24 Mayıs 2024 Cuma

T24 KÖŞEBAŞI (24 Mayıs 2024)

Mali alan yaratılmalı, ama nasıl? (Binhan Elif Yılmaz)

Bugün "mali alan"dan bahsediyor ve alanın büyümesi için sınırları tartışıyorsak, ekonomik istikrar, büyüme, bölüşümde adalet açısından zorlayıcı bir noktadayız demektir

Mali alan, kamu harcamalarının rasyonalizasyonu, vergi gelirlerinin artırılması, etkin kamu borç yönetimi ve dış finansman olanaklarıyla finansman sorunu yaşanmadan maliye politikasının hedeflerine ulaşılmasında bir fırsattır.

Bu alan doğru değerlendirildiğinde gelir, harcama ve borç yönetiminde gerçekleştirilecek reformlar sayesinde daha sağlam bir mali yapı ile enflasyonla mücadele ve ekonomik büyüme amaçlarına ek bir kaynak yaratılabilir.

Ayrıca mali alan bir anda ortaya çıkabilecek pandemi, deprem ve de ekonomi politikalarında kararsızlıklar, hatalı kararlar sonucunda yaşadığımız krizlere de hazırlıklı olunmasını sağlar.

Gündemden düşmeyen CDS, ülkelerin risklerinin en önemli belirleyicisi ama bu risk priminin diğer ekonomik belirleyicilerin yanında mali alana da dayandırıldığını belirtmekte fayda var. Aizenman v.d. (2013, 2010)'nin CDS'nin temel olarak geçmiş ve şimdiki mali alana göre değil, gelecekteki mali alana göre belirlendiği şeklindeki yorumları oldukça dikkat çekicidir.

Mali alanı görselleştirelim:

Bir ülkenin istikrar, büyüme gibi hedeflerine ulaşırken gerekli mali araç ve kaynakları gösteren, dört köşeli bir elmasa benzeyen "Mali alan elması" görseli aşağıda mevcut. Bu elmasın alanı, o ülkenin sahip olduğu mali alanı belirtiyor.

Kaynaklar toplamda dört tane: (a) Dış kaynak girişi, yardımlar ve dış borçlar (b) vergi idaresinin iyileştirilmesi veya vergi politikası reformları yoluyla gelirlerde artış (c) iç ve dış borçlanma yoluyla açık finansmanı (d) harcamaların yeniden önceliklendirilmesi ve verimliliğinin artırılması (Roy v.d. 2007: 33-34).

Mali alan elmasıKaynak: Roy v.d.: 2007.

Mali alan elmasındaki bu araçlardan/kaynaklardan hangisi daha yoğun olarak elde ediliyorsa, mali alan elmasının dört köşesi eşit olmaz ve o araç/kaynak yönüne doğru genişlediği görülür.

Şimdi Türkiye için bu alanın ne yöne doğru genişleyeceğine bakalım:

Mali alan görüldüğü gibi hem bütçe kaynaklarının nasıl kullanıldığını hem de gelecekteki mali durumunu etkileyebilecek faktörleri içeriyor. Acaba maliye politikasının öncelikli harcamaları finanse etmek ve enflasyonla mücadele etmek için ihtiyacı olan vergi, dış finansman, etkin borç yönetimi gibi kaynakları sağlama yeteneği var mı?

Öncelikle geçen haftadan bu yana kamuda tasarruf tedbirlerini konuşuyoruz. Kamu harcamalarının etkin ve verimli kullanımıyla bir yandan mali disiplinin sağlanması diğer yandan kamu talebinin düşmesiyle enflasyonla mücadele edilmesi hedefleniyor. Buna göre mali alan elmasının sol tarafa doğru büyümesi beklenebilir. Karar alıcıların da bu alanı kullanma hedefi olduğu belli. Ancak son tasarruf genelgesi 2001 yılındaki genelgeden çok farklı değil. Denetim, izleme, yaptırım açılarından farklılaşıyor, yoksa tasarruf edilecek kalemler hâlâ çok sınırlı. (Şu yazımda açıkladım.) Zaten bakanlıkça yapılan açıklamaya göre sadece 100 milyar TL'lik bir tasarruf hedefleniyor ki, 11 trilyon TL'yi aşan bütçenin yüzde 1'i bile değil.

Vergi cephesinde de atılan ve atılacak adımlar var ama mali alan elmasının sağ tarafına doğru gidilecek yer kalmadı. Çünkü geçtiğimiz yılın ilk dört ayında 1 trilyon TL'lik vergi gelirine karşılık, bu yıl aynı dönemde 2,2 trilyon TL'lik vergi geliri elde edildi. Vergi yükü her açıdan ağırlaştı. Dolaylı vergilerin vergi sistemindeki hakimiyeti, vergi adaletsizliğini artırıyor. Şimdi de vergi oranları artırılmadan, istisna ve muafiyetlerin daraltılmasıyla vergi yükünün artışını bekliyoruz. Oran artışının 2023 yaz döneminde nasıl bir maliyet enflasyonu yarattığını da unutmadık. Bu araçla elde edilecek pek bir mali alan kalmıyor gibi, kayıt dışılığın üzerine gidilmezse.  

Potansiyel mali alan, doğru ve etkin borç yönetimi üzerinden olabilir mi, ona bakalım: Yani elmasın alt tarafına. 2024'te bütçe açığının milli gelire oranının yüzde 5'in altına düşürülmesi hedefleniyor. Harcama kısıcı ve gelir artırıcı taraftan bahsettik ama bütçenin bir de borç faizlerine ayırdığı ve giderek artan bir kısmı var ki, işte bu yapı bütçe esnekliğinin kaybedildiğini gösteriyor.

İç ve dış borç faiz ödemelerinin GSYH içindeki payı yüzde 4'ü geçti. Özellikle iç borç faiz ödemelerindeki artış, sıkı para politikası sonucu DİBS'lerin ortalama yıllık bileşik faizinde yükseliş ile devam ediyor. Bu durum Hazine'nin faiz yükünü de etkiledi. DİBS'lerde değişken faizlilerin payı yükselirken, sabit faizlilerinki azalıyor. Döviz cinsi DİBS ve kira sertifikası ihracı devam ediyor.

2024 ilk çeyrekte iç borç stoku 4,5 trilyon TL'yi aştı. Bu stok hem faiz hem de döviz kuru riskini içinde barındırıyor.  

Son olarak elmasın üst tarafında dış finansman imkanları var. Onun için de sıcak para ön planda tutuluyor. Mali alanın, hem krizlere karşı yaratacağı önlem hem de CDS'yi düşürerek uluslararası piyasalardan elde edeceği finansal kaynakların çeşitlenmesi olasılığı birlikte değerlendirildiğinde, Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler için ne kadar önemli olduğu görülebilir.

Ülkeye sıcak paranın girişi için ortam uzun zamandır hazırlanıyor, TL değerlenirken kur stabil. Uluslararası finans kuruluşlarının raporlarına göre de carry trade için Türkiye işaret ediliyor. Bu durumda mali alan elmasının üst tarafına doğru gidilecek yer var ama söz konusu dış finansman özellikle sıcak para çıkışının kriz yaratıcı sonuçlarını 1994 ve 2001 krizlerinde yaşadığımızı unutmayalım. O nedenle bu konuda çekinceler var ki, bu ayrı bir yazının konusu.

