15 Nisan 2024 Pazartesi

İktisat topluma yarar mı? (III) Seçimde ne oldu? - Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

 

Soru aklımızda olsun. Özüne erişmeye çalışalım.

ÜÇ TARİH

İlki 28 Mayıs 2023. Bu tarihe nasıl geldik? Topluma bir şey vermediği gitgide sözlü-sözsüz anlaşılan 10 küsur yıllık siyaset topluluğu ile geldik. Vermedikçe zayıfladı. “Parçaları” çoğaldı. Kendi varlığını sürdürebilmek için, çoğalan, zayıflayan parçalardan bir “güçlü toplam” elde etmeye girişti. Hamlesi bu oldu. 2023’ten önceki iki yıl siyaset topluluğu iki kampa ayrılıp bununla uğraştı. Sonuçta, bir araya gelen “zayıf parçalar”dan ortaya “daha zayıf toplamlar” çıktı! Seçim yapıldı. Taraflardan biri “sayısal” olarak kazandı. Ama dikkatle bakalım, o seçimin “siyasal” galibi yoktu! On küsur yıllık siyaset topluluğu bütünüyle sönüyordu. Sönen siyasal süreçlerin kazananı olmaz. Orada güç tükenmektedir. On ay sonra bu berraktır.

İkinci tarih 29 Ekim 2023. Toplum 28 Mayıs’tan kalktı, yavaş yavaş geldi, tam 100. yıl olan 29 Ekim’de sahneye çıktı. Ankara’da 3 milyon kişi yürüdü. İstanbul’da da üç. Toplumun siyasal yürüyüşüydü. Bir defalık değildi. Yeni başlıyordu. “Fırtına” gibi başladı. Öteki illeri, ilçeleri de hesaba katınca en az 31 Mart 2024’ü yapan seçmen sayısını buluruz! 29 Ekim, mevcut siyasetin enerji üretmekten yoksunluğunu, esas gücün toplumda olduğunu gösteren ilk çarpıcı fotoğraftı. Dikkatle bakalım, görürüz.

Üçüncü tarih 31 Mart 2024. Toplum eski siyasetin bitişini ilan ediyor. Tasfiyesini başlatıyor. Şimdi buradayız.

Üç tarihe damga vurarak toplumun gücünü ortaya koyan nedir, kimdir? Onu arayalım.

CUMHURİYETÇİ ORTA SINIF

Siyaset son 20 yılın servet ve sermaye birikimi üzerinde, bu eksen etrafında kurgulanmıştı. Gelir ve servet eşitsizliği yaratıp büyüterek yerleşti. O servet ekseninin ekonomik gücü artarken siyaset topluluğunun gücü, siyasal güç zayıfladı. Siyaset topluma ileri gitmesi, gelişebilmesi için “pozitif enerji” vermezse, toplum yalnızlaşır. Hele bir de “negatif enerji” yüklenirse (2003-23) yalnızlaşma koyulaşır. Baştan hissedilmez, koyulaşınca anlaşılır.

Toplum sağlıklı bir öz taşıyorsa, çaresizlikte kendine beslenecek kaynak arar. O siyasetin dışında arar. Toplum, taşıdığı refleksle, “Nutuk”taki (1927) son paragrafı buldu. Bununla “cumhuriyetçi orta sınıf” kimliğini takviye etti. Şarj etti. Cumhuriyetçi orta sınıf önce bununla pişti.

Yeter miydi? Tarih, son 20 yıllık kapitalizmimizin bağrında taşıdığı çelişkiyle, bir kaynak daha verdi. Gelir ve servet dağılımını kutuplaştıran model, Cumhuriyetin varlıklarına yaptığı gibi “cumhuriyetçi orta sınıf”ın da gelirlerini eritti, tasarruflarını tüketti. Toplumu siyasal olarak yalnızlaştırırken bu “orta sınıf”ı bir “sömürü alanı”nın içine çekti. Doğrudan ve dolaylı sömürü diyebiliriz. Ayrıntıya girmeyelim. Çarpıcı olan şudur: Gelirleri ve tasarrufları eriyen, siyasal olarak yalnızlaşan Cumhuriyetçi orta sınıf, “sömürü”yü 1927 bilinciyle kavradı. Ve 2000’li yılların kapitalizminde, emekçileşerek bir daha pişti. Bir “negatif”ten iki “pozitif” birlikte çıkmış oldu! Siyaset alanı sönerken Cumhuriyetçi orta sınıf; yeni, zenginleşmiş bilinciyle toplum alanını canlandırdı. Tarih 29 Ekim, 2023. Anlayan, anlamayan duydu.

Okurlardan özür dileyerek 15 Ocak 2024 tarihli yazıdan bir parça aktarayım. Şöyle: “Cumhuriyete özgü ana damar olan ‘orta sınıf’, arkasında bir siyasal destek olmaksızın, varlıklarını ve tasarruflarını sermayeye aktaran bir kapitalist süreç içinde emekçileştikçe yok olmayacağını, Cumhuriyete daha çok bağlanacağını daha çok ortaya koyuyor. Bu çarpıcı ve üzerinde çok düşünülecek, değerlendirilecek yaratıcı bir tablodur. Türkiye’nin yeni bir tablosudur. Birlikte bakalım.”

ÇELİŞKİ VE GÜÇ

29 Ekim “fırtına” oldu. Akıl ve emek kaynaşarak önce siyasetin sönüşünü, geçersizliğini, sonra da 31 Mart’ta mevcut siyaset topluluğunun tasfiyesini ilan etti. Henüz orada duruyorlar ya, diyeceksiniz! Tasfiye olmuşlar, duruyorlar! Süreç biraz zaman alacaktır. Çelişki uzun sürede birikmiştir, sonunda (28 Mayıs) çözülmüştür. Siyasal güçsüzlükten yeni siyasal güç doğmayacağı berraklaşmaya başlamıştır. Şimdi, 31 Mart’ta toplum, tasfiye ilanı ile birlikte yeni siyasal gücü yaratma meselesini de ortaya koymuş oluyor. “Türkiye’nin yeni tablosu” nedir? Oluşacak mı?

İzleyelim. Ekonomik güce sahip ve hâkim çevreler yıllardır kaynaşmış oldukları bu siyaset topluluğundaki sönüşün keskinliğini, büyüklüğünü endişe ile izlediler. Çünkü yaşananlar gösterir ki güç bir bütündür. Siyaset topluluğu sönerken bu, ekonomik gücü son 20 yılda elde etmiş çevrelerin kayıtsız kalacağı, sıradan bir “seçim olayı” değildir. Sönüşün büyüklüğü İngilizlerin “Sea Change” dediği türdendir. Bir “fırtına” ile her şeyin alabora olup yeni bir deniz tablosunun ortaya çıkması gibi. Dört yüz küsur yıl önce bunu yazan üstadın satır aralarında “Baban artık beş kulaç derinde yatıyor!” diye bir şarkı söylettirdiğini unutmayalım. Ekonomik güce sahip ve hâkim çevreler elbette bunu bilirler.

Bunun bilindiği, 31 Mart’ın üzerinden 24 saat geçmeden sermayenin yüksek katlarından gelen yüksek dozlu yorumlarla ortaya çıktı. Ciddiye alınacak bir uyarı şöyle diyordu: “Mevcut ekonomik programa ve normalleşme adımlarına kararlılıkla devam etmeliyiz. Hep beraber, birlik ve beraberlik içinde bunu başaracağımıza inanıyorum.” Kısaca, “20 yıllık model devam edecek. Tartışmasız!” diyor. Siyasetin bu yapısıyla, bu “trafik kazası”nı atlatıp, bu “gelir ve servet” modeline kayıtsız şartsız uyumla bir çözüm bulunacağını avucunun içi gibi bilerek söylüyor. Kapitalizmimizdeki bu siyasal yapının son 20 yılda iktidar ve rejim için bir “yeni zengin küçük burjuvazi” ile bir “razı olan insan kitlesi”nden ibaret gövdesiyle bir siyasal zafiyet ve toplumsal yalnızlık dramından başka şey üretmediğini, üretmeyeceğini görmezden gelerek konuşuyor. Ve şu soruyu sorduruyor: Siyasal zafiyet ve toplumsal yalnızlığı, siyasetin bu “zıt kardeşleri”ni besleyerek yaratılan derin çelişkiyi görmezden gelen sermaye ile bu toplum siyasetten enerji üretebilir ve ileri gidebilir mi?

ŞİMDİ

Yukarıda yazılanlar siyasal partilerin kulak kabartacağı şeyler değildir. Popülerlik yaratmaz. Toplum dalgası hesapta olmayan ölçüde, 29 Ekim’den sonraki gibi büyürse, alışkanlıkları yerleşmiş siyaset topluluğu bundan rahatsız olur. İç hesaplaşmalar başlar. Zafiyet büyür. Çünkü siyasal partiler toplum üzerinde söz sahibi olmak isterler. Toplumun kendilerini “sevk etmesi”, zorunluluklarla karşı karşıya bırakması onların statikleşmiş alışkanlıklarına ters gelir. “Cin”i şişede tutmak lazımdır!

