28 Şubat 2024 Çarşamba

Türkiye-Somali askeri anlaşmasının satır arası okumaları - Mustafa Durmuş / T24

 

Somali devleti ile yapılan bu anlaşma, neoliberal, siyasal İslamcı otoriter rejimin bölgesel olarak alt emperyalist/yayılmacı amaçlarını yansıtan adımlardan birisidir

Bizler içeride Erzincan İliç'teki iş ve doğa cinayeti ve yerel seçim gibi konularla meşgulken, siyasi iktidar dışarıda Somali ile bir anlaşma daha imzaladı. (1) Anlaşma onay için henüz TBMM'ye gönderilmediği için muhalefet partilerinin bu  konudaki yaklaşımlarını bilmiyoruz.

Bu anlaşmanın iktidar tarafından, "iki ülke arasındaki tarihi ve kültürel bağları daha da güçlendirmeyi ve ekonomik kalkınmayı teşvik etmeyi amaçladığı ve herhangi bir biçimde sömürgeci amaçlar taşımadığı" ileri sürülse de, anlaşmanın başta güvenlik/savunma ve Türkiye sermayesi ve devletinin Afrika'daki uzun vadeli çıkarları olmak üzere çok önemli boyutları mevcut.

Somali ile askeri anlaşma

Öncelikle anlaşmaya göre, Somali/Mogadişu'da hâlihazırda kapsamlı bir askeri üssü bulunan Türkiye, "Somali karasularını 10 yıl boyunca koruyacak ve deniz kaynaklarının gelişimine katkıda bulunacak".

Şeytan ayrıntıda gizlidir misali, bu anlaşma, Somali'nin düşman olarak gördüğü Etiyopya'nın bağımsızlıkçı Somaliland Bölgesi üzerinden denize erişim sağlama çabalarını caydırmayı amaçlayan bir güvenlik/savunma anlaşması niteliğinde. (2)

Zira bu yılın başında Somaliland, bir deniz limanını geçici olarak verme karşılığında, Etiyopya'nın Somaliland'in bağımsızlığını tanımayı kabul ettiğini açıklayarak, bu ülke ile bir mutabakat zaptı imzalamıştı. Bu mutabakat doğallıkla Somaliland'i topraklarının bir parçası olarak gören Mogadişu Hükümetini (Somali) fena halde kızdırmıştı.

Kısaca ifade etmek gerekirse, bu anlaşma Türkiye'nin Somali donanmasını eğitmesini, desteklemesini ve "yabancı müdahalelere" karşı korumasını taahhüt ediyor ama işin özünde, Etiyopya'nın Aden Körfezi'ne erişim sağlamak için ayrılıkçı Somaliland Bölgesiyle ortaklık kurma çabalarını engelleme çabası var. (3)

Burada bizim açımızdan sorulması gereken asıl soru ise, Türkiye'nin neden oldukça sıkıntılı ve büyük çatışmaların yaşandığı bir bölgede bir başka devletin korumasını üstlendiği, hatta kanlı bir iç savaşta taraf olmayı seçtiğidir.

Arı kovanına çomak sokmak!

Bu destek, ileri sürüldüğü gibi "mazlum bir halkın yanında olmak ya da din kardeşliği" ile açıklanabilecek bir durum değil elbette. Zira hem Somali hem de yıllardır çatışma içinde olduğu Somaliland halkları Müslüman. Kaldı ki Somali diktatörlükle yönetilen bir ülke ve Somaliland göreli olarak daha demokratik gibi görünüyor.

O halde şu soruların yanıtlarını arayabiliriz:

  • - Bu yeni anlaşma, Türkiye'nin Libya, Suriye ve Irak'taki mevcut askeri faaliyetlerine paralel bir alt emperyalist müdahale midir?
  • - Türkiye, yeni sömürgeci maddi beklentilerin yanı sıra, Rojava örneğinde olduğu gibi, kendi kontrolünde olmayan, özellikle de ulus ötesi alternatif devletlerin ya da yapıların ortaya çıkmasından mı endişe duyuyor?
  • - Ya da geçmişte sömürgeci Avrupalı ulus devletlerin kendi ülkelerindeki sınıf savaşlarının üzerini örtmek veya içerde yaşanabilecek iç savaşlardan kaçınmak için yürüttükleri sömürgeci faaliyetler gibi, ülkede son yıllarda giderek derinleşen ekonomik ve politik sorunların üzerinin örtülmesi mi amaçlanıyor? 

İHA-SİHA pazarı

Bu arada, Türkiye'nin Afrika'ya da, Somali'ye de ilgisinin bu anlaşmayla sınırlı olmadığının altını çizelim. Daha önce Libya'daki kanlı iç savaşın tarafı olan Türkiye bu kez benzer bir tercihi Somali'de yapıyor. Ayrıca Türkiye Somali'de iktidara bir süredir hem nakdi ve ayni yardım yapıyor hem de bu ülkede büyük miktarlarda tarımsal üretimde bulunmak üzere toprak satın aldı. Keza bu ülkeye (verdiği krediler karşılığında) İHA ve SİHA satıyor.

Yani bu ülke ve bir bütün olarak Afrika, Türkiye'deki son zamanlarda ciddi atılımda bulunan askeri sanayi karması sektörünün ihracatının önemli potansiyel pazarlarından birisi.

Kuşkusuz böyle yardımların Somali halkına ne kadar ulaştığı ya da Somali halkının bu yardımlar karşılığında nasıl bir bedel ödediği konuları da araştırmaya değer konular.

Hatırlanacağı gibi, AKP hükümeti Eylül 2017'de Somali'de denizaşırı en büyük askeri eğitim tesisini kurmuştu. O tarihten bu yana TSK, TÜRKSOM Askeri  Eğitim Üssü'nde Somali ordusunu eğitiyor. BM Güvenlik Konseyi'nin 1992'den bu yana silah ambargosu uyguladığı Somali'ye Kasım 2022'de Türkiye dâhil bazı ülkeleri muaf tutmasıyla birlikte Ankara'nın sağladığı silah ve İHA/SİHA'lar Eş-Şebab'a yönelik mücadelede önemli üstünlük sağladı. Ayrıca Mogadişu Uluslararası Havalimanı ve Mogadişu Limanı halen Türk firmaları tarafından işletiliyor (Mogadişu Limanı'nın işletmesi 2014'ten bu yana Albayrak Grubu'nda bulunuyor). Türkiye'deki şirketler, sivil toplum kuruluşları ve kurumlarıyla Somali'den başlayıp Afrika geneline yayılmaya çalışıyorlar. AKP iktidarı 5 Kasım 2020'de Somali'nin Uluslararası Para Fonu'na (IMF) borcunu da ödemişti. (4)

Somaliland nasıl bir bölge ve Somali'nin bu bölge ile derdi ne?

Somaliland, Somali'nin ve daha büyük "Afrika Boynuzu" diye adlandırılan bir bölgenin önemli bir parçası. Kuzeyde Aden Körfezi boyunca yüzlerce kilometrelik kıyı şeridine sahip ve güney ve batıda Etiyopya ve kuzeybatıda Cibuti ile sınır komşusu.

Somaliland 1991'de, Somali'den bağımsızlığını ilan ettikten sonra Somali hükümetiyle bağlarını kopardı ve o zamandan beri bağımsız bir devlet olarak uluslararası tanınırlık arayışı içinde. Tayvan dışında hiçbir devlet şu ana kadar bağımsızlığını tanımadı ancak bu devletlerin birçoğu Somaliland'in Somali'den ayrı bir bölge olduğunu net bir biçimde kabul ediyor.

