16 Nisan 2024 Salı

Cemaate satmışlar (İsmail Arı) + Lüks ve şatafat AKP’yi karıştırdı (Birgün)

 Cemaate satmışlar (İsmail Arı) 

AKP döneminde Çekmeköy Belediyesi’nin, Süleymancılar Cemaati’ne arazi sattığı ortaya çıktı. Cemaat, ormanın ortasındaki araziye özel okul inşa etmiş.

                                                                 Fotoğraf: İsabet Okulları

Kamuda örgütlendiği bilinen cemaatlerin başında gelen, Süleymancılar Cemaati’nin İstanbul’da Çekmeköy ormanının ortasına inşa ettiği özel okulun ayrıntıları ortaya çıktı. Süleymancıların Cemaati’nin en fazla gelir sağlığı kurumlarının başında İsabet Okulları geliyor.

Bu okul zincirinin ülke genelinde tam 44 şubesi bulunuyor.

İsabet Okulları’nın 44 şubesinden biri ise Çekmeköy ilçesinde, ormanın ortasında yer alıyor. BirGün’ün edindiği bilgilere göre, ormanın ortasındaki arazi Çekmeköy Belediyesi’ne aitti. Ancak iki ayrı parsel halindeki arazi, AKP’li Ahmet Poyraz’ın belediye başkanlığı döneminde, Süleymancılar Cemaati’ne bağlı “Yoksullara Yardım Derneği’ne” satıldı. Araziyi 2010 yılında satın alan cemaat ise kısa süre sonra özel okul inşa etti.

Orman Genel Müdürlüğü’nden yapılan açıklamada ise özel okulun çevresinin “Çekmeköy Devlet Ormanı” ile çevrili olduğu ifade edilerek, “Özel okulun bulunduğu parseller, devlet ormanı olmayan özel mülkiyet parselleridir. Bu parsellerin çevresi Çekmeköy Devlet Ormanı ile çevrilidir” denildi. Yerel seçimde CHP’ye geçen Çekmeköy Belediyesi, AKP döneminde Süleymancılar Cemaati ile yakın ilişki içindeydi.

Belediyenin 2020 Yılı Faaliyet Raporu’nun, “Tahsis ve Devirler” başlıklı bölümünde, Mimar Sinan Mahallesi’ndeki “Sosyal kültürel tesis alanının” Süleymancılar Cemaati’ne bağlı Türkiye Eğitim ve Kültür Derneği’ne tahsis edildiği belirtilmişti. Araziye inşa edilen bina “Uğurlar Yüksek Öğretim Erkek Öğrenci” adı altında kullanırken yurt yetkilileri, “Süleyman Hilmi Tuna Hazretleri’ne bağlıyız” diye açıklama yapmıştı.

Lüks ve şatafat AKP’yi karıştırdı (Birgün)

Seçim sonrası moral bozukluğunu üzerinden atamayan AKP’liler halkın gözüne soktukları zenginliğin paylaşılmasından rahatsız oldu. Kimi habere erişim engeli getirdi kimi Erdoğan’ı ‘uyarmaya’ çalıştı. Asıl israf ise günlük harcaması rekorlar kıran Saray’da yaşanıyor.

                                  Bilal Erdoğan’ın da yer aldığı habere erişim engeli getirildi.

31 Mart seçimleri 22 yıllık AKP iktidarının yoksul bıraktığı milyonlardan yediği en sert tokat oldu. Saray’ın rekor harcamaları dudak uçuklatırken krizin ağır yükünü sırtında taşımak zorunda bırakılan halk, geçim derdiyle boğuşurken kendilerinden sabır dileyenlerin lüks ve şatafat içindeki yaşamlarını derinden hissetti.

Seçim boyunca yer sofralarında oturan, yoksul aile ziyaretlerini ihmal etmeyen, öğrenci evlerinde iftar açan AKP’lilerin maskesi çabuk düştü. Her biri birer kibir abidesine dönüşen AKP’lilerin kimi Maldivler’den tatil fotoğrafını kimi Monaco Yat Kulübü’nde ıstakoz ziyafetini paylaştı. Kimi de tatilden dönen yurttaşlar için “aç Türkler” ifadelerini kullandı. Seçim sonrası morali bozulan, motivasyonu ortadan kalkan AKP’liler halkın gözüne soktukları zenginlik ve şatafatın paylaşılmasından da rahatsız oldular.

Son bir haftada yaşananları hatırlayalım;

• Bilal Erdoğan ile beraber Kırgızistan’da kuzu çevirme partisi yaptığı ortaya çıkan Murat Teksöz Gazeteci Bahadır Özgür’ün haberine erişim engeli getirtti. Gazeteci Bahadır Özgür erişim engelini sosyal medya hesabından ‘‘Bilal Erdoğan ile beraber Kırgızistan’da kuzu çevirme partisi yapan, el konulan şirketlere atanan kayyumların ihalesiyle zenginleşen ve en sonunda sahibi olduğu teknoloji şirketi, tarım şirketine dönüşüp borsaya açılan Murat Teksöz, hakkındaki her habere erişim engeli aldırdı’’ ifadeleriyle duyurdu.

• Vatandaş ekonomik kriz içinde yaşam savaşı verirken AKP İzmir Milletvekili Şebnem Bursalı’nın Monaco’ya gidip yediği ıstakozun fotoğrafını paylaşması kamuoyunun büyük tepkisini çekerken AKP’yi de karıştırdı. AKP Hatay Milletvekili Abdulkadir Özel, Bursalı’ya tepki göstererek, ‘‘Hem halktan, sokaktan kopuk hem de yediğini, gezdiğini paylaşacak kadar görgüsüz’’ dedi. AKP’li Mücahit Birinci de sosyal medya hesabından açıklama yaparak “Herkes kendine gelsin! Ya da bu partiden defolup gitsin! Yeter.’’ ifadelerini kullandı. Açıklama yapan Bursalı ise Antalya’daki teleferik faciasını unutturmak isteyenlerin olayı çarpıttığını iddia etti.

• Istakoz krizinin ardından bu kez de son seçimi CHP’li adaya karşı kaybeden Sındırgı’nın eski belediye başkanı Ekrem Yavaş’ın paylaşımı gündem oldu. Belediye başkanı seçilemeyen Yavaş, bayram tatilinden dönen yurttaşları hedef aldı. Sosyal medya hesabından tatil dönüşü oluşan araç kuyruğunu paylaşan AKP’li Yavaş, “Çekilin. Aç Türkler tatilden geliyor” diye yazdı. Yavaş, tepkilerin ardından paylaşımını sildi.

AKP’li başkan adayı seçilemeyince "Aç Türkler tatilden geliyor" yazdı.
                                 AKP’li başkan adayı seçilemeyince "Aç Türkler tatilden geliyor" yazdı.

• AKP Çankırı Milletvekili ve 31 Mart Yerel Seçimleri’nde AKP Çankırı Belediye Başkan adayı olan Hüseyin Filiz’in tatile gittiği Maldivler’den paylaşımı da gündem oldu. Filiz sosyal medya hesabı üzerinden yaptığı paylaşımda, ‘‘Maldivler güzel ama torunlarla başka güzel. Torunlarım Hüseyin, Ömer, Hülya Minel ve Alisa’’ notu düştü. Filiz’in tatil fotoğrafından önce sosyal medya hesabındaki son paylaşımı ise ‘‘Kadir Gecesi’’ mesajı olmuştu. Açıklama yapan Filiz, kendisini eleştirenlere tepki gösterdi. Sosyal medyada ‘‘Belediyeyi MHP’ye kaptıran Filiz, üzüntüsünü gidermek ve teselli bulmak için Maldivler’e gitmiş olabilir’’ yorumları yapıldı.

• Bayramlaşmak için CHP heyetini ziyaret eden AKP’lilerin ekonomik krize ilişkin sözleri dikkat çekti. AKP heyetinin başındaki MKYK Üyesi Hasan Sert “Sadece Türkiye’nin değil, tüm dünyanın ekonomik olarak zor bir dönemden geçtiğini savundu. Sert, “Bu noktada halkın tabanının sıkıntılarını görüp çözüm getirmemiz gerekiyor” dedi.