Bu basit ve genel bakıştan kendi “özelimiz”e geçersek 2018’e bir işaret koyalım. Bir “sıfır yılı”nın başlangıcıdır. Cumhuriyetin (ve onu sağlamlaştıran 1961 Anayasası’nın) karar, denetim ve hesap verme yapılarının, bunların eşgüdüm bağlantılarının ve çağdaş ortak kabullerin ortadan kaldırıldığı, bir tür “sivil Bonapartizm” allâ turca denemesinin başladığı yıldır. “Sivil Bonapartizm” siyasal projeyi öne geçirir, ekonomi buna tabi olur. Burada da öyle oldu. Ancak, “para” olmazsa, ekonomi “para”yı bulamazsa siyasal proje de olamaz. Ama bir siyasal ve kurumsal yıkıntı tablosu ortaya çıkar. Burada da öyle oldu! Ayrıntıları biliyoruz, yeniden girmeyelim. Şunu da biliyoruz, her kesiminden açıklar vererek yürütülen ekonominin yükünü toplum taşıdı ve yük gitgide ağırlaştı. Bu süreçleri “yapmacıklık”tan öteye gidemeyen bir “muhalefet”le izleyen, “sivil Bonapartizm” allâ turca’yı aşma girişimine, böyle bir güce sahip olmayan, bunu yaratamayan siyaset topluluğu ise içten içe sönmeye başladı. Kısaca, 28 Mayıs’a “sivil Bonapartizm”in bu “sıfır yılı” ile (2018-2023) geldik.

Seçimlerin şekillenmiş ve katılaşmış bir şablonu var. Toplumun hali ne olursa olsun bu şablon ve onun “ritüel”leri değişmez. Toplumun seçimlere bakışını, menfaatlerle bloke edilen “peşin oylar” dışında “ritüel”ler denetler ve kilitler. Bunların başlıcası “anketler”dir. Seçimler anketlerle başlar, anketlerle tamamlanır ve sonraki yorumlar da anketler çevresinde “Bildi, bilemedi” üzerinde yoğunlaşarak yapılır. Eleştirmek için söylemiyorum, tablo kabaca budur. Ve siyaset her seçimden sonra gıdasını bu süreçlerin bıraktığı birikimden alır. Şimdi de burada mıyız? 31 Mart’ın yarattığı haklı iyimserlikten sonra soru budur. Düşünmeliyiz.

Bilsay Kuruç / Cumhuriyet

Sahaflar Çarşısı (I) - Özkan Öztaş / soL-Kültür

 Komşunun 'fırtına çocukları'

soL'da yeni başlayan söyleşi dizisinde, Yusuf Şaylan'la birlikte sahaf raflarında okunmayı bekleyen kitaplara yakından bakıyoruz. İlk söyleşimizde Themos Kornaros'un Fırtına Çocukları'nı inceliyoruz.

soL'da yeni başlayan bu söyleşi dizisinde sahaflarda bekleyen, okurun dili demeye varmıyor ama az biraz unutulan, çok okunan değil de illa okunması gereken, birçoğunun yeni baskısı olmayan, okurun bu köşedeki yazıları okuduktan sonra mümkünse sahaflara gitmek zorunda kalacağı kitaplara yakından bakacağız. Uzun yıllar boyunca yayıncılık yapmış biri olarak Yusuf Şaylan da bu söyleşilerimizin âsafı olacak. Zira her sahafa bir âsaf, yol gösteren, yolun ilerisini tanzim eden biri lazım diye düşündük. Biz de (Ankara şürekası yakından tanır) yayıncılık, sahaflık, zaman zaman sırtında kitap köy köy dolaşarak Anadolu'ya kitap satmış, dolayısıyla memleketin neredeyse tamamında ayak izi kitaplara karışmış Yusuf abiyle bu kitaplara yakından bakacağız. 

***

Dijitalleşen dünyada okuma alışkanlıklarımızın değişmesi bir yana aynı zamanda okuma alışkanlığının da azaldığı, bunun yerine "izleyerek öğrenme" biçiminin yaygınlaştığı örneklerle karşılaşıyoruz. 

Yusuf Şaylan'a sorarsanız dijitalleşen dünyanın okuma alışkanlığımızı azalttığı kesin ve hatta bunun gelecekte ciddi sorunlara vesile olacağını düşünüyor ama hafif gülerek "Bunu böyle yazmayalım ama şimdi konuyu başka yere çekmiş olmayalım" diyor. 

Şaylan, ömrü kitap ve dergi rafları arasında geçmiş, hayatı boyunca -başarısız meyhane işetmeciliği deneyimini saymazsak- yayıncılık ve sahaflık yapmış biri. Şimdilerde pek kalmadı tabi ama sırtında kitaplar köy köy Anadolu'yu gezmiş ve köylerde yaşayanlara politik kitapları ulaştırmış bir "iş deneyimi" de var. Türkiye'de ilk set halinde yazarların kitaplarını satışa sunanlardan biri. Örnek olsun Yalçın Küçük, Doğan Avcıoğlu, Şevket Süreyya Aydemir, Nazım Hikmet, Hasan İzzettin Dinamo gibi isimlerin yanı sıra ayrıca Dünya Klasikleri olarak roman dizilerini de taşımış memleketin dört bir yanına. Biz böyle konuşurken "Bak şimdi o köylere gitsek yine eskisi gibi okunur mu kitaplar? Heyecan yaratır mı? İşte dijitalleşen dünya" diyor. Çayından bir yudum aldıktan sonra da "başlayalım" diyor.

Başlıyoruz. 

Başka bir fırtına kuşu: Komşu Yunanistan'ın uslanmaz devrimcileri

Themos Kornaros, Yunanistan komünistlerinden. Kitabı Fırtına Çocukları, Nikolay Ostrovski'nin kitabıyla her ne kadar karıştırılsa da isim benzerliği dışında başka benzer yanları da var. Yusuf Şaylan "sahaflar söyleşisi" serisine bu kitapla başlamaktaki tercihini "Yunanlar bize çok benziyor. Yaşadıklarıyla, anılarıyla ve kavgacı yanlarıyla benziyorlar bize. Bu kitabı biraz da bu nedenle önerdim" diye açıklıyor.

"İnsanlar yaşlandıkça kural tanımaya başlıyorlar. Belki de kural tanımaya başlamak yaşlılığın emarelerinden biri. Bu mevzunun yaşla da alakası yok üstelik. Yunan komünistlerini okudukça bu kural tanımamazlığı bir kez daha anımsıyor insan. Bu yüzden Yunan komünistleri için her zaman genç olduklarını söylemek mümkün" diye başlıyor söze Şaylan. Fırtına çocukları biraz da gençliği tarif ediyor onun için bu nedenle. 

Yunan yazarlara ve Yunanistan'ı yazanlara dair de birkaç söz ekliyor.

"Sadece Kornaros değil. Dido Sotiriyu'nun 'Benden selam söyle Anadolu'ya' romanı mesela. Ya da Mihri Belli'nin Yunan iç savaşını anlattığı 'Rigas'ın Dediği' kitabı gibi. Sonra Kemal Erdoğan'ın 'Mavi Sürgün' diye bir şiir kitabı vardı. Kemal Erdoğan pek bilinmez mesela. Bir şiir kitabı yayımlandı sadece. Sonra yazmadı şiir. O siyasi nedenlerle yurt dışına giderken Yunanistan'dan geçer. Ah bir okusanız o dizeleri. İnsanın göz yaşlarını tutması mümkün değil."

Romanın Türkiye'deki öyküsü ve Türkçe serüveni

Themos Kornaros'un Fırtına Çocukları kitabının orijinal adı "To Pedlo tis Thîelas", yani "fırtına pedalı". Bizim komşu komünistler de pedala basmayı, vites yükseltmeyi benzer şekillerde kullanıyor anlaşılan. 

Kitabın Türkiye serüveni de bir hayli ilgi çekici. Kitap MAY yayınlarında yayınlanıyor. 

"MAY, Mehmet Ali'nin adından geliyor. Mehmet Ali Yalçın'ın isminin baş harflerinden. Bu yayınevi aslında çok güzel kitaplar bastı. Her biri de çok güzel romanlar ve içerikler. Tabi şimdi her şey çok maliyetli, masraflar çok arttı ama dönüp bakınca keşke yeniden bassak diye geçiyor içimden. Kitabın girişinde şu not yer alıyor: 'MAY YAYINLARI'nın sekizincisi olan bu kitap Themos Kornaros'un To Pedlo tis Thîelas adlı romanının tam çevirisi olup İstanbul'da 1966 Kasım ayında Acar Basımevinde dizilip MAY Matbaasında basılmıştır" diye başlıyor söze Şaylan. Ve kitabı Türkçeye kazandıran çevirene dikkat çekiyor.

