Hükümlü müdafiyle Ersan Şen tarafından 19 Aralık 2022 havale tarihli dilekçe ile itiraz edilmiş olup itiraz hususunda karar verilmek üzere dosya mahkememize gönderilmiş ve CMK 33. maddesi gereğince cumhuriyet savcısından yazılı mütalaası alınmış olmakla, dosya incelendi” deniyordu.

Meseleyi ilginç kılan detaylardan biri de buydu. Cumhuriyet savcısından dair mütalaa alınmamıştı. Şahin’in avukatı Ersan Şen’in 2.5 ay önce yaptığı itiraz dilekçesiyle, kesinleşmiş bir mahkeme kararı, birkaç dakika içinde silinip süpürülmüştü. Veysel Şahin hukuken artık özgürdü. Tahliye hararı adliye sistemine düştü. Hazırlıkları başladı.

HÂKİMLERE LAF SOKAN TUTANAK

Ancak... Savcılar, Sami Şahin ve Mehmet Ayhan, devreye girdi. Saat 19.00’da mahkeme kararının hukuksuz olduğunu yazan ve Şahin’in tahliye edilmemesi gerektiğini söyleyen tutanağı tuttular.

Tutanakta Şahin’i tahliye eden mahkemeye şöyle laf sokuluyordu: “(...) Bu kararın mesai saati sona erer ermez 17.01’de onaylanarak cumhuriyet başsavcılığımız ekranına düşürülmesi üzerine karar incelendi.”

Savcıların tutanağında mahkemeye sanki hukuk dersi veriliyordu. Avukat Şen’in talebinin daha önce tam 4 kez hem kararı veren mahkeme hem de üst mahkemeler tarafından reddedildiği, karara itirazların kesinleştiği, bundan sonra mahkemelerden alınacak bir kararın olmadığı söylendikten sonra şu ifadeler kullanılıyordu: “Yasaya açıkça aykırı olduğu düşünülen Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin kararına karşı yeniden müracaat yapılacağından, hükümlünün şu aşamada tahliye edilmeyerek Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi’ne resmi olarak sorulmasına karar verildi.”

Mesai bittikten bir dakika sonra, saat 17.01’de tahliye olan Şahin, savcının girişimiyle cezaevi çıkışında tahliye olamadan bekledi.

APAR TOPAR GERI DÖNDÜLER

Adliyeyi karıştıran, adeta yargı içindeki savaşı gösteren saat 19.00’daki tutanağın ardından, Bakırköy 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin üç hâkimi apar topar salona geri döndü. Belki de döndürüldü!

Tek sayfalık bir kararla, saat 17.01’de verdikleri kendi kararlarını kaldırdılar. O kararın girişinde yaptıklarını, “sehven” diyerek şöyle itiraf ettiler: “Verilen kararın sehven cumhuriyet savcısından mütalaa alınmadan verildiği, karar başındaki mütalaa alındığına yönelik ibarelerin ise matbu olup sehven yazıldığı ve kararın onaylandığı anlaşılmakla...”

Kısacası mahkeme dosyayı okumadığı gibi kendi kararını dahi okumadığını söylüyordu!

Saat 22.00 olmuştu. Şahin halen cezaevi kapısında bekliyordu. Aynı iki savcı, saat 22.10’da yeni bir tutanak tutarak kararını birkaç saat içinde değiştiren mahkemeye yine laf soktu: “Tutanak tutulduktan sonra mahkemece, saat 22.01’de yeniden aynı tarih ve aynı iş numarası ile Büyükçekmece 8. Asliye Ceza Mahkemesi’nin anılan iş kararına karşı bu defa da taleplerin ve itirazın reddine karar verildiğine ilişkin ek karar cumhuriyet başsavcılığımız ekranına düşürülmüştür.”

YARGIDA RÜŞVET KULİSLERİ

Günlerdir konuyu tartışan hemen herkes “tahliye” meselesine takılıyor. Şahin’in cezasının 1.5 ay sonra biteceği düşünülürse kritik olan tahliyesi değil. Asıl mesele mahkemenin gerekçesi. Basitleştirerek söyleyeyim: Şahin hapisteyken örgüt dahil benzer suçlardan, İstanbul 42. Asliye Ceza Mahkemesi’nde başka bir davadan yargılanıyordu. Şahin ve avukatı, ceza aldığı ve 6 yıl hapis yattığı dosyayı bu davayla birleştirmeye çalışıyordu. Ceza aldığı ve hapis yattığı dosya ile henüz yargılandığı dosya birleşerek aynı dava haline gelecek, böylece iki ayrı ceza yerine halihazırda 6 yıl hapis yattığı tek bir dosya sanığı olarak eli rahatlayacaktı. Şahin ve avukatı, daha önce başka mahkemelerden tam 4 kez bunu talep etmişti. Nitekim Bakırköy’deki tartışmalı mahkeme 5. talepte bu kararı verdi. Tahliye, bu kararın 2. derecede önemli bir sonucu oldu.

Öte yandan 5 Mayıs’ta devam eden öteki davada, İstanbul 42. Asliye Ceza Mahkemesi, Şahin’e 21 yıl 8 ay hapis cezası verdi. 2014’te kesinleşmiş kasten yaralama sabıkası nedeniyle, daha ağır yaptırımı olan “mükerrirlere özgü infaz rejimi” uygulanmasına da karar verdi. Şahin’in karar kesinleşinceye kadar dışarıda tutuksuz kalmasını uygun buldu. Bir detay daha var. Şahin’in dosyasında, 2018’in nisan ayında da benzer bir akşam yaşandı. Tahliye kararı aynı akşam itirazla bozularak Şahin hapisten çıkarılmadı. Haliyle yargı içinde bir Şahin kavgası yaşandığı tezimiz tutarlı görünüyor. Sürekli değişen, “yukarıdan müdahaleli” olağandışı yargı kararları bunu açıkça gösteriyor.

Öte yandan Şahin’den “kafasının koparılmaması için” eski bir bakan adına rüşvet isteyenler, “Dosyayı çözeriz” diyerek bazı yüksek yargı mensupları adına milyon dolar telaffuz edenler de meseleyi daha ilginç kılıyor.

Bir suç, bin karar üretiyor. Her dudak kendi hükmünü söylüyor. Belki de bütün bunlar adil olan henüz sözünü söylemediği için...

Barış Terkoğlu-Cumhuriyet


24 Eylül 2023 Pazar

Kendini inşa eden insan: Yılmaz Güney'in gençlik öyküleri + Küçük şeyler, küçük insanlar, büyük hikâyeler: Samipaşazade Sezai (Emre Falay-soL/Kültür)

 Kendini inşa eden insan: Yılmaz Güney'in gençlik öyküleri

50’li yılların ikinci yarısı. Adana’da, on sekizinde bir delikanlı. Okumaya, edebiyata meraklı. Kendini inşa eder Yılmaz Güney. Öyküleri bir başlangıçtır.

50’li yılların ikinci yarısı. Adana’da, on sekizinde bir delikanlı. Okumaya, edebiyata meraklı. Adana’da bir film şirketinde çalışıyor. Kendi ifadesiyle, kazandığı paranın büyük bölümü kitaba gidiyor. Lise yıllarında başlıyor ilk öykülerini yazmaya. Arkadaşlarla para toplanıyor, dönemin edebiyat dergileri alınıyor, okunuyor: Varlık, Yeni Ufuklar, Pazar Postası… Henüz sosyalizmi bilmiyor. Anlamaya çalışıyor, yaşadıklarını, gördüklerini anlamlandırmaya ve anlatmaya. Bir insan, kendini inşa ediyor…

Yılmaz Güney, 70’li yılların sonunda Güney dergisinde yayımladığı Oğluma Hikâyeler başlıklı öykülerini bir yana bırakırsak, 1955 ile 1958 arasında yazar öykülerini. Vedat Günyol’a 1957 yılında yazdığı bir mektupta öykülerinden söz ederken yazdıklarını “sosyal sürrealizm” olarak tanımlamaktadır. Çalıştığı film şirketlerinin oynattığı filmler, izledikleri, gözlemleri üzerinden sinemasal bir dil daha o zaman öykülerinin yapısal parçası haline gelir. Yılmaz Güney’in öykü ile başlayan, romanı arzu eden edebiyat tutkusunun bir gün sinemaya akacağının işaretleridir. Varoluşçu bir duyuş ile gerçeküstü ve gerçekçiliğin kol kola yürüdüğü öykülerde yer yer fantastik unsurları kullanır, yoksul halkın yaşantısını karakterlerin bilinçaltını da sunarak anlatmaya çalışır. Okur için bir not: Sait Faik’in öykücülüğümüzde yeni bir kulvar açan son eseri Alemdağ’da Var Bir Yılan 1954’te yayımlanmıştır.

'Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri' ve komünizm propagandası

Yılmaz Güney’in ilk öyküsü Ekim 1955’te On Üç dergisinde yayımlanır. Üç Bilinmeyenli Eşitsizlik Sistemleri isimli öykü nedeniyle hakkında daha sonra komünizm propagandası yapmak iddiasıyla dava açılacak, 1961 yılında temyiz sürecinin ardından Güney bir buçuk yıl hapis ve altı ay sürgün cezası alacaktır. Öykü, yapısı itibariyle çok katmanlıdır. Yılmaz Güney bu öyküde bir tiyatro sahnesi çizer ancak zaman zaman okuru sahne gerçekliğinin dışına çıkarır. Anlatıcı, sahneyi dışarıdan izleyen olmasına rağmen an gelir sanki oynayan birinci şahsın kendisi olur, sonra yeniden kendi anlatıcılığının dışına çıkar. Zengin bir genç erkek ile bir hayat kadınının diyalogları içinde seyirci-okur sahnelenen ve okudukları ile yüzleşmeye davet edilir. Öyküdeki hayat kadını kendisine birlikte yeni bir hayat kurmayı teklif eden zengin gence aralarındaki eşitsizliği anlatır: “İnsanlar hep senin gibi olmazlar. Herkes bu ayrıntıları kaldıramaz ki ortadan. Kaldırsalardı; cennet olurdu buraları. Cennet.” Öykünün sonunda hayat kadınının kendisini çağıran “sarı oğlana” gitmeye yeltenmesi üzerine o ana kadar iyi yanı ile gördüğümüz zengin karakter “Ona mı gidiyorsun? O basit bir işçi…” diyerek öfkelenir. Bu anda hayat kadınının öfkesi, “ben de işçiyim” demesi ve öfkesinin sınıfsal içeriği devreye girer: “Ah domuzlar sizi. Domuzlar. Bir gün hepinizin topunu attıracaklar ya; dur bakalım ne zaman!”

Gençlik öyküleri

Unutulmuş Adam öyküsünde Yılmaz Güney’in çığlığı bir bayram günü şehrin kenar mahallelerinin birinden duyulur. “Ben de sizler gibi balon patlatmak, atlı karıncaya binmek, cigara içmek, gülmek istiyorum” der. Bir bayram günü şarap içenlere, bir bankacı kıza, küçük insana hareketli biçimde çevrilen bir kamera gibidir anlatısı. Unutulmuş adam, dünyaya, akıp giden hayata, bayramı kutlayabilenlere, ayakkabılarının dibi delik yoksula, sancılarını duyumsadığı herkese çığlığını ulaştırmak ister: “Duyuyor musunuz? (...) Bu dünya sizindir.”

İçimizden Biri öyküsünde köyden göçenin yok sayıldığı, yalnızlaştığı kente ve o kentin insanlarına öfke biriktirmektedir öykünün kahramanı. Yılmaz Güney onu birinci şahıs olarak karşımıza çıkarır, gösterir, okuyanı/izleyeni rahatsız etmeye çalışır. Açlarla tokların çelişkisinin yaşantımızın orta yerinde, kentte görülmeyen, görülmek istenmeyen, görünmezmiş gibi davranılan anlatıcı kahraman üzerinden aktarılması, yok sayılanın bir özne olarak karşımıza dikilmesi adına yapılmış bir tercihtir: “Topraksız köylülerle birlikte kente geldik. Bozkır çiçeklerini, kerpiç evleri bırakıp. İnsan içine girecektik. Yağmur yağıyordu. Kapınızı çaldık. Açmadınız.”

Kötüsünü de Seviyorum Şu İnsanların öyküsünde, dışarıdaki yağmurdan kaçıp girdiği pastanede sıcak salebini içerken başlangıçta kendisini yalnızlık içinde duyumsayan karamsar bir adamın (aynı zamanda öykünün anlatıcısı) yağmur dindikten sonra, dışarıdan pastane vitrinine bakan yoksul bir çocuğa salep ısmarlaması ile değişen ruh haline tanık oluyoruz. Karamsarlığı yalnızlıktan kaynaklı adamın ruh hali salebi ısmarladığı çocuğun varlığı ile değişir: “Girdiğimde sessiz olan bu yer, şimdi insan kokusu ile dolu. Onların çılgın çocuksu neşesi, sevinci sevincim oluyor. İyisini de kötüsünü de seviyorum şu insanların.”

Yasaklar Hiç Bitmeyecek, gerçeküstü bir anlatı olarak karşımıza çıkar. Dokuz aydır işsiz olan anlatıcı, alt sınıflara yasak olan yaşama itiraz eder: “Bu yasaklar hiç bitmeyecekti. Yasakların arkasında bir adam gülecek, biz bu yasakların içinde eriyip gidecektik. Ne yapsak yasak. Sevsen yasak. Konuşsan yasak. Yazsan yasak. Tüm ömrümüz böyle geçecekti.” İçindeki sancıyı dindirmek için Van Gogh gibi kulağını keser öykünün kahramanı. Yaşamak güzeldir, ama nasıl yaşamalı? Yoksullara yaşamak bile yasakken yoksulluk neden yasak değil? Okur hayatın mevcut dengesine itiraz eden, ama bir çıkış bulamayıp neredeyse bir delirme halinde kendisine ölmek dışında bir eylem bulamayan karakterin gözünden bu sorularla başbaşa bırakılır. Kendini sulara bırakanın ölümü alkışlanacak mıdır?

Üç Köşeli Dörtgen’de yoksulların şarap sofrasına, onların bilinç akışında iç içe geçen diyaloglarına, düşüncelerine tanık oluruz. Öykünün adı sembolik olarak kendi nesnel gerçekliği ile uyumsuzdur, eksik bir şeye işaret eder. Yoksulluk, onunla baş edemeyiş, yaşamın bu biçiminin sorgulanması ile öykü ilerler: “Yağmurlardan korkardı. Yağmurlar büyüktü. Yükleri belirsiz. İri pabuçlarının dibi delik olanlar korkardı yağmurlardan. (...) Pardösüsü olanlar kışı özlerdi. Ekmeği olanlar akşamı, uykusu olanlar geceyi beklerdi…” Bütün bu düşüncelerin içinde “üzülme Sadık, düzelir” diyen sestir içimizi ısıtan.

Mavisiz Yalnızlık’ta Ceyhan’da köprü üzerinde resim yapan Orhan’ın tuvalinde hareket eden hayat ve karakterler, Orhan’ın onlarla ilişkisi, mavi rengin azlığı, resme konu olanların istekleri yine gerçeküstü bir kurgu içinde aktarılır. Ona’da ateşi yükselen ama parasızlıktan doktora götürülemeyen küçük kız, gelin olarak kaçırılan küçük kız, Çin’de pirinç tarlalarında çalışan Ona, hepsi bir sayıklama halinde gibi iç içe geçer ve Yılmaz Güney’in kentinde bilinir ki “Taş köprüden geçen bütün insanlar mutluluğa gitmezler.