Diğer taraftan Somali devleti Somaliland'in bağımsızlık çağrısını reddetmeye devam ediyor ve önemli uluslararası anlaşmaları müzakere etmeye yönelik tek taraflı girişimlerini şiddetle kınıyor. (5)

"Kısmen özgür" bir ülke

Demokrasi ve sivil özgürlükler gözlemcisi olarak bilinen Freedom House, Somaliland'in 2023 yılındaki özgürlük endeksindeki puanından hareketle (100 üzerinden 44 puan) "kısmen özgür ülke" olarak değerlendirirken, Somali aynı yıl sadece 8 puan alarak "özgür olmayan ülke" statüsünde kaldı. Öyle ki Somali demokrasi açısından dünyadaki en düşük 14'ncü ülke konumunda (raporda Türkiye de 100 üzerinden 32 puan ile "özgür olmayan ülke" statüsünde değerlendiriliyor). (6)

Yoksul bir ülke

4,3 milyonluk bir nüfusa sahip olan Somaliland'in milli geliri yaklaşık 3,3 milyar dolar ve bunun büyük bir kısmını yurtdışında çalışan Somalilandlilerin getirdiği işçi dövizleri oluşturuyor. Ülkede işsizlik oranı özellikle gençler arasında çok yüksek ve yetkililer eğitimli insanların başka yerlerdeki fırsatları değerlendirmek üzere göç etmesiyle ortaya çıkabilecek potansiyel bir "beyin göçü" olgusundan endişe ediyorlar. Başlıca ihracatı, komşu Cibuti ve Etiyopya'nın yanı sıra Suudi Arabistan ve Umman gibi Körfez ülkelerine gönderdiği canlı hayvan ve hayvansal ürünler. Kişi başı gelir sadece 775 dolar. Bu haliyle Somaliland bugün dünyanın en yoksul 18'nci ülkesi konumunda (Somali ise dünyanın en yoksul 5'inci ülkesi konumunda). (7)

Jeopolitik konumu oldukça önemli bir bölge

Somaliland, Aden Körfezi boyunca, dünya deniz taşımacılığının neredeyse üçte birinin geçtiği büyük bir deniz şeridi olan Bab al-Mandeb Boğazı'nın girişine yakın bir konumda yer alıyor. Kıyı şeridi, onu ve komşuları Eritre ve Cibuti'yi denize erişim ve bölgede denizcilik varlığı arayan yabancı devletler için cazip ortaklar haline getirdi. Öyle ki Cibuti yabancı askeri üsler için bir merkez haline geldi. Çin, Fransa, İtalya, Japonya ve ABD'nin bu ülkede askeri tesisleri bulunuyor. Keza Çin, Rusya ve BAE gibi devletler de Eritre'ye giderek daha fazla ilgi göstermeye başladılar.

"Somaliland'in güneyinde yer alan ve Aden Körfezi kıyısından Hint Okyanusu ve Kızıldeniz'e uzanan Somali ise, neo Osmanlıcıların Afrika'ya açılma kapısı. Gerek deniz ticaret yolları üzerinde yer alması, gerek Arap Yarımadası'nın hemen karşısındaki konumu, gerekse de Doğu Afrika'ya başlangıç noktası olması nedeniyle stratejik bir öneme sahip. 20 Ocak 2020'de Berlin'de düzenlenen Libya Zirvesi'nde Erdoğan, Somali'nin kendilerine denizlerde petrol arama teklifinde bulunduğunu söylemiş, "bizim oralarda da atacağımız adımlar olacaktır" ifadelerini kullanmıştı. Birçok petrol tekeli ve ülkenin gözü bu bölgede. Somali'nin Hint Okyanusu kıyıları açıklarında zengin petrol rezervlerinin olduğu tahmin ediliyor". (8)

Çatışmalı bir bölge

Ancak Somali 2007'den bu yana da El Kaide'ye bağlılık ilan eden radikal İslamcı Eş Şebap örgütünün saldırılarıyla sarsılırken, Somaliland'in yakınındaki Sudan ve Etiyopya gibi ülkelerde yayılma etkileri olan iç çatışmalar yaşanıyor ve bölge bir bütün olarak şiddetli açlığa neden olan tarihi kuraklıklar ve şiddetli seller de dâhil olmak üzere iklim felaketleriyle boğuşuyor.

Uzmanlar ayrıca Berbera liman anlaşmasının Etiyopya, Mısır ve Sudan arasında Mavi Nil Nehri üzerindeki Büyük Etiyopya Rönesans Barajı'nın inşası konusundaki tartışmaları tırmandıracağından endişe duyuyor. İsrail - Hamas arasındaki savaşın bölgeye doğru yayılma tehlikesi ise hala devam ediyor.

Emperyalizm, sömürgecilik, yeni sömürgecilik

Hafızamızı tazelersek, hegemonya ya da siyasi güç kullanımı anlamına gelen Latince "imperium" sözcüğünden gelen "emperyalizm", tarihsel olarak, imparatorluklar genişlediğinde ortaya çıkan bir olgu iken, "sömürgecilik" emperyalistlerin bunu nasıl hayata geçirdiği ile ilgili bir durumdur.

Emperyalizm, kendini daha da zenginleştirmek isteyen bir imparatorluk, iktisadi kaynak ve ucuz işgücü elde etmek ya da sermaye ihraç etmek amacıyla yabancı topraklara ulaştığında ortaya çıkarken, sömürgecilik bu işlevi yerine getirmeleri için emperyalistlerin yerleşimciler göndermesi anlamına geliyor.

Diğer yandan, emperyalistler ilhak etmedikleri toprakları (resmi olduğu kadar), gayri resmi yollarla da yönetirler. Aslında bu "gayri resmi imparatorluklar"  ilhaka tercih edilirler. Gana'nın ilk devlet başkanı olan Kwame Nkrumah'ın "yeni sömürgecilik" olarak adlandırdığı gayri resmi imparatorluklar günümüzde de varlığını sürdürüyor. Bunun için yerel aracılar, yani halkın zararına kişisel çıkarları için sömürgeciyle işbirliği yapan bir yönetici sınıf gereklidir. (9)

Alt emperyalizm

"Alt-emperyalizm" kavramı ise, 1965 yılında, Bağımlılık Teorisi'nin kurucularından Ruy Mauro Marini tarafından ortaya atıldı. Bu kavram daha yakın zamanlarda, David Harvey, Patrick Bond ve Alex Callinicos gibi sosyalist akademisyenler tarafından, genellikle BRICS ülkelerinin ekonomi politiği ile ilgili olarak kullanıldı. Marini'ye göre alt-emperyalizm "bağımlı kapitalizmin tekeller ve finans sermayesi aşamasına ulaştıktan sonra aldığı biçimdir." Harvey ise. BRICS ülkelerini, işçi sınıflarının aşırı sömürüsünü, hinterlandlarıyla ilgili yağmacı ilişkileri ve özellikle hem artı emek değerlerinin hem de "doğanın bedava armağanlarının" (eşitsiz ekolojik mübadele) Güney'den Kuzey'e aktarılmasında aracı olarak emperyalizmle (gerilimli de olsa) işbirliğini içeren "alt-emperyal" güçler olarak tanımlıyor.