"Nevzat Hatko kitabın çevirmeni. Çok bilindik biri aslında. Ama bilmeyenler için Behice Hanım'ın yani Behice Boran'ın eşidir kendisi. Bunun gibi kazandırdığı kitaplar vardır Türkçeye. Yine Themos Kornaros'un Haydari Kampı kitabı da onlardan birisidir. Kitabı Yunanca'dan Türkçeye çevirmiş" diyor. 

                                                               Yusuf Şaylan

'İnsan bu değişir, değiştirir'

Roman Yunanistan'daki İngiliz sömürüsünü ve Yunan yurtseverlerinin buna karşı gösterdikleri direnişi ve mücadeleyi anlatıyor. Mezohora adında bir yerde geçen hikayede İngilizlerin, Yunan emekçiler için ülkeyi nasıl bir açık hava hapishanesinde çevirdikleri anlatılıyor. Ve tabi bir de yerli işbirlikçileri. Her ulusun olduğu gibi Yunan halkı içinden de çıkan işbirlikçi patronların İngilizlerle birlikte koca bir ülkeyi nasıl sömürenlerin arka bahçesi haline getirdikleri anlatılıyor romanda. 

Ve umut. Her vesile yeniden bulup tutuyor insanın yüreğinden. Bir direnişçinin endişesi ve umudu, telaşı ve ürkekliği, cesareti ve inadı... Her şey var romanda. Yazar, insana olağan üstü anlamlar yüklememiş üstelik. İnsanlar Nâzım'ın insanlarına benziyor. Korkağı da var amansız bir direnişçisi de. Ama tüm marifet insanın ayakları üzerinde durmasında, yani değişmesinde, belki de insan olmakta ısrar etmesinde. Kornaros'un anlatısında her birinden insan manzarasına rastlamak mümkün. 

"Mesela insanın değişebileceğini anlatıyor roman bir yanıyla. İyiye de kötüye de ikna olabilir ve değişebilir insan. O yüzden biraz ne yaptığımızla da ilgilidir yaşadıklarımız ya da yaşananlar. Sadece umudu kesmeyeceksin diyor yazar.

İnsan, o en işbirlikçi olan haliyle ya da saf niyetiyle kandırılan insan değişebilir. Değiştirebiliriz diyor. Bu da herhalde düşmanın en çok korktuğu şey değil midir?" diye anlatıyor Yusuf Şaylan bu değişimi. 

Ve bir de romana eşlik eden ölüm duygusuna dikkat çekiyor. 

"Ölüm hep yer alıyor romanın yanı başında. Bazen gencecik insanlar, bazen düşmanın kendisi ölüyor. Şimdi bu vesile ile tekrar okurken romanı İlyas Salman'ın geçen gün bir cenazede söylediği şeye denk gelince 'ne güzel tesadüf etti' diye düşündüm. Hatırlarsınız. Ünlü yönetmen ve yapımcı Türker İnanoğlu’nun cenaze töreninde, İlyas Salman'ın Gülşen Bubikoğlu'na dediği cümleye baktığınızda çok önemli bir ifade yer alıyor. 'Sanat ölümü korkutmak içindir' diyor Salman orada."

Duruyor ve düşünüyor tekrar Yusuf abi. Çayından bir yudum daha alıyor. 

"Sanat ölümü korkutmak için. Ne güzel bir ifade değil mi? İşte Themos Kornaros'un Fırtına Çocukları ölümü korkutan bir yapıt bence. Hem romanın kendisi hem de romandaki karakterler öyle. Mesela romanda geçen sanat ile ilgili tartışmalar, 'ahırı okul yapın' diyen İngiliz zabitine baş eğmeyen yurtsever öğretmenler, partili cam işçileri, kurşuna dizilmeyi bekleyen insanlar... Her biri kitabı okumak için teşvik ediyor insanı. Ben şöyle bir not almışım mesela şu ufak kağıda. 'Kişioğlu her zaman değişebilir"

Gülümsüyor bitirince sözlerini ve göz kırpıyor. "Yeter mi bu kadar" dercesine. 

Çayından son yudumunu alırken "Bu kadar yeterli bence. Kitabı çok anlatırsak okunmuş sayılır belki. Çok anlatmayalım ki okunası bir yanı kalsın. Yunan halkı çok benziyor bize. Mesela biz 'boyun eğme' diyoruz, Yunan şair Ritsos 'Boyun eğmeyen ülkeye" yazmış şiirlerini. Çok ortak yanımız var.

Ama Yunan halkının en büyük marifeti verdikleri büyük direniş değil. Böyle dersek eksik kalır. Her halk az çok büyük direnişler göstermiştir tarihinde. Esas mevzu o mücadelelerin bugüne ne bıraktığı sanırım. İşte bu bir marifet. Bugüne devrettikleri mücadele deneyimi ve birikimi açısından kıskanabiliriz dostlarımızı. Bunda bir beis yok. Hadi ben kalktım. Sonraki söyleşide İran'dan bir şeyler konuşuruz. Orada da bilinmesi gereken fakat çok bilinmeyen bir isim var. Ona yakından bakarız" diyor. 

Sahaflar söyleşisine İran'da verilen önemli bir mücadeleyi ve önemli bir savunmanın hikayesiyle devam edeceğiz. Söyleşiye kitaptan bir bölümle son veriyoruz.

"Vahşi doğayı nasıl uysallaştıracaklarını öğrettiği insanların kalbinden şimdi o, son savaşı için yeni bir hamleye hazırlanıyordu. Daha sonra da yaşam için daha yetenekli, daha yiğit çocukların adını yazdıracak tarih­lere.

Karanlıkta yüreklerimiz gümbür gümbür ötmekte. Bu gümbürtüleri dinliyoruz. Bu gümbürtülerin di­linden anlıyoruz ve de ne demek istediklerini biliyoruz. Kanatlarını daha açabilmek, yeni gelen konuğu sığdıra­bilmek için bu yürekler daha geniş birer göğüs istiyor­lar."

Özkan Öztaş / soL-Kültür

Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşmasının ekonomi politiği ve jeopolitiği - Mustafa Durmuş / T24

 

Dünya Bankası’nın genel merkezinde şu slogan yazılıdır: “Yoksulluğun olmadığı bir dünya düşümüz var.” IMF’nin misyonu ise “kısa vadeli ekonomik istikrarsızlığı gidermek” olarak tanımlanır.

Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Dünya Bankası (WB) ile Türkiye arasında 2024-2028 yılları arasını kapsayan bir dönem için geçerli olmak üzere, 18 milyar dolarlık ek finansman anlaşması imzalandığını duyurdu. Bu anlaşma ile birlikte Dünya Bankası’nın Türkiye’ye sağlayacağı toplam kredi miktarı 35 milyar dolara yükselmiş oldu. (1) Bakan ayrıca bu hafta içinde ABD’de Uluslararası Para Fonu (IMF) yetkililerine Türkiye’de uygulanan ekonomi politikaları ile ilgili bir de sunum yapacak.

Yeniden Bretton Woods İkizlerinin kapısına mı gidiyoruz?

Bu noktada, öncelikle, sözde “IMF’ye borç veren ülke” konumundan, nasıl oldu da hem Uluslararası Para Fonu’ndan hem de Dünya Bankası’ndan (Bretton Woods İkizleri) yeni kredi alabilmek için çabalayan bir ülke olduk” sorusunun yanıtlanması gerekiyor.

Ayrıca, ana akım iktisat ideolojisinden kopamayan bazı yerli ekonomistler, yeterli olmasa da uzun vadeli kaynak girişi anlamında, Dünya Bankası kredilerindeki bu son gelişmeyi olumlu buluyor.

Biraz daha eleştirel bakan iktisatçılarsa, “Dünya Bankası kredilerinin hangi projelere yöneleceği”, “bu kredilerin ülkenin içinde bulunduğu ödemeler dengesi krizini aşmaya yardımcı olup olmayacağı” soruları üzerinde yoğunlaşıyorlar. Ana akım medya ve sosyal medyada ise konu sadece bu sınırlar içinde ele alınıyor.

Ödemeler dengesi krizi ve dış borç krizi bir arada

Kuşkusuz ki bu sorular çok önemli. Zira ülke ekonomisi ciddi bir ödemeler dengesi (ve dış borç) krizi riski ile karşı karşıya. 2023 yılı sonu itibarıyla 500 milyar doları olan dış borç stoku, döviz cinsinden iç borçlar ve KKM dâhil dövizli borçlarla birlikte toplamı 633 milyar doları buluyor. Vadesine 1 yıl kalmış özel sektör kısa vadeli dış borçları ve Hazine ve Merkez Bankası’nın kısa vadeli dış borçlarıyla birlikte bir yıl içinde ülkenin çevirmesi gereken borç miktarı 226 milyar doları buluyor. Merkez Bankası’nın net döviz rezervlerinin eksi 65 milyar dolar civarında olması durumu daha da kötüleştiriyor. (2) Yani mesele sadece bir döviz krizi ile sınırlı değil, dış borç geri ödeme krizi de (temerrüt) gündeme gelebilir. Yakın tarihte Yunanistan, Sri Lanka ve Arjantin bu tür bir borç temerrüdüne düştüğünden bu durum Türkiye için de geçerli olabilir.