Anlaşılıyor ki mali alan içinde maliye politikası araçlarının keskin uçları varBugün "mali alan"dan bahsediyor ve alanın büyümesi için sınırları tartışıyorsak, ekonomik istikrar, büyüme, bölüşümde adalet açısından zorlayıcı bir noktadayız demektir. O nedenle politika adımlarında belirlilik, politik ve kurumsal açıdan tutarlılık hiç olmadığı kadar önemli.


Yararlanılan kaynaklar:

Aizenman, J., Jinjarak, Y. (2010). "De facto fiscal space and fiscal stimulus: definition and assessment. National Bureau of Economic Research. No. w16539.

Aizenman, J., Hutchison, M., Jinjarak, J. (2013). What is the risk of european sovereign debt defaults? fiscal space, cds spreads and market pricing of risk. Journal of International

Money and Finance. 34 (2013): 37-59.

Roy, R., A. Heuty, Letouzé, E. (2007). Fiscal space for what? analytical issues from a human development perspective. Presentation at the G-20 Workshop on Fiscal Policy, Istanbul, 30 June to 2 July.

                                                           /././

Uyutmak değil öldürmek (Çiğdem Toker)

İnsani ve vicdani bir çözüm bulunması ve buna ek olarak asıl derdi yoksulluk olan toplumun bir de köpeklere yönelik "uyutma" katliamı üzerinden kutuplaşmasıyla sonuçlanacak girişime karşı durmak gerekiyor

Geçen değil, ondan önceki kış mevsiminde bir köpek bacağımı ısırdı. Sabah yürüyüşüne çıkmıştım. Ankara'yı bilenler bilir. Güvenlik caddesinin sonu yokuştur. Birçok semt sakini de köpeklerini o hat üzerinde gezdirir, sohbet eder. Yürüyerek tırmandığım yokuşun sonuna gelmek üzereyken, karşıdan bir köpek grubunun koşarak indiğini gördüm. Sayıları dört ya da beşti. Kontrolsüz ve sinirli görünüyorlardı. Aramızdaki mesafe ise 10-15 metre civarıydı.

Telaşlanmamaya çalışarak (kendimce) sakin adımlarla yolun karşısına geçmeye yöneldim. Trafik akıyordu. Yolun bir yarısını diagonal olarak geçince rahatladım. Köpeklerin geçip gittiğinden, dahası hareket halindeki araçların önüne atlayıp peşimden gelmeyeceğinden emindim. Fena yanıldığımı birkaç saniye içinde bacağıma aniden saplanan keskin bir acıyla anladım. Boğazımdan gayriihtiyari bir çığlık koptu. Trafik durdu. Arkamı döndüm, ekibin en önündeki boz renkli köpek peşimden gelerek ısırmıştı. (oğlumun anlatımıyla bir "kırt" almıştı.) Caddede yankılanan sesimden ürküp uzaklaştı. Bacağımın arka alt kısmındaki derin diş izlerinden kan sızıyordu. Az ilerideki şantiyeden bir adam -bekçi olmalıydı- elinde kolonya, koşarak geldi. "Ben kovaladım az önce onları" dedi. İçimden iyi yapmışsınız dedim; ama içimden.

Kuduz aşısı için hastaneye gitmeden önce mikrop öldürücüyle pansuman yapmak üzere eve yöneldim. Yolda bir komşumuzla karşılaştım. Köpek ısırdığını söyleyince "Geçmiş olsun" dedi ve beni "beşli çetenin" mi ısırdığını sordu.

Böylesi bir anda, yazılarımdan hareketle kinaye yapacak biri değildi. "Nasıl yani?" dedim. Meğer o köpek grubu semtimizde ünlüymüş, "beşli çete" diye anılıyormuş. Biri daima önde, o sokak benim bu sokak senin birlikte gezdikleri, her yere girip çıktıkları için bu isim takılmış.

Komşumuz bilgi vermeyi sürdürüyordu. "Beşli çete"nin kentsel dönüşüm kapsamında yıkılan bir villa benzeri apartmandan kalan molozlar arasında barındığını, soğuktan korunmaya çalıştıklarını, ancak birkaç gün önce oraya iş makinelerinin girmesi nedeniyle yersiz kaldıklarını söyledi. Son günlerde artan hırçınlıklarının da bundan kaynaklanabileceğin ekledi.

Komşumuzun tarif ettiği binayı biliyordum. Orası, biraz yukarı kısımda Sedat Peker'in üç yıl önceki seri videolarından birinde genel başkanı dolayısıyla bahsettiği MİSİAD'ın eski genel merkeziydi.

Manzara Türkiye'de gazetecilik yapan biri için gerçekten ironikti: MİSİAD'ın kentsel dönüşüme tabi olduğu için yıkılan eski genel merkezine sığınmış ama artık bimekan kalmış ve "beşli çete" lakabı takılmış bir köpek grubunun lideri tarafından ısırılmıştım.

Ne var ki macera burada bitmeyecekti.

Kuduz aşısı için en yakındaki özel hastaneye gittiğimde, acil serviste karşılayan doktor, mikrop öldürücü solüsyon sürerek yapılması gerekeni zaten yaptığımı, daha fazlasının ise o hastanede mümkün olmadığını söyledi. Kuduz aşısı, o tanınmış büyük özel hastanede bulunmuyordu. Bilkent Şehir Hastanesi'ne gitmem gerektiğini söyledi. Ankara'da neden başka kamu hastanesinde kuduz aşısı bulunmadığını sordumsa da yanıt alamadım.

Yine de sorumun cevabı konusunda fikir yürütebilecek bir yurttaş olduğum söylenebilirdi. Bir kere aşı üreten Hıfzısıhha Enstitüsü yirmi yıl önce kapatılmıştı. Şehir hastaneleri yapılacak diye birçok kamu hastanesinin kapatıldığını da yıllardır bizatihi bendeniz yazıyordum. Dahası bu konuda bir de kitabım çıkmıştı.

Çaresiz, ilk kez Covid aşısı için gittiğim 20 km mesafedeki Bilkent Şehir Hastanesi'ne bu defa da kuduz aşısı için gidecektim. Gittim de. Bütün işlemler gayet süratli ve olması gerektiği gibi yapıldı. Kaydım alındıktan sonra aşı odasına yönlendirildim. Kapıdan içeriye girdiğimde güler yüzlü iki kadın sağlık görevlisiyle kısa bir sohbetimiz oldu. Yazılarımı okuyorlardı. Aşı işlemi bittikten sonra bana şehir hastanesi hizmetini nasıl bulduğumu sordular. Ben de kendilerine görevlerini bu kadar özenli yaptıkları için teşekkür ettikten sonra, gazeteci olarak bu konudaki itirazlarımın, kamu kaynaklarının hoyrat kullanımı olduğunu bir kez de bir şehir hastanesine başvuran hasta olarak dile getirdim. Köpeklerle ilgili bir başvurumun olup olmayacağı sorusuna ise bunu düşünmediğimi söyledim.

"Uyutma" ve manipülasyon

Bir şey anlatırken kullanılan dil, seçilen sözcükler, sadece anlatılan konu değil, anlatıcı, aktarıcı hakkında da fikir verir. Örneğin bir canlı türünün hayatına plan ve program dahilinde, kasten ve taammüden son verilmesini "uyutma" diye tarif etmek, bu tanımda karar kılan zihniyetin riyakâr ve maniplatif olduğunu düşündürüyor.

Öldürme amaçlı enjeksiyon işlemini "uyutma" gibi insani, yumuşak bir kelime seçerek anlatmanın başka bir izahı yoktur. Dahası, amacı ve sonucu öldürme olan bir işlemi, kanun maddesine "uyutma" diye yazmak, kelimeyle tuzak kurarak meşruiyet devşirmektir.