Sürüngenler’de bir rüyanın içinde gibi içine sıkıştığımız ya da ait olmadığımız bir dünyadan çıkışı ararız. Yılmaz Güney tüm gerçeküstü unsurların arasında gerçeğin ta kendisine bakar her zaman olduğu gibi: “Çocuklar, sabahları adamların papuçlarını boyuyorlar. Sonra, boş kalınca, her biri eline sabunlu bir bez alıp gökyüzünü sabunlu suyla iyice yıkıyorlar. Bir kısmı da sabah karşı sokakları temizliyor. Bütün çalışmaları ilk bakışta kendileri için görünüyor. Karanlıklarında para alıyorlar. Ama hiçbir zaman, kendileri için parlattıklarını sandıkları gökyüzü altında rahat bir soluk alamadılar.”

Lastik isimli öyküde bu defa tamamen gerçekçi bir estetik karşımıza iki çocuk çıkar. Yoksul mahallesinde lastik bulan, kıçının yırtığı olmayan bir pantolonun, pastaneden sıcak, taze börek yemenin hayalini kuran Ali ile Çolak’ın hikâyesine tanık oluruz. Lastiği satıp eve ekmek, peynir, soğan almaktır istekleri. Paraları artarsa hiç yemediği taze börekten yemektir Çolak’ın düşü, işsiz babasına kaliteli tütün götürmek Ali’ninki. Orhan Kemal öykülerini andırır.

İyi Günler Pazarı ise düşünce ve iç konuşmalarla zaman geçişlerinin arasında bir gitmekten, terk etmekten vazgeçme öyküsüdür. Öykünün kahramanı fakülte okumak için geldiği şehri, sevdiği kadını terk edip ailesinin yanına dönüp dönmeyeceğine karar vermeye çalışır. “‘Senden önce burda kalan çocuklar fakülteyi bitirip gitmişti’ dedi. ‘Onlar da öğleden sonra işe gidiyorlar mıydı?’ dedim. ‘Yok’ dedi, ‘her ay paraları gelirdi.’” Ancak gitmez, yeni bir hayatın öznesidir artık, hayatla baş etmeye, sevdiğini terk etmemeye kararlıdır.

Kendini yeniden inşa etmek

Kendini inşa eder Yılmaz Güney. Öyküleri bir başlangıçtır. İlk öyküsü nedeniyle 1961 yılında cezaevine girerken kendi kendisine şöyle söyler: “Burada 1,5 yıl yatacaksın. Altı ay da sürgünün var. Bir program yap kendine… sen roman yazmak istiyorsun. Burada roman yazmanın en iyi şartları var. Bir; roman yaz. İki: siyasi olarak belli hedeflerin var. Kendine sosyalist diyorsun. Komünizm propagandasından ceza yedin. Bunu öğrenmeye çalış. Üç: çıkınca ne yapacaksın, sanatla, sinemayla ilgileneceksin. O zaman sinemadaki taktiğin, stratejin, hedeflerin ne olacak? Bunları tespit et.”

Bir iradedir bu. Öfke duyduğunu ve sevdiğini, arkasını döndüğünü ve kavuşmak istediğini, reddedip tarihin çöplüğüne göndermek istediğini ve ümit ettiğini… hepsini daha iyi anlama, anladıkça daha iyi anlatma, anlatmak için yaşama, bütün bunları yaparken kendi kendisini yeniden kurma, bir heykel gibi yontma, her an bir yeniden inşa iradesi… Adanalı on sekiz yaşında delikanlının, Asaf Güven Aksel’in Solabakan Portreler’deki tanımlamasıyla “Yenice’nin yılkı atı”nın gençlik öyküleri ile başlayan yolculuğu bu kuruculuk çabasından bağımsız anlaşılamaz.

Gençlik öykülerinin anlamak için bir başlangıç olmasını umarak…

                                                         /././

Küçük şeyler, küçük insanlar, büyük hikâyeler: Samipaşazade Sezai

Kahramanımız ince, kırılgan bir ruh ile sonucu yabancılaşma olan bir çalışmanın, bencilliğin hâkim olmaya başladığı bir yaşamın içine girmek zorundadır. Çağ değişmekte, insanı değiştirmektedir.

1859 yılında İstanbul Fatih’in Taşkasap semtinde bulunan bir konakta dünyaya gelir Sezai. Doğduğu yer de içine doğduğu ortam da sıradan değildir. Konağın sahibi, Sezai’nin babası Tanzimat döneminin ileri gelen isimlerinden, Osmanlı’nın ilk maarif nazırı Abdurrahman Sami Paşa’dır. Abdurrahman Sami Paşa Mora’da dünyaya gelmiş, 1821 yılında çıkan Mora İsyanı’nın ardından Mısır’a gitmiş, yirmi beş yıl kadar Mısır’da çeşitli devlet kademelerinde görev almış, 1849 yılında İstanbul’a gelmiştir. Arapça, Farsça, Fransızca, Yunanca, İbranice ve Lâtince bilmektedir. Taşkasap semtinde bulunan ve bir mahalleyi andıran Sami Paşa Konağı ise dönemin önemli düşün ve edebiyat insanlarının uğrak yeri olan bir kültür merkezi niteliğindedir. Bu isimler arasında Ziya Paşa, Ahmed Vefik Paşa, Ali Suavi gibi isimler anılır.

Yalçın Küçük, İstanbul'da Mısırlılara ait konakların Türkiye aydın tarihine etkilerini anlatırken bu konağa da değiniyor:

“(...) Mısırlıların bir bölümü İstanbul'da “konak” sahibi oluyorlar. Burada «konak» kelimesini günlük anlamında kullanmıyorum. Günlük anlamına ek olarak “konak” şairlerin, bilim adamları ve yazarların toplanıp ciddi tartışmalar yaptıkları yer anlamına da geliyor. Mısırlılara ait olan Istanbul konaklarından iki örnek, Türkiye'nin yenilik ve aydın tarihinde önemli rol oynadı.

Bunlardan birisi Abdurrahman Sami Paşa konağıdır. Sami Paşa, ünlü romancı Samipaşazade Sezai'nin babası oluyor; Türk Ocak'cı Hamdullah Suphi'nin de dedesi. Hamdullah Suphi Tanrıöver, Sami Paşa'nın oğlu Suphi'nin, edebiyata meraklı iki oğlundan, diğeri Ayetullah, birisi. Sami Paşa'nın İstanbul'daki birkaç konağı, tartışmak isteyen önde gelen yenilikçi aydının buluştuğu yer oluyor. Ali Suavi, Murat’ı Abdülhamit’in yerine çıkarmak için düzenlediği Çırağan baskınından önce Abdurrahman Sami Paşa’nın Çamlıca’daki evine gidiyor.” (Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler 1, s.244-245)

Samipaşazade Sezai bu çevre içinde Abdülhak Hamit ve Recaizade Mahmut Ekrem ile tanışır. Yine genç yaşlarında tanıştığı Namık Kemal ile de sürekli mektuplaşır. Konakta aldığı özel eğitim ile Farsça, Arapça, Fransızca, Almanca öğrenir. 1888’de Türk edebiyatının ilk gerçekçi romanlarından sayılan Sergüzeşt yayımlanır. Romanda esaretin yanı sıra hürriyet kavramının da işlenmesinden dolayı istibdat rejiminin takibine alınır. 1901 yılında Paris’e, Jön Türkler’in lider kadrosunun yanına kaçar. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilanının ardından İstanbul’a dönünceye kadar da İttihat ve Terakki’nin yayın organı Şûrâ-yı Ümmet gazetesinde Osmanlı iç ve dış politikası ile mevcut rejimi eleştiren yazılar kaleme alır.

"Samipaşazade Sezai 1891 yılında yazdığı Küçük Şeyler ile Türk edebiyatında modern öykücülüğün kurucularından sayılır."




Samipaşazade Sezai 1891 yılında yazdığı Küçük Şeyler ile Türk edebiyatında modern öykücülüğün kurucularından sayılır.

