10 Mart 2024 Pazar

soL GÜNDEM - 10 MART 2024 -

 AKP'li Elitaş'tan 'final' yorumu: Millet Erdoğan'ı isterse bizi ölüm ayırır

Erdoğan'ın yerel seçime haftalar kala yaptığı "final" açıklamasını yorumlayan AKP'li Elitaş, "Ölüm bizi ayırana kadar devam etmek isteriz" dedi.

AKP Genel Başkanvekili Mustafa Elitaş, partisinin Kırşehir'de düzenlediği seçim programında konuştu. AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın "31 Mart benim için final" sözleri hakkında açıklamalarda bulundu.

Erdoğan'ın bir kez daha aday olabilmesinin önündeki yasal engellerin "milletin baskısıyla" kaldırılabileceğini söyleyen Elitaş, şöyle konuştu: "Şu anda bildiğiniz gibi Sayın Cumhurbaşkanımızın 2028 Cumhurbaşkanlığı Seçimleri'nde Anayasa gereği üçüncü kere aday olması mümkün değil. Ama millet, 'Tayyip Erdoğan devam etsin' diye isterse o konuda siyaset üzerine baskı yaparsa, siyaset kurumu da bu konuyla ilgili bir kanaat oluşturursa biz liderimizle ölüm bizi ayırıncaya kadar devam etmek isteriz." 

Bekir Bozdağ: Erken seçim kararı çıkarsa Erdoğan üçüncü kez aday olabilir (duvaR)

Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın "31 Mart yasanın verdiği yetkiyle son seçimim" sözleriyle ilgili açıklama yapan Bekir Bozdağ "TBMM, seçimlerin yenilenmesine karar verirse üçüncü kez aday olabilir" dedi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/bekir-bozdag-erken-secim-karari-cikarsa-erdogan-ucuncu-kez-aday-olabilir-haber-1675478)

‘Farz Et Ki Ömer Koç Yok’: İnsanı öfkelendiren bir sergi (Efe Ardıç)

Orhan Veli ve Nâzım Hikmet’in el yazmalarının tek bir insanın tasarrufunda bulunduğunu görmek… O isterse biz de görebiliriz. İstemezse göremeyiz. Şömineye atsa ruhumuz duymaz.

Arter’de sergilenen “Farz Et Ki Sen Yoksun” isimli sergi, Ömer Koç’un kişisel koleksiyonundan tasniflenen sergi çağdaş sanat eserlerinden, tarihi objelerden ve de yer yer çağdaş ama asla sıradan olmayan düz eşyalardan oluşuyor. Sergi, 29 Aralık tarihine kadar ziyaretçilere kapılarını açık tutacak.

Sergilerin, içerdikleri eserleri bir bağlama oturtan temaları olur. Oluşturulan hikâye, bir eserin bir sergide neden bulunduğuna anlam verebilmemizi sağlar. Böyle olduğunda eserlerin mülkiyeti konusu da geri plana itilmiş olur. 

Bu açıdan Ömer’in kişisel koleksiyonunu sergilemeye karar vermek ilginç bir tercih. Mesela bir “Osmanlıca metinler” sergisinde metinlerin bir kısmının Ömer’in kişisel koleksiyonundan çıkarılıp getirilmiş olması abes durmayabilir. Bu sergide de Osmanlıca metinler mevcut. Ama sergi neyin sergisi? Bu metinlerin mi? Eğer öyleyse metinler aynı sergide bulunan Harland Miller’ın ya da Gary Anderson’ın eserleriyle nasıl bir etkileşime giriyor? Onları buluşturan ortak tema ne?

                                              Gary Anderson, "He always a strange boy", 1995

Bu sorunun “Ömer’in beğenisi” dışında bir cevabı yok herhalde. “Farz Et Ki Sen Yoksun” bu açıdan ortaya çok ilginç sorular döken bir sergi. Kişisel bir koleksiyona eklenecek eşyalar pek tabii “bence güzel”in ötesinde bir açıklamaya ihtiyaç duymaz. Peki bunların bir sergi haline getirilmesi? Arter’in ülkenin kültür-sanat alanında kapladığı alanı göz ardı edemeyeceğimize göre Ömer’in “bence güzel”inin ötesinde bir cevaba ihtiyaç duymama ihtimalimiz olabilir mi? 

Türkiye’de kültür-sanat alanının ne ölçüde sermaye belirleniminde olduğunun en çiğ örneğiyle karşı karşıyayız. Neresinden tutsak elimizde kalıyor. Ya bir “iş adamının” kişisel beğenilerinin anlatmaya ve anlamaya değer bir yan, özel bir kültürel değer taşıdığı iddiasının cüreti ve hadsizliği ile karşılaşıyoruz, ya da “parayı veren düdüğü çalar”ın bu kadar alelade bir ilanı ile. Adeta aklımızla alay ediliyor. 

Karşılıksız bırakmak olmaz. Biz de biraz Ömer’in aklıyla alay edelim. Hoş, anahtarı elimizde. Arter kapılarından geçip bilincinin derinliklerinde bir gezintiye çıkabiliyoruz. 

Serginin küratörü Selen Ansen’in mesajıyla başlıyor gezintimiz. Uyarıyor bizi: Ömer’in aklında bir gezintiye çıkmak üzeresiniz.

“Bu dilsiz şeyler konuşkanlar bir bakıma.
Koleksiyon’un, Koleksiyoner’in bulunduğu tek diyar olduğunu ima ediyorlar. 
Ve bu diyarın Koleksiyoner’in farklı yüzlerinin ve maskelerinin toplamından oluştuğunu.
Ve Koleksiyon’un dışında hiçbir yerde / Koleksiyoner’in var olmadığını.”

Ne gelişkin bir sınıf bilinci var bu dilsiz eşyalarda. Şıp diye görmüşler bir sermayedarın sahip olduğu eşyaların ötesinde bir benliğinin olamayacağını, “Koleksiyon’un dışında hiçbir yerde var olamadığını.”

Ansen devam ediyor: “Bu sırada Koleksiyoner, uçsuz bucaksız dünyayı koruyucu bir kutuya sığdırma arzusuyla, tamamlanması imkansız uğraşına devam ediyor.”

Ömer’im de Ömer’im. Bildiği tek şekilde yaşamaya ve içinde bulunduğu dünyayı anlamaya çalışıyor: toplayarak, biriktirerek, el koyarak…

Duygu dolu bir deneyim Ömer’in aklında gezintiye çıkmak. 

Öfke uyandırıyor insanda, Baudelaire ve Oscar Wilde’ın, Orhan Veli ve Nâzım Hikmet’in el yazmalarının tek bir insanın tasarrufunda, hesap verilemez bir şekilde bulunduğunu görmek. O isterse biz de görebiliriz. İstemezse göremeyiz. Şömineye atsa ruhumuz duymaz. Burnunu silse hakkıdır. Serginin kişisel niteliği açığa çıkarıyor bu gerçekleri. 

Merak uyandırıyor insanda. Özellikle bir köşesi serginin. Bu köşede Scott Campbell’in Kumaş Kafatası Küp adlı eseri bulunuyor. Dolar banknotlarından oluşan bir kurukafa. Bir iş adamının ilgi duyması için ne kadar ilginç bir eser!  Hemen üstünde Rosalie Brill’in Otoportresi var. Sanatçının aynadaki yansımanın tasvir edildiği bir resim. Bu iki eserin hemen sağında bir ayna var. Düz ayna, üstünde Samuel Butler’ın “Bize yalnızca dış görünüşümüzü gösterdiği için aynaya minnettar olalım” sözleri yazılı.

İçimizi de gösterse neler çıkacak ortaya! Neler yatıyor acaba aklının bu köşesinde Ömer’in. TÜPRAŞ rafinelerinde hayatını kaybeden işçiler mi? Otokar silah tüccarlığı mı? Yoksa Koç ailesinin iktidar ve cemaatler ile el ele kararttıkları ülke mi?

Neşe ve heyecan duyduruyor bu serüven. Ömer’in zapt ettiği sanatsal ve tarihi eserler… İnsanlığın sanatsal ve düşünsel potansiyeli. Neyi neyden kurtarmaya çalıştığımızı hatırlatıyor insana. 

Vakit ve imkân varsa gezilmeli Ömer’in sergisi. Taksim Meydanı’ndan iki seçeneğiniz var sergiye ulaşmak için. Arter sağ olsun ulaşımı kolaylaştırmak için ücretsiz servis kaldırıyor. İlk seçenek bu. Yorulmazsınız, sergiyi daha rahat gezersiniz. Yok ben yürüyerek giderim diyorsanız da Beyoğlu’nun çocukları donsuz gezen mahallelerinden geçerek de sergiye ulaşabilirsiniz. Biraz yorar haliyle. Ama tanık olacağınız koleksiyonun faturasının kimlere kesildiği konusunda serginin eksik bıraktığı bir boşluğu da doldurmuş olursunuz.

TKP'den 'güç ver' çağrısı: Nasıl ki her işini çözen 'dayın' yok, partinin arkasında da hazine yardımı yok (soL)

Gücünü hazine yardımlarından değil üye ve dostlarından alan TKP, "Gücüne güven, Parti’ne güç ver" çağrısıyla bağış kampanyası başlattı.

Bir zamanlar seçime giren her partiye yapılan hazine yardımı, adım adım daraltıldı. Zaten iktidarda olan partiler, kendi çıkarları doğrultusunda yardımın niteliğini değiştirdi. AKP döneminde yapılan hamleler, yaratılan eşitsizliği katmerledi.

Arkasında hazine yardımlarının değil üye ve dostlarının gücü olduğunu vurgulayan Türkiye Komünist Partisi, yerel seçimlere haftalar kala "Gücüne güven, Parti’ne güç ver" diyerek dostlarına çağrı yaptı. 

"Mücadelenin, aydınlanmanın, eşitliğin sesi daha gür çıksın" sözleriyle TKP’ye bağış çağrısında bulunuldu. 

'Kendin gibi olana, kendi partine güç ver'

TKP'nin çağrısı şöyle: 

"Bize hak veren, 'doğru söylüyorlar' diyen dostlarımıza çağrımız var. Sana çağrımız var. 