***

‘Sallanan parmağı kır’

Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın eski metin yazarı Aydın Ünal, Erdoğan’ın Başdanışmanı Mehmet Uçum’un ifadelerine dikkat çekerek “Külliyeden sallanan parmağı kır” ifadesini kullandı. Ünal, aynı zamanda AKP Milletvekili Şebnem Bursalı’nın ıstakoz paylaşımına da tepki gösterdi. Ünal, Yeni Şafak’taki son yazısında ‘‘Erdoğan, acımasız davranır, çeteleşmeleri, gruplaşmaları dağıtır, lejyonerlerden, asalaklardan mahalleyi temizler, samimiyeti, tevazuu yeniden egemen kılarsa, özgürlükçü ve kucaklayıcı dili yeniden inşa ederse, örneğin Külliye’den kibirle sallanan parmakları kırarsa, örneğin Monako’dan ıstakoz fotosu paylaşan sızıntılarla hesaplaşırsa dindarları yeniden kazanabilecektir’’ İfadelerini kaydetti.

‘İşte size Türkiye Yüzyılı’

Son bir yılda dana eti fiyatındaki artış oranı yüzde 83,4’e ulaştı. Bu oran kuzu etinde ise yüzde 118’i buldu. Ete 3 aylık zam yüzde 40’a dayandı. CHP Ankara Milletvekili Deniz Demir, “Dünyada gıda enflasyonu düşerken bizde et fiyatları son bir yılda yüzde 100’ün üzerinde artış gösterdi. Vatandaş etin tadını unuttu” dedi. Demir, “AKP Türkiye’sinde kendilerine yat limanlarında ıstakoz, vatandaşa ise açlık ve sefalet düştü. Tüm bunlar olurken ise AKP’li belediye başkan adayları Maldivler’de tatilde! İşte Türkiye Yüzyılı!” ifadelerini kullandı.

Asıl israf Saray’da

İsraf, lüks ve şatafatla gündeme gelen Saray için 2024, 2025 ve 2026 yıllarında sırasıyla 12 milyar 283 milyon TL, 24 milyar 840 milyon TL ve 16 milyar 740 milyon TL ödenek öngörülmüştü. Buna göre Cumhurbaşkanlığı bütçesi 2024 yılında Saray’ın günlük maliyeti 33 milyon liradan fazla oldu. 40 saniyede bir asgari ücret harcaması yapılıyor.

(Birgün)



Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 16 Nisan 2024 -

 

Almanları soyan çete (Murat Ağırel)

“HAVALA” kitabımda gün yüzüne çıkmamış ilginç olaylar var. Bunlardan birine dikkat çekmek istiyorum. Bu olayda İzmir merkezli bir çetenin çağrı merkezi sistemi kurarak emekli Almanları nasıl dolandırdığı ortaya çıkıyor. 

Havala, bankacılık sistemi dışında gerçekleştirilen kayıt dışı bir para transfer yöntemi. Genellikle “Havaladar” denilen kuryeler kullanılarak döviz büroları ve kuyumcular üzerinden yürütülüyor. Sistem içerisindeki bir kuyumcuya gittiğinizde alacağınız ya da göndereceğiniz para, kuyumcualıcı-satıcı arasında olan bir şifre karşılığında size veriliyor ya da sizden alınıp aktarılıyor. Bu aktarma işini de Havaladar denen taşıyıcılar yapıyor. Para ne sisteme giriyor ne de dijital ortamda takip edilebiliyor. Hele bir de getirilen para için “Nereden buldun” sorusu sorulmayan Türkiye gibi ülkeler varsa orası Havala cenneti oluyor. Bu iş tamamen karaparanın taşınması, aklanması ve uyuşturucu gibi suç paralarının güvenle saklanmasını sağlıyor. İşte bu yüzden son yıllarda Türkiye’de mantar gibi çeteler baronlar ortaya çıkmış durumda. İzmir’deki çağrı merkezi dolandırıcılığı da bunun örneklerinden biri.

Gelin kitapta da yer alan film gibi olayı anlatayım...

Havala’daki kişilerin İzmir’deki çağrı merkezlerini kullanarak yüzlerce yaşlı Alman vatandaşını “sahte polis” dolandırıcılığıyla yüz milyonlarca dolar dolandırdığı anlaşılıyor. Bu sistemin başında olanlar Amar Sun ve Halit Demir... Türk ve Alman polisi işbirliğiyle sahte çağrı merkezi örgütü kıskıvrak yakalanıyor.

Operasyon, Almanya’nın Bremen kentinde bir kişinin, polis karakoluna gitmesiyle başlıyor. Doğrudan polise, “Benden aldığınız altınlar ne oldu? Geri vermediniz” diyor. Ne olduğuna şaşıran Alman polisi, kısa süre sonra gerçek durumu öğreniyor. Kendilerini polis olarak tanıtan birileri, “Sizin mahallede hırsız yakaladık. Hırsızın üzerinde sizin adres bilgileriniz vardı. Bu hırsızın iki arkadaşı kaçak durumda. Sizin eve girebilirler. Altın ve paranız varsa korumaya almamız lazım” diyerek Almanı dolandırmış. Sonradan anlaşılıyor ki ülke genelinde böyle benzer çok şikâyet var. Polisin yaptığı incelemede, dolandırıcıların İzmir’den aradıkları tespit ediliyor. 

Almanya’daki soruşturma evrakında Halit Demir’in, Türk-Lübnanlı “Saado” örgütünün bir üyesi olduğu belirtiliyor. Sosyal medyada lüks yaşantısını sergilemekten kaçınmadığı da görülüyor. Halit Demir, işlediği suçlar nedeniyle Almanya Sauerland’den memleketi Türkiye’ye sınır dışı ediliyor.

Türkiye’ye gelince de çektiği videolarında süper gangster gibi davrandığı anlaşılıyor. Kendisine “Papa Kralle” adını veriyor. Halbuki kardeşiyle birlikte İzmir’deki çağrı merkezi aracılığıyla Almanya’daki binlerce emekliyi dolandırıyor.

Soruşturma evrakında bir ses kaydının deşifresi de paylaşılıyor. Demir’in çetesi, hırsız olduğu iddia edilen kişiler hakkında ihbarda bulunarak yakındaki istasyona isimsiz bir çağrı yapıyor. Bayan B’nin ise devriyenin ihbar üzerine evinin önünden geçtiğinden haberi olmaması işlerin dolandırıcıların istediği gibi gitmesini sağlıyor. Yaşlı kadın yavaş yavaş istenen tüm bilgileri veriyor. Kurban hiçbir şeyden şüphelenmiyor.

Sonuçta dolandırıcılar, polis acil durum numarası 110’u yerel alan kodundan sonra ekrana koymak için sahtekârca bir yazılım kullanıyor. Halbuki bütün iş İzmir’den yürütülüyor. Yaşlı kadının tüm birikimini de bir çantaya koydurarak sahte polislere teslim etmesini sağlıyor.

Böyle sadece bir örnek yok. Münih, Stuttgart, Hannover, Kiel, Köln, Düsseldorf... Her yerde dolandırıcılar Türk çağrı merkezleri aracılığıyla yaşlı Almanları kandırıyor. Müfettişler örgüt üyelerini belirlemeyi başarıyorlar. Bazen 20 bin Avro kadar oluyor bazen milyonlarca.

Operasyonda şüphelilerin ev ve işyerlerinde yapılan aramalarda yaklaşık 1.5 milyon Avro, 200 bin dolar, 150 bine yakın TL, 5 kilograma yakın altın bulunuyor. El koyulanların toplam değerinin 500 milyon dolar olduğu belirtiliyor. Şüpheliler hakkında hazırlanan 181 sayfalık iddianamede, 25 Alman vatandaşı, mağdur sıfatıyla yer alırken 24 farklı eyleme yer veriliyor.

Kırmızı Kedi Yayınevi’nden çıkan HAVALA kitabımda bu ve bunun gibi daha birçok olayı gerçek kişiler, olaylar ve fotoğraflarla anlatıyorum.

İyi okumalar...

                                                             /././

Uzatmalı bayram tatilimiz bitti...(Şükran Soner)

Doğrusu yerel seçimlerin, seçmenden gelen dip dalgası ile, biraz olsun nefes alabilme umudu, coşkusundan kaynaklanan sokaklara taşma dürtümüz egemendi. Gerçeğinde en yüksek oranlı çoğunluğun geleneksel bayramlarda yapmayı çok sevdikleri, büyük aileleri ile birlikte doğdukları yerlerde buluşabilme alışkanlıklarına yılların ağır yoksullaşması engeldi. Çoğunluğun başta en kalabalık İstanbul olmak üzere yaşadıkları yerlerde kalma zorunluluklarının yansımalarını, bayramın ilk günü sonrasında, sokakların, toplu taşıma araçlarının istif gibi dolup taşması ile tanıklık ettik.