Marini ve Bond, sırasıyla Brezilya ve Güney Afrika örneklerinde, şu anda BRICS'in bir parçası olan bazı ülkelerin emperyalizmle işbirliği yaptığını ve Harvey'in belirttiği gibi hinterlandlarının yağmalanmasına katıldığını ileri sürerler. Bu çerçevede, bu ülkelerin oynadığı "alt-emperyalist" işlev nispeten açıktır. Callinicos'a göre, "Türkiye, Hindistan, Pakistan, İran, Irak ve Güney Afrika" gibi "alt-emperyalist" devletler basitçe daha alt düzeydeki emperyalistlerdir. (10)

İlhan Uzgel ise alt-emperyalizmin küresel sistemdeki gelişmelerin ve kapitalist dönüşümün gündeme getirdiği bir olgu olduğuna ve bu sistemin işleyişini kolaylaştıran bir katkı sağladığına vurgu yapıyor ve ABD ya da diğer her hangi bir kapitalist merkez karşısında belli bir özerkliğe sahip olabilen bir devlet olarak Türkiye'nin alt emperyalist bir devlet olduğunu ileri sürüyor.

Uzgel'e göre, alt-emperyalist devlet sistem karşıtı değildir ama zaman zaman "sistem dışı" gündemlerini oluşturmaya çalışır. Burada en fazla sistem içindeki ekonomik konumlanışı aşan, daha yukarıda bir bölgesel nüfuz arayışı görülebilir. Bunun izini Türkiye'nin dış politikasından sürebilmek mümkündür. (11)

"Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı"

Somali ile Türkiye'nin yaptığı anlaşmanın bir diğer önemli yanı ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını kabul etmeyen bir anlaşma olması. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı, siyasal anlamda bağımsızlık hakkını, ezen ulustan siyasal bakımdan serbestçe ayrılma hakkını savunur.

"Ulusların kendi geleceklerini kendilerinin belirlemesi teorisi, tarihin belli bir döneminde belirli bir ülkesinde (Çarlık Rusya'sı), emperyalizm döneminin Marksizm'i olarak bilinen Leninizm'in kuramcısı Lenin tarafından formüle edildi. Daha sonraki yıllarda bu teori, Marksist Leninist literatürün temel argümanlarından birisi haline geldi. Lenin'in bu formülasyona ulaşmasının politik-pratik temeli, bir halklar hapishanesi olan Rusya ise, kuramsal temeli de Marx'ın "Başka bir ulusu esen ulus özgür olamaz" ve "ezilen ulusların özgürleşmesi hâkim ulus bünyesinde sosyalist devrimin önkoşullarından birisidir" yaklaşımıdır. (12) 

Birbirinden farklı özelliklere sahip olsalar da, Somaliland-Somali ilişkisi, İngiltere-Kuzey İrlanda, Sri Lanka-Tamil Bölgesi ve Suriye-Rojava ilişkisini anımsatıyor. Her üç örnekte de "ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı" ilkesine dayalı olarak mücadele eden bağımsızlıkçı hareketler bastırılmak isteniyor.

Türkiye'nin, bir yandan Afrika'ya yönelik olarak alt emperyalist amaçlara sahip olması, diğer yandan Rojava'daki özerk, demokratik ve ulus devleti aşan bir modelin inşasına verdiği sert tepkiye benzer bir tepki (13) ile Somaliland'e karşı çıkarak, dünyanın en despotik rejimlerinden biri olan Somali'deki diktatörlüğü desteklemesi Türkiye'deki rejimin ve devletin karakteri konusunda önemli ipuçları veriyor.

Her ne kadar Türkiye'nin durumu Lenin'in emperyalizm teorisine göre emperyalist olarak nitelenemese de, kendisi ABD emperyalizmine bağımlılığını sürdürürken, Somali gibi bir yeni sömürge ülkeye yaptığı fiziki ve finansal yatırımlar, verilen maddi ve gayri maddi destekler, krediler, satılan İHA ve SİHA' lar, diğer askeri destekler alt emperyalist/ yayılmacı amaçlarını ortaya koyuyor.

Sonuç olarak

Somali devleti ile yapılan bu anlaşma, neoliberal, siyasal İslamcı otoriter rejimin bölgesel olarak alt emperyalist/yayılmacı amaçlarını yansıtan adımlardan birisidir. İlave olarak, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkının reddedilerek, bağımsızlıkçı mücadelelere karşı, üzerinde hegemonya tesis ettiği devletin yanında yer alması ise, Rojava deneyimi ile birlikte ulus devletin daha da sertleşen tipik bir refleksidir.

Ne geçmişte ne de şimdi, emperyalizm ya da alt emperyalizm hiçbir zaman işçi sınıfının ve emekçi halkların çıkarına olmuştur. Bu tür faaliyetlerden fayda sağlayanlar sadece emperyalistler ve onların içerdeki işbirlikçisi konumundaki yerli egemenler oldular.

Türkiye'nin, kendi sınırlarının ötesindeki askeri faaliyetlerinin "Türkiye ekonomisinin sorunlarının çözümüne de katkı sağlayacağı, kalkınmayı ve gelişmeyi hızlandıracağı" iddiası ise tam bir efsanedir, gerçekle ilgisi yoktur.

Kendi ülkesinde başta yüksek enflasyon, işsizlik, derin yoksulluk ve açlık problemleri giderek büyürken, alt emperyalist amaçlar için Afrika'da yeni maceralara girişmek, İktidar Blokunun ve onu destekleyen sermaye çevrelerinin halkın içinde bulunduğu durumu da umursamadıklarının tipik bir göstergesidir.

Türkiye'nin tıpkı Suriye ve Libya'da olduğu gibi bu tür neo Osmanlıcı girişimlerinin bir benzerini oluşturan Somali Anlaşması ile eğer Türkiye kanlı iç savaşın bir parçası haline gelirse, bunun bedelini sadece bölge halkları değil, Türkiye halkları da, hem politik hem de ekonomik olarak, ağır bir biçimde ödeyecektir.

Diğer yandan, antropologların yaptığı araştırmalar, efsanelerin çökmesiyle birlikte, bu efsanelerin etrafında dönen şeylerin de değişmeye başladığını gösteriyor. Böylece daha önce, bırakın yapılabilir olmasını, düşünülebilir bile olmayan fikirler ete kemiğe bürünmeye başlıyor, yeni olanaklar ortaya çıkıyor. (14)

Kıssadan hisse, efsaneler yıkıldığında ihtiyacımız olan sosyal devrimler gerçekleşir. O halde efsaneleri çökertmek, bir kez daha militarizme ve savaşlara karşı çıkmak ve barışı savunmak gerekiyor.

Mustafa Durmuş / T24


Dipnotlar

  1. 8 Şubat 2024 tarihinde imzalanan ‘Somali ve Türkiye Arasındaki Ekonomik Çerçeve Anlaşması.
  2. https://apnews.com/article/somalia-ethiopia-somaliland-sea-deal-turkey (21 February 2024).
  3.  
  4. İbrahim Varlı, https://www.birgun.net/makale/neo-osmanlicilarin-afrikaya-acilma-planlari-erdoganin-yeni-macerasi-somali (24 Şubat 2024).
  5. Mariel Ferragamo and Claire Klobucista, https://www.cfr.org/backgrounder/somaliland-horn-africas-breakaway-state? (25 January 2024).
  6. https://freedomhouse.org/explore-the-map?type=fiw&year=2023; https://freedomhouse.org/country/turkey/freedom-world/2023 (26 Şubat 2024).
  7. Ferragamo ve Klobucista, agm.
  8. Varlı, agm,
  9. https://www.redpepper.org.uk/global-politics/africa/a-common-enemy-colonialism-and-imperialism (20 September 2023).
  10. https://www.cadtm.org/Western-Imperialism-and-the-role-of-Sub-imperialism-in-the-Global-South ve  https://roape.net/2018/05/16/is-imperialism-still-imperialist-a-response-to-patrick-bond'den aktaran   Renfrey Clarke, "Is Russia ‘sub-imperialist'?",  https://links.org.au/russia-sub-imperialist (1 August 2023).
  11. https://sendika.org/2020/08/alt-emperyalizm-ya-da-dis-politikada-ozerklik-mumkun-mu-ilhan-uzgel-gazete-duvar (3 Ağustos 2020).
  12. Mustafa Kahya, Ulusal Sorun -Sömürgecilik ve Kürt Sorunu, Erginbay Yayıncılık, İkinci Baskı, 2008, s. 42-43.
  13. https://truthout.org/articles/unremitting-turkish-attacks-leave-rojava-in-peril-and-in-need-of-solidarity (15 Şubat 2024).
  14. Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions, Windmill Books, 2018, s. 13-14.