Olanaklarımızın çoğalması için, sesimizin daha fazla yere ulaşması için, umudu büyütmek için... Kendin gibi olana, kendi partine güç ver.

Biz emekçilerin bizden başka gücü yok. Nasıl ki senin her işi çözen 'dayın', her kapıyı açan 'küçük hediyelerin' yoksa Parti'nin arkasında da patronlar, hazine yardımları, rüşvet yok. Üyelerinin, dostlarının gücü var. Senin gücün var!

Destek ver, mücadelenin, aydınlanmanın, eşitliğin sesi daha gür çıksın. TKP’ye bağış yap, olanaklarımız çoğalsın.”

Hazine yardımları kime gidiyor?

Siyasi partiler kanuna göre sadece seçim barajını aşan partilere Hazine'den ödeme yapılıyor. Bu yıl 5 partiye toplam 6,6 milyar lira dağıtıldı. AKP 1,3 milyar lira, CHP 946 milyon lira, MHP 376 milyon lira, İYİP 361 milyon lira ve DEM Parti ise 329 milyon lira hazine yardımı aldı. 

Geriye kalan onlarca siyasi partinin aidat ve bağış gibi sınırlı sayıdaki yöntemler dışında gelir elde etmesi ve kullanmasına izin verilmiyor.

Seçime girme yeterliliğine sahip olmasına rağmen ülke genelinde yüzde 5'in altında oy aldıkları gerekçesiyle siyasi partilere yardım yapılmayışı, hazine yardımının meşruiyetini sorgulatıyor. Seçimlerde alınan oy oranına ve TBMM'de temsile göre belirlenen hazine yardımı özellikle büyük partilerin kasasına aktığı için çeşitli tartışmaları da beraberinde getiriyor. 

Lezita grevcilerine 'Kuzu kuzu' dinleteni tanıyalım: Abalıoğlu Holding 

İşçilerin direndiği Lezita'nın bağlı olduğu Abalıoğlu Holding'in yükseliş öyküsü tam bir tüccar patron hikayesi. Turgut Özal, Necmettin Erbakan, Fethullah Gülen...

İzmir'in Kemalpaşa ilçesinde bulunan ve esas sahibi Abalıoğlu Holding olan piliç üreticisi Lezita'da işçiler grevde. Öz Gıda İş Sendikası’nda örgütlü işçiler, patronun toplu sözleşme masasına oturmaması nedeniyle 7 Mart'ta üretimi durdurdu.

Lezita patronu, sendikanın yetki aldığı Aralık 2023’ten beri fabrikada sendikal örgütlenme yapan 30 işçiyi işten çıkardı. Grev ilanından sonra işçi alımı ve işten çıkarmalar yasak olmasına rağmen, Lezita fabrikasında grevden önceki son bir haftada yaklaşık 10 işçi işten çıkarıldı.

Patronun 'kurnaz' fikirleri işçiye sökmedi

İşçilerin sesini bastırmak için fabrika önüne ses sistemi kuran ve yüksek sesle müzik dinleten patron, daha önce de direniş alanını dikenli tellerle çevirmiş, fabrikaya barikat yığmış, girişe çok sayıda TIR dorsesi park ettirmişti. Hatta grev kırıcılık için komşu fabrikalardan destek istemekle kalmayan yönetim, greve engel olmak için Hindistan'dan işçi bile getirmişti. 

Patronun "önlemleri" bununla da bitmedi. Bazı işçiler özel güvenlik aracılığıyla alıkoyulmaya çalışılırken, grevci işçilerin toz içinde kalması amacıyla fabrika etrafındaki yola toprak döküldü. Grev alanına taşınan vince çıkan bir kişiyse kamerayla grevci işçileri kayda aldı. 

İşçinin gasp edilen hakkıyla büyüyen holding

2006'da kurulan ve işçisinin hakkını gasp eden, mesai ücretlerini ödemeyen Lezita, üstüne bir de her yıl devletten istihdam teşvikleri, krediler alarak Türkiye’nin en büyük 100 şirketi arasına girdi. Piliç üretimi yapan ve "helal gıda sertifikası" da olan Lezita, alanında entegre tedarik zinciriyle üretim yapan iki firmadan biri konumunda.

Ancak firmanın bağlı olduğu Abalıoğlu Holding, gıda dışında pek çok sektörde çok sayıda şirkete sahip. Enerjiden gübreye, madenden hizmet sektörüne, tekstile neredeyse her alana el atan holdingin yurtdışında da yatırımları var.

Abalıoğlu ailesinin devlet eliyle yükselişi

Abalıoğlu ailesinin tüccarlık öyküsü holdingin sitesinde yer alan bilgilere göre 1900’lü yılların başında Denizli civarında deri tabakhanesiyle başlıyor. Aile 1940’lı yılların başında sanayiciliğe ilk adımını un üretimiyle atıyor. 1951'deyse Pamuk Çırçır Fabrikası faaliyete geçiyor.

1963'e gelindiğinde Sanayi ve Ticaret Bakanı Mehmet Turgut ile görüşen Orhan Abalıoğlu, bakanın da "tavsiyesiyle" o dönemde henüz Devlet Planlama Müsteşarı olan Turgut Özal’ı yerinde ziyaret ederek Denizli’de bir sanayi yatırımı yapmak istediğini anlatıyor. Ancak Devlet Planlama Teşkilatı o dönemde özel girişime herhangi bir destekte bulunmadığı için Özal, Orhan Abalıoğlu’na yine o dönemde Odalar Birliği Genel Sekreteri olan Necmettin Erbakan’la görüşmesi gerektiğini söylüyor. Böylelikle Orhan Abalıoğlu yem sektörüne giriş yapıyor.

Almanya’ya giden Orhan Abalıoğlu, oradan aldığı "esin"le Denizli’deki ilk fabrikasını 1969 yılında kurup, faaliyete başlıyor. Ardından 1992'de hayvancılık sektörünün hammadde ihtiyacını karşılamak üzere, AYTAR firmasını kurarak başta ABD olmak üzere pek çok ülkeden yem hammaddesi ithalatına başlıyor. 1993'te sofralık yumurta üretimiyle gıda sektörüne giren patron Abalıoğlu, bununla da yetinmeyerek 1996'da tekstile yüzünü dönüyor. Daha sonra 2007'de kapanan fabrikasındaki üretimin yüzde 80’ini ihraç ediyor.

Arada büyük bir besi çiftliği ve iki yem fabrikası daha açan Abalıoğlu Holding, 2004'te AKP iktidarıyla şirketin merkezini İzmir'e taşıyor. 2006'da daha sonra gruptan ayrılan ve Çiğli Atatürk Organize Sanayi Bölgesi’nde açılan Soya Fasulyesi İşleme ve Yağ Tesisi devreye alınıyor. Aynı yıl Lezita entegre tesisi kuruluyor. 2010 sonrası yem fabrikalarını çoğaltan Abalıoğlu, balık işleme tesisi de açıyor.

Abalıoğlu patronuna 'FETÖ' gözaltısı

Tarih 8 Ağustos 2016. Darbe girişiminin üzerinden henüz bir ay geçmemişken, İzmir genelinde Organize Suçlarla Mücadele Şube Müdürlüğü ile Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü ekiplerince, bilinen Gülencilere yönelik operasyon düzenlendi. Operasyon kapsamında Abalıoğlu Grubu Yönetim Kurulu Üyesi Baha Abalıoğlu da gözaltına alındı.

Baha Abalıoğlu, bir gece gözaltında kaldıktan sonra serbest bırakıldı.

Soruşturmayı ünlü savcı Okan Bato yürütüyordu. HSK'nin 'FETÖ Borsası' ve mal varlığındaki artış nedeniyle yer değiştirme cezası verdiği eski İzmir Cumhuriyet Başsavcısı Okan Bato, bu malların kaynağını "kayınpederinden kalan miras" olarak açıklamıştı.

Maden, enerji, tekstil...

Yönetim Kurulu'nun neredeyse tamamını Abalıoğlu ailesinin oluşturduğu holdingin Lezita dışındaki diğer alanlardaki faaliyetleri şöyle:

  • 2014'te Fas’ta kurulan Abalıoğlu Mining Morocco LLC SARL AU şirketiyle ülkede maden araması yapılıyor. 
  • Tarım Kredi Kooperatifleri, Pankobirlik, Tariş ve benzeri kurumlar ile Türkiye genelinde sözleşmeli olarak çalışan Erke Gübre ile beş farklı ülkeye gübre sevkiyatı yapılıyor.
  • 1974'te kurulan ve selülozik ambalaj malzemeleri üretimi yapan Dentaş Kağıt Sanayi Romanya'da kurulu fabrikası ile Balkan ve Avrupa ülkelerine satış yapıyor.
  • 2008 yılında Abalıoğlu Holding A.Ş. ve İtalyan Marchi&Fildi SPA’nın yüzde 50 ortaklığı ile kurulan Filidea Tekstil'le iplik üretimi yapılıyor. Ana üretim tesisi ise Denizli’de yer alıyor.
  • Holdingin İvme Grup isimli Bartın'da yer alan Kayadibi HES için kurulan bir enerji şirketi de bulunuyor.
            Holding Denizli'de "Cedide Abalıoğlu" isimli bir de Anadolu İmam Hatip Lisesi kuruyor
Erdoğan'ın anons ettiği il başkanı yuhalandı: Apar topar müziğin sesi artırıldı
Son dönemde DEM Parti ve mevsimlik işçi açıklamaları tepki toplayan Delioğlu, Erdoğan'ın yanında yuhalandı. Müdahale müzikle geldi.(https://haber.sol.org.tr/haber/erdoganin-anons-ettigi-il-baskani-yuhalandi-apar-topar-muzigin-sesi-artirildi-391592)

'Müze gezisi' diye öğrencileri TÜGVA etkinliğine götürdüler, Erdoğan'ı dinlettiler
İstanbul'da lise öğrencilerinin 'müze gezisine' gidecekleri söylenerek topluca TÜGVA toplantısına götürüldüğü iddia edildi. Etkinlikte Cumhurbaşkanı Erdoğan ve Murat Kurum konuştu, Kuran okundu.(https://haber.sol.org.tr/haber/muze-gezisi-diye-ogrencileri-tugva-etkinligine-goturduler-erdogani-dinlettiler-391570)

6 yıl bekledi TOKİ'den evini teslim aldı: Su yok, doğalgaz yok, asansör yok, mutfak tezgahı yok
Çorum'da yüzde 10’u teslim edilen TOKİ konutlarında sular akmıyor, kaloriferler yanmıyor, asansörler çalışmıyor.

