Bir Avrupa efsanesidir gidiyor. İnanılmaz derecedeki derinliğiyle hepimizi büyüleyen tablolar, okurken küçük dilimizi yuttuğumuz filozoflar vs. Geçtiğimiz hafta kaleme aldığım yazıya tam bu noktada önemli bir not düşmek isterim. Okuma pratiğimiz zayıfladıkça ve eğitim biraz daha piyasanın insafına bırakıldıkça insanlığın düşünsel beceri (buna dikkat eksikliği dahil) ve kabiliyetleri biraz daha kararıyor. Demek ki bir aydınlanma çağında değil, kesif bir karanlık çağdayız. Ve bu karanlığın kaynağı, aydınlığın kaynağı sandığımız Avrupa ve onun büyük koruyucusu Atlantik cephesi. Seveni ya da sevmeyeni bir yana, hedefimizi biraz daha belirginleştirelim ve estetiğin şevkine kapılmadan müphemliğin sis perdesini aralayalım. Kimle kavga ediyoruz? Reşat Nuri Güntekin’in eserlerinde tiksintiyle resmettiği yarı aydınlanmış adamla. O, “Ah! Övropa! Ah Övrapa! Orada işler böyle değil caaaanııımmm!” diyen ve hiçte azımsanmayacak sayıda olan, katiline meftunlar çetesiyle yüzyıllar süren bir kavga veriyoruz. Bu kavga aydınlanmayı, sosyalizmi, cumhuriyeti ve insanlığa dair şeylerin dışlanması değildir. Sadece şu önemli nokta atlanmamalı, ‘aydınlanma’ diye ifade edilen dönemin içinde emperyalizme çalışmış ve karanlığı örgütlemiş pek çok filozof görünümlü profesyonel zihin ve beden katili olduğu unutulmamalı.
Şimdi, bu perspektiften hareketle Avrupa’da gazetecilik yapmaya devam edenlere dair bir not düşelim. Baskıcı ve zorba yönetimden (ki bu gazeteciler için kimsenin tartışamayacağı bir gerçek) uzaklaşıp görece daha özgür bir ülkede gazetecilik mücadelesi vermeye çalışmak, insani bir refleks ve bu eylemi koruyan hukuk kuralları Avrupa’daki faşizmin gölgesinde bir bir yıkılıyor. Demek ki çanlar tüm insanlık için çalıyor. Bu çalan çanların bir gün kişisel konfor alanımızı sarsmayacağını düşünenlere diyecek bir şey yok; kolay gelsin.
Yurt dışına göç eden bu cefakâr gazetecilerimizin adeta bir bağımlılık ve bir tutkuya benzeyen bir konfor alanı var. Türkiye ve Erdoğan. Ülkelerinden çıkıp refah ve demokrasiye kavuşanların ‘güzel Almanya ya da Avrupa’ temalı pek çok haberine denk geldim. Hatta çıtayı biraz daha düşürürsek ‘Almanya’daki market fiyatları et, süt, yumurta fiyatlarını’ karşılaştıran haberlere tahammül etmek zorunda kaldık. Demek ki gazeteciler ülkelerindeki alışkanlıklarını koruyarak göç etmişler. Bu alışkanlık piyasa düzeni tarafından inşa edilmiş bir davranış biçimi ve gazeteci paranın kokusunu binlerce mil uzaktan alabilen bir ‘av hayvanıdır’.
Şimdi, bu yazı vesilesiyle okurlarıma kişisel bir rapor sunabilirim. Gazeteciler yaptıkları haber, röportaj ya da yazdıkları köşe yazılarıyla okurlarına seslenir ve ulaşır. Bazen bu işleri biraz daha anlaşılır kılabilmek için sorumlu oldukları okurlarına (toplumlarına) hesap vermelidir. soL Haber ile ilk bağlantıyı kurduğumda çalışmak ve yazmak istediğim alanlara dair bir çerçeve çizdim. Artık İrlanda’da yaşadığıma göre, İrlanda işçi sınıfının sorunlarını anlatan yazılar, haberler ve röportajlar yapacaktım. Bununla birlikte kişisel uzmanlık alanım olan ‘iletişim bilimleri’ hakkında da yazmak istediğimi söyledim ve kabul edildi. O günden bugüne bu çerçevenin dışına elimden geldiği kadarıyla çıkmamaya çalıştım. İrlanda’da konut krizi, siyasal krizler ve yaşam maliyeti krizini yazdım. Hem de sürekli İrlanda’nın ne kadar güzel bir ülke olduğu, dil okulları ve Avrupa merkezli Türkçe yayın yapan kanalların haber görünümlü reklamlarına rağmen, madalyonun gösterilmeyen yüzünü göstermeye çalıştık. Bir kişi olarak işten arta kalan zamanlarda soL Haber ekibiyle birlikte okurlar için elimizden geleni yaptık...