Yaşadığı kentin sahillerini ancak belediyelerin ücretsiz taşımacılık kararı ile görebilenlerimizin bir bölümü, saatlerle bekleseler de binebilecekleri vapur gibi araçlara ulaşamadıklarından birazcık düş kırıklığına uğramış olsalar da ilk kez görebildiklerinin keyfini çıkarmaya çalışırlarken uzanan kameralar kaşısında mutluluklarını paylaştılar. Yollarda yine istatistiklerle ölümlü kazalar, Antalya’da can yakan teleferik kazası...

En ürkütücüsü Ortadoğu üzerinden yeniden dünyanın gündemine giren savaş tamtamlarının, dünya ölçeğinde ürkütücü İsrail bombardımanları odaklı yükselen can kayıpları, katlanan katliamlar üzerinden acılar, açlıkla buluşan ölümcül görüntülerden kaçma dürtüsü. Dünden başlamak üzere, hemen yaşamımıza yansıyacak, yeni daha da devleşeceği anlaşılan yaşam karabasanından kaçış.

Bir yandan da elde avuçta ne kalmışsa, çocukların harçlıklarından, emeklilerin ellerindeki avuçlarındakini uçurup götüren, bir top dondurmanın 50 liraya çıkmış olmasıyla yüzleşmelerin şaşkın görüntüleri...

Ağaçların çiçek açtığı güneşli havada, derin nefes alabilmenin keyfinin tadı damağımızda kaldı... 

                                                ***

Dünün haberlerinde kaçınılmaz olarak İsrail-İran gerilimi dünyanın, elbette ülkemizin gündeminde zirvede. Bu kadar geniş çaplı bir yangının çıkarılabileceğine inanmak istemesek de ekonomiye, kaçınılmaz olarak yaşamımıza yansımalarının ilk verileri, piyasalardaki etkilerinin çarpıcı sonuçlarına her yeni haberlerle yeni veriler eklenmekte. Gazze’de en büyük acıları yaşyan, bedelleri ödeyenlerin kaygıları en derini.

Yaşayarak öğrendikleri gerçekleri özetlerlerken silahla sorunlarının çözülmesinin söz konusu olamayacağının gerçeğini dünyaya duyurmaya çabalıyorlar. Yeni çıkarılan her savaşın, ateşle çözüme ulaşma çabalarının en çok kendilerinin canlarını yaktığının altını çiziyorlar. Uçurumun eşiğinden dönülmesi, siyasal çözüm üretilmesi çabaları için dünyaya, insanlığa çığlıkla seslerini duyurma çabalarına, dünyanın emperyal güç odaklarının kulaklarının tıkalı olduğu ortada. Kirli savaşların satranç oyunlarının oyuncuları kirlilik yarışmalarından ne beklenebilir ki?

Silahlı çatışmaların, oynanan emperyal savaş oyunlarının, tek kazananları, emperyal ülkelerin silah üretimi, ticareti, satışları üzerinden yeniden hızla daha da zenginleşmeleri değil mi?

Kimin kirli elleri, kimlere uzanıyor? Uzmanlar, her anın olayları üzerinden olasılıkları doğru açıklayabilmeye dönük ne kadar çırpınırlarsa çırpınsınlar. Sonuçlarını çok daha çarpıcı, yaşamlarımıza ateş gibi çarpan sonuçları ile çok çabuk öğrenmeye başlıyoruz. Piyasalardan dünya çapında elbette en darda olanlar, bizler için de en çarpıcı, can yakıcı sonuçlarının örnekleri hızla, pıtrak gibi peş peşe geliveriyor. Borsamızdaki ilk veriler bile şimdiden çok can yakıcı, göstergeleri ile karşımıza çıkıveriyor..

(Cumhuriyet)

soL KÖŞEBAŞI - 16 Nisan 2024 -

Avrupa’dan demokrasi manzaraları: Filistin konferansı yasak, nükleer misilleme hazır (Çağdaş Gökbel)

Artık solun liberal tonlarına bile tahammüllerinin kalmadığı görünüyor. (...) Öyleyse işimizi yapacak, Türkiye’deki yoksul ve reklamlara boğularak aldatılmaya çalışılan insanımıza gerçeği anlatacağız.

Bir Avrupa efsanesidir gidiyor. İnanılmaz derecedeki derinliğiyle hepimizi büyüleyen tablolar, okurken küçük dilimizi yuttuğumuz filozoflar vs. Geçtiğimiz hafta kaleme aldığım yazıya tam bu noktada önemli bir not düşmek isterim. Okuma pratiğimiz zayıfladıkça ve eğitim biraz daha piyasanın insafına bırakıldıkça insanlığın düşünsel beceri (buna dikkat eksikliği dahil) ve kabiliyetleri biraz daha kararıyor. Demek ki bir aydınlanma çağında değil, kesif bir karanlık çağdayız. Ve bu karanlığın kaynağı, aydınlığın kaynağı sandığımız Avrupa ve onun büyük koruyucusu Atlantik cephesi. Seveni ya da sevmeyeni bir yana, hedefimizi biraz daha belirginleştirelim ve estetiğin şevkine kapılmadan müphemliğin sis perdesini aralayalım. Kimle kavga ediyoruz? Reşat Nuri Güntekin’in eserlerinde tiksintiyle resmettiği yarı aydınlanmış adamla. O, “Ah! Övropa! Ah Övrapa! Orada işler böyle değil caaaanııımmm!” diyen ve hiçte azımsanmayacak sayıda olan, katiline meftunlar çetesiyle yüzyıllar süren bir kavga veriyoruz. Bu kavga aydınlanmayı, sosyalizmi, cumhuriyeti ve insanlığa dair şeylerin dışlanması değildir. Sadece şu önemli nokta atlanmamalı, ‘aydınlanma’ diye ifade edilen dönemin içinde emperyalizme çalışmış ve karanlığı örgütlemiş pek çok filozof görünümlü profesyonel zihin ve beden katili olduğu unutulmamalı.

Şimdi, bu perspektiften hareketle Avrupa’da gazetecilik yapmaya devam edenlere dair bir not düşelim. Baskıcı ve zorba yönetimden (ki bu gazeteciler için kimsenin tartışamayacağı bir gerçek) uzaklaşıp görece daha özgür bir ülkede gazetecilik mücadelesi vermeye çalışmak, insani bir refleks ve bu eylemi koruyan hukuk kuralları Avrupa’daki faşizmin gölgesinde bir bir yıkılıyor. Demek ki çanlar tüm insanlık için çalıyor. Bu çalan çanların bir gün kişisel konfor alanımızı sarsmayacağını düşünenlere diyecek bir şey yok; kolay gelsin.
Yurt dışına göç eden bu cefakâr gazetecilerimizin adeta bir bağımlılık ve bir tutkuya benzeyen bir konfor alanı var. Türkiye ve Erdoğan. Ülkelerinden çıkıp refah ve demokrasiye kavuşanların ‘güzel Almanya ya da Avrupa’ temalı pek çok haberine denk geldim. Hatta çıtayı biraz daha düşürürsek ‘Almanya’daki market fiyatları et, süt, yumurta fiyatlarını’ karşılaştıran haberlere tahammül etmek zorunda kaldık. Demek ki gazeteciler ülkelerindeki alışkanlıklarını koruyarak göç etmişler. Bu alışkanlık piyasa düzeni tarafından inşa edilmiş bir davranış biçimi ve gazeteci paranın kokusunu binlerce mil uzaktan alabilen bir ‘av hayvanıdır’.

Şimdi, bu yazı vesilesiyle okurlarıma kişisel bir rapor sunabilirim. Gazeteciler yaptıkları haber, röportaj ya da yazdıkları köşe yazılarıyla okurlarına seslenir ve ulaşır. Bazen bu işleri biraz daha anlaşılır kılabilmek için sorumlu oldukları okurlarına (toplumlarına) hesap vermelidir. soL Haber ile ilk bağlantıyı kurduğumda çalışmak ve yazmak istediğim alanlara dair bir çerçeve çizdim. Artık İrlanda’da yaşadığıma göre, İrlanda işçi sınıfının sorunlarını anlatan yazılar, haberler ve röportajlar yapacaktım. Bununla birlikte kişisel uzmanlık alanım olan ‘iletişim bilimleri’ hakkında da yazmak istediğimi söyledim ve kabul edildi. O günden bugüne bu çerçevenin dışına elimden geldiği kadarıyla çıkmamaya çalıştım. İrlanda’da konut krizi, siyasal krizler ve yaşam maliyeti krizini yazdım. Hem de sürekli İrlanda’nın ne kadar güzel bir ülke olduğu, dil okulları ve Avrupa merkezli Türkçe yayın yapan kanalların haber görünümlü reklamlarına rağmen, madalyonun gösterilmeyen yüzünü göstermeye çalıştık. Bir kişi olarak işten arta kalan zamanlarda soL Haber ekibiyle birlikte okurlar için elimizden geleni yaptık...