Söz konusu yasa taslağı maddesinin yazımına çalışanlar, enjeksiyon ile öldürme işlemini "uyutma" kelimesiyle tanımlayanlar, sahipsiz köpeklere yönelik planlanan bu işlemin kamusal yararına güveniyorsa, başka sözcüklerin masumiyetinden medet ummak yerine açık açık doğru kelimeyi kullanmalı.

(Bu arada kanun koyucunun hakkı büsbütün de yenmemeli. Taslak metinden yansıyan haberlere göre, önce 30 günlük sahiplendirme süresi tanınacakmış. 30 günde sahiplenme olmazsa "uyutulacakmış" köpekler.)

Bu hazırlığın amacı, başıboş köpeklerin sebep olduğu ölümlerdeki artış olarak açıklanıyor. İnsan olan kimse, sahipsiz köpeklerin insanlar için tehlike oluşturmasını savunmaz, savunamaz.

Ancak böyle bir sorun, adeta toplu bir köpek kurban törenine hazırlanır gibi başıboş köpekleri öldürerek de çözülemez. Canlılardan söz ediyoruz. Dünyayı birlikte paylaştığımız canlılardan.

Karar vericiler ne kadar farkında bilmiyorum ama köpekleri yasa çıkarak öldürmek, toplumsal sorunlarımızı azaltmaz, büyütür.

İnsani ve vicdani bir çözüm bulunması ve buna ek olarak asıl derdi yoksulluk olan toplumun bir de köpeklere yönelik "uyutma" katliamı üzerinden kutuplaşmasıyla sonuçlanacak girişime karşı durmak gerekiyor.

                                                                 /././

Uluslararası Ceza Mahkemesi: Bir hukuk ve insanlık sınavı (Rıza Türmen)

Uluslararası Ceza Mahkemesi Yargılama Öncesi Daire''den tutuklama kararı çıkarsa, bunun Türkiye üzerindeki etkisi ne olur?

Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) Savcısı Karim Khan, 20 Mayıs günü yaptığı açıklamada İsrail Başbakanı Netanyahu ile Savunma Bakanı Gallant ve Hamas Başkanı Yahya Sinwar, Hamas'ın askeri kanadının başı İbrahim Al Masri ve Hamas Siyasal Büro Başkanı İsmail Haniyeh hakkında savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işledikleri gerekçesiyle tutuklama müzekkeresi çıkarılmasını talep etti.

UCM'i kuran Roma Statüsü'ne göre, Savcı'nın tutuklama yetkisi yok. Bu yetki üç yargıçtan oluşan Yargılama Öncesi Daire'ye (YÖD) (Pre-Trial Chamber) ait. Savcı yürüttüğü soruşturma sonucunda Roma Statüsü'nde yazılı suçların işlendiği hakkında makul bir zeminin oluştuğu kanısına varırsa, YÖD'den tutuklama müzekkeresi çıkarmasını isteyebiliyor. Bu istemi yaparken gerekçelerini ve vardığı sonucu Daire'ye sunuyor. Daire, Savcı'nın istemiyle ilgili bir karar vermeden önce duruşma da yapabiliyor.

Bu prosedür, Roma Statüsü'nün hazırlık konferansında meydana gelen uzlaşının sonucu. Konferanstaki en büyük tartışma konularından biri UCM Savcısı'nın yetkileriydi. Savcı'nın, Sudan, Afganistan gibi sınır ötesi operasyonlarını soruşturma konusu yapmasından kaygı duyan ABD, yetkileri dar, BM Güvenlik Konseyi'ne bağlı bir savcı istiyordu. Buna karşılık Konferans'ta Kanada ve Almanya'nın başını çektiği grup Güvenlik Konseyi'nden bağımsız, yetkileri geniş bir savcılık için öneriler sundu. Sonunda YÖD aracılığıyla yargıçlar tarafından kontrol edilen bir savcılık üzerinde uzlaşı sağlandı. Daire, soruşturma ile ilgili geniş yetkilere sahip. Gerektiğinde kendisi de soruşturma yapabiliyor.

YÖD'ün sahip olduğu bu yetkiler, ceza yargılamasının dayandığı temel ilkelerle bağdaşmıyor. Ceza yargılamaları, savcının temsil ettiği iddia ile savunma arasındaki çekişmeye dayanır. İkisinden de tarafsız olan yargılama makamı, bu çekişmeden ortaya çıkan gerçeğe ulaşır. Buna göre hüküm verir. Oysa YÖD, savcının işine müdahale edebilmekte, gerektiğinde onun yerine geçebilmekte.

UCM savcısı zaten 2021'den beri Filistin topraklarındaki savaş suçlarıyla ilgili bir soruşturma yürütmekteydi. Şimdi bu soruşturma Gazze olaylarını da kapsayacak şekilde genişletildi. Savcılık ofisinin elemanları olay yerlerine gittiler. Mağdurlarla görüştüler. Delilleri topladılar. Bunun yanında Savcılık bir uzmanlar paneli kurdu. Altı tanınmış uluslararası hukukçudan oluşan panel tutuklama talebine dayanak oluşturan olguları inceleyerek bir rapor yazdı. Bütün bunların sonucunda savcılık UCM'nin yetkisine giren suçların işlendiğine inanmak için makul bir zemin bulunduğu kanısına vardı ve tutuklama müzekkeresi çıkarılması için YÖD'e başvurdu.

Savcı Karim Khan'ın tutuklanmasını istediği Hamas yetkililerinin (Sinwar, Al-Masri, Hamiyeh) işlediğini iddia ettiği insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları arasında şunlar var: Öldürme, rehin alma, ırza geçme ve başka cinsel şiddet eylemleri, işkence, rehinelere insanlık dışı muamele.

İsrail Başbakanı Netanyahu ile Savunma Bakanı Gallant'ın işledikleri iddia edilen insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları arasında şunlar var: Bir savaş yöntemi olarak açlıktan ölüme terk etmek, kasıtlı olarak öldürme ya da yaralama, sağlığa zarar verme, kasıtlı olarak sivil halkı hedef alma, zulüm etme.

Savcı, her iki kategori suçlamada da sivil halka karşı işenen bu suçların yaygın ve sistematik saldırılar şeklinde, bir devlet politikası olarak gerçekleştirildiğini ileri sürüyor.

UCM Savcısı Gazze'ye uygulanan kuşatmanın, yemek, ilaç gibi yardım malzemelerinin girişini engellediğini, temiz su taşıyan boruların çalıştırılmadığını, yardım getirenlerin öldürüldüğünü, 1.1. milyon insanın açlığa mahkûm edildiğini belirtiyor. İsrail'in kendi halkını savunmaya hakkı bulunduğunu, ancak bunun İsrail'in uluslararası insani hukuktan doğan yükümlülüklerini ortadan kaldırmadığının altını çiziyor.

Savcı'nın İsrail yöneticileri hakkında tutuklama müzekkeresi talep etmesi İsrail'de ve ABD'de büyük bir tepkiye yol açtı. UCM çalışanlarını, ailelerini tehdit eden söylemler basında yayımlandı. ABD Kongresi'nin UCM çalışanlarına yaptırım uygulamayı düşündüğüne ilişkin haberler de var.

UCM Savcısı açıklamasında bu tehditlere de yer veriyor. Bu tür tehditler devam ederse, Roma Statüsü'nün 70. Maddesini uygulayacağını belirtiyor. Bu maddeye göre, UCM'yi etkilemeye çalışmak, baskı altına almak UCM'nin yetki alanına giren suçlardan sayılıyor.