Gazeteciliğe dair bu soruları sonsuza dek uzatmak mümkün. Bu sorulara cevap arayan insanlar olduğunu biliyorum. Ancak popüler göçmenlerimizin ilgi alanlarına bir türlü bu sorular girmiyor. Almanya’da gerçekleşmesi planlanan Filistin konferansı korkunç baskılarla yaptırılmadı. Almanya, Türkiye’yi kıskanıyor diyebilir miyiz? İfade özgürlüğünün olmadığı bir ülkede anayasa var mıdır? Eski Yunanistan Maliye Bakanı Yanis Varoufakis ve Kârdan Önce İnsan hareketi (People Before Profit) Dublin Milletvekili Richard Boyd Barrett konferansa karşı estirilen terör yüzünden Filistin için düzenlenen bu konferansa katılamadılar ve planlanan konuşmalarını yapamadılar. Evet, göç eden gazetecilerimizin zahmet olmazsa konfor alanlarını terk edip, Avrupa’da artık vites atan bu ‘demokrasi karşıtı’ eylemleri yazmalarının zamanı gelmedi mi?
Türkiye’nin İsrail ile yaptığı ticarete haklı olarak ses yükseltiyor ve öfkeleniyoruz. Peki, demokratik Almanya ne durumda ve oraya göç etmiş gazeteciler neden bu havadisleri bize aktarmıyor? Türkiye’de yaşayan ve önemli bir yazı kaleme alan Yiğit Günay’dan takip edelim: “Fakat Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü’nün (SIPRI) verilerine göre İsrail’e giden silah sistemlerinin yüzde 95’ini ABD ve Almanya sağlıyor. İki ülkede de yönetimler radikal derecede İsrail yanlısı, fakat kamuoyunda bu tutuma büyük tepki var”.
Gazeteci hâlâ gazeteci ise eğer, konfor alanlarında keyif çatmak bizim işimiz olamaz. Bazen biraz soluklanmak ve konfor aramak ayıp değil, eğer konfor alanına sığınılacaksa o kişinin artık başka bir mesleği yapması ne ayıp ne de utanılacak bir şeydir. Ancak mesleği sürdürüp, “Ah Avrupa, ne kadar demokratik, ne kadar özgür!” demeye devam ederse bu en hafif tabirle ayıp. Avrupa’da ince duvarlar bir bir yıkılıyor ve evet mevzu ifade özgürlüğüne kadar gelmiş durumda. Artık solun liberal tonlarına bile tahammüllerinin kalmadığı görünüyor. ‘Savaşı desteklemiyorsa, herkesi ezin geçin!’ mevzusuna kadar gelmiş durumdalar. Öyleyse işimizi yapacak ve Türkiye’de yaşayan yoksul ve reklamlara boğularak aldatılmaya çalışılan insanımıza gerçeği anlatacağız.