Çorum’da yapımı ve teslimi yılan hikayesine dönen TOKİ Kuruçay Konutları’nda eksikler bitmiyor, mağduriyetler giderilmiyor. Yapımına altı yıl önce başlanan 743 konutluk projenin bugüne kadar ancak yüzde 10’u teslim edilebildi. Teslim edilen konutlarda ise sular akmıyor, kaloriferler yanmıyor, asansörler çalışmıyor.

Anne ve babasını kaybeden babasından kalan 10 bin liralık yetim maaşı ile geçinmeye çalışan Firdevs Tuncay, 2018 yılında TOKİ kurasından ev çıktı. 25 gün önce teslim aldığı evine giden Firdevs Tuncay hayatının şokunu yaşadı. Anahtarı teslim edilen evinin suları akmıyor, doğalgazı yok, sular akmıyor, mutfak tezgahı dahi takılmamış. 

'6 senedir mağdurum'

Tuncay, “Yetkililerden rica ediyorum. Artık sorunlarımızı gidermelerini istiyorum. Yalvarıyorum sorunlarımızı giderin. Bizi daha fazla mağdur etmeyin” dedi. Firdevs Tuncay, “2018 yılında kuraya girdim. 6 senedir mağdurum. 10 bin lira yetim maaşı alıyorum. Şu an oturduğum ev kira. 2 ev değiştirdim. Ev sahipleriyle sürekli sorun yaşıyorum. Şu an üçüncü bir evdeyim. Ev sahibim de çık diyor. Artık kendi evime geçmek evimin taksitlerini ödemek istiyorum. Başkasının evinde oturmak istemiyorum” diye konuştu.

'Sizler bu vaziyetteki eve taşınabilir misiniz?'

Çorum Belediye Başkanı ve AKP'li milletvekillerinin 16 Ekim 202 tarihinde anahtar teslim töreni düzenleyerek şov yaptıklarını sonrasında vatandaşlara sahip çıkmadıklarını ifade eden CHP Çorum Milletvekili Mehmet Tahtasız ise şunları söyledi:

“Buraların bitmediğini insanları mağdur etmemelerini defalarca söyledik. Buradan bir kez daha sesleniyorum. Çorum Milletvekili Yusuf Ahlatçı, Çorum Belediye Başkanı Halil İbrahim Aşgın ve AK Parti İl Başkanı Murat Günay vermiş olduğunuz sözleri yerine getirin. Sizler bu vaziyetteki eve taşınabilir misiniz? Bu kardeşimiz gibi yüzlerce mağdur var. 743 konutun yüzde 70’i bu vaziyette. Ya kapısı yok ya evyesi yok. Suyu akmıyor asansörü çalışmıyor. Kaloriferler yanmıyor. İnsanlar bu vaziyette nasıl taşınacaklar. Söz kişinin aynasıdır. TOKİ Başkanına da sesleniyorum. Lütfen buraya el atın ve bu insanların mağduriyetini bir an önce giderin.”

Otobüsler yetersiz, seferler az

TOKİ Kuruçay konutlarında evlerin içinde ve binalardaki eksiklerin yanı sıra çevre düzenlemesi ve ulaşımla ilgili sıkıntılar da dikkat çekiyor.

Evlerine taşınan vatandaşlar otobüs seferlerinin az olması ve güzergahının kısa tutulması nedeniyle sorun yaşıyor. TOKİ sakinleri şunları söylüyor:

  • “Biz yaşlıyız. Evimiz yukarıda yukarıya çıkamıyoruz. Otobüsler yukarı kadar çıkarsa bize çok yardımcı olurlar.”
  • “Asansörler hep erteleniyor. Otobüsler gelmiyor. Otobüs durağının yukarı kadar çıkmasını istiyoruz. Ben 74 yaşındayım. Bu rampayı gelsin Belediye Başkanı kendi bir çıksın da ben onu alnından öpeyim.”
  • “Üniversite öğrencisiyim. Otobüsler geç geliyor. Okula geç kalıyorum. Derslere giremiyorum.”

Kiracıların dayanacak gücü kalmadı: 'Barınmak için konteyner kent talep ediyoruz' (Özkan Öztaş)
Artan kiralar ve hayat pahalılığı kiracıları bezdirdi. Antalya'da Kiracılar Dayanışması Platformu kiracıların barınması için yetkililerden konteyner kent talep ediyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/kiracilarin-dayanacak-gucu-kalmadi-barinmak-icin-konteyner-kent-talep-ediyoruz-391582)

(soL)

Oyuncu Kayhan Yıldızoğlu hayatını kaybetti - duvaR

 

Ünlü oyuncu Kayhan Yıldızoğlu yaşamını yitirdi. Yıldızoğlu'nun cenazesi pazartesi günü İstanbul'da toprağa verilecek.

Oyuncu Kayhan Yıldızoğlu, 90 yaşında, İstanbul'da hayatını kaybetti.

Halk TV'ye açıklama yapan Kayhan Yıldızoğlu'nun kızı Sibel Aybar, babasının cenaze töreninin pazartesi günü düzenleneceğini söyledi.

Aybar, "Ölüm nedeni yaşlılığa bağlı. Cenazemiz pazartesi günü öğlen namazında Levent’ten kaldırılacak. Babamın isteği doğrultusunda annesinin yanına Feriköy’e defnedilecek" dedi.

Kayhan Yıldızoğlu kimdir?

Yeşilçam'ın usta isimlerinden Kayhan Yıldızoğlu, 90 yaşında vefat etti. Kayhan Yıldızoğlu, 26 Aralık 1936 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. Ziraat mühendisi olan babasının Ankara'ya tayin olmasının ardından liseyi başkentte tamamladı. Hukuk fakültesini 3 sınıftayken bırakan Yıldızoğlu, askerliğini tamamladıktan sonra İstanbul kambiyosunda döviz komiseri oldu. 1957 yılında burada çalışırken eksik evraklarını tamamlarken tanıştığı Muhsin Ertuğrul tarafından oyunculuk seçmelerine çağırıldı ve sanat hayatına adımını attı.İlk olarak 1966 yılında "Fatih'in Fedaisi" filminde rol alan Kayhan Yıldızoğlu, yaklaşık 200 film ve dizide karakterlere hayat verdi. 

Yıldızoğlu'nun rol aldığı yapımlardan bazıları şöyle:

- Malkoçoğlu (1966) - Artık Sevmeyeceğim (1968) - Kahveci Güzeli (1968) 

- Malkoçoğlu Kara Korsan (1968) - Son Vurgun (1968) - Aşk Bu Değil (1969)

- Malkoçoğlu Akıncılar Geliyor (1969) - Tarkan (1969) - Arım, Balım, Peteğim (1970)

- Kara Gözlüm (1970) - Mazi Kalbimde Yaradır (1970) - Şoför Nebahat (1970)

- Ali Baba ve Kırk Haramiler (1971) - Keloğlan (1971) - Yumurcağın Tatlı Rüyaları (1971)

- Sezercik Yavrum Benim (1971) - Kara Murat Fatih'in Fedaisi (1972) - Malkoçoğlu Kurt Bey (1972)

- Sezercik Aslan Parçası (1972) - Acı Hayat (1973) - Battal Gazi Geliyor (1973)

- Bitirim Kardeşler (1973) - Bitirimler Sosyetede (1973) - Kara Murat Fatih'in Fermanı (1973)

- Soyguncular (1973) - Turist Ömer Uzay Yolunda (1973) - Kara Murat Kardeş Kanı (1974)

- Kara Murat Ölüm Emri (1974) - Üç Kağıtçılar (1975) - Kara Murat Denizler Hakimi (1977)

- Yıkılmayan Adam (1977) - Kara Murat Devler Savaşıyor (1978) - Taşı Toprağı Altın Şehir (1978)

- Nokta ile Virgül Paldır Küldür (1979) - Varyemez (1991) - Çiçek Taksi (1995) (Dizi) 

- Zirvedekiler (1995) (Dizi) - Eşkıya (1996) - Tatlı Kaçıklar (1996) (Dizi)

- Kahpe Bizans (1999) - Ömerçip (2002) - Cennet Mahallesi (2004) (Dizi)

- Yabancı Damat (2004-2005) (Dizi) - Selena (2006-2009) (Dizi) - Avrupa Yakası (2008) (Dizi)

- Akasya Durağı (2008-2012) (Dizi) - Adanalı (2011) (Dizi) - Evim Sensin (2012)

- Bizim Okul (2013) (Dizi) - Küçük Ağa (2014-2015) (Dizi) - Kurtlar Vadisi Pusu (2015-2016) (Dizi)

- Kertenkele (2016) (Dizi) - Cici Babam (2018) - Arka Sokaklar (2018)

- Benim Adım Osssman (2018) - Bizim Semtin Çocukları (2019) - Ah Nerede (2022) (Dizi)

- Kader Oyunları (2023) (Dizi)

(duvaR)



9 Mart 2024 Cumartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 9 MART 2024 -

 

Dillere Düşman Olunmaz! (Atilla Aşut)

21 Şubat, UNESCO üyesi ülkelerde 2000 yılından beri “Dünya Anadili Günü” olarak kutlanıyor.

Türkiye’nin resmi dili Türkçedir. O, bizim ortak paydamızdır. Ancak Türkiye’de anadili farklı olan başka halklar da vardır. Onların dilleri de en az Türkçe kadar saygıyı hak ediyor. Türkçe benim ağzımda nasıl “annemin ak sütü gibi” ise başka diller de o insanlar için öyledir.

Gelin görün ki ülkemizdeki ikinci büyük etnik topluluk olan Kürtlerin dili uzun yıllar yasaklı kaldı. Oysa herkesin anadilini öğrenme ve konuşma hakkı, temel bir insan hakkıdır. Bir halkın dilini yasaklamak zalimliktir, faşistliktir.