Halid Ziya Uşaklıgil, hayatının ilk kırk yılını anlattığı anı kitabı Kırk Yıl’da Küçük Şeyler’e ilişkin şöyle yazar:

“Yine bir gün kitapçıda İstanbul’dan yeni gelmiş şeyleri gözden geçirirken Sâmipaşazâde Sezâi Bey’in Küçük Şeyler kitabını gördüm. Onu gençliğinde yazdığı Şir adındaki trajedisi ile en son eseri olan Sergüzeşt romanıyla ve ikisinin arasında birkaç makalesiyle tanır ve Namık Kemal mektebini geleceğin nesline bağlayacak bir üstat olarak selâmlardım. Küçük Şeyler beni çıldırttı. Sanat heyecanlarımın içinde bu kitaptan duyduğum zevke ve neşeye yetişebilecek bir tahasüs bilmiyorum. Bu bana yeni bir ufuk, memleketin neşir ve sanat göğünde vaatlerle dolu parlak bir doğuş göstermiş oldu.”

"Küçük Şeyler sıradan insanın sıradan hikâyelerine odaklanmaya çalışır"



Peki içlerinden biri Alphonse Daudet’nin “L’Arlésienne” (Arlezyalı) öyküsünün çevirisi olan sekiz hikâyelik Küçük Şeyler’i bu kadar değerli kılan nedir?

Küçük Şeyler, ismi ile müsemma diyebileceğimiz bir kitap olarak büyük kahramanların büyük hikâyelerine, büyük aşka, büyük hastalıklara, büyük ayrılık ve kavuşmalara bakmak yerine görece sıradan insanın sıradan hikâyelerine odaklanmaya çalışır. Hikâyelerin tamamı hacim olarak kısa, yazarın kendi hayatından izler taşıdığı açık da olsa pek çoğu belli karakterler toplamının belli anlarına odaklanmış, kurguları görece dinamik, çelişkilerini -henüz öncüllerinden tamamen kopmamakla birlikte- anlatıcı yazarın eğitici bilgilendirmeleri ile değil kendi yapısı içinde, edebi niteliği ile aktarmaya çalışan hikâyelerdir.

   Küçük Şeyler, 1891'de Matbaa-i Ebüzziya'da basılan kitabın giriş sayfası, Neşreden: Kitapçı Arakel

Bu Büyük Adam Kimdir? isimli hikâyede bir genç aydın adayının (yazarın kendisidir) Taşkasap’taki konakları ile Beyazıt arasındaki yürüyüşlerinde rastladığı bir karaktere ilişkin gözlemleri, bu gencin birinci tekil ağızdan anlatımı ile, dönemin yaşantısından, geçilen yerlerden detaylar eklenerek ve olay akışı dinamikliği içinde aktarılır. Sütçü, tütüncü dükkânları, kömürcü develeri görülür. Gencin ya bir şair ya da âlimdir diyerek izlediği, hiçkimse ile konuşmayan çekingen kişi hikâye içinde küçük bir kavgaya da karışır. Bir gün aynı kişinin bir tütüncü dükkânında iken tütüncünün ona bir kâğıt okuduğunu görür. Adam dükkândan çıkar çıkmaz hikâyenin anlatıcısı genç dükkâna girerek tütüncüye “bu büyük adama” ne okuduğunu sorar. Tütüncü de adamın büyük bir kişi olmadığını, okuma yazması olmadığı için memleketinden gelen mektupları ona kendisinin okuduğunu söyler. Hikâye bu şekilde sona ererken yazar bir konakta Fransızca hocasından okuduğu “Büyük Adamların Hayatı” kitabından yola çıkan bir genç aydının kafasında kurguladığı insanla gerçek dünyanın insanının çelişkisini okura emanet eder.

"Çağ değişmekte, insanı değiştirmektedir."



Hiç isimli hikâyede bu defa yirmi yaşında, annesi ve kız kardeşi ile birlikte yaşadığı evi geçindirme zorunluluğu bulunan bir genç vardır karşımızda. Kahramanımız ince, kırılgan bir ruh ile sonucu yabancılaşma olan bir çalışmanın, çıkarların öne çıktığı, bencilliğin hâkim olmaya başladığı bir yaşamın içine girmek zorundadır. Çağ değişmekte, insanı değiştirmektedir.

“(...) birbirlerinden evvel emellerine ulaşmanın hırslı arzusuyla birbirlerini çiğneyerek menfaat dünyasında üstünlük yarışına kalkmış insan akıntılarına girmiş, insan düşmanlıklarının sığındığı karanlık köşelere kadar sokulmuştu.” (s.17)

Kahramanımız farklı işlerde çalışarak evin geçimini sağlamaya çalışır. Konaklarda kira gelirleri ya da büyük memur olarak yaşayanların hayatından farklı bir hayattır bu:

“(...) gündüzleri çamurlar, hakaretler içinde Rum tüccarına simsarlık, azarlamalar ve paylamalarla mağazalarda yazıcılık hatta ara sıra matbaalarda da amelelik etmekten, herkesin rahat yatağına çekildiği gece yarıları sabaha kadar tahta bir masanın önünde, bir mumun karşısında, kendisine bir lütuf ve koruma maksadıyla verilmiş “tapu”ları doldurmaktan çekinmezdi.” (s.18)

İşte bu çalışkan fakat ruhu kırılgan genç bir gün arkadaşlarının biraz da ona takılmak amaçlı kendisiyle tanıştırdıkları bir kıza âşık olur. Hayalinde bu kızla Boğaziçi’nde gezintiler yapar, Adalar’da bir ev alıp yuva kurar. Çok çalışacak, çok çalışıp zengin olacak, âşık olduğu kızla evlenip mutlu bir hayata kavuşacaktır. Kahramanımız bir gün vapurun güvertesinde yine arkadaşlarının ısrarıyla bu kızla konuşmaya çalışır ve kızın onu küçük gören alaycı soruları ile karşılaşır. Kendisi ile eğlenildiğini anlar ve bir anda hayallerini süsleyen o güzeller güzeli kızın tebessümünün aslında dudağındaki bir bozukluktan kaynaklandığının da farkına varır. Nihayetinde bu kızla, daha üst düzey memur ya da aileden varlıklı oldukları anlaşılan arkadaşlarlarıyla hikâyenin kahramanı arasında sosyal bir farklılık vardır ve bu farklılığın kapanması, hayal edilen hayata kavuşulması öyle çok çalışarak mümkün olmayacaktır.

1909 yılında çekilen 2. Meşrutiyet’in ilânında başrolü oynayan ekibe ait bir fotoğraf.İttihâd-Terakki Cemiyeti Yöneticileri, Jön Türk Komitesi.Oturanlar: Ahmed Rıza Bey, Prince Muhammed Ali Paşa Fazıl, Ahmed Saib BeyAyaktakiler: Nazım Bey, Sami Paşazade Sezai Bey


Kitabın üçüncü hikâyesi Kediler çok keyifli, yaratıcı, okuyucuyu içine çeken bir diyalog giriş ile başlar:

“Hanım! En son cevabını isterim. Ya ben ya kediler!”

“Kediler!”

Otuz üç yıllık evliliğin ardından Büyükada’da karısının mal sahibi olduğu evde karısıyla ve onun yirmiden fazla kedisi ile yaşayan bir adam günün birinde isyan eder ve “ya kediler ya ben” der. Aldığı yanıt “kediler” olur. Önce bu ânın evveliyatına gideriz. Kediler hikâyede adeta birer yan kahraman gibi betimlenir, hikâyenin akışına katkıda bulunur. Sıradan ve esprili hikâye, kocanın kedilerle ilgili durumu şikâyet etmek için Adalar kaymakamlığına başvurması sahnesi ile Gogolvari bir hava kazanır. Kaymakam kocanın derdinden anlamaz Koca evine döner ama duruma da daha fazla tahammül edemez. Bir sabah valizini toplar, malum soruya malum yanıtı alıp evi terk eder. Öğlene kadar adada kısa bir gezinti yapar. Adanın, çarşının, ada insanlarının canlı görüntüsü hikâyede dinamik biçimde okura aktarılır. Öğlen vakti geldiğinde acıkan, cebinde parası ve akşamı geçirecek bir yeri de olmayan koca sahile çarpan dalgaların, kilise çanının ona “git, git, karına git” dediklerini düşünür. Evi terk etme kararından vazgeçerek gururu kırılmış biçimde evine dönen koca odasına çıkar ve minderin üzerine kapanıp ağlarken karısının gelip kendisini kedilerin korkmaması için yüksek sesle ağlamaması için uyarması ile hikâye keskin, mizahi bir biçimde sona erer.