Tüm bunlardan elbette şöyle bir çıkarım yapılmamalı. Metin Cihan gibi gazeteciler gerçekten önemli haberler aktardı ve bunlar çok kıymetli. Tüm bu haberler yapılırken şu dengenin kaybolmasına izin vermemeliyiz: Türkiye, İsrail ile ticaret yaparken demokrasinin ve insan haklarının merkezi olan Avrupa’da toptan bunun karşısında yer alıyor. Evet, Avrupa’daki bazı ülkeler Filistin mücadelesine İslam coğrafyasındaki ülkelere göre daha fazla destek veriyormuş gibi görünebilir. Yine de İngiltere, Fransa ve Almanya gibi ülkelerin sonsuz ve sınırsız desteği olmasa İsrail bir soykırıma kalkışabilir miydi? Son İran saldırısında İsrail’i korumak için kim gururla tüm savaş makinesini seferber etti? Yazıyı tamamlarken İngiltere’den bir haber daha verelim. İşçi Partisi lideri Keir Starmer, iktidara gelmeleri durumunda silahlanma bütçesini arttıracaklarını ve İngiltere’nin nükleer caydırıcılığına önem verdiklerini söyledi. İngiltere’de bu nükleer caydırıcılığın adı ‘Trident Nükleer Silah Sistemi’. Özetle bu sistem, İngiltere’ye nükleer bir saldırı yapıldığında nasıl misilleme yapılacağına ilişkin prosedürleri belirliyor. Nükleer silahların ve topyekûn yıkımın konuşulduğu muhteşem demokrasi İngiltere’den siyaset manzaraları böyle. Starmer, tahmin ettiğimiz gibi iktidara gelmesi durumunda geçmişte olduğu gibi Tory’lere parmak ısırtır derecede agresif bir savaş kabinesi kurabilir. İşte, İşçi Partisi’nden dört başı mamur bir düzen partisi yaratan bu sihirli düzene demokrasi ve özgürlük diyoruz.
Seçimler sonrasında AKP ekonomi yönetiminin sırtındaki tüm siyasi kısıtlardan kurtularak davranacağını yazmıştık. Hemen herkesin öngörüsü de bu yöndeydi. Seçimlerden iki hafta geçtikten sonra hangi noktadayız? MB Başkanının 5 Nisan tarihli mektubu, 14 Nisan gecesi İran’dan İsrail’e misilleme, 15 Nisan’da açıklanan ilk üç ayın bütçe gerçekleşmesinin 503 milyar TL’yi aşan büyük açıklara işaret etmesi ve gene aynı tarihte TCMB bilançosunun ağırlıklı olarak KKM kaynaklı 818 milyar TL gibi rekor bir zararla bağlanması gibi önemli gelişmeler bu iki haftaya damgasını vurdu.
Merkez Bankası Başkanı'nın Mektubu
Erdoğan ve AKP yönetimi yerel seçim yenilgisini hazmetme sürecini yaşarken ekonomi yönetimi hiç vakit yitirmeden sahnede yerini almıştı: MB Başkanı’nın “yürütmeye” yazdığı kapsamlı mektubu, Haziran 2023’ten itibaren girilen ortodoks politikalardan sapma olmayacağının teyit ederken çizgi dışına çıkmaya heves edebileceklere de şimdiden ayar vermekteydi. Bu mektubun normalde Hükümete karşı yazılması gerekirdi. Ama ortada bir hükümet olmadığı için, asıl muhatap tek seçilmiş yürütme organı olan Cumhurbaşkanından başkası değildir. Görüntüde mektup sanki Hazine ve Maliye Bakanı’na yazılmış gibidir. Ama bakanlar birer yüksek memurdan/devlet sekreterinden başka bir şey değildir.
Gene görüntüde mektup MB Başkanının bağımsız girişimiyle yazılmış gibidir; ama işin aslında mektubu kaleme alanlar Şimşek-Karahan ikilisidir (dikte ettiren Şimşek ile arkasındaki iç ve dış sermaye güçleridir). Tıpkı IMF’ye verilen niyet mektuplarının IMF’nin de dahli ile yazılıyor olması gibi, iki tarafın ortak metni söz konusudur. Mektubun muhatabı kuşkusuz Cumhurbaşkanı ve Cumhurbaşkanlığı bürokrasisi ile diğer bakanlardır öncelikle; ama mektup aynı zamanda uluslararası finans çevrelerine yönelik bir taahhüt belgesidir. (Kuşkusuz yerel sermaye de bu vesileyle hedeflenmiş olmaktadır). M. Şimşek’in bu aralar sık sık “kimse kapıma gelip bir şey istemesin” tarzı beyanatları esas olarak diğer bakanları ve AKP milletvekillerini ve belediyelerini kastetmektedir ama Cumhurbaşkanlığı üzerinden gelebilecek büyük bütçeli talepleri buna dahil etmek gerekir. Sıkı maliye politikalarını aksatabilecek bazı ek sermaye taleplerini dahi içerdiği düşünülebilir; ama elbette kamu maliyesinin sermaye lehine şekillendirilmiş gelir ve harcama yapılarına ilişilmesi gündem dışıdır. Mali olanaklar bu denli kısıtlanmıştır. Başka bir çıkış olmadığına Erdoğan’ın da ikna edildiği anlaşılmaktadır. Öyle olmasaydı, seçimden önce kesenin ağzının emekliler lehine biraz olsun açılması sağlanırdı.