Türkiye’de ne yazık ki Türkçe dışındaki dillere yönelik önyargılar henüz aşılabilmiş değildir. O kadar ki TBMM’de Kürtçe bir selamlama tümcesi bile bazen büyük olay olabiliyor.

Bu çiğliğin yeni bir örneğine, üstelik tam da Dünya Anadili Günü’nde tanık oldukCHP’li bir vekilin annesine iletmek istediği Lazca mesaj, TBMM’de sansürlendi!

CHP Rize Milletvekili Tahsin Ocaklı, Anadili Günü dolayısıyla Genel Kurul’da, “Annem ekrandan beni bekliyor” diyerek Lazca konuşmaya başlayınca MHP’li Meclis Başkan Vekili, mikrofonu hemen kapatıverdi!

Bir milletvekilinin Anadili Günü’nde anasına anadilinde seslenmesini engelleyen bu tutum çağdışıdır, mutlaka aşılmalıdır!

Çokdillilik ve çokkültürlülük, toplumları ayrıştıran değil zenginleştiren bir olgu olarak değerlendirilmelidir.

Bu arada belirteyim: “Anadili” sözcüğü, gazetelerde ve haber sitelerinde genellikle “anadil” olarak yazılıyor. Oysa “anadil” ile “anadili” kavramlarının farklı şeyler olduğunu bu köşede birkaç kez belirttik. Yazık ki “anadili”nin önemine vurgu yapan kimi kurumlar bile bu ayrıma dikkat etmiyor!

∗∗∗

BAŞKAN’IN “İLGİ VE ALAKASI”

Kartansaş A.Ş., İstanbul Kartal Belediyesi’ne ait bir şirket… İlgi alanı da hayli genişmiş. Yapı işinden taşınmaz kiralamaya; resmi ve özel kurumlara giyim malzemeleri ve çeşitli besin maddeleri sağlamaya; kültür, sanat, eğitim ve spor organizasyonları yapmaya kadar çok değişik alanlarda hizmet veriyor…

Kartansaş’ın bilgisunar sitesinde, Kartal Belediye Başkanı Gökhan Yüksel’in bu şirketi tanıtan yazısı şöyle bitiyor:

“Bu vesileyle şirketlerimize göstermiş olduğunuz ilgi ve alakadan ötürü sizlere teşekkür ediyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.”

“İlgi” ile “alaka”nın eşanlamlı sözcükler olduğunu, bir sözün Türkçesiyle Arapçasının aynı tümcede kullanılmaması gerektiğini, Kartal Belediyesi’nin “Ke” adlı Edebiyat-Kültür-Sanat Dergisi’nde yazan arkadaşlardan biri anımsatsın Sayın Başkana!

HAFTANIN NOTU

Başkentte Kültür-Sanat

Ankara, siyasetin merkezi olarak bilinir ama aslında kültür- sanat kentidir. Zaten sonradan İstanbul’a demir atan sanatçıların çoğu da Ankara kökenlidir.

Başkentin değişik mekânlarında her gün sayısız etkinlik yapılıyor. Sergiler, dinletiler, tiyatro gösterileri, imza günleri, söyleşiler… Elbette hepsine yetişebilmek olanaksız. Ama artık bıkkınlık veren siyasal gündemlerden ve TV’lerdeki gevezeliklerden uzaklaşıp bu etkinliklere zaman ayırabilirsek, yorgun düşmüş ruhlarımızı biraz dinlendirmiş oluruz.

Geride bıraktığımız hafta, biri resim, öbürü karikatür olmak üzere iki sergiyi gezme olanağı buldum. Daha önce Mülkiyeliler Birliği’nde “Portreler” konulu resim sergisini izlediğim Hakan Eken, bu kez çiçeği burnunda bir karikatürcü olarak çıktı karşıma. Karikatür, çok emek isteyen bir sanat dalı. Bu alanda evrensel dili yakalayabilmek için derdinizi sözcüklerle değil çizgiyle anlatmanız gerekiyor. Arkadaşımız henüz yolun çok başında. Çizgisini geliştirip yalınlaştırması, espri anlayışını derinleştirmesi ve sözsüz karikatüre yönelmesi, benim “naçizane”  öğütlerim arasında…

∗∗∗

“TOPRAĞIN FISILTISI”

Ankara, galeriler açısından da zengin bir kent. Birbirinden değerli sanatçıların yapıtları, değişik mekânlarda art arda görücüye çıkıyor!

Ressam Ayla Aksoyoğlu, daha önce “On Bin Yıllık Hikâye” ve “Fragmanlar” adıyla sergilediği tematik çalışmalarını, geçen hafta Cumhuriyet Vakfı Galerisi’nde açtığı “Toprağın Fısıltısı” sergisiyle üçlemeye dönüştürmüş bulunuyor. Sanatçı, dizinin son ayağını oluşturan bu sergide, tuval üzerine resimlerle siyah beyaz desenlerden bir seçki sunuyor. Çalışmalarında Anadolu tarihinden ve arkeolojisinden esinlenen Ayla Aksoyoğlu, bu yaklaşımının gerekçesini şöyle açıklıyor: “Hepimizin Anadolu’ya, toprağa, suya, geyiklere, kuşlara, kısaca doğaya borcumuz var. Benimkisi sanat diliyle bir ödeşme çabasıdır.”

              Ana Tanrıça Kibele  (Resim: Ayla Aksoyoğlu)

Ankara doğumlu olan Ayla Aksoyoğlu, Gazi Üniversitesi Resim Bölümü’nü bitirdikten sonra uzun yıllar Trabzon’un Beşikdüzü ilçesinde Resim Öğretmenliği yapmış ve orada köy enstitüsünden kalan araç gereçleri toplayarak bir müze oluşturmuştu. Bir dönem Birleşmiş Ressamlar ve Heykeltıraşlar Derneği Genel Sekreterliğini de yapan Aksoyoğlu, konularını daha çok Anadolu mitolojisinden alıyor ve insan eksenli resimler yapıyor. Başat izleği ise “Kadınlar”…

“Toprağın Fısıltısı”, 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne yakışan bir sergi…

                                                               /././

Hançerin adresi İmamoğlu (Berkant Gültekin)

CHP Grup Başkanvekili ve Afyon Belediye Başkanı Adayı Burcu Köksal’ın “Seçildiğimde Afyonkarahisar Belediyesi'nin kapıları DEM Parti hariç her siyasi partiye açık olacak” sözü, CHP’de yeni bir kırılma yarattı.

Bu sözlerin ardından CHP Genel Başkanı Özgür Özel, Burcu Köksal’ın “dil sürçmesi” yaşadığını söylese de Afyon adayı hiç oralı olmadı. Barış Yarkadaş’a konuşan Köksal, “Ben bir dil sürçmesi sonucu değil, verdiğim söz üzerine konuştum” diyerek o cümleyi bile isteye kullandığını tescilledi. Bunun üzerine Özel, tüm CHP’li belediyelerin, her bireye eşit ve adil belediye hizmeti sunma taahhüdünde bulunacağını duyurarak Köksal’ın kırıp döktüklerini toparlamaya çalıştı.

CHP içinden Köksal’a en sert yanıt ise İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’ndan geldi. İmamoğlu, Köksal’a yönelik, “Öyle 'Ben belediye başkanı olursam şu partilileri belediyeye almam, şu partiler hariç şunlarla görüşürüm' diyen ya kendine başka bir iş bulacak ya da başka parti bulacak” ifadelerini kullandı. İmamoğlu’nun dışında CHP’de çok sayıda isim de Köksal’ın sözlerini kınadı ve bunun sosyal demokrat belediyecilik ilkeleriyle örtüşmediğini vurguladı.

***

Burcu Köksal’ın seçimi kazanmak amacıyla böyle şovenist bir teminat verdiği sanılmasın. CHP’nin Afyon’da güçlü bir iddiası yok. 2019’daki belediye seçimlerinde CHP Afyon’da aday çıkarmamış, Millet İttifakı’nın İYİ Partili adayı AKP ile MHP’nin ayrı isimlerle yarıştığı seçimde yüzde 39 oy toplayabilmiş ve ikinci sırada yer almıştı. Son genel seçimde de AKP ile MHP’nin Afyon’daki toplam oyu yüzde 60’ı aşarken CHP’nin oyu yüzde 20’nin altında kaldı.

Cumhur İttifakı partileri burada o denli dominant ki AKP ile MHP, Afyon’da yine ittifak yapmayı gereksiz buldu. Ek olarak, ittifakla bile ittifaksız AKP’yi yenemeyen CHP ve İYİ Parti ise bu kez ayrı adaylarla pusulada olacak. Yani CHP’nin 31 Mart’ta belediyeyi kazanması neredeyse imkânsız. İşin ilginç yanı, DEM Parti’nin de Afyon’da özel bir gücü bulunmuyor. Yeşil Sol Parti’nin Mayıs genel seçimlerinde kentteki oy oranı sadece yüzde 0,64.

Köksal’ın sözlerinin, iktidarın yarattığı atmosferde gelişen ve büyüyen ayrımcı siyasi yaklaşımın uzantısı olduğu açık. Ancak meseleyi bir adayın tasvip edilmeyen siyasi fikirleriyle izah edebilmek de güç. Çünkü Köksal, hem Afyon’u hem de kişisel hedeflerini aşan bir mesaj verdi. Kazanmasına ihtimal verilmeyen bir aday olarak, seçildiğinde geçerli olabilecek senaryo üzerinden algı yaratmaya çalıştı. Bunu da kasıtlı olarak yaptı. O sözleri esnaf ziyaretinde, mahalle gezisinde ya da bir ev sohbetinde değil, bizzat CHP Genel Başkanı’nın katıldığı, tüm gözler ve kameraların kendine döndüğü bir anda sarf etti. Söyleyeceklerinin Afyon’un ötesinde yankılanacağını, kapladığı alanın dışında daha geniş bir siyasi zemininde sarsıntı yaratacağını pek tabii ki biliyordu.