Bayburt Grubu patronuna nitelikli dolandırıcılık ve resmi belgede sahtecilikten 7 yıl hapis - Çiğdem Toker / T24

 

Bayburt Grup patronu Abdurrahman Şentürk'ün nitelikli dolandırıcılık ve senet sahteciliği suçlarından aldığı hapis cezaları için elbette istinaf ve temyiz yolları açık. Ancak Şentürk'ün şirketlerinin bu kararın ardından yeni kamu ihaleler alıp alamayacağını izleyip göreceğiz

Aralarında Agrobay Seracılık şirketinin de yer aldığı çok sayıda şirketi bünyesinde bulunduran ve özellikle son 10 yıldır devletten ulaştırma alanında milyarlık ihaleler alan Bayburt Grubu'nun patronu Abdurrahman Şentürk, nitelikli dolandırıcılık ve resmi belgede sahtecilik suçlamasıyla yargılandığı davada, toplam 7 yıl hapis cezasına mahkûm oldu.

Şentürk'ün cezaları Türk Ceza Yasası uyarınca indirime tabi tutularak toplam 6 yıla düşürüldü. Ancak kamu görevi, seçilme ve vakıf dernek yöneticiliği gibi belli haklardan yoksun bırakılmasına ilişkin madde de uygulandı. 

Abdurrahman Şentürk'ün, Ankara 35. Ağır Ceza Mahkemesi'nde Güngör Şentürk, Mehmet Sait Yıldız ile birlikte yargılandığı kamu davasında, gerekçeli karar geçtiğimiz günlerde çıktı.

Bayburt Grubu'nun patronu Abdurrahman Şentürk'e Erdoğan Tarafından ödül verilirken. (2015)

"Suç kasten işlendi"

Mahkeme Abdurrahman Şentürk'ün resmi belgede sahtecilik suçunu işlediğinin mahkemece sabit görüldüğü belirtilerek, sosyal durumu, suç konusunun önem ve değeri ile suç işleme saiki dikkate alınarak 3 yıl hapis cezasına çarptırıldı.

Bu ceza, sanığın geleceği üzerindeki olası etkisi dikkate alınarak takdiren 2 yıl 6 aya indirildi.

Mahkeme, Şentürk'ü, suçu kasten işlediği için de TCK'nın 'belli hakları yoksun bırakma' başlıklı 53. Maddesinde sıralanan haklardan yoksun bırakılmasına karar verdi.

Bayburt Grubu patronu Abdurrahman Şentürk, bu davanın müdahili olan Mustafa Öztaş'a karşı işlendiği belirlenen ve "kamu kurum ve kuruluşların, vb. tüzel kişiliklerin araç olarak kullanılması suretiyle dolandırıcılık" olarak tanımlanan nitelikli dolandırıcılık suçundan da 4 yıl hapis, 4300 gün de adli para cezasına çarptırıldı. Mahkeme bu cezada da aynı gerekçeyle indirim yaparak hapis cezasını 3 yıla, adli para cezasını da 3500 güne düşürdü. Sanığın ekonomik ve diğer şahsi hallerine göre 50 TL'den 175 bin TL adli para cezasına dönüştürdü. Karara göre Abdurrahman Şentürk'ün bu para cezasını aylık taksitler halinde 20 eşit taksitte ödemesi gerekiyor.

Abdurrahman Şentürk ile birlikte iştirak halinde suçu işlemekten yargılanan (Bayburt Grubu Yönetim Kurulu üyesi) Güngör Şentürk de resmi belgede sahtecilik suçundan 3 yıla hapis cezasına mahkûm oldu. Bu ceza TCK uyarınca 2 yıl 6 aya indirildi. Güngör Şentürk için de belli haklardan yoksun bırakma maddesi uygulandı. Güngör Şentürk de Abdurrahman Şentürk gibi, davaya katılan Mustafa Öztaş'a karşı üzerine atılı nitelikli dolandırıcılık suçundan c(Kamu Kurum ve Kuruluşların vb. Tüzel Kişiliklerin Araç Olarak Kullanılması Suretiyle Dolandırıcılık) 4 yıl hapis ve 4300 gün adli para cezasına mahkûm oldu. Hapis cezası 3 yıl 4 aya, para cezası da 3500 güne indirildi.

Ankara 35. Ağır Ceza Mahkemesi bu davada Şentürk ile iştirak halinde suçtan yargılanan Mehmet Sait Yıldız'ın da resmi belgede sahtecilikten 3 yıl, nitelikli dolandırıcılık suçundan 4 yıl hapisle cezalandırılmasına karar verdi. (K: 2024/68)

Bu cezalar da aynı şekilde indirime tabi tutuldu. Davada yargılanan Ahmet Şentürk, her iki suçtan da inandırıcı delil elde edilemediğinden beraat etti.

Ne olmuştu?

Dosyaya yansıyan bilgi ve anlatımlara göre Bayburt Grubu şirketlerinden birinde bir süre çalışmış olan Mustafa Öztaş, parasının ödenmediği gerekçesiyle bundan 10 yıl önce alacakları için yargı yoluna başvurdu. İcraya gitti.

Ancak bu başvuru daha sonra kendisine senetle icra takibi olarak geri döndü. Şirketten alacaklı olan Öztaş'ı, şirkete 30 milyon TL borçlu olarak gösteren senetin Mustafa Öztaş elinden çıktığı iddia edildi. Buna ilişkin bilirkişi raporunda imzası bulunan Ali Arabacı'nın, daha önce Ergenekon Islak İmza kumpasında Dursun Ali Çiçek'e kumpas kuran kişi olduğu saptandı. Bu kişi daha sonra tutuklandı. Alacakları için yargıya başvuran Mustafa Öztaş'ın senedin sahte olduğuna, üzerindeki yazının "kendi el ürünü olmadığı"na dair itirazı ise kabul edildi. Böylece davaya konu olan 10 Haziran 2014 vadeli 30 milyon bedelli senetin sahte bir şekilde hazırlandığı tescillendi.

Ankara 35. Ağır Ceza Mahkemesi sahte resmi belgeyi kullanma eylemini sanıklar Abdurrahman Şentürk, Güngör Şentürk ve Mehmet Sait Yıldız'ın iştirak halinde gerçekleştirdikleri, sonuç ve kanaatine vardı.