Karim Khan'ın tutuklama talebinde dikkati çeken bir nokta, soykırım suçundan hiç söz etmemesi, savaş suçları ve insanlığa karşı işlenen suçlar nedeniyle tutuklama istemesi. Bunun Uluslararası Adalet Divanı (UAD) önünde soykırım suçu nedeniyle İsrail'e karşı açılmış bir dava bulunmasından ve UAD'nın bu konuda henüz bir karar vermemiş olmasından, aynı zamanda soykırım suçundaki ispat güçlüğünden kaynaklandığı düşünülebilir.

1949 Cenevre Sözleşmeleriyle düzenlenen insani hukuk yani savaş sırasında uyulması gereken kurallar, sivillerin korunmasını hedefleyen hükümler, aynı zamanda Roma Statüsü'ndeki savaş suçlarını oluşturmakta. Cenevre Sözleşmeleri'ne İsrail de taraf. O nedenle Savcı Karim Khan, İsrail'in meşru savunma savını reddederken Cenevre Sözleşmeleri'nden kaynaklanan insani hukukla ilgili yükümlülüklerini anımsatıyor. Bu yükümlülükler, devletler arasındaki uluslararası bir çatışma için olduğu kadar, uluslararası nitelik taşımayan, Hamas gibi silahlı bir grupla bir devlet arasındaki çatışmalarda da geçerli.

YÖD'ün tutuklama istemiyle ilgili karar vermesinin birkaç hafta süreceği tahmin ediliyor. Daire, tutuklama istemini kabul eder ve tutuklama müzekkeresi çıkarırsa, Roma Statüsü'ne taraf 124 devlet, tutuklama müzekkeresine konu olan üç Hamas ve iki İsrail yetkilisi ülkelerine geldiği takdirde onları yakalayıp yargılanmak üzere UCM'ye teslim etmekle yükümlü. Roma Statüsü'ne taraf olmayan devletlerin böyle bir yükümlülüğü yok. Bu yükümlülüğün Roma Statüsü'ne taraf olmayan devletler bakımından da geçerli olması için BM Güvenlik Konseyi kararı gerekir. Ancak bu yolda bir hukuki yükümlülük olmasa bile, Roma Statüsü'ne taraf olmayan bir devletin de UCM ile işbirliği yapmasını ve ülkesinde bulunan bu kişileri UCM'ye teslim etmesini engelleyen bir husus yok.

UCM Savcısı sağlam kanıtlara dayanmadan tutuklama talebinde bulunmayacağından, YÖD'ün savcı'nın talebini kabul ederek tutuklama müzekkeresi çıkarması olasılığı yüksek.

Böyle bir karar hukuki nitelikte olsa dahi önemli siyasal sonuçlar da doğuracaktır. Uluslararası Adalet Divanı'ndaki soykırım davası ile birlikte düşünüldüğünde, İsrail üzerindeki baskıyı arttıracak, İsrail'in uluslararası alanda daha çok yalnızlaşmasına yol açacaktır. ABD'nin İsrail'e verdiği koşulsuz desteğin sürdürülmesini güçleştirecek, hiç olmazsa koşullandırılmasını gündeme getirecektir.

Öte yandan Savcı'nın soruşturmasından Hamas'ın da insanlığa karşı suçlar ve savaş suçları işlediği, bunların kabul edilemeyecek ağırlıkta suçlar olduğu ortaya çıktı. Bundan böyle, iki tarafdan birinin işlediği insanlığa karşı suçları görüp, öbür tarafın suçlarını görmezlikten gelerek, İsrail-Hamas çatışmasında adil, dengeli, doğru bir tutum benimsemek olanaksızdır.

Savcı'nın tutuklama talebi Batı blokunda bölünmeye yol açmışa benzemekte. Biden, UCM'yi ağır bir dille eleştirirken, Fransa, Belçika Savcı'nın kararını desteklediklerini açıkladılar.

YÖD'den tutuklama kararı çıkarsa, bunun Türkiye üzerindeki etkisi ne olur? Türkiye, Roma Statüsü'ne taraf 124 devlet arasında değil. Türkiye'nin Roma Statüsü'ne taraf olmamasının nedenleri ayrı bir konu. Ama taraf olmadığı için YÖD, adı geçen beş kişi hakkında tutuklama müzekkeresi çıkarırsa ve bu kişiler Türkiye'ye gelirlerse, Türkiye'nin onları yakalayıp UCM'ye teslim etmek gibi bir hukuki yükümlülüğü yok.

Bununla birlikte böyle bir kararın Türkiye bakımından da siyasal sonuçlar doğurması kaçınılmaz. Türkiye'nin İsrail'le olan ilişkileri en düşük düzeye indirildiğinden, bu sonuçları daha Hamas ile olan ilişkiler bakımından düşünmek gerekir. Hakkında tutuklama müzekkeresi çıkarılması istenen kişilerden biri olan İsmail Haniyeh bunlardan kısa bir süre önce Türkiye'deydi. Kendisine devlet başkanı muamelesi yapıldı. Cumhurbaşkanı tarafından kabul edildi. Cumhurbaşkanı ile kucaklaştılar. Kendisini kurtuluş savaşçısı olarak bağrımıza bastık. Oysa Haniyeh rehin alma, ırza geçme, kasıtlı öldürme, işkence gibi insanlığa karşı suçlar nedeniyle tutuklanması istenen üç Hamas liderinden biri.

Hamas'ın Türkiye'de üs kuracağı gibi haberler var. Liderleri insanlığa karşı suç işleyen bir örgütün Türkiye'de üs sahibi olmasının, Türkiye'nin başına açacağı sorunları düşünebiliyor musunuz?

Bunu Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın binlerce kişinin ölümüne neden olan ve insanlığa karşı suç işleyen, Mahsa Amini'yi saçı göründü diye döverek öldüren İran Cumhurbaşkanı İbrahim Reisi için ulusal yas ilan etmesiyle birlikte okumak gerekir.

Tuhaf bir adalet anlayışımız var. İnsanlığa karşı suç işleyen yabancı liderlere kapımızı açıyor, bağrımıza basıyoruz, öldüklerinde yas ilan ediyoruz. Buna karşılık, hiçbir suç işlemedikleri uluslararası mahkeme kararlarıyla sabit kendi vatandaşlarımızı yıllarca cezaevinde tutuyoruz. Bu çelişki iktidarın hukukla pek fazla ilişkisi olmamasından mı kaynaklanıyor acaba?

                                                              /././

Yeni Yargıtay Başkanı'nın ilk sınavı; yargıdaki yolsuzluk iddialarının üzerine gitmek! (Tolga Şardan)

Kerkez'in önünde iki yol var: Toplum bir yana çocuklarına bırakacağı "manevi miras" için yarından tezi yok düğmeye basıp, Yargıtay'daki temizlik amacıyla ilk işareti vermeli. Aksi taktirde selefinden farklı konumda olmaksızın "eski başkanlar" fotoğraf dizisinde yerini alır.

Ankara'da görülen iki dava eş güdümlü biçimde ülke siyasetini derinden etkilemeye devam ediyor.

Normalde iktidar ile muhalefet arasında yaşanması beklenen bu süreç, ne gariptir ki iktidarın iki ortağı arasında geçiyor!

Yerel seçim sonuçlarının ardından başlayan Eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş cinayeti yargılaması ve organize suç örgütü lideri iddiasıyla yargılaması devam eden Ayhan Bora Kaplan dosyasının AKP ile MHP arasında "sıcak" günlerin yaşanmasına sebep olduğunu Bağdat'taki Sağır Sultan duymuş durumda.

Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Erdoğan'ın "beklenen" sert çıkışı yapmayıp yumuşak geçiş yapması karşısında önceleri "hükümete darbe girişimi" üzerinde yoğunlaşan MHP lideri Devlet Bahçeli, tansiyon düşüren cümleler kurdu.

Fakat, başkentte siyaseti yakından takip edenler biliyorlar ki; bu tansiyon düşüklüğü böyle gitmeyecek. Hatta bir ipucu da vereyim; AKP ile MHP arasında sıkça olmasa da bir temas trafiği var.

Büyüteç'in ilerleyen bölümlerinde sürecin ne şekilde ve hangi koşullarda devam edeceğini aktaracağım.

Yargıtay Başkanlığı seçimi ve yeni Başkan'ı bekleyen süreç

İktidarın iki ortağı arasındaki siyasi mücadeleyi sadece bu iki dosyaya bağlamak elbette yeterli değil.

Yakın zamanda yapılan Yargıtay Başkanlığı ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı seçimlerini süreçten bağımsız düşünemeyiz.

Bu konuda epeyce bilgi ve yorum kamuoyuna yansıdı. Buna karşın madalyonun ikinci yüzüne dikkat çekeyim.

Yargıtay'ın yeni başkanı tam 37 tur sonunda seçildi. Yargıtay 3. Hukuk Dairesi Başkanı Ömer Kerkez yeni başkan oldu.

Ömer Kerkez

Yargıtay resmi internet sitesinde Kerkez'in özgeçmişine bakıldığında; yargı camiasının yanı sıra Ankara'daki bürokrasi ve siyasetin nasıl işlediği konusunda epeyce tecrübeli olduğunu görmek mümkün.

Kerkez, Elbistan, Kozluk ve Erzin'de Cumhuriyet savcılığı yaparak saha tecrübesi kazanmasının ardından geldiği Adalet Bakanlığı karargahında önemli görevler üstlendi.

Adalet Bakanlığı'nda Tetkik Hakimliği, Daire Başkanlığı, Genel Müdür Yardımcılığı, Genel Müdürlük ve Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyeliğini yürüten Kerkez, 2017'de Yargıtay üyesi seçildi. Ardından Şubat 2023'te ise Yargıtay 3. Hukuk Dairesi Başkanı oldu.

Yargının röntgenini çekebilecek önemli isimlerden.

Şimdi de ülkenin en üst yargı kurumunun "bir numarası."

Bu bilgileri vermemin gerekçesi belli. Yargıdaki yolsuzluk ve usulsüzlük iddialarının ayyuka çıkması, kuşkusuz.

Sokaktaki hemen herkesin bildiği üzere, yolsuzluk, rüşvet, adaletsizlik, usulsüzlük iddiaları, söz konusu iddiaları araştırıp doğrulara ulaşmakla görevli yargı camiasının üzerinde kara bulut adeta.

Adliyeler ile Yargıtay'da her gün yeni skandallar ve iddialar saçılıyor ortalığa.

Yerel yargıdaki iddiaları araştırmak Hakimler ve Savcılar Kurulu'nun. Yüksek yargıdaki iddiaları araştırmak ise Yargıtay Başkanlığı'nın, dolayısıyla Yargıtay Başkanı'nın görevi.

En son Ayhan Bora Kaplan hakkında bugün ortaya çıkan iddiaların bir bölümünün adresi Yargıtay.

Gerek Kaplan'ın önceki dosyalarının Yargıtay'daki karar süreçleri, gerekse Kaplan'ın Ankara'daki yasa dışı faaliyetlerinde adı geçen yargı mensuplarının bugün Yargıtay çatısı altında görev yapması, dikkatleri kurumun üzerine çevrilmesinin gerekçesi.

İşte tam bu noktada Kerkez'in konumu ortaya çıkıyor.

Önceki Başkan Mehmet Akarca, Kaplan konusunda olanı biteni öğrenmek için Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'i makamına çağırmış ve usul olmamakla birlikte bilgi almıştı.

Kaplan'ın gözaltına alınmasından üç hafta sonra gerçekleşen bu görüşmeyi Büyüteç'te geçen kasımda duyurdum.

O günden, koltuğunu Kerkez'e devrettiği güne kadar Akarca, gelişmelerden ve iddialardan ilk ağızdan bilgi sahibi olmasına karşın, harekete geçmedi. Kalem oynatmadı. Yaşananları sadece seyretti.

Şimdi Yargıtay Başkanı koltuğunda yeni bir isim var. Dediğim gibi Kerkez, yargıyı kılcallarına kadar bilen isimlerden. Zaten başkanlık koltuğuna seçimi de Yargıtay çatısı altındaki farklı grupların görüş birliği ile oldu.

Yargı böylesine zan altındayken, Kerkez'in yapacağı ilk iş iddialarla ilgili yasal süreç için düğmeye basmak olmalı. Temizliğin yüksek yargıdan başlatılması, kamuya önemli örnek olacak aynı zamanda.

Unutmadan, kişinin kendinden sonra gelecek kuşaklara bırakacağı miras, sadece maddi mal varlığı değildir. Manevi sahiplikler de bir sonraki nesile ulaşacak mirastır.

Kerkez'in önünde iki yol var bu miras için. Toplum bir yana çocuklarına bırakacağı "manevi miras" için yarından tezi yok düğmeye basıp, Yargıtay'daki temizlik amacıyla ilk işareti vermeli. Aksi taktirde selefinden farklı konumda olmaksızın "eski başkanlar" fotoğraf dizisinde yerini alır.

Tercih kendisinin.

Operasyon merkezi Ankara Adliyesi mi?

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin "hükümete karşı darbe girişimi" tanımıyla duyurduğu Ankara Emniyeti'nde ortaya çıkan soruşturma skandalında hemen her gün yeni bilgiler kamuoyuna yansıyor.

Emniyet teşkilatında ilk Ankara Valiliği'nin, Ankara Emniyet Müdürü Engin Dinç'in, sonrasında Emniyet İstihbarat Başkanlığı'nın ve KOM Başkanlığı'nın bildiği ama İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'nın bilmediği olaylar zinciri yeni bir hale dönüştü hafta başından bu yana.

Gözaltında tutulduktan sonra adliyeye çıkarılan polisler ve sivillerden yedisi tutuklanarak cezaevine gönderildi. 

Şüphelilerin adliyede olduğu saatlerde İçişleri Bakanlığı Mülkiye başmüfettişlerince hazırlanan özel rapor savcılığa ulaştırıldı.

Savcılığa ulaştırılan müfettiş raporunda "darbe girişimi" çerçevesinde herhangi bir tanımlama ve değerlendirme bulunmadığı rapor içeriğiyle ilgili haberlerden anlaşıldı.

Yazıyı kaleme aldığım dün öğle saatlerine kadar kulislere düşenlerden bir özetleme yapmak gerekirse; AKP ile MHP arasındaki siyasi kriz yargı üzerinden derinleşecek. Bunun sinyalleri ortada maalesef.

Açıklayayım tek tek.

Öncelikle polislerle ilgili başlatılan yargı sürecinden başlamak en iyisi.

Ankara Emniyeti Organize Suçlarla Mücadele Şubesi'nde patlak veren skandalla ilgili İçişleri Bakanlığı'nın "araştırma için müfettiş görevlendirildiği" açıklamasından bir gün sonra, Ankara Adliyesi'nde re'sen soruşturma başlatıldı söz konusu polisler hakkında.