Mayıs 2023 seçimlerine giderken Kemal Kılıçdaroğlu’na destek veren Yeşil Sol Parti’yi dışlamayan Köksal, neden böyle bir aksiyon alma gereği hissetti? O zaman Kürtlerden gelecek oy iyiydi de şimdi kötü mü oldu? DEM Partililer geçen sene hizmet almayı, belediyede söz sahibi olmayı hak ediyordu da artık hak etmiyor mu? Kılıçdaroğlu “helalleşelim” derken sorun yoktu da artık zaman sırt dönme, inkar etme, dışlama zamanı mı? 31 Mart’ta ne değişti de Köksal bir anda Saray ağzıyla konuşur hale geldi?

***

Cevap, Burcu Köksal’a en vurucu yanıtı kimin verdiğinde saklı… Ekrem İmamoğlu, Köksal’ın hamlesini gördü ve artırdı; “Ya kendine gel ya da başka partiye git” diyerek de çizgiyi çekti. Zira Köksal’ın sözlerinden en fazla zararı görecek isim hiç şüphe yok ki İmamoğlu’ydu. İmamoğlu’nun sağlamaya çalıştığı taban ittifakı, bir CHP adayının doğrudan DEM Parti’nin ismini zikrederek sergilediği ayrımcı tutumdan dolayı ciddi şekilde zarar görebilirdi. O nedenle İmamoğlu, Özel’in ateşi soğukkanlı bir şekilde dindirme taktiğini yeterli bulmayarak daha tavizsiz bir duruş ortaya koydu. Böylece ayaklarını bastığı zeminin çatırdamasını engelledi ve karşısından esebileceği düşünülen rüzgârı ters yöne çevirerek yelkenini şişirdi.

Burcu Köksal’ın hamlesi, CHP’deki güç savaşlarının bir parçası. Parti içindeki bir kliğin yeni CHP yönetiminin başarısızlığı üzerine bir gelecek tasavvuru yaptığı artık gizlenemez bir hakikat. Ne gariptir ki iktidar kazanırsa bir kısım CHP’li de kendini “kazanmış” sayacak. Kendi kariyerini ve makamını memleketin yarınına tercih eden, sözüm ona “vatansever” bir politik akıl… Sefaletin siyaseti böyle bir şey olsa gerek.

Kılıçdaroğlu koltuğunu kaybettiği kurultayda, “Sırtımdaki hançerlerle seçime girdim” demişti. Kendisi, Burcu Köksal’a talimat verdiği yönündeki iddiaları yalanladı ve bunun bir iftira olduğunu söyledi. Elde bir kanıt yoksa aksini kimse iddia edemez elbette. Ancak görünen şey, bugün onu destekleyen bazı aktörlerin hançeri özelde İmamoğlu’nun, genel planda ise CHP’nin sırtına saplamaya çalıştığıdır. CHP en büyük sınavı yine kendine karşı veriyor.

                                                           /././

Günah emeklinin sırtına nasıl yıkıldı? (Ozan Gündoğdu)
Erdoğan emekliye “Paramız size zam yapmaya yetmiyor” dedi. Hazine’deki Mülkiyeli uzmanları aradım, durum neydi? Pek çoğu vicdan azabı çekiyor. Çünkü vicdanlı hiç kimse açlığa mahkûm emekliye ‘paramız bitti’ demez.
                        Emekliler yaptıkları eylemlerde insanca bir yaşam talep ediyor. (Fotoğraf: BirGün)

Erdoğan, salı günü Kabine toplantısının ardından emekliye özetle “Paramız size zam yapmaya yetmiyor” dedi. Bunun üzerine Hazine’de çalışan, aynı okuldan mezun olduğum, Mülkiyeli uzmanları aradım. Para gerçekten yok muydu? Hazine’de durum neydi? Gelen cevapların bir kısmı kamu maliyesinden anlayan insanların vicdanlarının ne kadar kanadığını gösteriyordu. Konuştuğum uzmanların neden bu kadar üzgün olduğunu anlamak için temel düzeyde kamu maliyesi bilgisine ihtiyacımız var.

Türkiye ekonomisi son beş yıldır, iktisat öğrencilerine ders niteliğinde bir laboratuvar sunuyor. Enflasyona rağmen belirlenen düşük faizle varlık fiyatları şişerken, mülk sahipleri görülmemiş oranda zenginleşiyor. Aynı esnada sabit gelirli emek sahipleri yaratılan enflasyon nedeniyle alım güçlerini kaybediyor. Peki tüm bu esnada kamu maliyesinde neler yaşanıyor? Devlet, zenginleşiyor mu, yoksa yoksullaşıyor mu?

Bu soruya cevap ararken çeşitli verilere bakılabilir. Fakat söz konusu faiz-enflasyon ilişkisinde Hazine’nin gelirleri ise, devlet borçlarına mercek tutmak faydalı olacaktır. Çünkü devletin zorla elde ettiği vergi, harç, para cezaları gibi gelirlerden farklı olarak devlet borçları zorla elde edilmez, gönüllülük esasına dayanır. Başka bir ifadeyle devlet zorla borç toplamaz, aksi halde topladığı şeyin adı borç değil vergi olur. Topladığı zorunlu borç da gelecek dönemdeki faizleri artırır.

Devlet borçlanması, borç verenin rızasına dayalı bir gelir türüyse, demek ki bu rızayı oluşturacak karşılık da sunulmak zorundadır. Bu karşılığın adı da borcun faizidir. Fakat, enflasyonun çok altında bir faiz piyasaya dayatılırsa, devlet bütçe açığının finansmanı için nasıl borç toplayacaktır? Yüzde 80’lere varan bir enflasyon oracıkta dururken, yüzde 15 ile borçlanma ihalesi açılsa, bu ihaleye kim, neden girecektir? Düşük faiz ortamında, nakit parayı dövizde, KKM’de, borsada ya da varlık alımlarında kullanmak varken, neden düşük faizli devlet tahvilleri alınsın?

Bu sorular 2018’den başlamak üzere, kamu maliyesinin öncelikli sorunlarını oluşturdu. Faizleri baskılayıp piyasaya ucuz kredi pompalanırken, ekonomik büyümenin tadını çıkaran devlet, bu sefer bütçe açığının finansmanı için borç bulmakta zorlanmaya başladı. Bu ablukada, günahsız çözüm bulunamadı.

TEMEL GÜNAH NEDİR?

Devlet borçlanmasında kamu maliyesinin belli ilkeleri bulunuyor. Bu ilkelerin başında iç borçların yerli para cinsinden edinilmesi gelir. Hatta buna “borçlanmanın altın kuralı” denir. Bu kuralın ihlaline de “Temel Günah” adı veriliyor. Kuralın mantığı çok basittir. Kendi kontrolünde olmayan bir para birimiyle borçlanılmamalıdır. Bu başkasının kanatlarıyla uçmaya benzer. Bu günah, hazineleri batırabilir. Peki bizim Hazine günahkâr mıdır?

2017’nin Eylül ayına kadar Hazine’nin iç piyasaya tek bir kuruş döviz borcu bulunmuyordu. Bu tarihe dek, Hazine’nin günahı yok. Bu tarihte Hazine’nin döviz cinsinden 319 milyar 376 milyon TL borcu bulunuyor ve bu borcun tümü dış borçlardan oluşuyordu. Hazine’nin iç piyasaya olan 523 milyar 510 milyon TL’lik borcun tümü Türk Lirası cinsindendi ve olması gereken de buydu. Öyle ya da böyle, türlü yanlışlıklar yapılmış olsa da 2017’nin Ekim ayına dek, temel günah işlenmemişti. O tarihe kadar Hazine’nin iç piyasaya tek bir kör kuruş döviz borcu yoktu.

İLK GÜNAH 2017’DE İŞLENDİ

Fakat düşük faiz baskısı Hazine’nin içeriden TL cinsinden borç bulmasını engelliyordu. İşte bu ortamda ilk günah 2017 Ekim’de işlendi. O ay, Hazine, tarihinde ilk kez, mevzuata da aykırı olarak iç piyasadan döviz cinsinden 237 milyon TL’lik borçlandı. Çok küçük bir tutar gibi görünse de, ilk günah artık işlenmişti. İhaleye talep yağdı. Devlet garantili döviz alacağı için bankalar sıraya girdi.

Hazine de bu günahının tadını çıkardı. Borçlanma sorunu çözülmüştü. Faizler düşükse, iç piyasadan TL cinsinden borç bulanamıyorsa o halde döviz cinsinden borçlanılabilirdi.

Böylece geldik, 2018 yılının Haziran ayına… Türk Tipi Başkanlık Sistemi yetkileriyle donanmış Cumhurbaşkanlığı sisteminin ilk ayında, Hazine’nin iç piyasada döviz cinsinden borcu 735 milyon TL’yi bulmuştu. Bu tutar, toplam borç stoku içinde önemsiz bir değere sahipti. O tarih için Hazine’nin her on bin liralık borcunun sadece 7 lirası, iç piyasadan edinilen döviz cinsinden borçlardı. On binde 7…

Bu kadar küçük tutarda olması kimsenin tepkisini de çekmiyordu. Fakat dedik ya, Hazine kolay borcun yolunu bulmuş, temel günahın tadına bakmıştı. O yılın sonunda yani 2018 Aralık’ta döviz cinsinden iç borç tutarı 5 milyar 865 milyon TL’ye çıkacaktı. Türk Tipi Başkanlık Sistemi’nin ilk 6 ayında iç piyasaya döviz cinsinden borç 8 katına çıkmıştı. Çünkü hem döviz yükseliyor hem de döviz cinsinden borç ihaleleri açılıyordu.

Filmi 1 yıl ileri saralım. 2018 Aralık ayında 5,9 milyar TL olan döviz cinsinden iç borçlar 2019 Aralık ayında 86 milyar TL’ye ulaştı. 1 yıllık artış yüzde 1400’ü geçmişti. 2020’nin Aralık ayında aynı tutar 266 milyar TL’ye çıktı. 2021 Aralık ayında 388 milyar TL’ye, 2022 Aralık ayında 513 milyar TL’ye çıktı.