Dava dosyasına senetle ilgili olarak giren anlatımların bir kısmı şöyle:

Olmayan ev ikamet olarak gösterilirse

"Gölbaşı İcra Hukuk Mahkemesi'nin 2014/117 Esas sayılı dosyasında itiraz ve ödeme emrinin iptaline ilişkin dava açtığını, soruşturmaya konu bononun tamamen sahte bir şekilde düzenlendiğini, bono üzerindeki imza ve yazıların katılanın Mustafa Öztaş';ın el ürünü olmadığını, katılanın Özgün Yapı Sanayi ve Tic. A.Ş ve yetkilisi Güngör Şentürk'ten 15 milyon TL alacaklı olduğunu ve katılanın bu alacağı ile ilgili Ankara 27. İcra Müdürlüğü'nün 2013/16728 Esas sayılı dosyası ile takip başlattığını, sanıkların sahte bir senetle takip yaparak, katılanın Ankara 27. İcra Müdürlüğünün 2013/16728 Esas sayılı dosyasında yer alan alacağına haciz koyarak tahsilatı engellemeye çalıştıklarını, sahte bono üzerinde düzenleyen adresi olarak İncek Mahallesi 1061 Konut Küme Evleri No:4/9 Gölbaşı/ANKARA; yazdığını, bu konutların 2014 yılının 3. ayında teslim edildiğini, senedin düzenleme tarihi olan 10/10/2013 tarihinde böyle bir konut projesinin dahi olmadığını, 10/10/2013 tarihinde henüz başlamamış ve varlığından haberdar olunmayan bir projeden katılan Mustafa Öztaş'ın daire alacağı ve bu dairede ikamet edeceğinin bilinmesinin imkan dışı olduğunu, bu ayrıntının senedin 2014 yılının 3. ayından sonra ve sahte olarak düzenlendiğini gösterdiğini, katılanın senette alacaklı görünen Mehmet Sait Yıldız isimli kişiyi hiç tanımadığını, aralarında hiçbir şahsi veya ticari ilişki olmadığını, 30 milyon TL bedelli fahiş bir borç ilişkisinin hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, katılanın Ankara 27. İcra Müdürlüğü'nün 2013/16728 Esas sayılı dosyasındaki alacağının tahsilini engellemek amacıyla sanık Güngör Şentürk tarafından sahte senet işinin organize edildiğini düşündüklerini beyan ederek şikayetçi olduğu..."

Next level'ı 1.4 milyara aldı 

Bayburt Grubu'nun adı son zamanlarda iki önemli konuyla gündeme taşındı: İlki, holding bünyesindeki Agrobay Seracılık şirketinde sendikalı oldukları gerekçesiyle işten çıkarılan kadın işçilerin beş aydır süren direnişi.

İkinci konu ise Next Level satışı. T24'te haber olarak yer alan gelişmeye göre Pasifik İnşaat"ın Ziraat Bankası'na 412 milyon TL'lik kredi borcuna karşılık Ziraat Bankası'nın el koyduğu Next Level AVM, 1.4 milyar TL'ye AKP'ye yakınlığıyla bilinen Bayburt Group'a satılmıştı. Habere göre Satış tutarının 667 milyon TL'si peşin ödenirken 746 milyon TL'lik tutar ise 12 ay vadelendirildi. Ziraat Bankası'nın 2019 yılında sildiği borcun kur karşılığı 73 milyon doları bulurken, Bayburt Group'a yapılan satışın tutarı ise bugünkü döviz kuruyla 48 milyon dolarda kaldı. 

Bayburt Grup patronu Abdurrahman Şentürk'ün nitelikli dolandırıcılık ve senet sahteciliği suçlarından aldığı hapis cezaları için elbette istinaf ve temyiz yolları açık. Ancak Şentürk'ün şirketlerinin bu kararın ardından yeni kamu ihaleler alıp alamayacağını izleyip göreceğiz.

Çiğdem Toker / T24


27 Şubat 2024 Salı

Kuzu çevirmeden borsaya, Kıbrıs’tan BAE’ye… - Bahadır Özgür / duvaR

 

Kayseri’de küçücük bir şirketle başlayıp yine Bilal Erdoğan’ın yakın dostu Şenol Kazancı ile kurduğu ortaklıklara, ‘bilişim devi’ olarak büyümesine, KKTC’ye yerleşmesinden ortadan kayboluşuna… Kariyerini takip etmeye çalıştığım birisi Teksöz. Üç yıldır hakkında yazdığım her yazıya da erişim engeli geldi. Dolayısıyla borsada birden belirmesi yine dikkatimi çekti.

Borsa İstanbul’un gongu 23 Kasım 2023 günü yeni halka arz edilmiş bir şirket için çalıyordu. Sahnede, Borsa İstanbul Genel Müdürü ve şirketin yönetim kurulu üyeleri vardı. Eller gonga uzandığı esnada çekilen bir fotoğrafta arkada, tam ortada, gururla dikilmiş bir isim daha dikkat çekiyordu. Bu kişi Murat Teksöz’dü. Geçen yıl yayınladığım ve erişim engeli gelmiş Kırgızistan’daki ‘kuzu çevirme fotoğrafı’ ile gündeme gelen, Bilal Erdoğan’ın arkadaşı. Uzun süredir ortalıklarda yoktu. Aniden Borsada beliriverdi.

Kayseri’de küçücük bir şirketle başlayıp yine Bilal Erdoğan’ın yakın dostu Şenol Kazancı ile kurduğu ortaklıklara, FETÖ operasyonlarında el konulan şirketlerle ticari ilişkisinden ‘bilişim devi’ olarak büyümesine, KKTC’ye yerleşmesinden ortadan kayboluşuna… Kariyerini takip etmeye çalıştığım birisi Teksöz. Üç yıldır hakkında yazdığım her yazıya da erişim engeli geldi. Dolayısıyla Borsada birden belirmesi yine dikkatimi çekti.

Agrotech’in ilk işlem günü yapılan ‘gong çalma’ töreni. Arkadaki Murat Teksöz

Teksöz’ün yeni macerasına yakından bakalım şimdi. Borsada niye ortaya çıktı? Halka arz törenine katıldığı şirket neydi? Bu şirket nasıl bu denli hızlı büyüyor ve üst üste uluslararası anlaşmalara imza atıyor?

KAYSERİ’DEN DOĞAN, KAYYUMLA BÜYÜYEN ŞİRKET

Borsaya açılan şirket Agrotech Yüksek Teknoloji ve Yatırımları AŞ’ydi. 15 Kasım 2023’te halka arz edildi. 3 milyon 48 bin 226 yatırımcı hisse aldı ve 1.5 milyar liralık talep topladı. O günden beri de neredeyse her hafta Türkiye’de ve yurt dışında yeni bir iş anlaşması duyuruyor. Göz kamaştırıcı gerçekten.

Erişim engeli geldiği için önceki bilgileri kısaca özetleyelim…

Teksöz’ün arşivinden çıkan, Kırgızistan’a yapılan geziden bir fotoğraf.

Agrotech’in kökeni, Teksöz’ün 2013’te Kayseri’de kurduğu Teksoft’a uzanıyor. Teksöz 2016 yılında şirketi İstanbul’a taşıyor. 2017 yılında ismi değişiyor ve Grid Group Teknoloji oluyor. Ancak arada Teksöz’ün kurduğu başka şirketler de söz konusu. Mesela; 15 Temmuz 2013’te Şenol Kazancı ile Air Clinic İş Güvenliği Hizmetleri ve 13 Ekim 2015’te de yine Kazancı ile ortak Air Clinic Sağlık Hizmetleri. İkisini de Kazancı’ya devrediyor. Şirketler önce THY, sonra 8 havalimanında 154 havayolu şirketinin hasta, yaşlı vb. yolcu taşıma hizmetini üstleniyor. Teksöz’ün bir başka ortağı da kayyum olarak atanan, burada aldığı yüksek maaşlar ve yaptığı işlerle tartışma yaratan Petrol Ürünleri İşverenleri Sendikası Başkanı İmran Okumuş’un damadı Emre Baştuğ. Onunla da Bin Seyahat Petrol’ü kurmuştu.