Yurt dışında yaşayan gazetecilere şu söz çok tatsız geliyor: “Oradan konuşmak kolay! Türkiye’ye akıl vermeyin” Eğer gazeteci salt haber yapmıyorsa bu çok haklı bir tepki. Evet, buradan 'Erdoğan diktası!' diye bağırmak kolay. Maalesef göç etmek zorunda kalan gazetecilerin aşağıda maddeler halinde sıralayacağım haberlerini okuyamıyoruz. Hem de sermaye kanallarının artık Avrupa’da muhabir istihdam etmediği bir zamanda. Böyle bir zamanda bu bilgilere daha çok ihtiyaç duyarken mahrum kalıyoruz.

  • Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde (Almanya, İsviçre, Hollanda, İngiltere) işçi sınıfının yaşam koşulları nedir?
  • Avrupa gerçekten Türkiye’de pazarlandığı gibi zenginliğin taştığı bir refah diyarı mı, yoksa sömürünün bilimsel yöntemlerle profesyonelleştiği bir köle pazarı mı?
  • Üçüncü Dünya Savaşı’nın eşiğindeyken bu ülkeler savaşı ne kadar kışkırtmaktadır?
  • Ukrayna savaşı başlar başlamaz ortaya çıkan baskıcı eğilimlerin, göçmen Rus toplumu üzerindeki etkisi nedir?
  • İsrail’in soykırımına, bu Avrupa ülkeleri hangi yollardan ve nasıl destek vermektedir?

Gazeteciliğe dair bu soruları sonsuza dek uzatmak mümkün. Bu sorulara cevap arayan insanlar olduğunu biliyorum. Ancak popüler göçmenlerimizin ilgi alanlarına bir türlü bu sorular girmiyor. Almanya’da gerçekleşmesi planlanan Filistin konferansı korkunç baskılarla yaptırılmadı. Almanya, Türkiye’yi kıskanıyor diyebilir miyiz? İfade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede anayasa var mıdır? Eski Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis1 ve Kârdan Önce İnsan hareketi (People Before Profit) Dublin Milletvekili Richard Boyd Barrett2 konferansa karşı estirilen terör yüzünden Filistin için düzenlenen bu konferansa katılamadılar ve planlanan konuşmalarını yapamadılar. Evet, göç eden gazetecilerimizin zahmet olmazsa konfor alanlarını terk edip, Avrupa’da artık vites atan bu ‘demokrasi karşıtı’ eylemleri yazmalarının zamanı gelmedi mi?

Türkiye’nin İsrail ile yaptığı ticarete haklı olarak ses yükseltiyor ve öfkeleniyoruz. Peki, demokratik Almanya ne durumda ve oraya göç etmiş gazeteciler neden bu havadisleri bize aktarmıyor? Türkiye’de yaşayan ve önemli bir yazı kaleme alan Yiğit Günay’dan takip edelim: “Fakat Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine göre İsrail’e giden silah sistemlerinin yüzde 95’ini ABD ve Almanya sağlıyor. İki ülkede de yönetimler radikal derecede İsrail yanlısı, fakat kamuoyunda bu tutuma büyük tepki var”.3 

Gazeteci hâlâ gazeteci ise eğer, konfor alanlarında keyif çatmak bizim işimiz olamaz. Bazen biraz soluklanmak ve konfor aramak ayıp değil, eğer konfor alanına sığınılacaksa o kişinin artık başka bir mesleği yapması ne ayıp ne de utanılacak bir şeydir. Ancak mesleği sürdürüp, “Ah Avrupa, ne kadar demokratik, ne kadar özgür!” demeye devam ederse bu en hafif tabirle ayıp. Avrupa’da ince duvarlar bir bir yıkılıyor ve evet mevzu ifade özgürlüğüne kadar gelmiş durumda. Artık solun liberal tonlarına bile tahammüllerinin kalmadığı görünüyor. ‘Savaşı desteklemiyorsa, herkesi ezin geçin!’ mevzusuna kadar gelmiş durumdalar. Öyleyse işimizi yapacak ve Türkiye’de yaşayan yoksul ve reklamlara boğularak aldatılmaya çalışılan insanımıza gerçeği anlatacağız.

Tüm bunlardan elbette şöyle bir çıkarım yapılmamalı. Metin Cihan gibi gazeteciler gerçekten önemli haberler aktardı ve bunlar çok kıymetli. Tüm bu haberler yapılırken şu dengenin kaybolmasına izin vermemeliyiz: Türkiye, İsrail ile ticaret yaparken demokrasinin ve insan haklarının merkezi olan Avrupa’da toptan bunun karşısında yer alıyor. Evet, Avrupa’daki bazı ülkeler Filistin mücadelesine İslam coğrafyasındaki ülkelere göre daha fazla destek veriyormuş gibi görünebilir. Yine de İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin sonsuz ve sınırsız desteği olmasa İsrail bir soykırıma kalkışabilir miydi? Son İran saldırısında İsrail’i korumak için kim gururla tüm savaş makinesini seferber etti? Yazıyı tamamlarken İngiltere’den bir haber daha verelim. İşçi Partisi lideri Keir Starmer, iktidara gelmeleri durumunda silahlanma bütçesini arttıracaklarını ve İngiltere’nin nükleer caydırıcılığına önem verdiklerini söyledi. İngiltere’de bu nükleer caydırıcılığın adı ‘Trident Nükleer Silah Sistemi’. Özetle bu sistem, İngiltere’ye nükleer bir saldırı yapıldığında nasıl misilleme yapılacağına ilişkin prosedürleri belirliyor.4 Nükleer silahların ve topyekûn yıkımın konuşulduğu muhteşem demokrasi İngiltere’den siyaset manzaraları böyle. Starmer, tahmin ettiğimiz gibi iktidara gelmesi durumunda geçmişte olduğu gibi Tory’lere parmak ısırtır derecede agresif bir savaş kabinesi kurabilir. İşte, İşçi Partisi’nden dört başı mamur bir düzen partisi yaratan bu sihirli düzene demokrasi ve özgürlük diyoruz.

                                                                                   /././
Seçimler sonrasında ekonomi (Oğuz Oyan)
"Sermaye iktidarı elini gösterdi, artık her şeyi daha açık oynayacak. Emekçi halk kesimleri buna 31 Mart’ta güçlü bir tepki verdi. Ama şimdi bununla yetinme zamanı değil, el yükseltme zamanı!"

Seçimler sonrasında AKP ekonomi yönetiminin sırtındaki tüm siyasi kısıtlardan kurtularak davranacağını yazmıştık. Hemen herkesin öngörüsü de bu yöndeydi. Seçimlerden iki hafta geçtikten sonra hangi noktadayız? MB Başkanının 5 Nisan tarihli mektubu, 14 Nisan gecesi İran’dan İsrail’e misilleme, 15 Nisan’da açıklanan ilk üç ayın bütçe gerçekleşmesinin 503 milyar TL’yi aşan büyük açıklara işaret etmesi ve gene aynı tarihte TCMB bilançosunun ağırlıklı olarak KKM kaynaklı 818 milyar TL gibi rekor bir zararla bağlanması gibi önemli gelişmeler bu iki haftaya damgasını vurdu.

Merkez Bankası Başkanı'nın Mektubu 

Erdoğan ve AKP yönetimi yerel seçim yenilgisini hazmetme sürecini yaşarken ekonomi yönetimi hiç vakit yitirmeden sahnede yerini almıştı: MB Başkanı’nın “yürütmeye” yazdığı kapsamlı mektubu, Haziran 2023’ten itibaren girilen ortodoks politikalardan sapma olmayacağının teyit ederken çizgi dışına çıkmaya heves edebileceklere de şimdiden ayar vermekteydi. Bu mektubun normalde Hükümete karşı yazılması gerekirdi. Ama ortada bir hükümet olmadığı için, asıl muhatap tek seçilmiş yürütme organı olan Cumhurbaşkanından başkası değildir. Görüntüde mektup sanki Hazine ve Maliye Bakanı’na yazılmış gibidir. Ama bakanlar birer yüksek memurdan/devlet sekreterinden başka bir şey değildir. 