MB Başkanının mektubunun dayanağı, 1211 sayılı TCMB Kanunu’nun 42. Maddesidir. Buna göre, MB başkanları yılda iki kez yürütmeye mektup yazarak enflasyon (yani TL’nin değerinin korunması) hedeflerine ulaşılıp ulaşılmadığını, sapma varsa bunun nedenlerini açıklamak ve yılda iki kez de TBMM Bütçe Komisyonu’na aynı çerçevede brifing vermek durumundadırlar. MB’nin kendisinin belirleyeceği sıklıkla kamuoyunu raporlarla bilgilendirme yükümlülüğü de bulunmaktadır. TCMB bu raporlarını her üç ayda bir yayınlamaktadır. Dolayısıyla yılda sekiz kez TCMB üzerinden kamuoyuna yansıyan açıklamalar yapılmış olmaktadır. Ortada bir rapor/açıklama enflasyonu olduğu görülmektedir ama bu mektuplar, brifingler, raporlar vasıtasıyla gerçekler ne ölçüde dile getirilmiş olmaktadır? İşte burada ciddi sıkıntılar vardır.
5 Nisan Mektubu da bunun istisnası değildir.
5 Nisan Mektubunun Anatomisi
Mektup, 2023 yılı için enflasyon hedefinden sapmanın nedenlerini “açıklayarak” başlıyor. Bunu daha önce görsel medyada Prof. Aziz Konukman da sorguladı: Hangi hedef esas alınarak sapma açıklanacak? Orta Vadeli Program’ın (2023-2025) 2023 yılsonu TÜFE hedefi yüzde 24,9 idi; ama 2023’ün son çeyreğindeki MB raporu üçüncü çeyreğin sonunda (Eylül dahil) TÜFE’nin yüzde 61,53 olduğunu tespit ettikten sonra yılsonu hedefini yüzde 65 olarak revize etmişti; gerçekleşme ise yüzde 64,77 oldu! Eğer 2 Kasım 2023’teki MB hedefi alınırsa, enflasyon hedefinden hiç sapma çıkmayacaktır. Nitekim mektupta şöyle deniliyor: “2023 sonundaki yüzde 64,8 enflasyonu, yılın son enflasyon raporunda paylaşılan tahmin aralığının orta noktasına yakın gerçekleşmiştir”. Eh maşallah, o zaman “sapma” üzerine bir açıklama yapmaya ne gerek vardı? Neden kendinizi yoruyorsunuz ki? Ama asıl açıklanması ve hesap verilmesi gereken sapma, yüzde 24,9 ile yüzde 64,77 arasındaki 2,5 katı aşan sapmadır. Bu mektup bunun yapmadığına göre baştan itibaren kusurludur ve aldatmacaya dayalıdır.
Mektubun çarpıtmaları ve bilinçli eksikleri bununla sınırlı değildir. “2023 enflasyonunun hedef etrafında konulan belirsizlik aralığının belirgin şekilde üzerinde gerçekleştiği…” tespiti yapılması umut verici bulunabilirse de 2023’ün ilk yarısında enflasyonun yıllık bazda aşağıya gitmesini açıklarken, ‘baz etkisine ek olarak, döviz kurundaki yatay seyir, buna bağlı olarak düşen yabancı para cinsi ithalat fiyatları ve enerji sübvansiyonlarının etkisiyle Haziran’da yüzde 38,2’ye kadar gerilemiştir’ ifadelerine başvurulması, bir açıklama değil perdeleme amacını taşımaktadır. Döviz kurundaki yatay seyir neye bağlıydı peki? Hani nerede asıl sebep olarak büyük gelir transferlerine yol açan KKM uygulaması TCMB rezervlerini eriterek kura müdahale politikası? Ve seçim kazanmaya yönelik olarak kurgulanan akla ziyan tüm diğer para ve kredi politikaları?