İşte bu yüzden de özel finans piyasalarından yeni borç temin etmekte zorlanan, sıcak para girişleri de yeterli olmayan Türkiye’deki ekonomi yönetimi, denize düşenin yılana sarılması gibi, Dünya Bankası ve IMF kredilerine sarılmaya başladı.

Dünya Bankası kredileri projelere yönelik

Ancak 18 milyar dolarlık yeni Dünya Bankası kredi anlaşması ödemeler dengesi sorunlarını çözmeye yönelik bir anlaşma değil zira bu krediler, işin kuralı gereği, sadece adı önceden konulmuş olan özel ve kamusal projeler için kullanılabiliyor. Bu yüzden de Hazine ya da Merkez Bankası, bu kredileri kısa vadeli ödemeler dengesi ihtiyaçlarını karşılamak için kullanamaz. Diğer tür kredileri IMF veriyor ki bu konuda bir süredir IMF ile görüşmelerin yapıldığı tahmin ediliyor.

Kısaca, bu süreç böyle giderse bu yıl içinde IMF ile de büyük çapta bir kredi anlaşması (stand by) yapılması kaçınılmaz olabilir zira artan turizm gelirleri dışında ülkeye dönük ciddi bir döviz girişi yok. Yıllık 50 milyar dolar civarındaki turizm döviz geliri ise ancak cari açığın kapatılmasına yardımcı olabilir.

Diğer yandan bu iki kuruluştan sağlanacak krediler, verilecek siyasal tavizlerin dışında, ülkenin borç stokunu ve borç yükünü daha da artıracağı için hem kalkınma çabalarını geriletecek hem de ülke halklarının daha fazla yoksullaşmasıyla, temel bazı kamusal hizmetlerin budanmasıyla (kemer sıkma) ve halkın üzerindeki vergi yükünün artmasıyla sonuçlanacaktır.

Bu yüzden de, Dünya Bankası’nın (ve IMF’nin) kredilerinin ekonomi politik ve jeopolitik açılardan ele alınması ve Dünya Bankası ile yapılan son kredi anlaşmasının bu açılardan da analiz edilmesi gerekiyor.

Kredilerin ekonomi politik ve jeopolitik analizi

Dünya Bankası’nın genel merkezinde şu slogan yazılıdır: “Yoksulluğun olmadığı bir dünya düşümüz var.” IMF’nin misyonu ise “kısa vadeli ekonomik istikrarsızlığı gidermek” olarak tanımlanır. Yani ilki kalkınma sorununu (yanlış bir biçimde) yoksulluk sorununa indirgeyerek yoksullukla mücadeleyi, diğeri ise üye ülkelerin kısa vadeli ekonomik ve finansal istikrarsızlıklarla mücadelesine destek olmayı üstlenmiş durumdalar.

Misyonları yukarıdaki gibi açıklansa da, gerçekte bu iki örgüt, kuruluş yılı olan 1944 yılından bu yana, Güneyin azgelişmiş ekonomilerini emperyalist kapitalist sisteme bağlı tutmak ve Kuzeyin merkez ekonomilerinin sıklıkla içine düştüğü aşırı birikim (ve kâr oranlarının düşmesi biçimindeki) krizlerinin aşılması için çalıştı.

Bu nedenle de bu iki kuruluşun ortaya çıkışlarını, buna neden olan somut maddi ihtiyaçlar üzerinden (yani tarihsel maddeci bir bakış açısı ile) ele almak ve bu kuruluşlarla olan ilişkiyi teknik bir kredi alış verişi ilişkisinin ötesinde değerlendirmek gerekiyor.

Aşırı birikim ve kârlılık krizi

Kapitalizmin, özellikle de 1970’lerin ortalarından itibaren içine girdiği stagnasyon (uzun süreli durgunluk) nedeniyle, yeni değer yaratmakta ve kârlar üretmekte zorlandığı biliniyor.

Öyle ki, ulusal pazarlar doyduğunda, ekolojik tahribat sınırlarına ulaştığında ve böylece kaynaklar azaldığında ve sınıf karşıtlıkları büyük sınıf çatışmalarına dönüşmeye başladığında (reel ücret artışı talepleri, grevler gibi) sermayenin büyük kârlar elde etmesi zorlaşmaya başladı.

Bu durum bazı Marksist yazarlarca “aşırı birikim krizi” olarak adlandırlıyor. Böyle bir kriz ortaya çıktığında sermaye değer yitirmeye başlıyor, kârlı sermaye birikim süreci tıkanıyor. Bu da aşırı sermayenin bir şekilde azaltılmasını ve daha kârlı yatırımlara yönlendirilmesini gerekli kılıyor ki buna iktisat literatüründe “Sermayenin Demir Yasası” da deniliyor.

Aşırı birikim ve düşük kârlılık sorunu nasıl çözülüyor?

Kapitalizmin tarihi bize aşırı birikimin neden olduğu sorunların kabaca şu yollarla çözüldüğünü gösteriyor:

(i) Devletin geçici düzenlemeleri:  Yatırımlar, alt yapı, eğitim, ar-ge gibi sermayenin gelecekteki verimliliğini yükseltecek alanlara yönlendirilir (örneğin New Deal). Bu yol geçmişte iyi işledi ama servetin yeniden bölüşümünü gerektirdiğinden ve sermayenin getirisi gecikmeyle sağlandığından (daha uzun vadeli) günümüzde sermayedarlar arasında pek popüler değil. Günümüzde sermayedarlar sadece çok değil, aynı zamanda en hızlı biçimde kâr elde etme, buna karşılık maliyetleri kamuya yıkma peşindeler.

(ii) Petrol fiyatları küresel olarak düşürülür ya da göçmen emeğinin kullanılmasına izin verilerek üretim maliyetleri azaltılır. Keza kadınlar işgücüne daha fazla dâhil edilir.

(iii)  Emek ve meslek örgütleri ve işçi sendikaları zayıflatılır. Özelleştirmelerle yeni kârlı faaliyet alanları açılır (eğitim ve sağlıkta olduğu gibi).

(iv) Finansallaşma: Tüketici ya da uzun vadeli konut kredileri gibi sermayenin yöneleceği yeni kârlı alanlar açılır ya da kitleler kredi kartlarıyla borçlandırılmaya ve daha fazla tüketmeye teşvik edilirler.

(v) Mekânsal düzeltmeler: Daha sağlam bir yol ise (içerdeki emek örgütlerinin gücünü azaltacak bir biçimde) yurt dışında yeni yatırım ve üretim mekânları oluşturmak, yeni tüketim pazarları, yeni kredi pazarları ve ucuz ve örgütsüz işgücü bulmak gibi mekânsal düzeltme yoludur. (3)

Uluslararası kredilerin geriye dönüşlerinin garantörleri

İşte bu yolların (asıl olarak da bu mekânsal düzeltmenin) temel araçları tarihsel olarak, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) gibi uluslararası örgütler oldu. Böylece merkez ekonomiler 1970’lerin uzun süreli durgunluğundan biraz da bu örgütlerin faaliyetleriyle çıkabildiler. Çünkü özellikle de ilk iki örgüt, bol kredilerin garantili geri ödemeler ve yüksek faiz oranlarından çevre ülkelere satılmasına (bir kısmı da iyi koşullu kredi ya da uluslararası yardım yardım adı altında) yardımcı oldu.

Keza Dünya Bankası ve IMF, azgelişmiş ülkelerdeki ucuz ve örgütsüz emeği sömürebilmek için küresel çapta sanayi kaydırmalarını ve buna izin veren serbestleştirme ve Yapısal Uyarlama Politikalarını hayata geçirdi. Bunun sonucunda örneğin ABD dış yatırımları 10 trilyon dolardan fazla arttı ve 1990 yılında bu yatırımlardan sağlanan kâr içerde elde edilen kârın yüzde 80’ine ulaştı. Kısaca 1975-1990 döneminde ABD’li şirketlerin kârlılığı iki kattan fazla arttı (yüzde 5’ten yüzde 11’e çıktı). Keza Dünya Bankası ve IMF’nin desteklediği özelleştirmeler de kârlılığı artırdı. Öyle ki 1984-2012 döneminde sadece Dünya Bankası, azgelişmiş ülkelerde 2 trilyon dolardan fazla özelleştirilme yapılmasını sağladı. (4)

Soğuk Savaş dönemi yeni dünya düzeninin iki önemli örgütü

Bir başka anlatımla, emperyalist kapitalist sistemin ABD hegemonyası altında yeniden şekillendirilmesinde Dünya Bankası’na düşen görev; yollar, enerji santralleri, hava limanları gibi alt yapı projeleri için kredi sağlamaktı. Nitekim İkinci Dünya Savaşı sırasında büyük ölçüde tahrip edilen Avrupa’nın yeniden inşası kâr oranlarındaki azalmanın da restore edilmesine yardımcı oldu ve 1970’lerin başlarına kadar kapitalizmin ‘Altın Çağ’ adı verilen döneminin yaşanmasını sağladı.