GÜNAHA BATAN HAZİNE

“Düşük faizle TL cinsinden borç bulunamıyorsa o halde döviz cinsinden borçlanalım” diyerek kamu maliyesinin en temel günahını alışkanlık haline getiren Hazine, bataktan çıkamıyordu. Zira borç dövize endeksli olduğu için döviz kuruyla birlikte borç da artıyor, borç arttıkça faiz ödemeleri Hazine’yi zorluyor, faiz ödemelerinin döndürmek isteyen Hazine, iç piyasadan yine döviz borcu ediniyor, fakat döviz kuru dur durak bilmeden yükseldikçe bir fasit daire oluşuyordu.

2023’ün Aralık ayına geldiğimizde Hazine’nin iç piyasaya 800 milyar TL değerinde döviz borcu bulunuyordu. 2018’de her 10 bin liralık borcun sadece 7 liralık kısmı döviz cinsinden iç borçlardan oluşurken, bugün Hazine’nin her 10 bin liralık borcunun 1200 lirası döviz cinsinden iç borçlardan oluşuyor. Buna yine döviz cinsinden olan dış borçları da eklersek tablo trajik bir boyut kazanıyor.

Bugün Hazine’nin her 10 bin liralık borcunun 1200 lirası iç piyasaya döviz borcu, 5200 lirası dış piyasada döviz borcu. Yani her 10 bin liralık borcunun 6400 lirası döviz cinsinden.

Bu günahı bile isteye işleyen Hazine uzmanları bugün vicdan azabı çekiyor. Bir kısmı sınıf arkadaşım olan, yurtsever insanlar işledikleri suçun bedelini halk kesimlerinin ödemesinden muzdarip. Kimi bizim suçumuz yok, bize verilen emri uyguladık diyorlar. Kimi ise daha vicdanlı, istifa etmeliydik diyorlar. Çünkü günahlarının bedelinin ne olduğunu biliyorlar. Fakat Erdoğan ya bu günahların sonuçlarından habersiz ya da vicdanı Hazine uzmanları kadar güçlü değil, daha acımasız. Çünkü bir miktar vicdanı olan hiç kimse bu günaha ortak olduktan sonra açlığa mahkûm edilmiş emekliye “paramız bitti” demez, dememelidir.

Siz devletsiniz! Ya günah işlemeyeceksiniz ya da emekliyi açlığa mahkûm etmeyeceksiniz.

(BİRGÜN)


soL KÖŞEBAŞI -9 MART 2024 -

Seçim asla yalnızca seçim değildir (Aydemir Güler)

Bunun için önce yansıyacak olan gerçeği değiştirmek gerek. Yani önümüzdeki yaklaşık üç haftalık sürede emekçi halkı daha örgütlü hale getirmek, düzeni daha çarpıcı biçimde deşifre etmek…

Seçimin, konusu her ne ise, bir makama kimin geleceğini belirlemekten ibaret olduğu, zaten biraz fazla tuzukuruları yansıtan bir düşüncedir. Bu düşünce, memlekette onca fırtına eserken oyunu belirli bir partiye demirlemek biçiminde tezahür edebileceği gibi, sandığa gitmekte gösterilen üşengeçlikle veya “dünyayı ben mi kurtaracağım” kayıtsızlığıyla da dışa vurulabilir. 

Bunun karşısındaki teze göre ise seçim sadece bir seçim değildir ve daha büyük anlamları barındırmaktadır. Memleket elden gidecek veya kurtuluş saati çalacaktır! 

Oysa seçimin önemi, memleketin tarihi belli bir gün batmasından veya çıkmasından kaynaklanmaz. Herhangi bir seçimin böyle bir gücü yoktur. Seçim daha ziyade bir aynadır veya bir onay mekanizmasıdır. Eklemeliyim, olağan dönemlerde. “Olağanın” buradaki karşıtı devrimci durumdur; devrimci durumda bütün davranış kalıpları değişecek ve toplumun gerçekten hareket eden bir organizma olduğu asıl o gün görünür hale gelecektir. O zaman bir seçim başka çok şeyi ifade edebilir. Ama olağan durumlarda oyların toplam sonucu ya var olana ayna tutar, ya da olup biteni onaylar. Bunun ötesinde bir karar anı değildir seçim. Örneğin 2002 seçimleri Türkiye’de sermaye düzeninin krizli bir on yılı dinselleşme yolundan aşma kararının teyit edilmesidir. Veya 2011’de 1923 Cumhuriyetinin çözülme süreci çıplak biçimde aynaya yansımıştır. Geçtiğimiz yıl bir Cumhuriyet kurumu olarak TBMM’nin de, söz konusu çözülmenin girdabına kapıldığı seçim sonuçlarıyla gösterilip onaylanmıştır…

Seçimin ne olup ne olamayacağını daha fazla uzatmayacağım. Ama bir hatırlatma yapmadan da edemiyorum. Sömürü düzeninde, yani kapitalizmde parlamenter seçim sermayenin egemenlik mekanizmalarından bir tanesidir. Seçim düzeni değiştirmenin bir aracı olamaz. Ancak sermaye egemenliğinin güçlenip gerilemesinde seçimlerin de bir rolü vardır. İşte belirli bir tarihte yapılacak olan seçime bu sınırlılık içinde bir anlam yüklenebilir. Bu anlam her defasında kendine özgüdür, bir güncel bağlama oturur.

Peki, 31 Mart 2024’te ne olacaktır? 

Kimileri bu soruyu “fazla teorik” bulabilir. Böyle bir düşüncenin arkasında, teorinin gerçek yaşamla ilişkisini ihmal edilebilir gören bir varsayım sırıtmaktadır. Oysa 31 Mart’ın özgün anlamı somut oy davranışını kuvvetle etkileyecek bir faktördür. 

Günün kendine özgü anlamının dışında, bana sorarsanız, komünistler ilkesel olarak, ve hatta düzenden rahatsız olan herkes düzen değişikliği için mücadele veren komünist partiye oy vermelidir. Öyle ki, kazanır mı kazanmaz mı, verdiğim oy seçtiğim parti veya adayın ötesinde neye hizmet eder türünden “stratejik” sorular bu ilkenin karşısında çöptür. Strateji kuşkusuz değerlidir. Düzeni değiştirme mücadelesine güç katmaktan daha yüksek bir stratejik değer de yoktur.

Burada bu ilkeyi tartışmak değil 31 Mart’ın özgün anlamına ilişkin birkaç not düşmek istiyorum.

Bir: Türkiye büyük bir emekçi sıkışmasına sahne olmaktadır. Son birkaç yılda yaşadığımız emeğe saldırı benzersizdir. Seçimden önce bu saldırı toplumun temel ayrışma çizgisi haline gelmedi, getiremedik. Öyleyse 1 Nisan itibariyle şiddetin artacağından emin olabiliriz. 31 Mart buna set çekme yönünde bir işaret, bir deklarasyon, emekçiler açısından bir güçlenme göstergesi oluşturmalıdır.

İki: Bir üst paragraftaki derdin kaynağı halkın yaşananların farkında olmamasında değildir. Halkımız, son derece örgütsüz olduğu için, çaresiz bireylere ve cemaatlere bölündüğü için yaşananların karşısına dikilme gücünü kendinde hissetmemektedir. 31 Mart emekçilerin, yoksulların sınıfsal örgütlülüklerinin gelişmekte olduğunu ilan etmelidir.

Üç: Düzen belediyeciliği emeğe dönük saldırıyı her hizmetin alınıp satılır hale gelmesi yoluyla da şiddetlendirir. Birbirlerini tamamlayarak aynı çarkları döndüren ve bundan gerisi umurlarında olmayan düzen partileriyle karşı karşıyayız. Ortak paydalarının üstünü bir itiş kakışla örtüyorlar. İtiş kakış sözünü, dinci iktidarın karşısında laikliği gerçekten umursayan bir muhalefetin olmadığı anlamına kullanıyorum. İtiş kakış sözünü, hırsızın şeriatçısı moderni olmaz anlamında kullanıyorum. 31 Mart’ta söz konusu örtü mümkün olduğunca kaldırılmalı, düzen dışı seçenek güç kazanmalı, hırsızlarla işbirliği yapanın elinde patlamalıdır.

Dört: Olağandışı bir gelişme olmadığı takdirde 2028’e kadar seçim olmayacaktır. Miadı çoktan dolan Erdoğan-AKP-Cumhur ittifakı modelinin yerine ne konacağı bu süre içinde belirginlik kazanacak. 31 Mart bu oluşum sürecinin kritik bir momentidir. Oylar, bir belediye başkanını veya meclis üyesini belirlemenin ötesinde ülkenin kaderine ilişkin temelli bir tartışmaya katılmanın aracı olacaktır. Sermaye diktatörlüğünün, başkanlık rejimi kalıcılaştırılarak, halkı zerre kadar umursamadan, din istismarını yükselterek ve düzen siyasetinin iç çatışmalarını yumuşatarak sürdürülmesine karşı halkın sesi yükselmelidir. 31 Mart’ta bu ses yankılanmalıdır. 

Son olarak, bir noktayı tersinden ifade edersem, 31 Mart solun bölünmüşlüğünü gidermemelidir. Solun bir dizi kesimi uzun yıllardır eleştirdiğimiz bağımlılık ilişkisinde son aylarda sıçrama kaydetmiştir. CHP veya DEM Partiye yaslanan sol kesimlerin yukarıdaki maddeler çerçevesinde ilerletici bir işlevi üstlenmeleri mümkün değildir. 31 Mart, bu ilkesiz ve uzlaşmacı “sol” taktikleri itibarsızlaştırmalıdır.

Seçim yalnızca ilan edilmiş adaylardan hangisinin görevlendirileceği sorusuna yanıt aramaz. Seçim asla seçimden ibaret değildir. Yukarıdaki çerçeve Türkiye’de devrimci bir komünist parti olsa da olmasa da geçerlilik taşırdı. Bereket öyle bir parti var ve 1 Nisan’da ileriye doğru güçlü bir adım atmak mümkün. Ama “ayna” demiştim ya; bunun için önce yansıyacak olan gerçeği değiştirmek gerek. Yani önümüzdeki yaklaşık üç haftalık sürede emekçi halkı daha örgütlü hale getirmek, düzeni daha çarpıcı biçimde deşifre etmek…

                                                           /././

Öfkeyle şarkı söyleyen kadın: Nina Simone (Erhan Nalçacı)

Nina Simone’un müziği tüm dünyada sınıf mücadelelerinde niteliğin ve öfkenin birleşiminin nasıl etkili bir araç olabileceğini bize gösterdi.