"Samipaşazade Sezai hiçbir hikâyede gerçeklikten kopuk romantik hayallerin gerçeğe dönüşmesine izin vermez"



Samipaşazade Sezai hiçbir hikâyede gerçeklikten kopuk romantik hayallerin gerçeğe dönüşmesine izin vermez. Tanrı anlatıcı tarafından anlatılan karakterler mutlaka düşlerinden uyandırılır ve kendi gerçeklikleri ile baş başa bırakılır. Aydın tipte bir ben anlatıcının parçası olduğu hikâyelerde ise bu defa anlatıcı gerçek ile yüzleştirilir. Her durumda, okur, hayatın içinde ve en küçük şeylerde bile mevcut çelişkiler ile ve bu çelişkilerin üzerinden atlamasına izin verilmeyerek büyük hikâye ile yüzleşmek durumunda kalır.

İki Yüz Elli Kuruşa Bir Asır isimli hikâyede Çamlıca tepelerinde hülyalı akşam gezileri yapıp Boğaziçi’ni ve içinde dolaştığı bahçeleri şairane biçimde tasvir eden anlatıcımız (yine yazarın kendisidir) memleketinden birkaç yıl ayrı kalıp geri döndüğünde Çamlıca’daki ağaçların kesildiğini, bir gece arkadaşlarıyla yaşlı bir Bektaşi müridi ile karşılaşıp sohbet ettikleri ağaçlığın yerinde yeller estiğini görerek büyük bir hayal kırıklığına uğrar. Rastladığı bir bağcıya ağaçlığa ne olduğunu sorduğunda “Buranın sahibi bahçeleri iki yüz elli kuruşa Üsküdar oduncularına sattı” (s.36) yanıtını alır. Hayatın kaba gerçekliği, mülkiyetin varlığı, artık romantik hayallere, esinlenmelere ev sahipliği yapamaz. Hikâyenin adı da bu açıdan kıymetlidir. İki yüz elli kuruşa belki bir asırlık ağaçlar odunculara satımıştır. Yiten koca bir asırdır ve yeni asır acımasızdır; bu asırda Çamlıca bahçeleri satılır.

Düğün öyküsünde Behçet Bey ile Sitare Hanım’ın düğün günü ile sahne açılır. Para için yapılan bu evlilik ve zengin, renkli düğün görüntülerinin içinde geriye dönüşlerle anlatılan ise düğün ile tam bir tezatlık içinde ölüm döşeğinde yatan odalık Dilsitan’ın hikâyesidir. Türk edebiyatının önceki dönem öykülerinde egemen olanın lütfu ile aşkına kavuşan ya da efendinin istediği biçimde dönüşüp adeta sınıf atlayan cariye, hizmetçi, köle hikâyesi değildir onsekiz yaşındaki Dilsitan’ınki. Konağın oğlu Behçet Bey tarafından sevgi vaadiyle kandırılıp kimsesiz bir halayık olmaktan odalıklığa “terfi” eden Dilsitan, düzenli olarak Behçet Bey’in şiddetine ve aşağılamalarına maruz kalmasına rağmen bir gün onun karısı olacağının hayalini kurmaya devam eder. Ta ki, bir gün konakta diğer hizmetçilerden düğün hazırlıkları yapıldığını, Behçet Bey’in zengin Sitare Hanım’la evleneceğini öğrenene kadar. Kalfalar, cariyeler olayın akışını sağlayan birer unsur olarak fakat hikâyecilikteki diğer öncül örneklerine göre daha çok ve daha gerçek yer kaplarlar. Hikâye boyunca konak ve efendi-hizmetçi ilişkileri de bir mükemmeliyet içinde resmedilmez. Dilsitan sosyal statüsü ile yüzleşir ve bunun değişemeyeceğini anlar. Büyük bir vakur içinde düğün için hazırlıkları üstlenir. Ne yazık ki henüz özgürleşmenin de hayalini kuramamaktadır. Bu durumun getirdiği psikolojik gerilim ile hasta düşer. Dilsitan hastalandıktan sonra öksürükleri ev içinde duyulup da konağın sahiplerini rahatsız etmesin diye konakta ücra, rutubetli bir odaya taşınır. Hatta düğün masraflarının karşılanması için satılması gündeme gelir, ama artık çok hasta, yani “değersiz”dir. Hikâye biter ve Dilsitan ölürken yukarıdan düğünün şenlikli sesleri odaya gelmektedir.

"Çağ değişmekte, sıradan insanın trajedisi edebiyata yansımaktadır."



Kitabın son hikâyesi Pandomima Fatih’te Haseki’de bir çıkmaz sokakta viran bir evin görüntüsü ile açılır. Pantomimci Paskal, onun yaşlı Rum hizmetçisi, İstanbul’un uzak mahallelerinin yoksulluk görüntüleri ile tanışırız. Paskal Yenibahçe’deki harap tiyatro binasındaki gösterilere gelip onu annesi ile birlikte locadan izleyen Eftelya’ya vurulur. Ancak bu sevdanın da karşılığı olmayacaktır. Yaşamın içinde her bir karakterin mensubu oldukları sosyal sınıftan kaynaklı üstlendiği roller bulunmaktadır ve Paskal’dan beklenen yalnızca seyircileri güldürmesidir. Bir gün, birkaç haftadan beri tiyatroya gelmeyen Eftelya’nın artık evlendiği haberini alır ve hikâyenin sonunda Eftelya Paskal’ı izlemeye locaya bu defa annesi ile değil kocası ile gelir.

Çağ değişmekte, sıradan insanın trajedisi edebiyata yansımaktadır. Onun insanca bir yaşama olan hasreti, romantik hayallerin sıra dışı ve istisnai gerçekleşmeleri ya da efendilerin lütfu ile değil, ancak her bir “küçük şey”de apaçık mevcut çelişkilerinin aşılması ile giderilebilecektir.

Emre Falay-soL/Kültür



Suriye'de IŞID'in zarar verdiği arkeolojik alanların bugünü ve yarını + SÖYLEŞİ | Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanların yıkımının tarihi - Özkan Öztaş / soL-Özel

 Suriye'deki arkeolojik alanlara IŞİD'in verdiği zararın büyük kısmının telafisi mümkün değil. Bununla birlikte restore edilebilecek örnekler için çalışmalar devam ediyor.

Suriye arkeoloji tarihi açısından kritik bir yol ayrımında yer alıyor. Hem göç hem de ticaret yollarının kesişiminde yer alan ülkede yer alan bazı eserler uluslararası alanda öne çıkıyor. 

Sümer, Hitit, Asur, Roma, Moğol, Osmanlı, Emevi ve Memlük tarihinin yanı sıra Haçlı Seferleri olarak bilinen Hıristiyan ordularının Doğu seferlerine ait bir çok tarihi eser ve antik kente ev sahipliği yapan ülkede tarih boyunca bir çok deprem, yangın ya da savaş bu alanların aynı zamanda korunmasının da konusu oldu. 