Şirketlerin ağırlıklı ticari ilişkisinin FETÖ operasyonuyla el konulan, Okumuş’un kayyum atandığı Kaynak Holding ve iştirakleri ile olması dikkat çekiyordu. Kayyumun elindeki onlarca şirket bilişimden akaryakıta her ihtiyacını Teksöz’ün şirketlerinden karşılıyordu. Yetmiyor, Teksöz el konulan şirketlere ‘danışman’ olarak atanıyordu. Bir süre sonra ‘havuzdaki’ şirket sayısı 130’u buldu. Belgelere, faturalara, yönetim kurulu kararlarına bakılırsa büyük gelirler elde edilmiş. Kaynak Holding TMSF’ye devredilince ticari ilişki de sonlandı.

Ama Teksöz’ün kayyum yönetimine akaryakıt, bazı yazılımlar vs. satan şirketi Grid Group’un dev bir portföye ulaştığı görülüyor. Şirketin kendi sunduğu referanslara bakılırsa Kalyon, Limak, Rönesans gibi hepimizin yakından tanıdığı iktidarla ilişkisi iyi olan hemen hemen tüm inşaatçıların, şehir hastanelerinin ve köprülerin, İstanbul Havalimanı, Avrasya Tüneli gibi mega projelerin teknoloji işlerini Grid üstlenmiş. Türkmenistan’daki bütün hastanelerin bilişim altyapısı da öyle. KKTC’nin e-sağlık sistemi ile e-tapu sistemini de kurmuş. Hatta Suudi Arabistan’ın istihbarat servisi bile iş vermiş. Say say bitmiyor.

Görünüşte milyar dolarlık iş yapan parlak teknoloji şirketine ne oldu dersiniz? Her zaman olduğu gibi karmaşık, iç içe geçmiş ama daima ‘kapalı devre’ işleyen bir şirket ağı çıkıyor karşımıza. Şemayı olabildiğince basitleştirmeye çalışalım.

2022’de Teksöz birdenbire KKTC’ye taşınıp orada 2014’te kurduğu Grid Teknoloji Ltd. adlı şirketin başına geçti. İstanbul’daki Grid Group’un yüzde 100 hissesini ise 11 Ağustos 2022 günü, sadece 1.000.000 TL’ye Hümeyra Keskin’e sattı. Hümeyra Keskin, Bursalı tekstilci bir aileden geliyor. Yerel basında bir ara AKP kadın kollarında çalıştığına ve milletvekili aday adayı olduğuna dair kısıtlı bilgilere rastlanıyor. Keskin’in adını asıl olarak pandemide yaygın olarak duyduk. Türkiye Eczacılar Birliği AŞ’nin başkanı sıfatıyla sık haber oluyordu. Eldiven ve maske üretecek Gloveturk adıyla bir üretim tesisi kurduklarını açıklamıştı.

Keskin ailesi çoğu aynı adreste kurulmuş, geçmişte balıkçı, restoran vb. faaliyetler gösteren küçük şirketlerin de sahibiydi. Bunlar zamanla aile içinde el değiştirerek yeni adlar alıp, Tartech’in altında toplandı. Tartech’in sahibi Bilal Keskin’di. Hümeyra Keskin, şirketi 30 Eylül 2022’de tamı tamına 1 milyar 100 milyon 60 liraya satın aldı. 1.5 ay önce aldığı Grid’in 1000 katı fiyata yani.

Agrotech’in sahibi Hümeyra Keskin

Tarctech şimdi arazi kiralayarak Salihli’de kiraz, Uşak’ta ceviz, Samsun’da elma ve armut üretiyor. Onun ürettiği ürünleri pazarlamak için Hümeyra Keskin, Ted Investment’ı kurdu. Bu şirket de 2017 yılında tekstil ürünleri üretmek üzere kurulmuş Yoltex Tekstil’in ad ve faaliyet değiştirmiş hali. Grid Group buna bağlı artık. Murat Teksöz’ün teknoloji dehası şirket alınıp adı 7 Eylül 2022’de Agrotech’e dönüştürüldü. Hümeyra Keskin ayrıca Teksöz’ün KKTC’de kurduğu şirketin de yüzde 90’ını aldı.

Teksöz, Dubai’de yeni anlaşmayı imzalarken…

İşte Teksöz, KKTC’deki şirkette elinde kalan yüzde 10’luk hissesiyle Borsada çıkıyor karşımıza. Agrotech hafta başında Borsaya yaptığı açıklamada, KKTC’de yüzde 90 hisselerine sahip oldukları Grid Teknoloji Ltd’nin, Birleşik Arap Emirlikleri’ndeki Türk yatırımcıların kurduğu Turkish Business Council’in (TBC) açtığı ihaleyi kazandıklarını duyurdu. Şirket 2000’den fazla üye şirkete teknik hizmetler sunacak. Anlaşmayı da Murat Teksöz imzaladı. Ayrıca bu anlaşma sonucunda Dubai’de kurulan Agrotech Global’in başına da Teksöz’ün getirildiği açıklandı.

Kısaca Bilal Erdoğan’ın yanından ayrılmayan Teksöz, uzun süre sonra yine sahnede. Bakalım bu maceradan daha neler çıkacak…

Bahadır Özgür / duvaR

26 Şubat 2024 Pazartesi

Cumhuriyet (KÖŞEBAŞI) - 26/02/2024 -

 


Erdoğan’ın indirttiği pankart (Barış Terkoğlu)

İnsanlar; dinleriyle, milletleriyle, kimlikleriyle birbirinden ayrılıyor. Konu paraya gelince ise bütün çizgiler ortadan kalkıyor.

Erdoğan, cumartesi günü, Sakarya’da konuşuyordu. Sözü İsrail’e getirdi. Batı’yı suçladı. Derken... Meydanda bir pankart açıldı. “İsrail ile ticaret utancı sonlandırılsın” yazıyordu. Polis müdahale etti, apar topar indirildi.

Herkes olaydaki tuhaflığı tartışırken merak ettim. Acaba İsrail ile ticarete dair herhangi bir yaptırım var mı? Öyle ya İsrail ile ticaretin Gazze krizine rağmen nasıl tam gaz devam ettiğine dair haberleri okuyoruz. İsrail’e yönelik ambargo teklifleri de İslam ülkeleri tarafından reddediliyor. Peki yaptırım kararı olmadığına göre mesele nasıl ilerliyor?

Örnek ararken ilginç bir dosyaya ulaştım. Şöyle anlatayım...

Hükümetler ihracata destek oluyor. Bu da çok normal. İhracat sayesinde ülkeler ticaret açığını kapatabiliyor. Öte yandan ihracatla kazanılan paranın ülkeye getirilmesi gerekiyor. 1567 sayılı kanun işte bunu düzenliyor. Sattığınız malın parasını en geç 180 gün içinde ülkeye getirmeniz ve bunu da devlete bildirmeniz gerekiyor.

Diyelim getirmediniz. Olası açıklarda vergi daireleri bunu yakalıyor, savcılığa bildiriyor. Zira kanunun son fıkrası şunu söylüyor: “İdari para cezasına karar vermeye cumhuriyet savcısı yetkilidir.” Savcılık onayıyla “yüzde 5’e kadar idari para cezası” var.