Gene görüntüde mektup MB Başkanının bağımsız girişimiyle yazılmış gibidir; ama işin aslında mektubu kaleme alanlar Şimşek-Karahan ikilisidir (dikte ettiren Şimşek ile arkasındaki iç ve dış sermaye güçleridir). Tıpkı IMF’ye verilen niyet mektuplarının IMF’nin de dahli ile yazılıyor olması gibi, iki tarafın ortak metni söz konusudur. Mektubun muhatabı kuşkusuz Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanlığı bürokrasisi ile diğer bakanlardır öncelikle; ama mektup aynı zamanda uluslararası finans çevrelerine yönelik bir taahhüt belgesidir. (Kuşkusuz yerel sermaye de bu vesileyle hedeflenmiş olmaktadır). M. Şimşek’in bu aralar sık sık “kimse kapıma gelip bir şey istemesin” tarzı beyanatları esas olarak diğer bakanları ve AKP milletvekillerini ve belediyelerini kastetmektedir ama Cumhurbaşkanlığı üzerinden gelebilecek büyük bütçeli talepleri buna dahil etmek gerekir. Sıkı maliye politikalarını aksatabilecek bazı ek sermaye taleplerini dahi içerdiği düşünülebilir; ama elbette kamu maliyesinin sermaye lehine şekillendirilmiş gelir ve harcama yapılarına ilişilmesi gündem dışıdır. Mali olanaklar bu denli kısıtlanmıştır. Başka bir çıkış olmadığına Erdoğan’ın da ikna edildiği anlaşılmaktadır. Öyle olmasaydı, seçimden önce kesenin ağzının emekliler lehine biraz olsun açılması sağlanırdı.

MB Başkanının mektubunun dayanağı, 1211 sayılı TCMB Kanunu’nun 42. Maddesidir. Buna göre, MB başkanları yılda iki kez yürütmeye mektup yazarak enflasyon (yani TL’nin değerinin korunması) hedeflerine ulaşılıp ulaşılmadığını, sapma varsa bunun nedenlerini açıklamak ve yılda iki kez de TBMM Bütçe Komisyonu’na aynı çerçevede brifing vermek durumundadırlar. MB’nin kendisinin belirleyeceği sıklıkla kamuoyunu raporlarla bilgilendirme yükümlülüğü de bulunmaktadır. TCMB bu raporlarını her üç ayda bir yayınlamaktadır. Dolayısıyla yılda sekiz kez TCMB üzerinden kamuoyuna yansıyan açıklamalar yapılmış olmaktadır. Ortada bir rapor/açıklama enflasyonu olduğu görülmektedir ama bu mektuplar, brifingler, raporlar vasıtasıyla gerçekler ne ölçüde dile getirilmiş olmaktadır? İşte burada ciddi sıkıntılar vardır. 
5 Nisan Mektubu da bunun istisnası değildir.

5 Nisan Mektubunun Anatomisi

Mektup, 2023 yılı için enflasyon hedefinden sapmanın nedenlerini “açıklayarak” başlıyor. Bunu daha önce görsel medyada Prof. Aziz Konukman da sorguladı: Hangi hedef esas alınarak sapma açıklanacak? Orta Vadeli Program’ın (2023-2025) 2023 yılsonu TÜFE hedefi yüzde 24,9 idi; ama 2023’ün son çeyreğindeki MB raporu üçüncü çeyreğin sonunda (Eylül dahil) TÜFE’nin yüzde 61,53 olduğunu tespit ettikten sonra yılsonu hedefini yüzde 65 olarak revize etmişti; gerçekleşme ise yüzde 64,77 oldu! Eğer 2 Kasım 2023’teki MB hedefi alınırsa, enflasyon hedefinden hiç sapma çıkmayacaktır.  Nitekim mektupta şöyle deniliyor: “2023 sonundaki yüzde 64,8 enflasyonu, yılın son enflasyon raporunda paylaşılan tahmin aralığının orta noktasına yakın gerçekleşmiştir”. Eh maşallah, o zaman “sapma” üzerine bir açıklama yapmaya ne gerek vardı? Neden kendinizi yoruyorsunuz ki? Ama asıl açıklanması ve hesap verilmesi gereken sapma, yüzde 24,9 ile yüzde 64,77 arasındaki 2,5 katı aşan sapmadır. Bu mektup bunun yapmadığına göre baştan itibaren kusurludur ve aldatmacaya dayalıdır.

Mektubun çarpıtmaları ve bilinçli eksikleri bununla sınırlı değildir. “2023 enflasyonunun hedef etrafında konulan belirsizlik aralığının belirgin şekilde üzerinde gerçekleştiği…” tespiti yapılması umut verici bulunabilirse de 2023’ün ilk yarısında enflasyonun yıllık bazda aşağıya gitmesini açıklarken, ‘baz etkisine ek olarak, döviz kurundaki yatay seyir, buna bağlı olarak düşen yabancı para cinsi ithalat fiyatları ve enerji sübvansiyonlarının etkisiyle Haziran’da yüzde 38,2’ye kadar gerilemiştir’ ifadelerine başvurulması, bir açıklama değil perdeleme amacını taşımaktadır. Döviz kurundaki yatay seyir neye bağlıydı peki? Hani nerede asıl sebep olarak büyük gelir transferlerine yol açan KKM uygulaması TCMB rezervlerini eriterek kura müdahale politikası? Ve seçim kazanmaya yönelik olarak kurgulanan akla ziyan tüm diğer para ve kredi politikaları?

İşin daha eğlenceli tarafları da var. Mektup şöyle devam ediyor: “Diğer taraftan, 2023’ün ilk yarısında kredi büyümesi, ücret güncellemeleri ve hane halkına yapılan transferler enflasyon üzerinde talep yönlü unsurların etkisini belirgin hale getirmiştir”. Ama burada büyük bir sorun var: Yılın ilk yarısında ücret artışlarına ve genişleyici kredi ve maliye politikalarına rağmen enflasyon düşüyor! Yani ortodoks neoliberallerin “ücret artışları=enflasyon artışı” denklemi çöküyor! Üstelik tam tersine 2023’ün ikinci yarısında ortodoks politikalara dönüşle birlikte enflasyon sıçrıyor! Elbette bunu şöyle açıklayabilirlerdi: İlk yarıda yapay yollarla enflasyon düşürüldü, ikinci yarıda bunlar sürdürülemezdi ve gerçekçi politikalara dönüldü! Gerçi bu da tartışılır ama sorun şu ki bunu böyle açıklamıyorlar çünkü geçmiş uygulamaları açıktan eleştiremiyorlar ve rapor büyük bir çelişkiye düşmüş oluyor. Dolayısıyla şöyle bir durum var: Hem Eylül 2021 sonrasında hem de Haziran 2023 sonrasında enflasyonun sıçratılmasında -farklı politikalara ve farklı nedenlere bağlı olarak- aynı iktidar sorumlu oluyor.

Tabii “yılın ilk yarısında gerileyen enflasyonun ikinci yarısında artmasına zemin hazırlayan” başka gelişmelere de yer vermek zorunda hissediliyor. Şubat depremleri ve bunun sözde yol açtığı “kamu maliyesi ve enflasyon üzerindeki baskıları” da bunların başına yazılıyor! Oysa ek bütçenin büyük bölümü depremlere ayrılmayacak, deprem-enflasyon ilişkisi ise kurulamayacak kadar zayıf olacaktır. Buna karşılık, yılın ikinci yarısında döviz kuru üzerindeki baskının kalkması, çığrından çıkmaya başlayan bütçe açıklarını sınırlamak için devletin yönettiği/yönlendirdiği fiyatların önemli ölçüde serbest bırakılması, özellikle akaryakıt fiyatlarının yukarı gitmesi, KDV ve ÖTV’de oran/miktar artışları enflasyonu asıl azdıran nedenler olarak öne çıkmaktadır ama bunlara mektupta yer verilmemektedir. Temmuz 2023-Haziran 2024 döneminde enflasyondaki şiddetli artışın (en azından bu bir yıllık dönemde) ücretleri aşındırmanın güçlü bir aracı olarak kullanıldığını da elbette bu mektupta göremeyeceksiniz. 

Sermayeye toz kondurulamaz

Gene bu mektupta, tıpkı önceki mektup ve raporlarda olduğu gibi, tarım/gıda fiyatlarındaki artışın genel fiyatlar düzeyindeki ortalama artışın çok üzerinde gerçekleştiğine; dünyada tarım fiyatları gerilerken Türkiye’de neden bu denli yüksek artışlara konu olduğuna dair bir açıklama da bulamayacaksınız. Özellikle de bunun tarımsal desteklerin çok güdük kalmasından, tarımsal katma değerin sadece yüzde 4’ü kadar bir tarımsal destekleme yapılmasından ileri geldiğine; kooperatif örgütlenmeden yoksun üreticinin çok uluslu tekellerin kontrolündeki girdi fiyatları ve satış piyasalarındaki tekelleşme karşısında çaresiz kaldığından, bütün bunların fiyatları yukarı çektiğinden bahsedildiğini göremezsiniz. 