İşin daha eğlenceli tarafları da var. Mektup şöyle devam ediyor: “Diğer taraftan, 2023’ün ilk yarısında kredi büyümesi, ücret güncellemeleri ve hane halkına yapılan transferler enflasyon üzerinde talep yönlü unsurların etkisini belirgin hale getirmiştir”. Ama burada büyük bir sorun var: Yılın ilk yarısında ücret artışlarına ve genişleyici kredi ve maliye politikalarına rağmen enflasyon düşüyor! Yani ortodoks neoliberallerin “ücret artışları=enflasyon artışı” denklemi çöküyor! Üstelik tam tersine 2023’ün ikinci yarısında ortodoks politikalara dönüşle birlikte enflasyon sıçrıyor! Elbette bunu şöyle açıklayabilirlerdi: İlk yarıda yapay yollarla enflasyon düşürüldü, ikinci yarıda bunlar sürdürülemezdi ve gerçekçi politikalara dönüldü! Gerçi bu da tartışılır ama sorun şu ki bunu böyle açıklamıyorlar çünkü geçmiş uygulamaları açıktan eleştiremiyorlar ve rapor büyük bir çelişkiye düşmüş oluyor. Dolayısıyla şöyle bir durum var: Hem Eylül 2021 sonrasında hem de Haziran 2023 sonrasında enflasyonun sıçratılmasında -farklı politikalara ve farklı nedenlere bağlı olarak- aynı iktidar sorumlu oluyor.
Tabii “yılın ilk yarısında gerileyen enflasyonun ikinci yarısında artmasına zemin hazırlayan” başka gelişmelere de yer vermek zorunda hissediliyor. Şubat depremleri ve bunun sözde yol açtığı “kamu maliyesi ve enflasyon üzerindeki baskıları” da bunların başına yazılıyor! Oysa ek bütçenin büyük bölümü depremlere ayrılmayacak, deprem-enflasyon ilişkisi ise kurulamayacak kadar zayıf olacaktır. Buna karşılık, yılın ikinci yarısında döviz kuru üzerindeki baskının kalkması, çığrından çıkmaya başlayan bütçe açıklarını sınırlamak için devletin yönettiği/yönlendirdiği fiyatların önemli ölçüde serbest bırakılması, özellikle akaryakıt fiyatlarının yukarı gitmesi, KDV ve ÖTV’de oran/miktar artışları enflasyonu asıl azdıran nedenler olarak öne çıkmaktadır ama bunlara mektupta yer verilmemektedir. Temmuz 2023-Haziran 2024 döneminde enflasyondaki şiddetli artışın (en azından bu bir yıllık dönemde) ücretleri aşındırmanın güçlü bir aracı olarak kullanıldığını da elbette bu mektupta göremeyeceksiniz.
Sermayeye toz kondurulamaz
Gene bu mektupta, tıpkı önceki mektup ve raporlarda olduğu gibi, tarım/gıda fiyatlarındaki artışın genel fiyatlar düzeyindeki ortalama artışın çok üzerinde gerçekleştiğine; dünyada tarım fiyatları gerilerken Türkiye’de neden bu denli yüksek artışlara konu olduğuna dair bir açıklama da bulamayacaksınız. Özellikle de bunun tarımsal desteklerin çok güdük kalmasından, tarımsal katma değerin sadece yüzde 4’ü kadar bir tarımsal destekleme yapılmasından ileri geldiğine; kooperatif örgütlenmeden yoksun üreticinin çok uluslu tekellerin kontrolündeki girdi fiyatları ve satış piyasalarındaki tekelleşme karşısında çaresiz kaldığından, bütün bunların fiyatları yukarı çektiğinden bahsedildiğini göremezsiniz.
“Fiyatlama davranışının bozulması” gibi sözde nötr ve teknik kavramlar arkasına sığınan ifadelerden, enflasyonun arkasındaki gerçek nedeni yani tekelci fiyatlama davranışlarını sezip çıkarmak olanaksızdır, çünkü düzen sermayenin düzenidir ve ona toz kondurulamaz.
Mektupta “asgari ücretin yılda bir kez arttırılması” talebinin bir Merkez Bankası Başkanınca siyasi iradeye iletilmesi de yakışıksızdır ve çizginin aşılmasıdır. Aslında bu da bize bu mektubun asıl yazarının Hazine ve Maliye Bakanı olduğunu bir kez daha teyit etmektedir bir bakıma.