Uluslararası Para Fonu ise, proje kredileri dışında kalan ve uluslararası finansal piyasalardan, kreditör ülkelerden ya da banker kuruluşlardan sağlanabilecek olan kredileri hangi ülkelerin alabileceğine karar vermek ve bu krediler karşılığında o ülkelere ulus ötesi şirketler ve başta ABD olmak üzere büyük kapitalist devletlerin ihtiyaçlarını karşılamaya dönük politikaları uygulatmakla görevlendirildi. Son dönemlerde ise, özellikle de 1990’lı yıllardan itibaren sıklaşan krizlerin sonucunda çökmeye başlayan uluslararası piyasaları kurtarabilmek için IMF, krizle baş başa kalan ülkelere kurtarma paketleri (bail-out) vermeye başladı. (5)

ABD asıl patron!

Kısaca Dünya Bankası ve IMF merkez ekonomilerin iktisadi güçlüklerinin ve iç çatışmalarının aşılarak azgelişmiş ülkelerin onlar için yeni emek ve doğa sömürüsü alanları ve sermaye birikimi kaynağı olmalarını sağlayan politikalarla, ulus ötesi şirketlere ve emperyalizme hizmet etti.

Bu yapılmasaydı iç pazar doygunluğu yüzünden ABD ve AB çok daha önceden ve çok daha sık krizlere girecekti. Bu nedenle her iki kurum da ABD devleti ve finans kapitali için son derece önemli. Her iki kurumda asıl söz sahibi olan da ABD’dir. Bu bağlamda ABD’nin onayı olmadan bu iki kuruluşun kredi vermesi genel olarak mümkün değil.

“Söz konusu olan emperyalist sermayenin çıkarlarıysa gerisi teferruattır”

Meselenin bir diğer boyutu da hem Dünya Bankası hem de IMF’nin kredi verirken, kredi verdiği ülkelerdeki hukukun üstünlüğü, insan hakları ya da demokrasiden uzaklaşma ve diktatörlüklere yönelme biçimindeki yönelimlere kulak asmaması, hatta böyle otoriter rejimleri destekliyor olmalarıdır.

Örneğin Dünya Bankası, son raporunda, hukukun üstünlüğünün yabancı yatırımcılar açısından çok önemli olduğunu kabul ederken, Türkiye’de hukukun üstünlüğünün olmadığı gerçeğini inkâr ediyor. (6)

Tüzüğe aykırılık

Tüzüğünün 4’ncü maddesinin 10’ncu fıkrasına aykırı olarak, Dünya Bankası (ve IMF), iç siyaseti etkilemek amacıyla ulus devletlere sistematik olarak borç verdiler.

Nitekim bu gerçeği ele alan bir bilimsel çalışmada sunulan örnekler (7), kredilerin elde edilmesinde büyük kapitalist güçlerin siyasi ve stratejik çıkarlarının belirleyici olduğunu ortaya koyuyor. Böyle güçlerin desteğine sahip rejimler, ekonomi politikaları resmi Uluslararası Finans Kurumu’nun kriterlerine uymasa ya da insan haklarına saygıda başarısız olsalar bile, mali yardım alabildiler. Öte yandan, emperyalist güçlere karşı duran halktan yana rejimlerse, bu kurumlar tarafından belirlenen ekonomik kriterlere uymadıkları bahanesiyle, bu kredilerden mahrum bırakıldılar.

İşin daha da kötüsü, bu iki örgütün bu politikaları, ‘Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle birlikte terk edilmek şöyle dursun, günümüze kadar devam etti. Bu kurumlar Muhammed Suharto'nun Endonezya’sını 1998’de iktidardan düşene kadar, Idriss Deby'nin Çad’ını günümüze kadar, Bin Ali'nin Tunus’unu 2011’de devrilene kadar, Mübarek'in Mısır’ını 2011’de devrilene kadar desteklediler ve şimdi de General El Sissi’yi destekliyorlar.

12 Eylül askeri diktatörlüğünün destekçisi Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu

Aslında örnekler açısından, çok uzağa gitmeye gerek yok. Dünya Bankası ve IMF’nin nasıl bir işleve sahip olduklarını anlayabilmek için Türkiye’de 12 Eylül askeri darbesi sonrasında bu iki kuruluşun ülkeye verdiği kredilerine bakmak yeterli.

Dünya Bankası'nın Türkiye’ye dönük stratejisi, 1972’de Filipinler'de F. Marcos ve 1973’te Şili'de A. Pinochet diktatörlüklerine karşı izlediği stratejiye benziyor. Bu noktada özellikle de jeopolitik nedenler belirleyici bir faktör zira Avrupa ve Asya arasında bir köprü konumundaki Türkiye, Orta Doğu satranç tahtasında önemli bir piyon konumunda. Dolayısıyla otoriter bir rejime tam destek vererek bu ülkeyi Washington’un çıkarlarına tabi kılmak gerekiyordu. Dünya Bankası, askeri liderlerle tam bir mutabakat içinde, ulus ötesi şirketlerin yatırımlarına kapıları sonuna kadar açan ve hem sendikaları hem de sol-sosyalist partileri ve örgütleri bastıran neo liberal ekonomi politikaları geliştirdi. Böyle politikalar Türkiye’nin ABD açısından önemini pekiştirdi.

Dünya Bankası tarihçileri bile bu gerçeği açıkça kabul ediyor: “Dönemin Dünya Bankası Başkanı ve küresel bir devlet adamı olan McNamara, Türkiye’nin jeopolitik önemini göremeyecek kadar kör değildi”. İran’da Şah’ın devrilmesinin ardından ABD düşmanı Molla Humeyni rejiminin kurulması karşısında Türkiye bir alternatif olarak desteklenmeliydi. Bunun için de ülke ekonomisi ve siyaseti istikrara kavuşturulmalıydı. Türkiye'deki 12 Eylül askeri darbesinin ABD’nin ve CIA’nın yardımlarıyla hazırlanmasının ardında yatan faktörlerden biri de işte bu İran faktörüdür. (8)

Türkiye prototip olarak kabul edildi

Dünya Bankası yöneticileri 12 Eylül askeri darbecilerini asla karşısına almadıkları gibi, darbecileri incitmeyen son derece nazik bir dil de kullandılar:

“Banka, Türk ordusuna iyi niyet atfetmek ve müdahalelerinden duyduğu hoşnutsuzluğu göstermekten kaçınmak için özel bir çaba sarf etti. Kurumun, 1980’de ordunun yönetime el koymasının Bankanın kredi verme niyetini ortadan kaldırmayacağı yönündeki resmi yorumları açık ve netti. Ayrıca Türkiye’ye uygulanan program kurumun yapısal uyum kredileri serisi için bir prototip de oluşturdu.” (9)

Bugün çok kutupluluğa doğru bir gidişatın söz konusu olduğu dünya konjonktüründe, Türkiye, özellikle de Ukrayna’nın Rusya tarafından işgali sonrasında, NATO ve ABD için Orta Doğu’ya ek olarak, Avrupa bölgesi için de son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip bir ülke.

Bu bağlamda, Dünya Bankası’nın Türkiye ile yeni bir kredi anlaşması yaptığı bir sırada İran ve İsrail arasında sıcak çatışmaların başlaması, tarihsel olarak Türkiye’nin bir kez daha batılı güç odakları nezdinde Orta Doğu’da önem kazanmasına neden olacak gibi görünüyor.

Bu durum IMF ile yapılacak olası bir stanby anlaşmasının hızlandırılmasıyla sonuçlanacaktır. Bu da kuşkusuz ciddi dış kaynağa sıkışmış olan ve giderek güç kaybeden AKP-MHP iktidar bloku için “Allah’ın lütfu” olarak görülebilecek bir gelişme olabilir.

Beş yılda beş yapısal uyum kredisi

1980’li yıllara tekrar dönersek, askeri cunta 1983 yılında siyasal iktidarı sivillere (sözde) devretti. Anavatan Partisi ilk seçimde iktidar oldu ve büyük sermayenin olduğu kadar Dünya Bankası’nın da makbul adamı olan Turgut Özal başbakan oldu. Ardından 1985 yılına kadar ülkeye Dünya Bankası beş yapısal uyum kredisi verdi. Dünya Bankası bu durumu 1989 yılında şöyle anlatıyordu: “Türkiye, Banka'nın müşterileri arasında en çarpıcı başarı öykülerinden birini temsil ediyor”.(10)

12 Eylül askeri darbesinin ardından aslında, OECD ülkeleri başta olmak üzere, emperyalist kapitalist sistemin tüm tarafları, iki taraflı kreditörler ülkede başlatılan neo liberal politikalara ciddi boyutlarda destek verdiler. Öyle ki bu destek dış borçlar konusunda iktidarı rahatlatırken, ödemeler bilançosu sorunlarını da hafifletti. OECD Yardım Konsorsiyumu aracılığıyla sağlanan dış borç desteği 1980–1985 döneminde 4,6 milyar dolara ulaştı. Bu, hem büyüklük hem de zamanlama açısından ekonomiyi çok rahatlatan bir durumdu. IMF-Dünya Bankası destekli imtiyazlı kredi sözleşmeleri ve benzeri uygulamalarla, en sıkıntılı 1980–1983 döneminde net dış tasarruf girişi 2 milyar dolar civarında oldu. (11)

Bu krediler karşılığında IMF, standart performans kriterlerini uygulatırken (faiz oranlarını serbest bırakılması, KİT‘lere verilen kredilere tavan konulması, yeni dış borç alım sözleşmelerine sınır konulması, özelleştirmeler, devalüasyon gibi döviz kuru düzenlemeleri). Dünya Bankası ise kamusal yatırımların rasyonalize edilmesi ve neo liberal dış ticaret politikaları konusunda çok ısrarcıydı.