“Fiyatlama davranışının bozulması” gibi sözde nötr ve teknik kavramlar arkasına sığınan ifadelerden, enflasyonun arkasındaki gerçek nedeni yani tekelci fiyatlama davranışlarını sezip çıkarmak olanaksızdır, çünkü düzen sermayenin düzenidir ve ona toz kondurulamaz.

Mektupta “asgari ücretin yılda bir kez arttırılması” talebinin bir Merkez Bankası Başkanınca siyasi iradeye iletilmesi de yakışıksızdır ve çizginin aşılmasıdır. Aslında bu da bize bu mektubun asıl yazarının Hazine ve Maliye Bakanı olduğunu bir kez daha teyit etmektedir bir bakıma. 

Sonuç olarak bu mektupla OVP (2024-2026) hedefleri bir kez daha vurgulanmış olmaktadır. Bu mektup ve OVP, sermayenin programıdır ve emeğe karşı ciddi bir saldırıyı içermektedir. Peki emeğin programı nedir? Son seçimlerin galibi CHP’nin alternatif programı nedir? Nokta atışlarla emekliye şu kadar artış talep etmenin dışında bütünlüklü bir alternatif iktisat programı var mıdır? Sendikal konfederasyonların sermayenin programına, örneğin tek asgari ücret dayatmasına karşı bir eylem planı bulunmakta mıdır?

Sermaye iktidarı elini gösterdi, artık her şeyi daha açık oynayacak. Emekçi halk kesimleri buna 31 Mart’ta güçlü bir tepki verdi. Ama şimdi bununla yetinme zamanı değil, el yükseltme zamanı!

                                                                 /././

Sarayın israfı, milletvekilinin ıstakozu…(Selahattin Kural)

"(...) Tartışmalarda sermaye sınıfının üzeri örtülüyor. Siyaset, ıstakoza, Saray’da yapılan israfa, Erdoğan'ın korumalarına harcanan bütçeye sıkıştırılıyor." 

Geçen hafta iki şey üzerinden çok fazla tartışma yürütüldü, yürütülmeye devam ediyor. İlki bayram tatili dolayısıyla İstanbul'da ulaşım ağlarının ücretsiz olmasından dolayı balık istifi dolu olan araçlara rağmen insanların şehri gezmesi, diğeri ise AKP milletvekili Şebnem Bursalı'nın Monaco'da ıstakoz yediğini paylaşması. 

Bir kısım liberal, milletvekilinin yediği yemeği paylaşmasına tepki gösterirken, bayramda toplu taşımaların ücretsiz olmasına karşı tutum alıyordu.

Bu eşitsizlik ve görgüsüzlükle hesaplaşılmalıdır. Ancak yapılan eleştiriler bu düzenin sorgulanmasından öte biçimsel ele alınmakta, sadece AKP’yle sınırlı kalmakta. 

Elbette siyasi iktidar olarak tüm bu eşitsizliklerin kaynağının asli sorumluları AKP ve Erdoğan’dır. Derdim, AKP'nin ne olduğunu daha iktidara gelmeden önce vurgulamış ve mücadele etmiş bir siyasi partinin üyesi olarak AKP’yi savunmak değil. Mesele bir bütün olarak sermaye sınıfının böyle bir lüks içinde yaşayıp kasalarını dolduruyor olmasıdır. Önemli sonuçları olan bir seçimin ardından tartışmanın sadece AKP'ye sıkıştırılmasıdır.

AKP Milletvekili Şebnem Bursalı'nın Monaco'da yediği ıstakoz bu ülkenin patronlarının, düzen siyasetçilerinin şatafatlı yaşamını, kendi ikballeri için siyaseti nasıl kullandıklarını gösteriyor. Birileri bunu göz önüne sokmadan yapıyor, birileri halkın sinir uçlarına dokunarak. Her ikisi de özünde aynı utanmazlıktan besleniyor. 

Bugün bu mesele üzerinden yürüyen tartışmalarda sermaye sınıfının üzeri örtülüyor. Siyaset, ıstakoza, Saray’da yapılan israfa, Erdoğan'ın korumalarına harcanan bütçeye sıkıştırılıyor. 

AKP, iktidara bir kriz döneminde sermaye sınıfının, emperyalist ülkelerin, tarikatların, liberal çevrelerin desteği ile geldi. Özgürlük ve demokrasi gibi söylemlerle, "sesi çıkmayanların sesi" olduğunu, "sizden biriyim" diyerek parmağındaki yüzükten başka bir şeyi olmadığını söyleyerek varlığını perçinledi. Bu bir ortaklıktı, ruhtu. Yirmi yılı aşkındır AKP'nin en başarılı olduğu konulardan biri emekçilerin desteğini alabilmek oldu. Bir süredir bu destekte erozyon olduğu görülüyor. Seçimlerin ardından ise anlaşıldığı üzere bu ruh dağıldı ve büyü bozuldu.

AKP, iktidarı boyunca özelleştirmelerin yolunu açtı, uluslarası şirketlerle işbirliğini arttırdı. Siyasetin dinselleşmesini sağladı. İşçi sınıfının örgütlenmesine darbe indirdi. Sermaye sınıfına dikensiz bir gül bahçesi yarattı.

Erdoğan tüm bu dönüşümlerde sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda adımlar atarken, muhalefet sessiz kaldı, bu tarafa uygun adımlar attı. Cumhuriyet ve laiklik önemsizleştirildi. Düzenin devamlılığı esasına uygun politikalarla AKP’ye karşı olan yurttaşları yönlendirdi. Sömürü düzenine tepkili insanların düzenden kopması engelleyici politikalar yapıldı. Özetle sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki kavgayı gizlemede düzen muhalefeti bir görev üstlendi.

Bu düzen siyasetinde bir iş bölümüdür. İki taraf olarak gösterilen şey bir yanıltmadır. Muhalefet ve iktidar sermaye sınıfının tarafındadır.

Sermaye sınıfı geçmişte Adnan Menderes'le, Demirel'le, Özal'la gittiği yolda, yirmi yıl önce Erdoğan'ı ortaya çıkardı. Şimdi de uzun süredir aradığı Erdoğan'ın alternatifini bularak yola devam etmek istiyor. 

Erdoğan'ın iktidara gelirken üzerine aldığı birlik, demokrasi, barış, özgürlük gibi kavramlar şimdi başka bir siyasetçinin üzerine giydiği gömlek oldu. 

Seçimin hemen ardından Ekrem İmamoğlu'nun İngiltere merkezli ekonomi ve politika dergisi The Economist dergisi için yazdığı yazıda tam da bunları ifade ederek, kendisini işaret ediyordu.

Milletvekilinin paylaşımı ardından ülkede liberallerin, Erdoğan'ın karşısında konumlananların meseleyi Erdoğan'ın “yoksulların hamiliği” rolünü kaybettiğini, bunun karşısında bir inşaat patronu olan İmamoğlu'nun bu role yakın olduğunu söylemeleri not edilmelidir.

Ülkede derin bir yoksulluk varken, işsizlik rakamları ortadayken, üstelik seçim sonrası IMF politikalarıyla devam edileceği kesinleşirken birilerinin lüks yaşamını sürdürmesine sessiz kalınamaz. Ancak yoksulluğun, işsizliğin nedeninin piyasa ekonomisi olduğunu, piyasa ekonomisinin gerçek temsilcilerinin de büyük holdingler olduğunu, ülkenin geleceğinin bunlar tarafından belirlendiğini söylememiz gerekir.

Sarayın israfı, milletvekilinin ıstakozu, AKP'lilerin lüks ve şatafatlı yaşamı... Tüm bu sorunlardan kurtulmanın yolu, Türkiye'nin başına çöreklenen büyük sermayeye, yani Koç'a, Sabancı'ya, TÜSİAD patronlarına karşı işçi sınıfı mücadelesini öne çıkarmaktır.

Bizim kurtuluşumuz sermaye sınıfının yolunu açan düzene karşı tarafımızı, yani bayramda balık istifi bir şekilde otobüse binmek zorunda kalan yurttaşların tarafını güçlendirmek ve uyanık olmaktan geçmektedir. 

                                                              /././

Hakan Ural’a bakıp üzülmeyin (Yiğit Günay)

Muhtaç hissetmeye değil, kopmaya ve yıkmaya cüret etmek lazım. Şüphesiz daha iyisini kurarız.

Hakan Ural’ın gerçekten sırıttığını düşünüyor musunuz?