Sonuç olarak bu mektupla OVP (2024-2026) hedefleri bir kez daha vurgulanmış olmaktadır. Bu mektup ve OVP, sermayenin programıdır ve emeğe karşı ciddi bir saldırıyı içermektedir. Peki emeğin programı nedir? Son seçimlerin galibi CHP’nin alternatif programı nedir? Nokta atışlarla emekliye şu kadar artış talep etmenin dışında bütünlüklü bir alternatif iktisat programı var mıdır? Sendikal konfederasyonların sermayenin programına, örneğin tek asgari ücret dayatmasına karşı bir eylem planı bulunmakta mıdır?
Sermaye iktidarı elini gösterdi, artık her şeyi daha açık oynayacak. Emekçi halk kesimleri buna 31 Mart’ta güçlü bir tepki verdi. Ama şimdi bununla yetinme zamanı değil, el yükseltme zamanı!
/././
Sarayın israfı, milletvekilinin ıstakozu…(Selahattin Kural)
"(...) Tartışmalarda sermaye sınıfının üzeri örtülüyor. Siyaset, ıstakoza, Saray’da yapılan israfa, Erdoğan'ın korumalarına harcanan bütçeye sıkıştırılıyor."
Geçen hafta iki şey üzerinden çok fazla tartışma yürütüldü, yürütülmeye devam ediyor. İlki bayram tatili dolayısıyla İstanbul'da ulaşım ağlarının ücretsiz olmasından dolayı balık istifi dolu olan araçlara rağmen insanların şehri gezmesi, diğeri ise AKP milletvekili Şebnem Bursalı'nın Monaco'da ıstakoz yediğini paylaşması.
Bir kısım liberal, milletvekilinin yediği yemeği paylaşmasına tepki gösterirken, bayramda toplu taşımaların ücretsiz olmasına karşı tutum alıyordu.
Bu eşitsizlik ve görgüsüzlükle hesaplaşılmalıdır. Ancak yapılan eleştiriler bu düzenin sorgulanmasından öte biçimsel ele alınmakta, sadece AKP’yle sınırlı kalmakta.
Elbette siyasi iktidar olarak tüm bu eşitsizliklerin kaynağının asli sorumluları AKP ve Erdoğan’dır. Derdim, AKP'nin ne olduğunu daha iktidara gelmeden önce vurgulamış ve mücadele etmiş bir siyasi partinin üyesi olarak AKP’yi savunmak değil. Mesele bir bütün olarak sermaye sınıfının böyle bir lüks içinde yaşayıp kasalarını dolduruyor olmasıdır. Önemli sonuçları olan bir seçimin ardından tartışmanın sadece AKP'ye sıkıştırılmasıdır.
AKP Milletvekili Şebnem Bursalı'nın Monaco'da yediği ıstakoz bu ülkenin patronlarının, düzen siyasetçilerinin şatafatlı yaşamını, kendi ikballeri için siyaseti nasıl kullandıklarını gösteriyor. Birileri bunu göz önüne sokmadan yapıyor, birileri halkın sinir uçlarına dokunarak. Her ikisi de özünde aynı utanmazlıktan besleniyor.
Bugün bu mesele üzerinden yürüyen tartışmalarda sermaye sınıfının üzeri örtülüyor. Siyaset, ıstakoza, Saray’da yapılan israfa, Erdoğan'ın korumalarına harcanan bütçeye sıkıştırılıyor.
AKP, iktidara bir kriz döneminde sermaye sınıfının, emperyalist ülkelerin, tarikatların, liberal çevrelerin desteği ile geldi. Özgürlük ve demokrasi gibi söylemlerle, "sesi çıkmayanların sesi" olduğunu, "sizden biriyim" diyerek parmağındaki yüzükten başka bir şeyi olmadığını söyleyerek varlığını perçinledi. Bu bir ortaklıktı, ruhtu. Yirmi yılı aşkındır AKP'nin en başarılı olduğu konulardan biri emekçilerin desteğini alabilmek oldu. Bir süredir bu destekte erozyon olduğu görülüyor. Seçimlerin ardından ise anlaşıldığı üzere bu ruh dağıldı ve büyü bozuldu.
AKP, iktidarı boyunca özelleştirmelerin yolunu açtı, uluslarası şirketlerle işbirliğini arttırdı. Siyasetin dinselleşmesini sağladı. İşçi sınıfının örgütlenmesine darbe indirdi. Sermaye sınıfına dikensiz bir gül bahçesi yarattı.