Okuyucularımızın geçmiş dünya emekçi kadınlar günü kutlu olsun. Üzerinden bir gün geçmiş de olsa Nina Simone’u anmak için iyi bir fırsat.

Onun büyük bir öfke ve ciddiyetle söylediği şarkılarını dinleyenler sözlerini anlamasa bile sadece büyük bir yetenekle değil bir isyan ile de karşılaştığını hemen anlar.

                                           Nina Simone 1960’larda bir konseri esnasında

Nina Simone 1933 yılında ABD’de, Kuzey Karolina’da sekiz çocuklu yoksul bir emekçi ailenin çocuğu olarak doğar. Kilise korosunda söyler, müziğe olan yeteneği erken yaşta anlaşılır ve piyano eğitimi alır. New York’ta bir müzik okulunda Bach, Shopen, Schubert gibi klasik bestecilerin eserlerinin yorumu üzerine çalışır. Filedelfiya’daki Curtis Müzik Enstitüsü sınavlarına girer ancak üstün performansına karşılık okula muhtemelen ırkçı eğilimler nedeniyle kabul edilmez.

Bir gece kulübünde çalmaya başlar ve şarkı söylemesi de istenir. 1950’lilerde kategorize edilmesi kolay olmayan bir tarz geliştirir. Klasik müzik eğitimi ile piyano çalarken özgürce kontralto sesiyle şarkı söyleyen Nina hızla tanınır, çok sayıda plak doldurur. Caza benzer ama sanki caz da değildir yaptığı müzik. Bu konuyu uzmanlarına bırakmak en iyisi, ancak bu yazıya konu olması Nina Simone’un Afrika kökenli ABD halkının özgürlük ve eşitlik mücadelesinde aldığı yerden ve eşsiz sanatını 1960’lı yıllarda bu toplumsal mücadelede araç olarak kullanmasından kaynaklanıyor.

ABD tarihi; 2. Dünya Savaşı sonrası “Hadi şimdi orta sınıflaşıyoruz ve eğleniyoruz” tatavası yüzünden sanki toplumsal mücadeleler açısından sakinmiş gibi gözükür, oysa bütün tarihi şiddetli sınıf ve toplumsal mücadelelerle örülmüştür.

1950’lerin sonuna doğru ABD’de siyahi halk derin bir toplumsal eşitsizlik yaşıyordu, çok daha yoksul ve sağlıksız olmalarının yanı sıra sürekli olarak aşağılanıyorlardı. Buna karşı isyan 1955’ta Alabama’da patlak verdi. Kırk üç yaşındaki gündelikçi terzi Rosa Parks belediye otobüsünün “beyazlara” ayrılan bölümüne oturduğu için tutuklandı. Tutuklanışından üç ay sonra şunu söyleyecekti:

Öncelikle, bütün gün çalışmış olduğumdan ayakta duracak halim kalmamıştı… Şoför benden bir şey istedi ve ben de istediği şeye uymak istemedim. Polisi çağırdı, beni tutukladılar ve hapse attılar.

İsyan dalga dalga geldi. Her yerde siyahi halk toplumsal eşitlik için ayaklandı. Egemen sınıf bazı noktalarda geri adım atmak zorunda kalsa da büyük bir tutuklama ve şiddet kampanyası ile yanıt verdi.

Fotoğrafta 1960’ların başında toplumsal kalkışmaya karşı uygulanan polis teröründen bir sahne belgeleniyor.

1963’te toplumsal eşitlik için mücadele eden ve sürekli tehdit altında olan Medgar Evers evinin önünde bir mahkemeden dönerken kurşunlanıp öldürüldü. Aynı günlerde siyahilerin gittiği bir kilisenin bombalanması sonucunda dört kız yaşamını yitirdi.

Bu iki olay karşısında Nina Simone “Lanet Olası Mississippi” (Missisippi Goddam) şarkısını söyler. Aşağıdaki linkten öfkesini ve üzüntüsü izleyebilirsiniz. O dönemde böyle bir şarkıyı ortaya koyabilmek büyük cesaret işidir. Şarkının radyolarda çalınmasına izin verilmez.                      

                                  (https://youtu.be/pNlGJyx5AAM)

Kitlesel hale gelen ayaklanmada farklı tarzlar ve liderler ortaya çıkar. Martin Luther King pasif ve kitlesel bir direnişten yanayken Malcolm X gibi liderler ise bir iktidar sorunu tanımlamakta ve daha militan bir mücadeleyi örgütlemeye çalışmaktaydılar. Bütün bu çevrelerin içinde olan Nina Simone ikinci akıma daha yakındır. Şarkıları isyan hareketi tarafından marş gibi söylenir.

1963’te Martin Luther King Waşington’da düzenlenen yüz binlerin katıldığı mitingde ünlü konuşmasına yapar. 
ABD tekelci sermayesi bir yandan ayaklanmayı düzen içinde sindirmeye bir yandan da kirli ve canice pragmatizmiyle ezmeye çalışmaktadır. 1965’te Malcolm X muhtemelen FBI’ın yönlendirdiği bir suikastla öldürülür.

Martin Luther King’in sonunu getiren ise yoksullara ve işçi sınıfına dönmesi olmuştur. 1968’te başkentte gerçekleştirilen Yoksulların kamp eylemini düzenin sindirmesi mümkün değildi. Hemen sonrasında ise aşağıdaki fotoğrafta bir anı görülen Memfis’te temizlik işçilerinin grevine destek için katılmış, FBI tarafından düzenlenen bir suikastla öldürülmüştür.

Menfis’te 29 Mart 1968’de çekilen fotoğraf temizlik işçilerinin grevi esnasında işçilerin kolluk kuvvetlerinin basıncı altında “Ben bir insanım” dövizi ile yürüdükleri görülüyor. Martin Luther King birkaç gün sonra bu grevi desteklemek için geldiğinde öldürülecektir.

Nina Simone’un Martin Luther King öldürüldükten sonra söylediği ve derin üzüntüyü yansıtan şarkıyı aşağıdaki linkten dinleyebilirsiniz: Neden aşkın kralı öldü? 

                                               (https://youtu.be/d3jiFbOMr8E)

ABD tekelci sermayesi 1970’li yıllarda kısmen isyanı kontrol altına alabildi. Bunun için sadece cinayet ve baskıları kullanmadı. Bir yandan en yoksul siyahi gençliği uyuşturucu bataklığına sürüklerken bir yandan da bir kesimi Rockefeller gibi mali devlerin desteği ile “orta sınıfa” kazanmaya çalıştı. 

Nina Simone ise plak şirketlerinin hileleri, vergi borçları ile yurt dışına gitmeye zorlandı. Önce Afrika’ya, sonra Avrupa’ya giderek sanatını sürdürdü. Ancak daha popüler bir müzik tarzını seçti. 2003’te yaşama gözlerini yumdu.

Nina Simone’un müziği tüm dünyada sınıf mücadelelerinde niteliğin ve öfkenin birleşiminin nasıl etkili bir araç olabileceğini bize gösterdi.

Bugün ABD işçi sınıfı ise köken farkına bakmaksızın sınıf mücadelesini yükseltiyor ve düzen için çok daha tehlikeli bir sınıfsal zeminde örgütleniyor. 

                                                                /././

Karadenizli delikanlı (Orhan Gökdemir)

Karadeniz kasabalı esnaflardan ibaret değil. Kıyısında, dağlarının yamaçlarında hırçın ve asi çocuklar var hâlâ. Karadeniz biziz. 15’leri denize attıkları yerden karaya çıktık biz.

Yandaşların yandaşı Ahmet Hakan telaşlı. Şöyle diyor son yazısında; “Bundan üç ay önce bana ‘Erdoğan, İstanbul seçimlerinde sahaya çıkmalı mı?’ diye sorsalardı vereceğim yanıt şu olurdu: ‘Hiç karışmasa en iyisini yapmış olur.’ Ancak en son gelinen şu ‘başa baş’ noktasında ben artık farklı düşünüyorum. Ve diyorum ki Erdoğan, İstanbul’da sahaya inmeli. İlçe ilçe, semt semt mitingler yapmalı. Karadenizliliğini konuşturmalı. AK Parti’den kaçacak oyların kaçmasına engel olmalı. Seçim kazanma deneyimini devreye sokmalı. Seçmenini konsolide etmeli…”

Hepsini geçtim, “Karadenizliliği konuşturma” kısmına takıldım. Nasıl olacak o iş bilemedim. Bence ortalıkta konuşturulabilecek bir Karadenizlilik de yok zaten. Esnaflık konuşuyorsa Karadenizlilik susar! 

Peki bu telaş neden? Çünkü İstanbullunun önün koydukları Dalton’un Averell Dalton olduğu ortaya çıktı. En uzun ve en toy olanı yani. Averell’in özelliği aklıyla boyu arasındaki orantısızlıktır. Malum, bir de yeme takıntılıdır ve sürekli “ne zaman yiyeceğiz?” diye sorarak Joe’yu kızdırmasıyla meşhurdur.

Averell’in karşısında bir başka Karadenizli var üstelik. İş hayatına Akçaabat köftesi satarak başlamış, oradan müteahhitliğe, sonra müteahhitlikten siyasete atlamış. Bir kıyı ilçe başkanlığından büyük şehre zıpladı ilişkileri sayesinde, şimdi son makamından güç alarak ülkeyi düzlemeye çalışıyor. 

Fakat bunda da köftesi dışında bir Karadenizlilik bulmamız zor. Kasaba esnaflığı demek daha doğru bunlara. Koca ülkenin teslim olduğu işte bu. 