Cumartesi gecesi İran’ın İsrail’e saldırısının başladığı sırada Haber Global’de Çağlar Cilara’nın konuğu Hakan Ural. Haber geliyor, belli ki haber merkezi telaş halinde yayına hazırlanmaya çalışıyor, Cilara ve Ural sekiz dakika top çeviriyorlar.

Çok tepki çekti. Nasıl olur da böyle ciddi bir konuyu Hakan Ural’a yorumlatırmış bir televizyon kanalı.

Döndüm izledim. Pek yadırgamadım. Hakan Ural genelgeçer birtakım laflar ediyor, arada en azından “Sakin olmak ve konunun uzmanı akademisyenlerin ne dediğine bakmak gerekir” diye kendi sınırlarını çizip uzmanlara işaret ediyor, sonunda haber merkezi hazır olduğunda da yayını oraya devrediyorlar.

Yadırgamak bir yana, açıkça yetersiz oldukları bir konuda, üstelik elde yeterli veri de yokken, çapları el verdiğince çok büyük bir gaf yapmadan idare etmişler. “Tabii bilgi kirliliği olmaması için ben bir yandan da ayırıyorum bilgileri kenara” gibi tuhaf laflar eden “gazeteci” Çağlar Cilara’yı daha başarısız bulduğumu dahi söyleyebilirim.

Ama asıl tuhaflık burada değil. 

Televizyon kanallarındaki haber ve tartışma programlarının tümüne baktığınızda, Hakan Ural’ın gerçekten sırıttığını söyleyebilir miyiz?

Birkaç kişi saatler boyunca oturup, birbirinden tamamen farklı birikimler gerektiren alanlarda bıkıp usanmadan konuşuyor. Birbirlerini de dinlemiyorlar, biri konuşurken diğerleri telefonlarına bakıyor. Zaten moderatörler de moderatörlük değil trafik polisliği yapıyor, söz verip kronometre tutuyor. 

Muhalif kanallarda 8 Ekim saldırısı sonrası “İsrail şimdi Suriye’yi dümdüz edecek, İran’ı ortadan kaldıracak” diye atıp tutanlar, isimlerinin başında akademik unvanlar olduğu için mi o ekranlara Hakan Ural’dan daha çok yakışıyor?

Bu yazıyı yazdığım sırada bir yandan kulağım Tele1’deydi. Birden şu cümleler takıldı kulağıma: “İran’ı parçalarlar. Mahvederler. İran’ın öyle bir kabiliyeti yok. Adamlar 20-25 yıldır uçak uçuramıyorlar ya, yedek parçaları yok.” Döndüm baktım. Prof. Dr. Sait Yılmaz’mış yorumcunun ismi. NATO eğitimli bir emekli asker, şimdi akademisyen. Devamında “Amerika emperyalist değildir, hegemondur, Rusya emperyalisttir” diye devam ettirdi muazzam analizlerini.

Hadi Hakan Ural’a kızıyorsunuz. Bunlar reva mı?

Mesele Hakan Ural falan değil.

Mesele, para.

Böyle yapmak, çok ucuza geliyor.

En önemli üç dört saatlik bölmeyi, rejiyi ve haber merkezini maaşlı olduklarından bir kenara bırakırsak, iki üç kişiye verdikleri kuş kadar paralarla kapatıyorlar. Üzerinde günlerce, haftalarca çalışılmış araştırmalar, üretimi aylar süren belgeseller, emek, zaman ve para gerektiren fakat nitelikli, derinlikli ürünler, muhabirler, editörler, araştırmacılar, yönetmenler, kurgucular… Bunlara yer yok. 

Medyanın gelir modelinde sorun var. Hemen hiçbir mecra, gazetecilik/habercilik sınırları içerisindeki öz gelirleriyle kâr etmiyor. Kurumlar sırtlarını ya birtakım şirketlere, ya düzen partilerine ya da yurtdışı fonlara dayamış halde. Şirketler kârlarının, yurtdışı fonları kendi tahakküm alanlarının derdinde. Düzen partileriyse sorgulama değil curcuna istiyor.

Buradan düzgün medya çıkmaz. Halk yararına bir şey de çıkmaz. Medyadaki ekran yüzlerinde değil sorun, işin yapısında, ekonomisinde.

Bu yapının yıkılması lazım.

“Ama elimizde bir tek bunlar kaldı, bunlar da muhalefet yapmazsa ne olur” diye hiç üzülmeyelim…

Rusya’da devrim olup ülke iç savaşa sürüklendiğinde, Petrograd’da durum o kadar vahimdir ki, Bolşevikler, şehir tahliye etmeyi tartışırlar. Troçki, Lenin’in korumalığını yapan Vorontsov adlı bir işçiyle sohbet ederken, Vorontsov, gerekirse tüm kenti havaya uçurmayı önerir. Troçki, “Peki Yoldaş Vorontsov, Petrograd’a üzülmez misiniz?” diye sorar. İşçi yanıtlar: “Neden üzülecekmişim? Geri döndüğümüzde daha iyisini kurarız.”

Sonuçta Petrograd havaya uçurulmadı. Ama işçiler o cürete sahip olmasaydı, ellerinde hiçbir şey kalmayacaktı.

Muhtaç hissetmeye değil, kopmaya ve yıkmaya cüret etmek lazım. Şüphesiz daha iyisini kurarız.

(soL)

AKP millet bahçelerinin duvarlarını aşamadı - Deniz Ayhan / Sözcü

 İktidar, yaklaşık 150 millet bahçesine bugüne kadar 20 milyar harcadı. Vatandaş bahçelerde “yatıp yuvarlandı” ama AKP lehine oy kullanmadı.

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın 2018 yılında seçim vaadi olarak açıkladığı millet bahçelerine bugüne kadar 20 milyar lira harcandı. “81 ilde 81 milyon metrekare’’ hedefiyle hayata geçirilen ve 2018’den bu yana Çevre, Şehircilik Bakanlığı koordinasyonunda TOKİ ile bazı belediyelerce yaklaşık 150 millet bahçesi yapıldı. 27 milyon 513 bin 219 metrekare alanda 138 millet bahçesinde ise çalışmalar devam ediyor. Bunlar arasında en yüksek maliyetlisi ise 2 milyar 174 milyon lira harcanan İstanbul Atatürk Havalimanı Millet Bahçesi oldu.

SEÇİMDE KATKI SAĞLAMADI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “Yatıp yuvarlanırsınız” diye tanıttığı millet bahçeleri, milyarları yuttu ama yerel seçimde de AKP’ye de puan getirmedi. Millet bahçelerinin yapıldığı İstanbul, Ankara ve İzmir’de AKP yine kaybetti. Bahçelere Afyonkarahisar’da 110 milyon, Uşak’ta 212 milyon, Manisa’da 143 milyon lira harcandı ve bu illerde de seçimi CHP kazandı. Şanlıurfa’da ise toplam 289 milyona iki adet Millet Bahçesi yaptı ama seçimi YRP kazandı.

Milyonlarca lirayı yuttular

Bazı millet bahçelerinin maliyetleri şöyle:

 İstanbul Atatürk Havalimanı: 2 milyar 174 milyon TL

 İstanbul Rumelihisarı: 149 milyon 320 bin TL

 Ankara Başkent: 398.5 milyon TL

 Ankara Sincan: 171 milyon 923 bin TL

 Ankara Mamak: 126 milyon 549 bin TL

 İzmir Bergama: 233 milyon 166 bin TL.

 Uşak: 212 milyon 361 bin TL

 Ordu Altınordu: 192 milyon TL

 Afyonkarahisar: 110 milyon 444 bin TL

 Kütahya: 39 milyon 961 bin TL

 Gaziantep Şehitkamil: 93 milyon 883 bin TL.

 Adıyaman: 68 milyon 443 bin TL

 Manisa: 143 milyon 143 bin TL

 Denizli: 108 milyon 813 bin TL

Deniz Ayhan / Sözcü

155 mm’lik mermiyle büyüyen yeni ‘savaş tüccarı’ kim? - Bahadır Özgür / duvaR

Dört bir yanımızda savaş makinesi harıl harıl işlerken, bunun yarattığı kârlı ticarete de dikkat kesilmek lazım. İşte Türkiye’nin seçime kilitlendiği günlerde, ABD-Türkiye arasında son yılların en büyük ihracat anlaşması yapıldı. Konu Ukrayna’ya gönderilecek 155 mm’lik top mermisi. Peki kim üretecek ve bu sayede ihracat şampiyonu olacak?