Ancak özellikle 2014 yılı itibariyle şiddetlenen IŞİD terörü döneminde Suriye'de birçok arkeolojik alan hedef gösterildi ve tahribata uğradı. Dinci gerici örgüt IŞİD'in hedefleri arasında arkeolojik alanların yer alması uluslararası kamuoyu tarafından tepkiyle karşılansa da silahlı örgütün bu alanları dinen "günah" olarak işaretleyip ortadan kaldırma girişimi yine aynı uluslararası kamuoyun tarafından sessizce seyredildi. IŞİD bir çok arkeolojik alanı yıkıp bir çok müzeyi işgal ederek tarihi eserlere iş makinalarıyla ya da balyozlarla zarar verdi. 

IŞİD'in zarar verdiği tarihi alanların başında Palmira Antik Kenti yer alıyor. Uzak Asya'dan Avrupa'ya olan göç ve ticaret yollarının kesişiminde yer alan antik kent "Çölün Güzeli" adıyla anılıyor. 

Yeniden inşa için arayışlar

Orta Suriye'de yer alan Palmira Antik Kenti, Humus'a bağlı bir yerleşim yeri. 2015 yılında tamamıyla IŞİD'in kontrolüne geçen yerleşim yeri bir yıldan uzun bir süre boyunca IŞİD'e bağlı güçler tarafından kontrol edildi. Bu süre zarfında hem tarihi eser kaçakçılığı hem de arkeolojik alanların tahribatı ve yıkımı bu alanların gündemini belirledi. 

2016 yılının Mart ayında IŞİD'den geri alınan ve yeniden Suriye yönetimine geçen Palmira Antik Kenti'nden geriye kalan görüntüler tüyler ürperticiydi. IŞİD, antik kente iş makinalarıyla girmiş ve burada belli açılardan telafisi mümkün olmayacak zararlar vermişti.

UNESCO ve Rusya'daki bir çok akademi tarafından antik kentin yeniden inşası için çalışmalar başlasa da sürecin ağır ilerlediği ve henüz istenilen ivmeyi yakalayamadığı biliniyor. 2016 yılının Mayıs ayında, IŞİD'den geri alınan antik kentte St. Petersburg Mariinsky orkestrasının verdiği klasik müzik konseri Palmira için yeni dönemin işaret fişeğiydi. Çölün güzeli için verilen mücadele artık onu yeniden inşa etmek için sürdürülecekti. 

IŞİD tarafından ele geçirilen antik kenti savunan Suriye askerleri esir alınmış ve Palmira halkının gözleri önünde bir tür "tören" ile katledilmişti. IŞİD'in böyle bir vahşet gösterisiyle ele geçirdiği antik kentin 2016 yılına gelindiğinden yeniden kazanılması ile restorasyon süreci başlamış oldu.

Suriye devletinin Palmira'yı yeniden kontrolü altına almasıyla beraber ilk yapılan şey antik kentte klasik müzik konseri oldu. Bu konser uluslararası kamuoyunda "İnsanlığın zaferi" olarak tarif edilmişti. IŞİD'in katliam yaptığı alanda verilen konser Palmira'yı savunan ve yeniden ele geçiren askerlerin katılımıyla  St. Petersburg Mariinsky orkestrasının sahne almasıyla gerçekleşti ve bir çok ülkede canlı yayınlandı.

Tüm veriler bir araya getiriliyor ve yapılacak çalışmalar listeleniyor

Suriye devletinin yeniden hakimiyetine geçen arkeolojik alanlar ve müzeler için ciddi bir restorasyon çalışması gerekiyor. İlk olarak çalışmalara envanter listelerinin derlenmesi ve tahrip edilen ya da kaçırılan eserlerin listelenmesinden başlanıldı. Sadece Palmira Antik kenti için Rusya Maddi Kültür Tarihi Enstitüsü tarafından 55 bin hava fotoğrafı çekildi ve yapılacak çalışmalar için bir yol haritası ortaya çıkarılmaya çalışıldı. 20 kilometrekarelik alanın tarandığı saha çalışmaları UNESCO'ya sunuldu ve UNESCO’ya “Palmira’nın restorasyonu, yeniden inşası ve yeniden doğuşu üzerine bir araştırma komitesi” kurulması için teklif sunuldu.

Palmira Antik Kenti için çekilen fotoğraflar ile restorasyon maketleri yapılarak bir yol haritası tarif ediliyor. Bu sayede yapılacak çalışmalar da listenmiş durumda.

Yapılacak çalışmaların başında tüm bu arkeolojik çalışmaların sürdürülmesi için uluslararası akademik ve maddi kaynakların yaratılması yer alıyor. Bu başlıkta bir çok uzman savaşın hala devam ettiği ya da yeniden alevlenme riskinin devam ettiği koşullarda bu tür çalışmalara başlamanın riskler taşıyacağı görüşünde. Diğer yandan geçen süre zarfında zarar gören eserlerin koruması ve saklanması bir diğer ihtiyacı tarif ediyor. 

Kurtarılan eserler evine dönüyor

Suriye'de bir yandan kurtarılan eserler sergilendikleri müzelere dönerken diğer yandan arkeolojik çalışamlar da devam ediyor. IŞİD terörü döneminde bir çok kurtarma çalışması yapılsa da önemli bir kısmı plansız ve savaşın yarattığı zorluklar nedeniyle hedeflenilenin dışına düşmüştü. 

Suriye'de 10 yılı aşkın süredir devam eden savaş döneminde arkeolojik eserlerin önemli bir kısmı Şam'a getirilerek burada güvenliği sağlandı. Bu eserlerin bir kısmı da Şam Opera Binasında muhafaza edildi. 

2018 yılı itibariyle bazı eserler yeniden sergilenmeye başladı ve kurtarılan eserler Suriye halkıyla ve yabancı misafirlerle tekrar buluştu. 2012 yılında saklanan eserlerin önemli bir bölümü daha önce açıklanmayan bir yerde gizli bir şekilde muhafaza edilmişti. 2018 yılında tekrar sergilenmeye başlayan eserler Şam Ulusal Müzesi'nde yer alıyor. 

Savaş döneminde muhafaza altına alınan eserler Suriye Ulusal Müzesi'nde yeniden sergilenmeye başladı.

Çalışmalar ve keşifler devam ediyor

Savaş halinin görece hafiflemesi ve Suriye devletinin yeniden hakimiyet sağlaması, arkeolojik çalışmalara da ivme katmış durumda. Suriye Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü tarafından sürdürülen çalışmalar geçtiğimiz yıl Humus'ta yapılan araştırmalala birlikte Troya savaşının sahnelediği bir mozaiğin keşfedildiğini duyurmuştu. 

Humus yakınlarındaki Rastan kasabasında bulunan Roma dönemi mozaiklerinde Troya Savaşı, Herkül'ün 12 görevinden sahneler, Roma mitolojisindeki eski Amazon savaşçılarının temsilleri ve deniz tanrısı Neptün tasvirleri yer alıyor. Çalışmaların ve kazıların devam ettiği arkeolojik alanda yeni bulgulara ulaşılacağı düşünülürken hem Lübnan hem de Suriyeli araştırmacıların bu çalışmalara katkı koyduğu ifade ediliyor. 

2022 yılının Ekim ayında keşfedilen mozaiklerde Troya Savaşı'na ait temsiller ve Roma mitolojisine ait tasvirler yer alıyor. 2016 yılında IŞİD'den özgürleştirilen Humus kentinde devam eden çalışmaları Suriye Eski Eserler ve Müzeler Genel Müdürlüğü sürdürüyor.

Orman yangınları bir arkeolojik eseri ortaya çıkardı

Suriye sadece IŞİD'in verdiği zararları değil aynı zamanda 6 Şubat depremi ve orman yangınlarının etkilerini de bertaraf etmeye çalışıyor. 6 Şubat tarihinde meydana gelen deprem aynı zamanda Suriye'de de yıkıma neden olmuş ve bir çok insan yaşamını yitirmişti. Yine deprem nedeniyle bazı arkeolojik alanlarda çeşitli zararlar meydana gelmişti. 