Erdoğan tüm bu dönüşümlerde sermaye sınıfının çıkarları doğrultusunda adımlar atarken, muhalefet sessiz kaldı, bu tarafa uygun adımlar attı. Cumhuriyet ve laiklik önemsizleştirildi. Düzenin devamlılığı esasına uygun politikalarla AKP’ye karşı olan yurttaşları yönlendirdi. Sömürü düzenine tepkili insanların düzenden kopması engelleyici politikalar yapıldı. Özetle sermaye sınıfı ile işçi sınıfı arasındaki kavgayı gizlemede düzen muhalefeti bir görev üstlendi.
Bu düzen siyasetinde bir iş bölümüdür. İki taraf olarak gösterilen şey bir yanıltmadır. Muhalefet ve iktidar sermaye sınıfının tarafındadır.
Sermaye sınıfı geçmişte Adnan Menderes'le, Demirel'le, Özal'la gittiği yolda, yirmi yıl önce Erdoğan'ı ortaya çıkardı. Şimdi de uzun süredir aradığı Erdoğan'ın alternatifini bularak yola devam etmek istiyor.
Erdoğan'ın iktidara gelirken üzerine aldığı birlik, demokrasi, barış, özgürlük gibi kavramlar şimdi başka bir siyasetçinin üzerine giydiği gömlek oldu.
Seçimin hemen ardından Ekrem İmamoğlu'nun İngiltere merkezli ekonomi ve politika dergisi The Economist dergisi için yazdığı yazıda tam da bunları ifade ederek, kendisini işaret ediyordu.
Milletvekilinin paylaşımı ardından ülkede liberallerin, Erdoğan'ın karşısında konumlananların meseleyi Erdoğan'ın “yoksulların hamiliği” rolünü kaybettiğini, bunun karşısında bir inşaat patronu olan İmamoğlu'nun bu role yakın olduğunu söylemeleri not edilmelidir.
Ülkede derin bir yoksulluk varken, işsizlik rakamları ortadayken, üstelik seçim sonrası IMF politikalarıyla devam edileceği kesinleşirken birilerinin lüks yaşamını sürdürmesine sessiz kalınamaz. Ancak yoksulluğun, işsizliğin nedeninin piyasa ekonomisi olduğunu, piyasa ekonomisinin gerçek temsilcilerinin de büyük holdingler olduğunu, ülkenin geleceğinin bunlar tarafından belirlendiğini söylememiz gerekir.
Sarayın israfı, milletvekilinin ıstakozu, AKP'lilerin lüks ve şatafatlı yaşamı... Tüm bu sorunlardan kurtulmanın yolu, Türkiye'nin başına çöreklenen büyük sermayeye, yani Koç'a, Sabancı'ya, TÜSİAD patronlarına karşı işçi sınıfı mücadelesini öne çıkarmaktır.
Bizim kurtuluşumuz sermaye sınıfının yolunu açan düzene karşı tarafımızı, yani bayramda balık istifi bir şekilde otobüse binmek zorunda kalan yurttaşların tarafını güçlendirmek ve uyanık olmaktan geçmektedir.
/././
Hakan Ural’a bakıp üzülmeyin (Yiğit Günay)
Muhtaç hissetmeye değil, kopmaya ve yıkmaya cüret etmek lazım. Şüphesiz daha iyisini kurarız.
Hakan Ural’ın gerçekten sırıttığını düşünüyor musunuz?
Cumartesi gecesi İran’ın İsrail’e saldırısının başladığı sırada Haber Global’de Çağlar Cilara’nın konuğu Hakan Ural. Haber geliyor, belli ki haber merkezi telaş halinde yayına hazırlanmaya çalışıyor, Cilara ve Ural sekiz dakika top çeviriyorlar.
Çok tepki çekti. Nasıl olur da böyle ciddi bir konuyu Hakan Ural’a yorumlatırmış bir televizyon kanalı.
Döndüm izledim. Pek yadırgamadım. Hakan Ural genelgeçer birtakım laflar ediyor, arada en azından “Sakin olmak ve konunun uzmanı akademisyenlerin ne dediğine bakmak gerekir” diye kendi sınırlarını çizip uzmanlara işaret ediyor, sonunda haber merkezi hazır olduğunda da yayını oraya devrediyorlar.