Suriye vekalet savaşları, Azerbaycan-Ermenistan, Ukrayna-Rusya ve şimdi de İran-İsrail… Etrafımız kocaman bir muharebe alanı. Yüzbinlerce insan ölüyor, sakat kalıyor, göç ediyor. Ama bu cehennemin diğer yüzünde kârlı bir cennet de duruyor. Savaş tekellerinin oluşturduğu milyar dolarlık havuzda yeni iş birlikleri ortaklıklar, taşeronluklar kuruluyor; taze savaş tüccarları yetişiyor.

İşte AKP iktidarının Selçuk Bayraktar üzerine inşa ettiği koruma kalkanı da damat olmanın yanında, savaş üzerine kurulu bu kârlı ticaretten kazançlı çıkanları gizemli kılmaya dönük. Ortada bir kamu kaynağı olduğuna göre, askeri ihalelerin nasıl dağıtıldığını, kimlerin kazançlı çıktığını bilmeye toplumun hakkı var.

O halde ABD-Türkiye arasında son yılların en büyük anlaşmalarından birisi olan 155 mm’lik top mermisi üretimini, şu sıralar harıl harıl işleyen savaş makinesinin yarattığı küresel ticaretten başlatıp, Çorum Sungurlu’ya uzanan taşeron ağı üzerinden somut bir örnekle inceleyelim.

                                                      ***

Ocak ayında NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, Ukrayna-Rusya savaşının bir ‘mühimmat savaşına’ dönüştüğünü belirterek, belli ülkelere pay edilecek 1.2 milyar dolarlık yeni bir savaş ihalesini duyurdu. İşin kapsamı 155 mm’lik top mermisi üretmek. Ukrayna savaşında en fazla kullanılan mühimmat bu. Talebe yetişilemiyor. İhaleden AB ülkelerinin payına düşen miktar yıl sonuna kadar 1.4 milyon adet. Aksıyor ama. Çünkü savaşın maliyeti ekonomileri bozuyor. Mesela, Ukrayna savaşının Alman ekonomisine 200 milyar Euro’luk yük çıkardığı hesaplanıyor.

Kıbrıs, Yunanistan ve Fransa’nın vetosu yüzünden Türkiye, Ukrayna savaşına destek için Batı’da açılmış fon havuzundan pay alamıyordu. Ta ki, tüm ülke yerel seçime kilitlendiği sırada, gündeme düşen bir habere kadar…

155 mm ihalesinden birkaç ay önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “asla” dediği İsveç’in NATO’ya üyeliğine onay çıkıyor, F-16’larla ilgili gelişmeler yaşanıyor ve nihayetinde uzun süre sonra ABD Başkanı Joe Biden ile 9 Mayıs’ta randevulaşıyordu. Tam seçimden bir gün önce de ABD Savunma Bakanlığı ile Türkiye arasında 155 mm’lik top mermisi üretimi için bir anlaşma yapıldığı duyuruldu. Böylece ABD, Teksas’ta kurulan yeni askeri fabrikada üretilecek mühimmatın önemli kısmını Türkiye’ye taşere ederek, AB vetosunu aşmayı sağladı. Uluslararası haber ajansı Bloomberg, Türkiye’nin ABD pazarında 155 mm’lik top mermisi ihracatında birinci sıraya çıkacağını haberleştirdi. Yani Bayraktar’ın S/İHA’sından sonra, ikinci önemli ihracat kalemi olacak. Ama bir detay gözlerden kaçtı. Kim üretecekti? Devletin askeri şirketleri mi? Yoksa içerde kurulacak yeni ‘yandaş ağı’ mı?

31 Mart günü savunma haberleri veren yayınlara düşen bir haber sorunun yanıtını verdi. ABD ilk etapta 116 bin adet top mermisini Ankara merkezli Arca Savunma’dan almıştı. Yeni siparişler de gelecekti. Şirketin fabrikası Çorum Sungurlu’da bulunuyor. 2019’da, Çorumlu İsmail Terlemez tarafından kuruldu. Bu ismi nereden hatırlıyoruz?

İsmail Terlemez, 2023 yılında verdiği bir röportajda fabrikasını anlattı.

TBMM Savunma Komisyonu’nun CHP’li üyesi Özgür Ceylan, Haziran 2021’de Makine Kimya Endüstrisi’nin (MKE) yaptığı tuhaf bir anlaşmayı duyurmuştu. Açıklaması şöyleydi: “MKE, 4 Haziran günü, yeni kurulmuş NEPSA isimli bir şirket ile yirmi beş yıl boyunca mermi üretimi için anlaşmaya vardı. 120 milyon adet alım garantisi verildi. Buna rağmen şirkete bir de 50 milyon boş kovan hibe edildi. NEPSA, ayrıca MKE’nin en büyük fabrikalarından birini de kullanabilecek. Anlaşmanın imzacıları NEPSA Savunma Sanayi adına İsmail Terlemez, MKE’nin Genel Müdür Yardımcısı D. Ali Keskinkılıç ve Genel Müdür Yasin Akdere. Bu sözleşme MKE’nin taşeronlaşmaya hazırlanmasının bir adımıdır.”

MKE yönetimi bunu yalanladı ancak yalanlamanın konusu, MKE’nin özelleştirilmediği, fabrikasını devretmediği şeklindeydi. Mesele unutuldu gitti. İki yıl sonra Erdoğan, Mayıs 2023’te Çorum Sungurlu’da 6 milyar liraya inşa edilen MKE’nin askeri üretime dayalı OSB’sinin temelini atıyordu.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Mayıs 2023’te açtığı MKE fabrikası

Tesiste MKE koordinatörlüğünde özel şirketler barut, fişek, kapsül üretecek. O şirketlerden biri de Arca Savunma. Sahibi 2023’te Çorum’daki yerel bir gazeteye verdiği röportajda, kurduğu tesisi Erdoğan’ın açtığını uzun uzun anlatıyordu. Yani üç yılda binlerce top mermisi üretecek kapasiteye, üretim bandına ve teknolojiye sahip olmuştu, Arca Savunma. Hızlı bir ticaret sicil taraması yapalım şimdi.

2022’de şirkete Faisal Alkharafi isimli bir yabancı ortak oluyor. Kasım 2023’te ise Terlemez, tüm hisselerini 3.7 milyon liraya İstanbul merkezli 2018’de kurulan SB Silah Sanayi Ticaret AŞ’ye devrediyor. SB Silah, 2023’te anonim şirket oluyor. İki ortağı var. Savaş Balçık ve Leman Özgür Rodoplu. Aslında şirketin sahibi Balçık. Ailesi 1990’larda Şişli’de beyaz eşya satan Balkar Dayanıklı Tüketim Malzemeleri’ni kurmuş. Daha sonra inşaat işlerine girerek Balkar Group’a dönüşmüş.

Savaş Balçık, Tayfun Spor başkanı olduğu dönemde-sağdan ikinci
Amatörden profesyonelliğe... Balçık, 2022-2023 yılında da Başakşehir Spor Kulübü’nün sponsorlarından olmuştu-sağ başta.

Özetle Terlemez’le başlayan 155 mm mühimmat üretimi Balkar’a uzanıyor. Aileden tüccar olan Savaş Balçık, AKP Şişli İlçe Örgütü yönetimindeydi. 2010’da amatör takım Tayfun Spor’un başkanı oldu. Bu vesileyle yerel gazetelerde hakkında küçük haberler çıkmaya başladı. Kemerburgaz ve Mecidiyeköy’de kurduğu Cafe Celan’s ile gıda işine de girdi. Onu asıl büyüten ise inşaattı. Özellikle İçişleri ve Savunma Bakanlığı ihaleleri. Savunma Bakanlığı ve Emniyet için tesisler yaptı. Son yıllarda ise BAE, Sudan, Senegal, Burkina Faso ve Pakistan’da savunma bakanlıklarından yoğun ihaleler aldı. Beyaz eşya ve klimadan inşaata, inşaattan askeri tesise, oradan 155 mm’lik mühimmat üretimine ve ABD’ye ihracata… 10 yılda rüya gibi bir sıçrama!

155 mm’lik merminin hikayesi böyle işte.

                                                         ***

TBMM’de onaylanmayan, ihaleleri duyurulmayan, tek bir imza ile milyarlarca liralık kamu kaynağının aktarıldığı askeri sanayi, AKP’nin en gizemli kıldığı alan. Haliyle bütün toplumun hızla yoksullaştığı bir süreçte, birilerinin aniden silah satıcısı olarak nasıl karşımıza çıkıp zenginleşmesini; vergilerden sağlanan yüklü bütçelere sahip devlet şirketlerinin, kimlerle iş yaptığını, anlaşmalar imzaladığını sorgulamamız lazım. Aksi halde her tarafı ateşe veren savaş makinesinin yarattığı ekonomi, daha büyük felaketlere sürükler.

Bahadır Özgür / duvaR