Önümdeki dosya işte bununla ilgili. İzmir’deki Çiğli vergi dairesi, A. firmasını İzmir Cumhuriyet Savcılığı’na şikâyet etmiş. Toplam yedi işlemde hata bularak “ihracat bedelini yurda getirmeyerek 1567 sayılı kanuna muhalefet etmek”ten cezalandırılmasını istemiş. Savcılık ise 14 Aralık’ta dosyayı inceleyip 435 bin 390 lira ceza kesmiş.

FİLİSTİN Mİ, İSRAİL Mİ?

Buraya kadar her şey olağan.

Ancak sonrası bir İsrail-Filistin tartışmasına neden olmuş. Hayır, yanlış anlamayın. Vergi dairesi de savcılık da firmaya, “Sen nasıl İsrail’e mal satarsın, al sana ceza” dememiş. “İsrail’e ihracat yapmışsın ama parasını Türkiye’ye getirmemişsin” diyerek ceza vermiş.

İşte bu anda enteresan bir şey olmuş...

A. firması 22 Ocak’ta itiraz etmiş. Kendisine savunma hakkı tanınmadan ceza verildiğini söyleyerek savunmasını yapmış.

Ne mi demiş?

Sözü edilen kanunu hatırlattıktan sonra “ihracat bedelinin yurda getirilmesinde istisna tanınan ülkeler”den bahsetmiş. Tahmin ettiğiniz gibi bu istisna ülkelerden biri Filistin’miş. Gelgelelim, uluslararası toplumda halen Filistin adıyla tanınan bir devlet olmadığı; Filistin, İsrail içinde özerk bir yapı olarak tanımlandığı için bu konudaki sorun da genelgeyle şöyle çözülmüş:

“(Gideceği ülke) İsrail yazdığı ancak fiili olarak ihracatın ‘Filistin’ olarak belirtildiği ihracat işlemlerinde (…) bahse konu ihracat Filistin’e yapılmış sayılır.” Filistin’e gidecek mallar için adresin mecburen İsrail yazılmasından dolayı; fatura, sözleşme ya da banka hesap bilgileriyle ihracatın Filistin’e yapıldığının kanıtlanması yeterli sayılmış.

İşte A. şirketi, ihracatı, “Ali Abdul Kareem Zaid&Brothers” isimli firmaya yaptığını söylemiş, faturalarını da sunmuş. Alıcı firma, adresinde İsrail yazsa da Filistin’in Batı Şeria bölgesindeymiş. A. firması, ülkeye getirme zorunluluğu olmasa da Filistin’deki ihracatın parasını Türkiye’ye getirip Türk Lirası’na çevirdiğini de söylemiş. Buna kanıt olarak ihracat hesabı banka dökümünü sunmuş.

Gelgelelim, İzmir 3. Sulh Ceza Hâkimliği, A. firmasının sunduğu belgeleri yetersiz bularak 8 Şubat’ta itirazı reddetmiş.

FİLİSTİN’LE TİCARET DAHA KARIŞIK

Bu kadar değil...

A. firması, olayı Cumhurbaşkanlığı’na taşımış. Filistin’e ihracat yaptığı halde İsrail’e yapmış muamelesi gördüğünü, bu nedenle ihracat bedelini ülkeye getirmediği gerekçesiyle kendisine ceza kesildiğini söylemiş. Vergi dairesini de CİMER’e şikâyet etmiş. Bu kez CİMER ile vergi dairesi arasında yazışma başlamış. Cumhurbaşkanlığı, “Neler oluyor” diye sormuş. Vergi dairesi ise İsrail mi, Filistin mi sorununu çözecek bildirimi yapması gerekenin aracı banka olduğunu, bankanın bunu yapmadığını, kendilerinin de anlamak için firmaya geçmişte yaptıkları tebligata yanıt alamadıklarını söylemiş. Özetle “Biz nereden bilelim” yanıtını vermiş.

Sizi evrakla daha fazla sıkmayayım.

Vergi dairesi mi haklı A. firması mı bilmiyorum. Belki ikisi de haklıdır.

Ama bu dosyadan kesin olarak öğrendiğimiz bir şey var. Eğer Türkiye’den İsrail’e mal satıyorsanız, parasını alıyorsanız, ülkeye getirip ihracat hesabınıza koyuyorsanız sorun yok. İsrail’miş, Almanya’ymış, Çin’miş, fark etmiyor... Ancak Filistin’e ihracat ayrıcalıklı görülse de hem uluslararası hukukta Filistin’in belirsiz durumu hem savaş koşulları hem de ihracatı Filistin’e yaptığınızı kanıtlama sorunları nedeniyle işler karışıyor. Yukarıdaki gibi sorunlarla boğuşabiliyorsunuz.

İşte buna serbest piyasa gerçekleri diyorlar. Haliyle; pankart hikâye, para ve Filistin hamaseti şahane!

İsrail’e istediğiniz kadar öfkeli olabilirsiniz. Yeter ki konuyu paraya getirmeyin...

                                                        /././

Seçimlerden sonra: ‘Görevimiz tehlike’ (Ergin Yıldızoğlu)

Ana muhalefet rejimi değiştirme düşüncesinden vazgeçmiş görünüyor: Artık dört yıl seçim yok! Ancak, “ana akım” iktisatçılara göre seçimlerden sonra ülkeyi çok derin bir ekonomik kriz bekliyor, hızla ekonomik, siyasi, hukuki reformlar yapılmalıdır. Kimi hukukçular anayasanın artık geçersiz kılındığını söylüyorlar. Avukat Feyza Altun’un başına gelenlerle “Selanik’ten gelen dönme”, “Osmanlı’yı süren soysuzlar” hakaretlerini, İliç’teki maden faciasını da ekleyince oluşan manzara, Ernst Fraenkel’in “Der Doppelstaat” (Dual State-İkili Devlet) yapıtını çağrıştırıyor.

TARİHTEN BİR YAPRAK

Fraenkel, sendikacıların, sosyalist politikacıların avukatlığını yapan ve onları savunan sosyalist bir Yahudi avukattı. 1933-38 arasında, Nazi yasağını “delerek” avukatlık yapmaya devam etti, hukuk sistemindeki değişimleri doğrudan yaşadı. Fraenkel, bu alanda hukuk dergilerinde eleştirel yazılar yayımladı, “İkili Devlet” kitabını yazdı, manüskriptini gizlice dışarı çıkarttı; kendisi de Gestapo listesine girince ABD’ye göç etti. Kitap, 1941’de İngilizce; 1977’de Almanca, 2017’de tekrar İngilizce yayımlandı.

Fraenkel çalışmasında, Nazilerin inşa ettiği devletin ikili yapısını, Nazi hukukçuların teorik savlarıyla, uygulamadaki örnekleriyle sergiliyordu. Özetle: Bir taraftan, önceki devlet biçiminden gelen normatif ve rasyonel kurallara göre işlemeye devam eden ve halk tarafından da günlük yaşamda kabul edilen bir hukuk sistemi, onun yanında da meşruiyet kaynağını Hitler ve Nazi seçkinlerinin iradesinden alan, keyfi/acil kararlardan oluşan bir hukuk sistemi. Ancak, süreç ilerlerken Fraenkel “Devlet ve Nazi partisi giderek özdeşleşiyor, ikili örgütlenme biçimi sadece tarihsel ve siyasi nedenlerle sürdürülmeye devam ediyor” diyordu. Hitler, Temmuz 1936’da yaptığı bir konuşmada, “Devlet ile parti arasındaki sınır çizgisini bizzat kendisi tanımlıyordu”.