Geçtiğimiz Temmuz ayında yaşanan orman yangınları Suriye'de bir arkeolojik eserin keşfine vesile olmuştu. Yanan ormanlık alanlar ve söndürme faaliyetleri Bizans dönemine ait bir tür mezar olabileceği düşünülen eserin keşfedilmesine sağladı. 

Suriye'nin Hama kentinde meydana gelen orman yangını sırasında yaklaşık 1600 yıl öncesine tarihlenen Bizans dönemine ait 6 x 6 metre boyutlarındaki piramidal mezar için arkeologlar çalışmalara başladı. Bir tür türbe olarak inşa edildiği düşünülen yapının çevresinde kemik kalıntılarına da rastlandı. 

6x6 boyutlarındaki piramidin Bizans dönemine ait olduğu düşünülüyor ve yaklaşık 1600 yıl öncesi işaretleniyor.

Halep'te restorasyonlar hız kazanıyor

Mevcut çalışmaların yanı sıra restorasyon faaliyetleri de devam ediyor. Geçtiğimiz Haziran ayında Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad'ın da katıldığı "Suriye Arkeolojik Araştırmalarının En Son Sonuçları Ve Depremin Yansımaları" konferans sürecinde hem IŞİD dönemi hem de depremin yansımaları masaya yatırılmış ve çalışmalara dair bir yol haritası paylaşılmıştı. 

Bu çalışmaların yanı sıra Halep'teki arkeolojik alanların restorasyonu da devam ediyor. Halep'te yer alan Ahmediye arkeolojik eserleri restore edilerek yeniden ziyaretçilerin ilgisine açılacak. 

                          Halep'te Ahmediye arkeolojik alanında restorasyon çalışmaları devam ediyor.

Avrupalı arkeologlar ve turistler yeniden ziyaretlere başladı

Suriye kurtarma ve restorasyon çalışamlarına devam ederken bir yandan da arkeolojik alanların savaşlarda hedef alınmasına tepki gösteriyor. Uluslararası savaş suçu kapsamında görülen "Arkeolojik ve tarihi alanların hedef alınması"nı işaret ederek özellikle İsrail'in kimi hava saldırıları ile zarar verdiği tarihi alanları gündeme taşıyor.  Arkeoloji ve Müzeler Teknik Enstitüsü ile Uygulamalı Sanatlar Teknik Enstitüsünü'nün 21 Şubat tarihinde hedef alınarak yıkıma uğraması Suriye Kültür Bakanlığı tarafından gündem edilse de uluslararası alanda yeterince karşılık bulmadı. 

Son dört yıl içinde artan ziyaretçi sayıları geçtiğimiz yıl en yüksek seviyeye ulaştı. 2023 yılının ilk yarısında da gelen turist sayılarının pozitif olduğu ifade edilirken Suriye'de özellikle kurtarma çalışamlarını izlemeye gelen arkeologlar bir tür arşiv çalışmaları için bu alanları ziyaret ediyor. 

 UNESCO gözlemcileri ve yabancı arkeologların yaptığı ziyaretler sayesinde Suriye'deki arkeolojik alanların varlığı yeniden gündeme gelecek gibi görünüyor. Özellikle 2012 öncesinde IŞİD terörünün verdiği zararlar yaşanmadan bu alanları ziyaret eden uzmanlar tekrar Suriye'ye gelerek yaşanan yıkımın boyutlarını araştırıyor.

Turistlerin özellikle yaşanan yıkımları tespit etmek için ziyaret ettiği bu alanların yanı sıra Şam merkezindeki tarihi yerler hala güncel ve yoğun bir şekilde ziyaret ediliyor. 

Yapılan bir çok çalışma ve araştırma IŞİD tarafından katledilen Suriyeli Arkeolog Halid Esad'a atfediliyor. Halid Esad, 2015 yılında her şeye rağmen arkeolojik alandan çıkmayarak IŞİD Palmira'yı ele geçirene kadar çalışmalarına devam etti. 2015 yılında öldürülen arkeolog bugün Suriye'deki arkeolojik çalışmaların da sembol ismi olarak tarif ediliyor.

SÖYLEŞİ | Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanların yıkımının tarihi

Arkeolog Mesut Alp ile arkeolojik alanlardaki yıkımların tarihini ve güncel örneklerini soL okurları için konuştuk.(10/07/2022)

Ortadoğu haritası bizlere sadece savaşların ya da enerji kaynaklarının değil aynı zamanda insanlık tarihinin kültürel sürekliliğinin izlerini de sunar. Arkeolojide "Bereketli Hilal" olarak tarif edilen ve Akdeniz'in doğusundan Basra Körfezi'ne kadar uzanan bu alanda tarihimizin ilksel tüm örneklerine rast gelebiliriz.

İlk buluşma mekanlarından toplu yerleşim alanlarına, yazının icadından astronomi çalışmalarına, edebiyattan sanata kadar pek çok şeyin ilk adımları bu topraklarda tarihlenir. Dolayısıyla arkeolojik olarak Mezopotamya'ya odaklanmak, insanlığın ortak hafızasına da odaklanmak manasını taşıyor. 

Bu coğrafya aynı zamanda soylularla kölelerin, ezenle ezilenin, yukarı şehirde yaşayanla aşağıdaki şehirde yaşayanın, suyun başında olanla kurak toprakların, aydınlıkla karanlığın da savaşına şahit olmuştur.

IŞİD'in Suriye ve Irak topraklarında sebep olduğu yıkım hala hafızalarda. Tahrip edilen müzeler, yıkılan antik kentler, aydınlanma mücadelesiyle karanlığın savaşında yaşananlar arkeolojinin sahnesindeki vakalara şahit oldu. 

Dünden bugüne arkeolojik alanların yıkımına şahit olunan, IŞİD gibi barbarlıkları yaşamış bu coğrafyadaki devinimi arkeolog Mesut Alp ile soL okurları için konuştuk.

Dilerseniz önce Bereketli Hilal'den başlayalım. Neresidir burası?

Bereketli Hilal, Yakın Doğu'da özellikle büyük bir kısmı Mezopotamya'da kalan coğrafi bir isimlendirmedir. Yani belli bir alana, 200, 250 mm'den daha fazla yağış düşüyorsa bu buğday, arpa, mercimek gibi ot bitkilerinin doğal yaşam alanının da oluşmasına neden oluyor. Bu da insanların sulama yapmaksızın tarım yapabilecekleri güce sahip olmaları demektir. Ve bitkiler ilk olarak burada kültüre edilmeye başlanıyor.

Nil Deltası'nın kuzey doğusunda başlayan, Levant, İsrail, Filistin topraklarını, Antakya ile birlikte Kuzey Mezopotamya ya da Güneydoğu Anadolu dediğimiz alanı içine alır, döner, Musul'dan aşağı kadar Zağros Dağları'nın eteklerini yalayarak aşağı inerek bir hilal oluşturur. 

İşte bu alan içerisinde, Göbeklitepe'sinden tutun da Ürdün'deki birçok arkeolojik yerleşime kadar ilkler bulunur. Bundan dolayı dediğin gibi insanlık tarihinin kendisiyle beraber savaşın da tarihini bize anlatıyor burası. 

Peki burada savaşların bu kadar yoğun olmasının sebebi nedir?

Zaten yazının icadından bugüne 5000-5500 yıllık bir tarih olduğunu varsayarsak, kabaca bir hesapta uzmanlar, 14 bin 500 civarında savaş  çıktığını söylüyor. Bu da her sene en az iki savaşa tanık olmuşuz demektir insan evlatları olarak.

Bu neyi beraberinde getiriyor? Aslında arkeolojik alanların tahribatında önce, yarattığımız kültürü yok etmek üzerine bir tarihimizin olduğunu da ortaya çıkarıyor. Ekolojiyle, iklimle, coğrafyayla olan ilişkimiz bir yıkımlar tarihi üzerinden şekilleniyor. Siz her sene iki savaş gerçekleştiriyorsanız eğer bir probleminiz var demektir. Yani yaşadığınız alanla bir probleminiz var demektir, yaşadığınız kültürle ilgili bir probleminiz var demektir, kendinizle ilgili bir probleminiz var demektir. 