Ankara Adliyesi'ndeki re'sen soruşturma MHP'ye, özellikle de Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'ya yakınlığıyla bilinen Terör Suçlarıyla Mücadele Bürosu'ndan sorumlu Ankara Cumhuriyet Başsavcı Vekili Veysel Kaçmaz tarafından başlatıldı.  Zaten MHP Genel Merkezi'ne ulaşan ilk bilgiler de yine Soylu ve ekibince sağlandı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Gökhan Karaköse, dosyayı bir süre sonra Başsavcı Vekili Mehmet Işık'a verdi. Başsavcı vekili Mehmet Işık'ın üstlendiği soruşturma ilerliyor. Ancak hafta başında pek dikkate alınmasa da adliyede yeni bir gelişme daha yaşandı.

Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, Fetullah Gülen cemaatinin bir dönem Emniyet İmamı olduğu gerekçesiyle Kemalettin Özdemir hakkında 22.5 yıl hapis cezası istemiyle dava açtı.

2018'de Özdemir'in gözaltına alınmasıyla başlatılan soruşturmanın mayıs başında iddianameye dönüştürülmesi dikkat çekici.

Bu soruşturma sürecinde de ilginç bilgiler var. İddianamede yer alan kimi ifadelerde yer alan isimlere bakarsak yine siyasete mesaj verildiğini söylemek yanlış olmaz.

Hele ki iddianamede yer alan bir ifadede Özdemir'le bağlantılı olduğu belirtilen bir ismin yer alması doğrudan İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya'ya verilen ince mesaj niteliğinde. Yerlikaya'nın söz konusu isimle ilgili uyguladığı bir mahkeme kararı sonrasında sessiz sedasız yürüyen bir başka sürece yönelik işaret bu kanımca.

Bir dip not vereyim; Özdemir hakkındaki iddianameyi hazırlayan Cumhuriyet Savcısı, Başsavcı Vekili Kaçmaz'a bağlı olarak görev yapıyor.

Sıra geldi, İçişleri Bakanlığı müfettişlerince hazırlanan ve darbe girişimi tanımı yapılmayan özel raporun basınla paylaşılmasına.

Bu rapor sadece iki kopya hazırlandı. Aslı İçişleri Bakanlığı'nda. Aslının kopyası ise, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nda. Bu kez henüz avukatlarda da yok.

Raporun içeriğiyle ilgili İçişleri Bakanlığı'ndaki kaynaklarımla görüştüm. İçerikle ilgili "bizden bilgilendirme yapılmadı" yanıtını aldım.

Geriye tek adres kaldı!

Hep söylenildiği üzere, gizli olarak yürütülen hazırlık soruşturmasına esas olacak gizli belgenin basınla paylaşılmasıyla ilgili Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı'nın bir yanıtı varsa Büyüteç kendilerine açık.

Bu arada, dosya şüphelisi polis müdürü Kerem Öner'in 11 sayfalık ifadesinin, gizli tanık Serdar Sertçelik'e nasıl ulaştığı konusunda ne yapıldığını da Başsavcılık açıklarsa kamuoyu bilgilenmiş olacak.

                                                             /././

Tasarrufla karışık: Basını susturmak, Bartın'dan Malatya'ya, arada Çıldır!..(Yalçın Doğan)

Sen "tasarruf tedbirleri" diye yola çık, projelere devam et, özel jetlere devam et, medyayı susturmak için racon kes!..  

"Anatolea..."

Yani, Anadolu.

Batı'dan Doğu'ya doğru uzanan memleketimiz, Anadolu...

"Güneşin doğduğu yer" anlamında.

Güneşin ötesinde, orada aydınlığın doğmasında rol oynayan önemli etkenlerden biri, her yerde olduğu gibi...

"Bağımsız medya, bağımsız yerel basın."

İncir çekirdeğini doldurmayan, son günlerin modası, "tasarruf tedbirleri" arasında bir madde var:

"Kamu kurum ve kuruluşlarınca hiçbir şekilde günlük gazete alımı yapılmayacak, görev alanlarıyla ilgili olmayan yayınlara abone olunmayacaktır".

Burada asıl hedef yerel basın.

Tam miktarını bilmiyorum ama, kamu kurumlarından günlük gazete alımı ve abonelik toplamı yılda ne tutar ki?..

Maksat başka.

Susturmak

Yerel basında önde gelen gazeteler, iktidarın hoşlanmadığı ses getiren habercilik yapıyor.

Böyle bir "tasarruf"(!) kıt kanaat koşullarda gerçek gazetecilik yapmaya çalışanlara "sen artık gazetecilik yapma" demekten başka bir şey değil.

Onlar yazamasın ki, Anadolu halkı yerel anlamda pek çok olaydan habersiz kalsın!.. Aynı zamanda yerelden ulusala uzanan medya zinciri kırılsın!..

Basın İlan Kurumu zaten ulusal ya da yerel, muhalif medyanın ilanlarını kesmekle görevli.

"Tasarruf tedbirleri" üzerinden yerel basını susturmaya çalışmak, basın özgürlüğüne darbe indirmekten farksız.

Önce ihale, sonra onay

Bu kısıtlamaya rağmen...

Bartın'da yayımlanan bazı gazeteler geçenlerde önemli bir habere imza atıyor.

O haberler, olayı yerinde izleyen CHP Bartın milletvekili Aysu Bankoğlu tarafından önceki gün Meclis genel kuruluna taşınıyor. Bankoğlu:

"Bartın Irmağı ıslah projesi var. Irmak boyunca kent merkezine iki, üç metre yüksekliğinde beton duvar, üstüne de cam koruluk çekiliyor. Kentin doğal ve tarihi dokusu, estetiği filan yok".

Ama, önemli bir konu var, Bartın gazetelerinden okuyorum, Bankoğlu da kürsüde:

"Bartın'ı ikiye bölen bu girişim için pazarlık usulüyle ihaleye çıkılmış, ihale bedeli 750 milyon liraya dayanmış. İhale şartnamesi 8 Şubat ile18 Kasım 2023 arasında çalışmanın bitirilmesini öngörüyor.

Şimdi dikkat, projenin uygunluğuna Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Komisyonundan onay 30 Kasım 2023'te çıkıyor!.."

Yükü belediyeye

İlgili komisyon 20 Ekim 2023'te verdiği kararda:

"Prensipte uygun ama, uygulama projesi yok!.."

Uygulama projesi yok, ihalesi var, yaklaşık 750 milyon liraya birilerine veriliyor.

"Tasarruf tedbirleri", yeni yatırım yok, yeni proje yok gibi laflarla milleti uyutmaya çalışıyor.

Devlet Su İşleri "biz Bartın Belediyesi ile protokol yaptık" diyor.

Belediye o sırada AKP'li, 31 Mart seçimlerinde CHP'ye geçiyor.

CHP'li Belediye belgelere bakıyor, protokolde Belediye Başkanının imzası yok. İmzası yok ama, projeden kaynaklanabilecek yükümlülükler Belediyeye yıkılıyor. İyi mi?..

Yooook, durun daha bitmedi.

Projenin anlaşmazlık durumunda yetkili mahkeme neresi?..

Kırk yıl düşünseniz bulamazsınız!..

"Çıldır Mahkemeleri!..

Çıldır mı?..

Çıldır nerede?..

Ardahan'da... Bartın'dan 1.247 kilometre uzakta".

Çıldır!..Gerçekten çıldır!..