Yılda 1 milyar dolara yakın kredi

Kısaca, Dünya Bankası askeri rejimi ve ardından gelen sözde demokratik rejimi yılda bir milyar dolara yakın kredilerle istikrarlı bir şekilde destekledi. IMF ise,darbenin birkaç ay öncesinde (Haziran 1980 tarihinde), Türkiye ile yeni bir standby anlaşması imzalamıştı. Bu anlaşma çok önemliydi çünkü üç yıllık ve 1,25 milyar SDR‘lik bir kredi sunumunu içeren bu anlaşma Türkiye‘nin kotasının yüzde 625 aşılması anlamına geliyordu. Aslında eski kullanımlarla beraber bu kota fiilen yüzde 870 aşılmıştı. Bu durum IMF tarihinde o ana kadar verilmiş en uygun taahhüttü ve daha önce benzeri görülmemişti. Öyle ki o dönemde benzer ekonomik sıkıntılar yaşayan diğer ülkelere bu kolaylıklar sağlanmadı. Nisan 1984‘te ise bu kez bir yıllık bir anlaşma daha yapıldı.

Kayırılan yarı askeri yönetim

Böylece, 1980–1985 döneminde askeri diktatörlük vesayetinde Türkiye‘de hayata geçirilen neo liberal politikalar, ödemeler bilançosu dengesizliklerini giderecek yönde Dünya Bankası ve IMF başta olmak üzere uluslararası kuruluşlardan ve kreditörlerden büyük desteklerin gelmesini sağladı.

Örneğin, Kazgan‘a göre, 24 Ocak Kararlarının uygulanmasıyla Türkiye‘ye 5 milyar dolar borç ertelemesi ve 9 milyar dolar taze kredi amaçlı olmak üzere büyük miktarda kaynak aktarıldı. Haggard ve Kaufman’a göre, 1978‘den sonra Türkiye‘nin yaklaşık 10 milyar dolarlık dış borcu yeniden yapılandırıldı ve 5,5 milyar dolarlık yeni borç OECD hükümetlerince müzakere edildi (1982’ye kadar ilave 3 milyar dolarlık yardım yapıldı). Bir diğer kaynağa göre, aslında finansal destek adı altında ülkeye olan net sermaye girişleri 1978 yılından itibaren başladı ve 1980’li yıllarda hızlanarak devam etti. 1978–1981 arasında bu tür desteklerin toplamı 12 milyar doları buldu. Bu desteklerde OECD konsorsiyumunun payı yüzde 29, iki taraflı devlet yardımlarının payı yüzde 26 ve başta Dünya Bankası ve IMF olmak üzere çok taraflı kuruluşların payı yüzde 22 oldu. Bunun dışında gizli para girişleri de söz konusuydu. (12)

Sonuç: Borç sadece borç değildir!

Dış borçları sadece borç ya da zamanı geldiğinde faizleriyle birlikte ödenecek bir teknik finansman anlaşması olarak görmek bizi yanıltır. Maalesef bugünlerde Dünya Bankası ile yapılan kredi anlaşması genelde bu şekilde ele alınıyor ve kendilerini “muhalif” olarak tanımlayan bazı ekonomistler bile ekonominin ihtiyaçları çerçevesinde bunu destekliyorlar.

Oysa dış borçların (kredilerin), ister özel banker kuruluşlar, isterse Dünya Bankası ve IMF tarafından verilsinler, bir tür yeni sömürgecilik biçimidir. Tarihte Osmanlı’nın son dönemlerindeki Duyun-u Umumiye İdaresi bunun en somut örneğidir. Yine dış borçlar hem küresel hem de ülkedeki yoksulluğun nedenlerinden biridir.

Ayrıca az gelişmiş ülkelerin dış borçlarının büyük bir kısmı diktatörler döneminde ya da Türkiye’de olduğu gibi neo liberal siyasal İslamcı AKP iktidarları tarafından alınmış borçlardır. Nitekim 2003 yılında dış borç stokunun 130 milyar dolardan bugün 500 milyar dolara çıkmış olması bunun bir kanıtıdır. Üstelik bu süreçte onlarca milyar dolar tutarında faiz ödenmiştir.

Kaldı ki ne 1980’li yıllarda bu borçlar karşılığında ülkeye dayatılan ekonomi politikaları ülkeyi ekonomik istikrara kavuşturup, kalkınmasını sağlamış ne de toplumsal refahı yükseltmiştir. Bu nedenle de bugün Dünya Bankası ve IMF’den sağlanacak kredilerin de ülkedeki oligarşiyi ayakta tutmak, AKP-MHP iktidar blokuna can suyu olmak ve alacaklı kreditör kuruluşların alacaklarını garantilemek dışında Türkiye ekonomisine ve toplumuna her hangi bir faydası olmayacaktır.

Çünkü borçlu azgelişmiş ülkelerin otokratları ülke halklarını yoksullaştıran dış borçlar kendilerini zenginleştirdiği için, borçların geri ödenmesine karşı çıkmazlar, hatta bu borçların ortağı gibi işlev görürler.

Daha bağımsız davranabilen halktan yana hükümetlerse İran, Guatemala, Kongo ve Şili’de olduğu gibi borçlar inkâr edildiğinde devreye askeri darbeler girdiğinden,  bu borçları geri ödemeyi reddedemezler.  Ayrıca dış borçların reddedilmesi doğrudan yabancı yatırımlarının ülkeden çıkışı ve ekonominin krize girmesiyle de sonuçlanabilir.

Keza Dünya Bankası ve IMF ile ilişkileri emperyalist-kapitalist sistemle olan ilişkilerden bağımsız ilişkilermiş gibi, yani sadece finansman ihtiyacının karşılanması olarak görmek de çok büyük bir yanılgıdır.

Zira günümüzdeki emperyalist hegemonya özünde iktisadidir ve bu dünya piyasalarının ulus ötesi şirketler tarafından ele geçirilmesiyle, uluslararası finansal kuruluşlarla ve yoğun bir askeri güçle muhafaza ediliyor. Gerektiğinde emperyalizm, kapitalist piyasaları koruyabilmek için, askeri olarak da müdahale ediyor. Hızla gelişen teknoloji, büyük ölçekli sanayiler ve devasa bir finansal gücü barındıran ulus ötesi şirketler ve büyük kapitalist ulus devletler dünyanın kaderini belirliyor. Kapitalizmin krizlerinden çıkabilmek ve iktidarlarını ve kârlarını koruyabilmek için de dünyanın değişik kısımlarını savaşa sürüklemek hakkını da kendilerinde görüyor.

Emperyalist sermaye bu bağlamda Dünya Bankası, IMF (ve DTÖ’yü), kendi sınıfsal çıkarlarına hizmet eden trendleri ve dünya ekonomisinde hali hazırda yerleşmiş süreçleri daha da güçlendirmek için kullanıyor.

Hem Dünya Bankası hem de IMF sapkın ya da şeytani kurumlar olmasalar da izledikleri politikalar özerk politikalar değil. Bu kuruluşlar, özellikle ABD’li olmak üzere finans kapitalin araçları konumunda. Politikaları neo liberalizmin mantığının bir ifadesi ve daha ziyade kapitalizmin mevcut evresindeki nesnel trendlere ve eğilimlere hizmet ediyor. Kapitalist ulus devletleri, Dünya Bankası ve IMF’yi neo liberal programları izlemeye zorlayan şey ise emperyalist kapitalist sistem. Bu iki kuruluş emperyalist kapitalist sistemin bürokratik metaforları konumundalar.

Yani, Dünya Bankası ve IMF’nin, emperyalizmin güçlü birer enstrümanı olarak yarı ya da yeni sömürge dünyanın ekonomik ve politik kontrolünün sürdürülmesinde kullanıldığını görmek gerekiyor. Bu bağlamda, örneğin krediler karşılığında Türkiye’ye dayatılacak olan ‘Yapısal Uyarlama Politikaları’ emperyalist kapitalist sistemin ülkeyi yönetmede kullandığı politik bir şantajdır.