Bu olguları bir çifte benzetecek olursak, iki bireyin, iki insanın her gün aralarında çok şiddetli bir tartışmanın, kavganın yaşandığını hayal edin. Sağlıklı bir ilişkiden söz etmek mümkün mü sizce? Değil. Galiba insanoğlunun doğayla, çevreyle, kendisiyle olan ilişkisinde bir bozukluk olduğu ayan beyan ortada. Bu doğadan kopuşumuzla mı gerçekleşiyor, kültürel süreci başlatmamızla mı gerçekleşiyor bilmiyorum ama yaklaşık 2,5 milyon yıldır yok ediciler olarak tarih sahnesinde varlık gösteriyoruz. Üzülerek söylüyorum bunu. 

2 milyon yıldır doğanın predatorleri, yok edicileri olarak kabul ediliyoruz. Çünkü ürettiklerimize karşın yok ettiklerimizi kıyasladığımızda yok edici bir yerde yer alıyoruz. 

                                                    Arkeolog Mesut Alp

Burada mülkiyet ile savaşlar arasındaki ilişkiye nasıl bakmalı?

Bu Bereketli Hilal içerisinde ilk yerleşim yerleri, ilk sınırlar, ilk kültüre edilen bitkiler ortaya çıktığında ilk aidiyetler de ortaya çıkacaktır. Bu beraberinde çatışma kültürünü doğuracaktır. Çünkü bende eksik olan şey sende fazlaysa ve sen bunu bana vermiyorsan beraberinde beni kendinle bir çatışmaya sürüklemek zorundasın. Ya da benimle çatışmalısın ki eksik olan fazla olan taraftan alsın. 

Sahip olmanın kültürel evrimi, beraberinde bir çatışmayı da getiriyor. Ama bu çatışmayla beraber bireyler olarak birbirimizi yok etmenin yanı sıra bireylerin yaşadıkları coğrafya ve barınma alanlarını da yok ediyoruz. Çünkü bir bireyin üç temel ihtiyacı vardır: Beslenme, barınma ve üreme. Tabii buna temel ihtiyaçlar demenin dışında fizyololojik güdüler demek daha doğru olacaktır aynı zamanda. 

Karnınızı doyurma, yaşamınızı devam ettirecek bir alana sahip olmak ve soyunuzu sürdürmek... Bu her canlı organizmanın ilk dürtüsüdür. Kültürle bunları farklı alanlara çekebilirsiniz. Daha kaliteli yaşayabilirsiniz, daha keyifli yemek yiyebilirsiniz, üreyip ürememeye karar verip tercih edebilirsiniz. Bunlar kültürle birlikte hayatımıza girip tercihen değişen unsurlardır. 

Biz beslenmek için üretim alanlarından yoksun isek, üretim alanı fazla olup, bizimle yeteri kadar beslenmemizi paylaşmayan bireye savaş açarak onu elde etmeye çalışırız. Ona şiddet kullanır, şiddete yöneliriz. 

Bu savaşlarda tarihi kentlerin yok edilmesi yaygın bir örneği oluşturuyor diyebilir miyiz?

Evet. Bu şiddet yönelimine açın bakın. Anadolu'nun ve Mezopotamya'nın üç beş bin yıllık yazılı tarihinde, savaştan sonra kentlerin nasıl yok edildiğini, oralarda yaşayan insanların tarlalarına nasıl tuzların ekildiğini, orada hayatın bir daha yeşermemesi için bireylerin neler yaptığını görüyorsunuz. 

Bu aynı zamanda bize şunu gösteriyor. Acaba savaşlar neticesinde bireyler, yaşam alanlarını yok ederek, bir hafıza ya da bir belleği mi ortadan kaldırmaya çalışıyorlar, hafıza alanlarını silmek ve ortadan kaldırmak için mi çabalıyorlar diye düşünmüyor değil insan. 

Çünkü siz bireylerin bir alanla olan kolektif hafızasını yok ederseniz, o bireyin ya da toplumun o alana dair hak iddiasını ortadan kaldırırsınız. O bireyin o toplumun o alanla olan ilişkisini yok edersiniz. Geçmişteki savaşların bir çoğunda bu gerçekleşmiş. 

Yıkılmayan şehirler de var değil mi?

Bazı şehirlerin çıkar amacıyla fethedildikten sonra, toplu göç aktarımlarıyla oraya yeni nüfus unsurları veya topluluklar yerleştirilmiş olabilir. Ama örneklerin çoğunda şehirlerin yok edilmesine şahit oluyoruz. Siz şehirleri yok edip toplumu o bellekten koparırsanız kimliksizleştirip kendinize bağlayabilirsiniz.

Bereketli Hilal'de yok edilen arkeolojik alanların modern çağlara özgü bir şey olduğunu düşünmeyin lütfen. Bundan binlerce yıl önce de vuku buluyordu. Ama tabi Bereketli Hilal'de daha fazla savaşın olacağını söyledik çünkü aidiyetin, sahip olmanın, sınır çizmenin, iktidarın ilk kendisini var ettiği alanlardır buralar. 

Bir Göbeklitepe'ye bile bakıyorsunuz alandaki 2 taş, çevresindeki 12 taştan daha yüksek, daha uzun, daha büyük. Bu bile toplumun sınıflaştığına, tabakalaştığına delalettir. Bu taşların büyüklük ölçümlerinde eşitsizlik varsa bu toplumun içindeki bir eşitsizliğin emaresi olarak okunmalıdır. Bazı taşların diğerlerine göre biraz daha büyük olmasının mimari bazı gereksinimlerle ilişkisi vardır illaki. Ama bunun başka yöntemlerle çözülmemiş olması bir veridir. Eğer birbirinden farklı ölçüde taşlar varsa toplumun içinde de farklılıklar meydana gelmeye başlamıştır diyebiliriz. Tabii bu sadece o toplumun içinde de değil farklı topluluklarla olan ilişkilerde de kendini gösterebilir. 

IŞİD 2015 yılını Ağustos ayında Suriye'deki Palmira Antik Kenti'ni ele geçirerek buradaki tarihi dokuya ve yapılara büyük ölçülerde zarar verdi ve ortadan kaldırdı

Dolayısıyla IŞİD gibi örneklerin yarattığı yıkımdaki sonuç insanları tarihsiz ve belleksiz bırakmaktır diyebilir miyiz?

Toplumlar arasındaki bu eşitsizlik, birisinin çok üretip birisinin az üretmesi, birisinin yeterli üretim araçlarına ve alanlarına sahip olmaması şiddeti, şiddet de beraberinde hafıza ve belleğin silinmesini getiriyor. Yani IŞİD'in Mezopotamya'da gerçekleştirdiği barbarlık esasında din ile kurduğu ilişkinin somut karşılığı değil. Mezopotamya coğrafyasında son zamanlarda yaşanan savaşlarda dikkatimizi çeken vandalizm aslında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde oradaki topluluğun binlerce yıllık bağlamını koparmak, hafızasını silmekle ilişkili. 

Ben arkeolojik alanlar ve arkeolojik eserler üzerinden gerçekleştirilen tahribatın temelinde bunun yattığına  inanıyorum. Aynı şey 90'lı yıllarda Afganistan'da da gerçekleşti. Afganistan'daki devasa Buda heykellerinin patlatılarak yok edilmesi, silinmesi bence insanlık tarihinin alnına çalınmış en büyük kara lekelerden biridir. Bir toplumu tonlarca kilo dinamit kalıplarıyla hafızasından kopararak, patlatarak kendi ideolojinize yakınlaştırmaya çalışıyorlar. Buna da putperestlikten uzaklaşma adını koyuyorlar. Sadece bu açıyı daha açacak olsak çok farklı şeyleri konuşmamız gerekecektir. Büyük çelişkiler mevcut çünkü.

Özkan Öztaş / soL-Özel