Bir de Malatya'dan

Bir örnek de, Malatya'dan.

Malatya'da gerçek gazetecilik yapan bazı gazetelerde "tasarruf tedbirleri sonrasında" bir haber yayımlanıyor.

"Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Abdülkadir Uraloğlu Ankara'dan Malatya'ya özel uçakla geliyor, özel uçağın 25 bin dolara kiralandığı öne sürülüyor.

Bakan havaalanından kent merkezine üç minibüsle geliyor."

Aynı Bakan Uraloğlu, CHP Grup Başkan Vekili Ali Mahir Başarır'ın açıkladığına göre...

"Birkaç gün önce Almanya'da bir toplantıya özel jetle gidiyor".

Neden tarifeli uçakla gitmiyor?...

"Tasarruf tedbirleri" var ya!..

"Etki ajanlığı"

Yerel basında her gün benzer haberler yayımlanıyor, bir bölümü muhalif TV'lere ve ulusal medyaya aktarılıyor, bir bölümü arada kaynayıp gidiyor.

AKP bu durumda ne yapar?..

Onların deyimiyle, "yaparsa AKP yapar".

"Tasarruf tedbirleri" üzerinden, "bundan sonra abonelik yok, günlük gazete alımı yok" laflarıyla karışık, amaç arkadan dolaşarak ulusal medyayı ve yerel basını susturmak.

Ulusal düzeyde durum malum. AKP büyük oranda denetliyor. Şimdi buna ek getirmek istiyorlar.

Baskıcı rejimlerin el aletlerinden "etki ajanlığı" icadıyla, muhalif medyayı kontrol altına almak, herkesi susturmayı hedeflemek.

Sen "tasarruf tedbirleri" diye yola çık, projelere devam et, özel jetlere devam et, medyayı susturmak için racon kes!..  

                                                                 /././

Çocukları kefene sokan ruh hastası ilkel zihniyet (Oya Baydar)

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin

Kimlerin elindeyiz, hayatımız, kaderimiz, çocuklarımız kimlerin elinde?

Bir ülke nasıl çökertilir, sadece bugünümüz değil gelecek kuşakların yaşamı nasıl heba edilir, insanlar kötülüğün, ilkelliğin, çürümenin pençesine nasıl itilir? Soruların cevabını bulmak için 2024 Türkiye'sine gören gözlerle bakmak yeterli.

Ne açlık sınırındaki yoksulluk, ne haksızlık hukuksuzluk, ne suyun, toprağın, yeşilin, yaşamın talanı… Sorun: Bu melanetlerin tümünün anası olan ruh hastası, ilkel, cahil, kriminel bir zihniyetin pençesine düşmüş olmamız. Sorun, insanı da toplumu da çürüten bu zihniyetin iktidarın himayesinde öldürücü bir virüs gibi toplumun kılcal damarlarına nüfuz edip yaygınlaşması.

Mezar, kefen, ölüm: "Yerli ve millî" ÇEDES eğitimi

Son örneği Gaziosmanpaşa'daki Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi'nde yaşandı. Okuldaki Filistin'le dayanışma etkinliğinde öğrenciler ölü taklidi yaparak yere yatırılmışlar, üzerlerine kefen örtülmüş. Bir süre önce başka bir okulda, çocuklar mezar maketlerinin başında senaryo uyarınca ağlayıp sızlayıp ölmüş annelerinin yasını tutmaya zorlanmışlardı. Örnekler çoğaltılabilir, dışarıya yansıyanların ötesinde kimbilir daha neler yaşanıyor, çocuklarımız hangi ilkel, cahil, dinden îmandan da habersiz ruh hastalarına teslim ediliyor.

Çocukların, gençlerin ruh sağlığını olduğu kadar hayata bakışlarını, insanî-ahlâkî değerlere sahip iyi insanlar olarak gelişmelerini de olumsuz etkileyecek bu türden sözde eğitimler ÇEDES (Çevreme Duyarlıyım Değerlerime Sahip Çıkıyorum) projesinin yan ürünleri. Millî Eğitim Bakanlığı ile Diyanet İşleri Başkanlığı'nın "dindar ve kindar" nesiller yetiştirme amaçlı, aslında Anayasa'nın laiklik ilkesine olduğu kadar özgür eğitim hakkına, kişi hak ve özgürlüklerine de dolaylı saldırı olan ÇEDES, AKP iktidarının siyasî İslam tahayyülündeki toplumu yaratmak amacıyla tarikat ve cemaatleri eğitime sızdırma projesinden başka bir şey değil. ÇEDES kapsamındaki etkinlikler, dersler, vb., öğretmenler, eğitim uzmanları tarafından değil kim oldukları belirsiz, Diyanet'in gönderdiği (siz tarikatler, cemaatler olarak anlayın) kişiler tarafından veriliyor. Yapıp ettiklerine bakıldığında, bu kadroların cehaleti, ilkellikleri, hurafelerle dolu kafaları ve ruh sağlığı bozuklukları apaçık görülüyor.

Hangi çevre duyarlılığı, hangi değerler?

ÇEDES'in amacı çocuklarda çevre duyarlılığını geliştirmek ise, ormanlarımızın, tarım topraklarının, doğal zenginliklerimizin nasıl yok edildiğini, açgözlü vahşi talan düzeninin doğal yaşamı nasıl katlettiğini öğretin. Sokaktaki hayvanları "uyutma" adı altında öldürmenin cinayet olduğunu öğretin. Çiçeği böceği, hayvanı, yaşamı korumayı öğretin.

Maksat genç kuşakların değerlerine sahip çıkmalarını sağlamaksa, insan haklarını, insanî-vicdanî değerleri, insanlar arasında ayrım yapmamayı, barışı, kardeşliği, ötekileştirmemeyi, insan sevgisini öğretin. Sadece Filistinli çocukların değil dünyanın bütün çocuklarının, hele hele kendi ülkemizdeki çocukların acılarına hem ortak hem de merhem olmayı öğretin. Yas tutmayı, ölümü öğretmenize gerek yok, öldürmemeyi, kin gütmemeyi, din, mezhep, dil, kültür, etnik köken, sınıf farkı gözetmeksizin insanı anlamayı, korumayı, sevmeyi öğretin.

Biliyorum, benimki boş söz, boş hayal. Kendinizde olmayanı, kendinizin bilmediğini nasıl öğreteceksiniz ki!

Tepeden tırnağa hasta bir toplum

ÇEDES ve şahit olduğumuz akla zarar uygulamalar kendiliğinden doğup gelişmedi. Yıllardır bu ülkeyi yönetenlerin üstünde kuluçkaya yattıkları canavar yumurtasından nur topu gibi değil, dışkı topu gibi bir kötücüllük canavarı çıktı. Ruh hastası dediğim zihniyet toplumu adım adım ele geçirdi. Giderek kök saldı, yayıldı, yaygınlaştı. İktidardakilerin savaş, düşman, hain kavramları üzerine kurulu kin ve nefret söylemi toplumu sardı. Savaşın, kanın, ölümün kutsanması kan dökmeyi, öldürmeyi sıradanlaştırdı.

En tepedekilere bakıyorum; sözünü ettiğim sağlıksız ruh halinin örneklerini görüyorum. Mesela, iktidarın güçlü ortağı Sayın Bahçeli. Bugüne kadar ağzından bir güzel söz, bir sevecen ifade duymadık. O konuşurken yüzünü inceliyorum: gerilmiş, tekallüs etmiş, sağlıklı ruh halini yansıtmayan bir ifade var yüzünde. Son zamanlarda bu ifade daha da derinleşti, yerleşti. Bazen acıyorum da; hem ona hem de kendimize. İnsanın yüz ifadesi içini yansıtır. Bu ruh halindeki bir insan ülkeye huzur, barış, kucaklaşma, en azından yumuşama getirebilir mi?