Ayrıca bir bütün olarak, bu yapısal uyarlama politikaları azgelişmiş ülkeleri borç ödeme makinelerine dönüştürürken, dünyanın en zengin bankaları ve kurumları için de kolay kazanılan kârlar yaratıyor.

Temmuz 2024’te Dünya Bankası ve IMF 80 yaşında olacak. Bu kuruluşlar, esasta, bunca yıldır azgelişmiş ülkelere finansal yeni sömürgecilik ve borç geri ödemesi adına kemer sıkma politikalarının dayatıyorlar.

Son olarak, dış borçlar asla etik bir konu değildir. Borç verenlerin dayattığı ekonomi politikalarının da borç alan ekonomileri ve ülkeleri kurtardığına tanık olunmamıştır. Aksine Dünya Bankası ve IMF tarafından sağlanan krediler sadece alıcı ülkelerin borcunu artırıyor. Bu yüzden de ülke halklarını yoksullaştıran, özellikle de otokratik rejimleri korumaya ve savaşları desteklemeye dönük olarak alınan dış borçların geri ödemesi (en azından faizleri) reddedilmelidir.

Mustafa Durmuş / T24


Dip notlar:

(1) https://www.cumhuriyet.com.tr/ekonomi/kredi-anlasmasi-mujde-diye-sunuldu-bu-para-nereye-harcanacak (11 Nisan 2024).

(2) Hazine ve Maliye Bakanlığı ve TCMB verileri

(3) Jason Hickel, The Divide, A Brief Guide to Global Inequality and its Solutions,Windmill Books, 2017, s. 167-172.

(4) Agk.

(5) Mustafa Durmuş, IMF Üzerine Söyleşi – Gelenek, sayı 110 (Mart 2010), s. 63-89.

(6) World Bank ECA Economic Update Spring 2024, Unleashing the Power of the Private Sector, worldbank.org (April 2024).

(7) Eric Toussaint, “World Bank and IMF support to dictatorships”, https://www.cadtm.org/World-Bank-and-IMF-support-to-dictatorships (6 March 2024) .

(8) Kapur, Devesh, Lewis, John P., Webb, Richard, The World Bank, Its First Half Century, Volume 1: History, Brookings Institution Press,Washington, D.C., not 62, s. 549.

(9) Agk, s. 547.

(10) Agk, s. 550.

(11) Merih Celasun and Dani Rodrik,Turkey, Developing Country Debt and Economic Performance, Volume 3: Country Studies - Indonesia, Korea, Philippines, Turkey, Jeffrey D. Sachsand Susan M. Collins, (der.), University of Chicago Press, Chicago and London. http://www.nber.org,

(12) Mustafa Durmuş, “12 Eylül Askeri Darbesinin Ekonomi Politiği”, Memleket Siyaset Yönetim Dergisi, Cilt 6 Sayı 15, 2011/15, s. 128-129.

14 Nisan 2024 Pazar

Kemer, Kızılbük olmasın: Seçim bitti, orman yağması başladı + ANET’i yöneten eski AKP'li yeni CHP Kepez başkanının seçim vaadi teleferikmiş (Yusuf Yavuz-soL)

 

Kemer, Kızılbük olmasın: Seçim bitti, orman yağması başladı 

Beydağları Sahil Milli Parkı içerisindeki Hazineye ait orman arazisinde seçimlerden önce başlatılan ancak tepkiler üzerine ara verilen ağaç kesme ve yol çalışmaları yeniden hızlandı.

Antalya Kemer’de Milli Park’ta ağaç kesimine başlanması tepki çekti. Beydağları Sahil Milli Parkı sınırlarında yer alan Çalış Tepesi’ndeki ağaç kıyımının durdurulması için imza kampanyası başlatılırken, alanda otel projesi başlatılacağı öne sürüldü. Söz konusu parsellerin bulunduğu arazide "Fransız Tatil Köyü" olarak bilinen Clup Med yer alıyordu. Üst kullanım hakkı turizm amacıyla tahsisli olan araziyi Nisan 2023’te devralan Özak GYO, burada bir otel projesi planlıyor. Devirle birlikte Hazineye ait olan orman parselinin üst kullanım hakkı 2068 yılına kadar Özak GYO şirketinin.

Antalya Kemer'de "Fransız Tatil Köyü" olarak bilinen Club Med’in sırtlarındaki ormanlık alanda seçim öncesi başlayan çalışmayla yüzlerce ağaç kesilerek yollar açıldı. Sessiz sedasız yürütülen ve ilçede tepki çelen çalışmayla ilgili seçimlere sayılı günler kala yereldeki siyasiler ve başkan adayları arka arkaya açıklamalar yaparak konuyla ilgili tepkilerini ortaya koymuştu. Arazideki yol çalışması sırasında arkeolojik kalıntılar ortaya çıkınca çalışmalar durdurulmuştu.

Seçim bitti, iş makineleri yeniden ormana girdi

Ancak seçimlerin ardından kimi kutlama yapan kimi ise seçim yenilgisinin muhasebesiyle meşgul olan siyasiler gündelik telaşlarına geri dönerken Çalıştepe’deki ormanlık alanda yeniden iş makinelerinin görülmesi endişe yarattı.

                             Kemer'deki Çalıştepe'de seçim sonrası yeniden iş makineleri görüldü

Ağaç kesimi yapılan bölge, Beydağları Sahil Milli Parkı sınırları içerisinde bulunan 1086 nolu 7 milyon metrekarenin üzerinde bir orman parseli. Söz konusu parselin içerisinde İdyros antik kenti kalıntılarını içeren ait arkeolojik sitler de bulunuyor. Ayrıca 1917 yılında Fransız savaş gemisi Paris II.’nin Topçu Yüzbaşı Mustafa Ertuğrul Aker tarafından batırıldığı Kocaburun da bu bölgede yer alıyor.

Seçim öncesinde ilçede tartışma konusu oldu

Aralık 2022’de söz konusu parseldeki arkeolojik sit sınırları güncellendi. Bu işlemden yaklaşık 3 ay sonra ise bugün ağaç kesimi yapılan ormanlık bölgeyi kapsayan alanla ilgili imar planı değişikliği yapıldı. İmar planına göre söz konusu arazi 'otel ve tatil köyü alanı' olarak ayrıldı ve Mart 2023'te askıya çıkarıldı. Aralık 2023’ten sonra adım adım başlayan arazi çalışmaları, yerel seçimlere sayılı günler kala Kemer’de yerel halkın ve siyasetin tartışma konusu olmuştu.

Arazi 2068’e kadar Özak GYO'nun

1969'da Fransız oteller zinciri Club Med'e tahsis edilen arazide Antalya’nın ilk tatil köyü olarak anılan ve orman dokusuna çok zarar vermeyen turistik işletme faaliyete açıldı. 49 Yıllığına turizme tahsisli olan arazinin üs kullanım hakkı, yaklaşık 668 milyon lira bedelle Nisan 2023’te iş insanı Ahmet Akbalık'ın Yönetim Kurulu Başkanı olduğu Özak Gayrimenkul A.Ş'ye devredildi. Devirle birlikte Hazineye ait olan orman parselinin üst kullanım hakkı 2068 yılına kadar Özak GYO şirketinin oldu.

                       Arazinin bulunduğu bölge Ayışığı Koyu olarak bilinen koyun güneybatısında yer alıyor

Devirden sonra 3 ay içinde 300 milyonluk değer artışı

Özak şirketi, orman parseli içindeki 396 bin metrekarelik Hazine'ye ait arazinin üst kullanım hakkının güncel rayiç bedelini tespit ettirmek için Haziran 2023'de bir değerleme raporu hazırlattı. Söz konusu rapora göre arazi için KDV dâhil 947 milyon 192 bin 400 lira üst kullanım hakkı bedeli tespit edildi. Nisan 2023 tarihinde 667 milyon liralık bedel üzerinden gerçekleşen devir işleminin üzerinden geçen üç aylık süre içinde yaklaşık 300 milyon liralık bir değer artışının olması, kamu arazileri üzerinden elde edilen rantın boyutunu da gözler önüne seriyor.

Yaklaşık 400 bin metrekarelik alanda 5 yıldızlı otel yapılacak

Özak GYO’nun söz konusu arazide yeni bir 5 yıldızlı otel projesini hayata geçireceği belirtiliyor. Şirketin resmi internet sayfasında proje hakkında şu bilgilere yer veriliyor: “Antalya İli Kemer İlçesi sınırları içerisinde yer alan ve toplam 396 bin 140 metrekare büyüklüğündeki proje alanında 5 yıldızlı resort otel projesi geliştirilmesi planlanmaktadır. Projelendirme çalışmaları devam etmektedir. Söz konusu alan için üst hakkı kurulmuş ve tapu senedi düzenlenmiştir.”