Karadenizlilik inşaat ve para kazanmaktan ibaret değil halbuki. Karadenizlilik demek asilik demek, gözü karalık demek, zekâ ışıltısı demek. Bizim Gamze Yücesan’ın deyişiyle, Karadeniz’de halk sınıflarının kültürüne içkin derin bir devrimci romantik damar vardır her zaman. “Karadenizliyim derken Fransız Marksist Daniel Bensaid’in emekçiler için kullandığı şu cümleleri tümüyle sahipleniyorum: ‘Koşullara bağlı olarak, bu kişiler en şaşırtıcı cesaret kadar en hazin korkaklığı da gösterebiliyorlardı. Onlar kahraman değillerdi. Çelişkiyle, naiflikle ve kurnazlıkla dolu karakterlerdi. Ama onlar, benimkilerdi.” Böyle devam ediyor damar tarifi. 

Romantik damar… İşte bu bizi gerçek Karadenizliliğe yaklaştırabilir. Duygusallık, dünyayı yeniden büyülü kılma isteği, hayalcilik, ütopyacılık, coşkunluk, insana olan inanç ve hesapsızlık, hepsi o damarın içindedir. Biz şimdi hepsini toplayıp adına devrimcilik diyoruz. Esnaflıkla ve kasabalılıkla taban tabana zıttır. 

***

Karadeniz hırçın kız,                                                        
Dağıt alnın üstünden perçem bulutlarını, o kara saçlarını
Sallayalım mendili Rize’den, Trabzon’dan.
Hazırlan düğününe Giresun’dan, Ordu’dan.
Karadeniz hırçın kız,  
Ver elini coşalım, dağlarla buluşalım, bir horon tutuşalım…

Karadenizli şair Yaşar Miraç’ın dizeleri bunlar. “Trabzonlu Delikanlı” kitabı, askeri darbeden iki hafta sonra, 1980 Eylül'ünün son günlerinde TDK Şiir Seçici Kurulu'nca birincilik ödülüne değer görülmüştü. Cunta yandaşı yazarlar, dönemin sağcı gazetesi Tercüman üzerinden şaire karşı saldırıya geçti. Sıkıyönetim şairin “Taliplerin Ağıdı” ve “Trabzonlu Delikanlı” kitabını yasakladı.

Cuntabaşı Kenan Evren, Yaşar Miraç'ın “Taliplerin Ağıdı” adlı kitabında Sinan Cemgil'i öven şiirini kastederek TDK için şunları söylemişti: “O kurum, bir zamanlar dağlarda gezen eşkıyayı öven, jandarmaları kötüleyen şiirler yazmış ve eşkıyayı kahraman yapmış bir şiir kitabına birincilik ödülü vermiştir.” “Netekim” TDK’nın sonunu getirdi bu. 

E bu işaretin karşısına kim durabilir? Yaşar Miraç da kendini sınır ötesinde buldu. Yıllar sonra Talat Turhan’ın evinde karşılaştık. Her haliyle bir Trabzonlu delikanlıydı.

***

Ver elini coşalım, dağlarla buluşalım, bir horon tutuşalım… Dağlarda horon tutuşan ne çok Karadenizli var. Mustafa Suphi benim gibi bir tarafı Samsunlu bir tarafı Giresunlu. Harun Karadeniz Alucra köylerinden birinden. Ortaokulu Bulancak’ta, liseyi Samsun’da bitirdi. Çünkü Alucra’da ortaokul, Bulancak’ta lise yoktu o zamanlar. Mehmet Fatih Öktülmüş Trabzonlu, Osman Yaşar Yoldaşcan Giresunlu, Sinan Kukul Trabzon Beşikdüzü’nden. Cihan Alptekin Rize Ardeşenli, Mahir Çayan Samsunlu. Terzi Fikri Fatsalı, Kazım Koyuncu Hopalı. Karadeniz’de doğdular ve inançlarının yoluna baş koydular. Bahtları kara fakat yüzleri aydınlıktır. 

***

Trabzon otogarındayım, Bulancak’a gideceğim, nasıl gideceğimi bilmiyorum. Birine yanaştım, ‘Bulancak’a nasıl gidebilirim?’ diye sordum, ‘bilmiyor musun orayı?’ dedi. ‘Hayır’ dedim, ‘madem bilmiyorsun niye gidiyorsun o zaman?’ dedi.” Gamze Yücesan’ın anısı. Anlaşılsın diye anlatıyorum, bu, başka türlü bir akıl yürütmedir. 

Birkaç gün önce İstanbul’un kenar ilçelerinden Beylikdüzü’nde seçim çalışmasındayız. Konuşmalar bitti, adet olduğu üzere etrafta olup da yan gözle izleyenlere de “hoşça kal” turu yaptık. Selamlaşa el sıkışa köşede bir masaya yaklaştık. Üç kişi oturuyor masada. Rahatsızlar kendilerine yaklaşmamızdan, her hallerinden belli. Biri döndü, “biz Bayburtluyuz” dedi. Anladım demek istediğini. E Komünistiz ama biz de Giresunluyuz, Bayburt’un ne kabahati var? Doğduğun yerin toprağında değil sorun, sende. Hiç romantizm bulaşmamışsa Karadenizli olmadığın kesindir zaten. 

Ver elini coşalım, dağlarla buluşalım, bir horon tutuşalım…

Karadeniz kasabalı esnaflardan ibaret değil. Kıyısında, dağlarının yamaçlarında hırçın ve asi çocuklar var hâlâ. Karadeniz biziz. 15’leri denize attıkları yerden karaya çıktık biz. Denizin karanlığını denizde bıraktık, ondan bu kızıllığımız. 

Madem düştük denizine, bir Karadeniz kitabı yapacağız artık, şart oldu. Sözümüz olsun; Karadeniz bunu bilsin derinliklerin….

(soL)

KISA KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 9 MART 2024 -

 

Erdoğan: Benim için bu bir final, yasanın verdiği yetkiyle bu seçim benim son seçimim (T24)

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, TÜGVA temsilcileriyle buluştu. Erdoğan, buluşmada yaptığı konuşmada, "Benim için bu bir final, yasanın verdiği yetkiyle bu seçim benim son seçimim, çıkacak netice benden sonra gelecek kardeşlerim için bir emanetin devri olacak" ifadelerini kullandı.(https://t24.com.tr/haber/erdogan-bu-secim-son-secimim-cikacak-netice-benden-sonra-gelecek-kardeslerim-icin-emanetin-devri-olacak,1155164)

Hablemitoğlu davasında ailenin avukatı: "Firari olmasa Fetullah Gülen de tahliye edilirdi" (T24)

Necip Hablemitoğlu'nun öldürülmesine ilişkin davada Hablemitoğlu Ailesi’nin Avukatı Ersan Barkın, "Bu dava Necip Hablemitoğlu’nun politik ve akademik kimliğine sahip çıkılınca sona erecektir. Kimi ifadelerin geri çekilmesi, işkence iddiaları, mahkemenin ilk heyetinden kimsenin kalmaması, savcının gidip iddianame savcısının kürsüye çıkması, tüm sanıkların tahliye edilmesi; ki eğer firari değil burada olsa, herhalde Fetullah Gülen de tahliye edilirdi" dedi.(https://t24.com.tr/haber/hablemitoglu-davasinda-ailenin-avukati-firari-olmasa-fetullah-gulen-de-tahliye-edilirdi,1155170)

Belediyenin askeri alan inadı: Mahkeme iki kere iptal kararı verdi, 3’üncü kez meclisten geçerek parselasyon yapıldı (Cengiz Anıl Bölükbaş/T24)

2 milyon metrekarelik kısım parselasyon yapılarak satışa hazır hale getirildi

Belediyenin askeri alan inadı: Mahkeme iki kere iptal kararı verdi, 3’üncü kez meclisten geçerek parselasyon yapıldı

AKP’li Gaziantep Büyükşehir Belediyesi’nin tüm itirazlara rağmen “Medeniyetler Şehri Projesi” adı altında şehrin belkemiğini oluşturan 5. Zırhlı Tugay arazisinin imara açılmasına yönelik ısrarı sürüyor. Belediye, mahkemenin hukuka aykırı olduğu ve kamu yararı bulunmadığı gerekçesiyle iki kere iptal kararı verdiği planı, henüz kesin karar açıklanmadan 3’üncü kez meclisten geçirdi. İmara açılmasına karar verilen 11 milyon 500 bin metrekarelik alanın 2 milyon metrekarelik kısmı parselasyon yapılarak satışa hazır hale getirildi.(https://t24.com.tr/haber/belediyenin-askeri-alan-inadi-mahkeme-iki-kere-iptal-karari-verdi-3-uncu-kez-meclisten-gecerek-parselasyon-yapildi,1155104)

Büyükerşen'den Hatipoğlu'na: O boş arsaların sahibi kim? (duvaR)

Eskişehir Belediye Başkanı Yılmaz Büyükerşen, AK Parti adayı Nebi Hatipoğlu için "Bizim Eskişehir'den böyle siyasetçiler çıkmamalıydı. O boş arsaların sahibi kim? Bunu da sorun kendisine" dedi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/buyukersenden-hatipogluna-o-bos-arsalarin-sahibi-kim-haber-1675251)

Sosyal medyada gündem oldu: Özel okuldan öğretmene isyan ettiren maaş teklifi (duvaR)

Bir anaokulu öğretmeni, özel okulda kendisine teklif edilen maaşla ilgili çektiği videoyu sosyal medya hesabında paylaştı.

“Eskişehir'de özel bir anaokuluyla görüşmeye gittim. İlk 3 ay deneme süresi, saat 12.00-16.00 arası, hafta sonu dahil çalışma. Hafta sonu 4 farklı atölye planlamam isteniyor. Bunun karşılığında aylık 6 bin 500 TL. 3 ay boyunca deneme süreci. Ve ben 3 aylık bir deneme sürecinin çok uzun bir süre olduğunu söylediğimde de deneme süresini 1 aya düşürdüler. Yani 1 ay boyunca haftanın 7 günü 6 bin 500 liraya çalışmam teklif edildi bana. Tabii bu deneme sürecinde eğer mesleğe layık görülürsem de asgari ücretle çalıştırılacağım söylendi.(https://www.gazeteduvar.com.tr/sosyal-medyada-gundem-oldu-ozel-okuldan-ogretmene-isyan-ettiren-maas-teklifi-haber-1675235