 Fraenkel yapıtını burada özetlemem olanaksız. Fraenkel’in gündeme getirdiği, bugün için de geçerli iki soruya değinmekle yetineceğim. (1) Totaliter rejim bu kadar güçlüyken neden normatif ve rasyonel hukuk sisteminin kısmen, biçimsel olarak da olsa yaşamasına izin verdi? (2) Sermaye sınıfı, keyfi ve Nazi seçkinlerinin kaprisine tabi bir hukuk düzenini neden kabullendi?

Fraenkel’e göre birinci sorunun cevabı, kapitalist sınıfın, yavaş ilerleme, faşistleşme sürecini denetleme çabalarından ve Nazi hareketinin kendi ırkçı totaliter rejimini kurarken bu normatif-rasyonel hukuku, bu hukukun yarattığı normallik izlenimini kullanıyor olmasında yatıyor. 

İkinci sorunun cevabı bir “çelişkide” yatıyor: “Kapitalizm, biçimsel rasyonalite kurallarını tanıyan bir devlet aygıtına ihtiyaç duyar, çünkü fırsatların öngörülebilirliği olmadan, yasal kesinlik (Rechtssicherheit) olmadan kapitalistler plan yapamazlar. Kapitalizm, öncelikle teknik olarak sağlam bir devletin biçimsel olarak rasyonel düzenini talep eder. Ancak, bugün kapitalizm iktidarsız olduğundan bekası için gerekli siyasi destekleri sağlayan bir devlet talep eder”. İkili yapı da bu çelişkiden kaynaklanır.

REFORMLARIN İKİ ÇIKMAZI 

“Ana akım” ekonomistlerin seçimlerden sonra derinleşmesi beklenen krize karşı önerdikleri “reformların” iki çıkmazı var. Faiz ve döviz oranlarına odaklı, borç ödemeyi öncelik veren önlemler ekonomik krizi daha da derinleştirecektir. “Evet ama uzun dönemde rahatlayacağız” demek toplumdaki ekonomik, sosyokültürel kutuplaşmanın yarattığı gerginlik ikliminde olanaklı değildir. Siyasi, hukuki alanda ise önerilen “normalleşmeyi” beklemek, toplumsal çalkantı olasılıklarına açık bir derin ekonomik krizin ortasında oligarşinin (yerli, uluslararası mali sermaye ve siyasal İslamın yönetici sınıfı) iktidarı daha da kırılganlaşacağından gerçekçi değildir.

Ekonomistlerin öngörüleri gerçekleşirse, siyasal İslam, fiziki ve simgesel şiddeti artırarak “ikili devlet yapısını” teke indirmeye giden süreci hızlandıracaktır. Kapitalist sınıf hem kendini koruma refleksiyle, “keyfi devletin” hışmına uğrama korkusuyla hem de başka bir seçeneği olmadığından (CHP’ye bakar mısınız?), yönetici seçkinleri satın alarak yaşamaya devam edebilme umuduyla, “süreç olarak faşizmin” hızlanmasına uyum sağlamaya çalışacaktır. İşte bu yüzden “görevimiz tehlike!”

                                                     /././

Ciddi kazalar tarafsız uzman kurula, bizde ise savcılığa (Orhan Bursalı-Cumhuriyet)

ABD ve gelişmiş diğer ülkelerde böyle madenlerde ciddi bir kaza olduğunda ne yapılır?

Madencilik üzerine yıllarca yöneticilik yapmış emekli uzmanımıza bu soruyu yöneltiyorum.

Yanıtı: Derhal uzmanlardan oluşan tarafsız ve ciddi bir soruşturma kurulu oluşturulur. Bu kurul her yönüyle kazayı araştırır, tek yetkilidir, sonuçta ortaya bilimsel bir rapor koyar... Bu rapor belirleyicidir.

Peki Çöpler Madeni’ndeki kazada ne yapıldı?

Olay savcılığa verildi. Yöneticilerin, sorumluların ifadeleri alındı. Savcılık suçlu arıyor!

Bizde mahkemeler bir iki bilirkişi heyeti  de oluşturur.

İŞ SAVCILIKTA!

Fakat çok yönlü uzmanlık isteyen, üstelik dokuz emekçiyi kaybettiğimiz bir kazada böyle bir kurul oluşturulduğunu duyduk mu?

Hükümetin ilgili bakanlıkları da şüphesiz işin içindedir.

Dikkatimi çekti, ilgili bakanlıklara bakın konuyla ilgili tek bir bakan veya yardımcısı var mı?

Madencilikte yetki sahibi Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’na baktım, bakan ve yardımcılarının madencilikle uzaktan yakından ilgisi yok.

Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı da öyle.

Yani hükümet ve devlet aslında konuya epey yabancı.

GERİ ÇEVRİLEN ÇED VAR MI?

On binlerce ruhsat veriyorlar, ÇED raporu ya istiyorlar (çoğu göstermelik ve danışıklı dövüşlü) ya da hiç istemiyorlar. Eh, ÇED raporu yazan “uzmanlardan” oluşan ve tamamen “güvenilir” şirketlerin raporları dururken. Hükümette devlette konuya aşina insanlara ne gerek var...

Meraktan soruyorum: Bakanlıkların bugüne kadar yetersiz, uyduruk, tarafgir, şirket yararına bulup da geri çevirdiği tek bir ÇED raporu oldu mu? Yahu çevreye, yakın yerleşimlere, havaya suya börtü böceğe son derece zarar verebilir diye yazan bir ÇED raporu?

MADENCİLİK ZOR İŞ

Madencilik yasaklansın demek mümkün değil. Türkiye tüm varını yoğunu dışarıya yatırır. Hele madenciliğin çok önem kazandığı bir dünyada.

Ama madenciliğin önemi kadar, hatta bir adım daha da değerli, doğa ve orman, insan, su, hava hayatın kendisi de terazinin diğer kefesinde.

Diyelim ki eşit ağırlıkta.

Bugüne kadar bu iktidarın uyguladığı maden politikası şudur: Madencilik her şeydir, diğerleri hiçbir şey.

Yani ortada bir terazi falan yok. Buna irili ufaklı HES barajları da dahil.

Halk binlerce yıl beraber yaşadığı ve hayatını ona göre kurduğu ırmağını deresini ormanını kaptırınca ayaklanıyor haklı olarak. İnsanı sıfır gören ve bir denge gözetmeyen tüm kararlar çöp olmalıdır.

Maden ve hayat dengesi çok ince kurulmalı.

BİR ŞEY OLMAZ ABİCİLİK

Bir şey olmaz abi, bak şirket tüm önlemleri alıyor, demenin dayanılmaz hafifliği içinde yaşıyoruz.

400 metre uzaklıkta Fırat akıyor. Liç dağı çökerse ne olur, ne tür felaketler ortaya çıkabilir, bunun senaryolarını yazmayan ve buna göre kararlar almayan bir devlet ve bu konuda herhangi bir varsayım ortaya koymadığını sandığım bir de ÇED raporu ortada.

İktidarın maden politikası, madeni alırız; ölen ölür kalan sağlarla devam ederiz.

Ordu Fatsa’da siyanür çukurunun kapasite artırımı durduruldu, kapatılma süreci haberleri yayıldı. Durun hele, karar yerel seçimlerle ilgili olabilir.

Vahşi madenciliğe son. Pek çok önemli maden ise devletçe işletilmeli.

(Cumhuriyet)