                 Marmaris Kızılbük'teki otel ve devremülk projesi milli parkta betonlaşmaya yol açtı

Milli Parkta ağaç kıyımına karşı imza kampanyası başlatıldı

Marmaris’teki milli park arazisindeki Kızılbük koyunda gündeme gelen devasa beton kütleli otel ve devre mülk projesinden sonra Kemer’deki Çalıştepe’nin de Kızılbük olmasını istemeyen yöre halkı konuyla ilgili tepkilerini sosyal medyadan duyurdu. Ağaç kesimi ve düzenleme çalışmalarının iptali için başlatılan imza kampanyası metninde ise özetle şöyle denildi: “Kemer Sahil Milli Parkı'nda Çalış tepesi mevkii otel alanı için Özak GYO’ya verilen tahsis  ve devam eden ağaç kesimi benim içimi parçalıyor. Bu durumun sadece benim değil, tüm doğaseverlerin de endişe kaynağı olduğunu biliyorum. Kemer'deki bu milli park, Türkiye'nin en önemli doğal miraslarından biridir. Yüzlerce farklı bitki ve hayvan türüne ev sahipliği yapar. Ancak otel inşaatının devam etmesi ile birlikte bölgedeki yaban keçilerini kafeslerle topladılar bunun yanı sıra kızılçam ormanlarını kesmeye devam ediyorlar. Buna izin vermeye devam edersek, bu canlıların ve bizim yaşama alanlarını yok edecekler. Bu nedenle sizden yardım istiyorum. Bu tahsisatın durdurulmasını ve ağaç kesiminin sonlandırılmasını talep ediyoruz. Doğayla uyumlu turizm uygulamalarının teşvik edildiği bir dünya istiyoruz.”                

                                                            /././

ANET’i yöneten eski AKP'li yeni CHP Kepez başkanının seçim vaadi teleferikmiş

2017’de Tünektepe’deki teleferik işletmesinin bağlı olduğu ANET’i 5 yıl boyunca yöneten Kocagöz’ün seçim çalışmaları sırasında Kepez’e de bir teleferik yapmayı vaat ettiği ortaya çıktı.

Antalya’nın Konyaaltı ilçesinde bulunan Sarısu-Tünektepe arasındaki teleferik hattında yaşanan kaza bayramı yasa boğdu.

Teleferik direğinin devrilmesi sonucu yaşanan kazada düşen kabinde 1 vatandaş yaşamını yitirdi. Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek, gece boyunca süren kurtarma çalışmalarının ardından yaptığı açıklamada saat 10.00 itibari ile 16 kabindeki 128 vatandaşın tahliye edildiğini, 8 kabindeki tahliye çalışmalarının ise devam ettiğini belirtti.

Kazanın ardından, teleferiği işleten Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden ANET’in 2019-2023 arası yöneticiliğini yapan Kepez Belediye Başkanı Mesut Kocagöz’e yönelik eleştiriler gündeme geldi. CHP’den Kepez Belediye Başkanı seçilen Kocagöz’ün seçim vaatleri arasında ‘Teleferik Kepez’ adını taşıyan bir projesi olduğu da ortaya çıktı.

                                Kazanın ardından kurtarma çalışmaları gece boyunca sürdü.

‘Ayaklarınız yerden kesilecek' sloganıyla 2017'de açıldı

Antalya Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden ANET A.Ş’nin işlettiği Tünektepe tesisleri ve teleferik, kazanın ardından yeniden tartışma konusu oldu. Dönemin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı AKP’li Menderes Türel tarafından Şubat 2017’de ‘Ayaklarınız yerden kesilecek’ sloganıyla hizmete açılan teleferik, ‘Türkiye’nin en ucuz teleferiği’ olarak duyurulmuştu.

                                      AKP’li Menderes Türel tarafından Şubat 2017’de açılmıştı.

Genel müdür AKP’den CHP’ye geçmişti

Kazanın ardından ANET’in son 5 yıldır genel müdürlüğünü ve Yönetim Kurulu Başkanlığı’nı yapan Mesut Kocagöz eleştirilerin hedefinde. 31 Mart yerel seçimlerinde CHP’den Kepez ilçesine aday gösterilen Kocagöz, seçimleri kazanarak belediye başkanı seçildi.

Yaklaşık 5 yıl ANET’i yöneten Kocagöz, 31 Mart yerel seçimlerinden CHP’den Kepez Belediye Başkanı seçildi. Kocagöz, 2004-2014 arasında AKP’nin yönettiği Kepez Belediyesi’nde Başkan Yardımcılığı görevini yapmıştı.

AKP’den kovulunca CHP'ye geçti: 2019'da ANET'in başına geçti

Mesut Kocagöz, 2004-2014 döneminde AKP’nin yönettiği Kepez Belediyesi’nde Başkan Yardımcılığı, 2014-2019 dönemindeyse yine AKP’den Kepez ve Büyükşehir Belediye Meclis Üyeliği yapmıştı.

2019’daki yerel seçimlere iki ay kalan dönemin Antalya Büyükşehir Belediye Başkanı Menderes Türel tarafından “bir süreden beri parti disiplinine, siyasi ilke ve nezakete aykırı başka siyasi partiler ile görüşmeler yaptığı” iddiaları üzerine tüm görevlerinden alındığı duyurulan Kocagöz, AKP’den ihraç edilince CHP’ye geçti.

2019 yerel seçimlerinde CHP’den birinci sıradan meclis üyesi adayı yapılan Kocagöz, Muhittin Böcek’in belediye başkanlığını kazandığı seçimlerin ardından ANET’in başına getirildi ve Böcek’in katılmadığı toplantılarda Büyükşehir Meclisini yönetti.

Kocagöz döneminde ZıpZıp Park da sökülerek taşındı

Kocagöz’ün başında olduğu dönemde Antalya’daki ZıpZıp Park da pandemiden sonra aylarca kapalı kalmış, ardındansa Mart 2022’de yapılan milyonlarca liralık ihale ile sökülerek Kumluca’ya taşınmıştı.

                                   ZıpZıp Park, Otogar yanındaki alandan sökülerek taşındı.

Başkan seçildiği Kepez'de de vaat etmiş

Son beş yıldır ANET’in Yönetim Kurulu Başkanlığını ve Genel Müdürlüğü’nü yürüten Kocagöz’ün yerel seçimlerde Kepez ilçesine de bir teleferik vaadinde bulunduğu ortaya çıktı. ‘Teleferik Kepez’ adındaki projenin tanıtım videosunda, “Teleferik projemizle hem gezi hem de ulaşım amaçlı panoramik bir yolculuk sunacağız. Antalya manzarasının büyüleyici görüntüsüyle Kepez’in değerine değer katacağız” ifadelerine yer veriliyor.

Mesut Kocagöz 5 yıl boyunca ANET'i yönetirken yerel seçimlerde CHP'den Kepez ilçesinde başkan adayı gösterildi ve seçimi kazandı. Kocagöz'ün seçim vaatleri arasında teleferik projesi de vardı.

Kocagöz: Kazadan dolayı çok üzgünüz

Tünektepe’deki kazanın ardından sosyal medya hesabından bir açıklama yapan Kepez Belediye Başkanı CHP’li Mesut Kocagöz, “Tünektepe Teleferik Tesisleri'nde yaşanan kazadan dolayı çok üzgünüz. Antalya Valiliğimiz başkanlığında Antalya Büyükşehir Belediyemiz, AFAD, Sahil Güvenlik, JAK, Emniyet ve Sağlık Bakanlığı UMKE ekipleri ile Tünektepe Teleferik Tesisleri'nde meydana gelen kazaya müdahale ediyoruz. Çalışmalarımızı özverili bir şekilde sürdürüyoruz. Hayatını kaybeden vatandaşımıza Allah’tan rahmet, yaralılarımıza da acil şifalar diliyorum. Her vatandaşımız sağ salim kabinlerden indirilene kadar buradayız. Antalya’mıza geçmiş olsun” dedi.

Saral: Mesut Bey'in halka özür ve açıklama borcu var

Kaza ile ilgili olarak eleştirilerin odağında olan Kocagöz’le ilgili Cumhurbaşkanı Başdanışmanı ve Cumhurbaşkanlığı Yerel Yönetim Politikaları Kurulu Üyesi Oktay Saral da bir açıklama yaptı.

Saral, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, “Bugün gerçekleşen teleferik faciasındaki sorumlu firmanın Antalya Büyükşehir Belediyesi'nin şirketi olan ANET A.Ş'nin Yönetim Kurulu Başkanlığı ve Genel Müdürlüğü'nü Kepez Belediye Başkanı seçilen CHP’li Mesut Kocagöz'ün yaptığı anlaşılıyor. Şubat bakımları yapıldığı açıklanırken, Kepez’de seçim çalışması yürüten Mesut Bey’in bu halka bir özür ve açıklama borcu var. Şayet eğer bir ihmal söz konusu ise yargıdan önce kendisi vicdanı ile bir hesaplaşmaya girmeli. Vatandaşlarımızın canı her türlü seçim çalışmasının üzerindedir” ifadelerine yer verdi.

                                                 Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Saral'ın paylaşımı

(Yusuf Yavuz - soL)