Yadırgamak bir yana, açıkça yetersiz oldukları bir konuda, üstelik elde yeterli veri de yokken, çapları el verdiğince çok büyük bir gaf yapmadan idare etmişler. “Tabii bilgi kirliliği olmaması için ben bir yandan da ayırıyorum bilgileri kenara” gibi tuhaf laflar eden “gazeteci” Çağlar Cilara’yı daha başarısız bulduğumu dahi söyleyebilirim.
Ama asıl tuhaflık burada değil.
Televizyon kanallarındaki haber ve tartışma programlarının tümüne baktığınızda, Hakan Ural’ın gerçekten sırıttığını söyleyebilir miyiz?
Birkaç kişi saatler boyunca oturup, birbirinden tamamen farklı birikimler gerektiren alanlarda bıkıp usanmadan konuşuyor. Birbirlerini de dinlemiyorlar, biri konuşurken diğerleri telefonlarına bakıyor. Zaten moderatörler de moderatörlük değil trafik polisliği yapıyor, söz verip kronometre tutuyor.
Muhalif kanallarda 8 Ekim saldırısı sonrası “İsrail şimdi Suriye’yi dümdüz edecek, İran’ı ortadan kaldıracak” diye atıp tutanlar, isimlerinin başında akademik unvanlar olduğu için mi o ekranlara Hakan Ural’dan daha çok yakışıyor?
Bu yazıyı yazdığım sırada bir yandan kulağım Tele1’deydi. Birden şu cümleler takıldı kulağıma: “İran’ı parçalarlar. Mahvederler. İran’ın öyle bir kabiliyeti yok. Adamlar 20-25 yıldır uçak uçuramıyorlar ya, yedek parçaları yok.” Döndüm baktım. Prof. Dr. Sait Yılmaz’mış yorumcunun ismi. NATO eğitimli bir emekli asker, şimdi akademisyen. Devamında “Amerika emperyalist değildir, hegemondur, Rusya emperyalisttir” diye devam ettirdi muazzam analizlerini.
Hadi Hakan Ural’a kızıyorsunuz. Bunlar reva mı?
Mesele Hakan Ural falan değil.
Mesele, para.
Böyle yapmak, çok ucuza geliyor.
En önemli üç dört saatlik bölmeyi, rejiyi ve haber merkezini maaşlı olduklarından bir kenara bırakırsak, iki üç kişiye verdikleri kuş kadar paralarla kapatıyorlar. Üzerinde günlerce, haftalarca çalışılmış araştırmalar, üretimi aylar süren belgeseller, emek, zaman ve para gerektiren fakat nitelikli, derinlikli ürünler, muhabirler, editörler, araştırmacılar, yönetmenler, kurgucular… Bunlara yer yok.
Medyanın gelir modelinde sorun var. Hemen hiçbir mecra, gazetecilik/habercilik sınırları içerisindeki öz gelirleriyle kâr etmiyor. Kurumlar sırtlarını ya birtakım şirketlere, ya düzen partilerine ya da yurtdışı fonlara dayamış halde. Şirketler kârlarının, yurtdışı fonları kendi tahakküm alanlarının derdinde. Düzen partileriyse sorgulama değil curcuna istiyor.
Buradan düzgün medya çıkmaz. Halk yararına bir şey de çıkmaz. Medyadaki ekran yüzlerinde değil sorun, işin yapısında, ekonomisinde.
Bu yapının yıkılması lazım.
“Ama elimizde bir tek bunlar kaldı, bunlar da muhalefet yapmazsa ne olur” diye hiç üzülmeyelim…
Rusya’da devrim olup ülke iç savaşa sürüklendiğinde, Petrograd’da durum o kadar vahimdir ki, Bolşevikler, şehir tahliye etmeyi tartışırlar. Troçki, Lenin’in korumalığını yapan Vorontsov adlı bir işçiyle sohbet ederken, Vorontsov, gerekirse tüm kenti havaya uçurmayı önerir. Troçki, “Peki Yoldaş Vorontsov, Petrograd’a üzülmez misiniz?” diye sorar. İşçi yanıtlar: “Neden üzülecekmişim? Geri döndüğümüzde daha iyisini kurarız.”
Sonuçta Petrograd havaya uçurulmadı. Ama işçiler o cürete sahip olmasaydı, ellerinde hiçbir şey kalmayacaktı.
Muhtaç hissetmeye değil, kopmaya ve yıkmaya cüret etmek lazım. Şüphesiz daha iyisini kurarız.
(soL)