Bir fıkra vardır: Her şafakta horozun gagalayarak uyandırıp şey ettiği tavuğun canına tak etmiş, "Şaapacaksın anladık da bir gün de öperek uyandır be horoz efendi" demiş. Devlet Bey ne zaman konuşsa bu fıkrayı hatırlıyorum, "Bir gün de öperek uyandır milleti Devlet Bey" diyorum içimden.

Öte yandan, Cumhurbaşkanı'nın yıllardır muhatap olduğumuz kin ve nefret söyleminin tonunu hafifletmesi; hakaretlerin, saldırıların yumuşaması siyasetin normalleşmesi sayılıyor. Olması gerekeni lütuf kabul edip umutlanıyoruz.

Kimlerin elindeyiz; ülkemiz, çocuklarımız, geleceğimiz kimlerin elinde diye sormuştum yazının başında. Siyasî olduğu kadar psikolojik vaka'larla karşı karşıyayız. Yüzlerce yıl öncesinin karanlık dehlizlerinde yaşayan, cehalet ve ilkelliğin pençesindeki tarikatlerin, cemaatlerin IŞİD türevi, Talîbanvarî zihniyetlerinin tasallutu altındayız.

Bu noktaya rastlantı eseri gelmedik; iktidarın tercihiydi. Aynı zamanda çıkar grupları olan bu tarikatler, cemaatler iktidar tarafından beslenip semirtildi. Ama, son dönemlerin gelişmeleri bu tercihin iktidardakiler için de tehlike oluşturduğunu gösteriyor. Acemi büyücü çırağı gibi, yarattıkları felaketi engelleyip onaracak güçleri yok. Dizginleri ellerinden kaçırmış görünüyorlar.  Devlet kurumlarının ve devlet bürokrasisinin şu veya bu tarikatın güdümünde olduğu; mafyanın, çetelerin, derin odakların emniyette, yargıda, güvenlik kuruluşlarında birbirleriyle dalaştıkları, bakanlıkların parsellendiği, muktedirlerin cinayetlere karıştıkları bir ortamda, "devlet aklı" denen derin devlet de hangi ata oynayacağını, ağırlığını hangi kefeye koyacağını bilemez görünüyor.

Bu çaresizliğin ve dağınıklığın önümüzdeki günlerde bugünü aratacak gelişmelere yol açmasından, normalleşme beklerken faşizan baskıların artmasından endişe ediyorum. Öngörü demeyeceğim, ama gamlı baykuş olarak aklıma gelen hep başıma gelir. Erdoğan'a seferberlik ilan etme yetkisi de veren son kararname çekindikleri birşeyler olduğu izlenimi veriyor. Yarattıkları canavardan mı kitlelerin gücünden mi korkuyorlar, bilmiyorum. Toparlanmanın ve kendi kurtuluşlarının da çaresinin; tarikatlerin, çetelerin, suç şebekelerinin iktidar ortaklığına son verip hukuk düzenine dönmek olduğunu biliyorum. Bu da ancak o zihniyetten kurtulmakla olur.

(T24)

23 Mayıs 2024 Perşembe

Ülkenin dört bir tarafı delik deşik + Tez en az üç çocuk doğrulması için gerekli önlemler alına! (BİRGÜN)

 Ülkenin dört bir tarafı delik deşik (Özgür Gürbüz)

Taşocaklarından nükleer santrala kadar üretmeyi değil yok etmeyi isteyen projeler etrafı sarmış. Bizden sonraki kuşakların da geleceği talan ediliyor. Beka sorunu mu arıyorsun, al sana beka sorunu.

Telefonuma Marmaris Kent Konseyi Çevreden Sorumlu Yürütme Komitesi Üyesi Halime Şaman’dan bir mesaj geldi. Marmaris İçmeler’deki Sinpaş’a ait otel ve devre mülk inşaatını hatırlarsınız. Doğa katliamı nedir diye soranlara gösterilecek bir anıt aslında. Şaman, Sinpaş’a ait bu inşaatta, 15 Mayıs’ta başlayan tatil yörelerindeki inşaat yasağına uyulmadığını yazmış. Şaman, inşaat alanına ulaşmak için işgal altındaki Milli Parklar Müdürlüğü’ne ait 800 metrelik yoldan yürüdüklerini de belirtmiş. Milli Park’ı işgal etmek ve inşaat yasağına uymamak... Yasaları çiğnemek alışkanlık olmuş.

Marmaris’ten Bodrum’a geçelim. Akbelen Ormanı’ndaki yıkımdan tanıdığımız Limak Holding’e bağlı Limak İnşaat, Bodrum’un Gerenkuyu mevkiinde yapmayı düşündüğü 214 odalı dev otel için “çevresel etki değerlendirmesi (ÇED) gerekli değildir” kararı almayı başardı! İklim ve çevreden sorumlu saygıdeğer Bakanlığımız, 36 bin metrekarelik ormanlık alanda yapılmak istenen otelin çevreye zarar vermeyeceğini buyurmuş. Üstelik tesis sit alanında…

                                  Limak tüm tepkilere rağmen Akbelen Ormanı'nı yok etti. 

KIYI İŞGALİ HER YERDE

Gerenkuyu sadece Bodrum’un yapılaşmadan nasibini almamış bir alanı değil, aynı zamanda halkın plajı ücretsiz kullandığı bir bölge. Halkın kıyılarının şirketlere peşkeş çekilmesi sorunuyla da karşı karşıyayız. Kıyı işgali Bodrum’a özgü değil. O kadar yaygınlaştı ki yurttaşlar Kıyı Hareketleri Dayanışma Ağı’nı kurdu. Devlet görevini yapmayınca iş yine başa düştü.

Kıyılarda rant yüksek, Anadolu’nun iç kısımları bu kadar kötü değildir diye düşünüyor olabilirsiniz. Gelin sizi Aydın’daki Latmos veya Beşparmak Dağları’na götüreyim. Burası, insanlık tarihi adına çok önemli bir değere sahip mağara resimlerine ve benzersiz kayalık arazisiyle eşsiz bir coğrafyaya ev sahipliği yapıyor. Sivil toplum örgütleri yıllardır Latmos’un Milli Park olması için çağrıda bulunuyor ama hükümet üç maymunu oynuyor. Latmos Platformu dava açmasa ve Kale Maden’in ÇED olumlu kararı iptal edilmese sekiz bin yıllık tarih, milyonlarca yılda oluşmuş Latmos’a yeni taş ocakları açılacaktı. Var olanlar zaten büyük sorun. Kurtuldu demeyin, Hasankeyf ve Allianoi’yi hatırlayın. Dünya tarihini Taliban gibi nasıl yok ettik, unutmayın.

                                     Kıyıların işgaline karşı dört bir tarafta eylem yapıldı.

Denizi, dağı olmayan bir yer bulsam bu talan da durur sanmayın. Manisa’nın Gördes ilçesinin başı nikel kobalt madeniyle belada. Kalemoğlu köylüleri yıllardır Meta Nikel Kobalt şirketiyle mücadele ediyor. Maden sahasını büyütmek isteyen şirket şu ana kadar yok ettiği Kızıloluk, Matal ve Türkmençatağı ormanlarına bir yenisini eklemek istiyor. Kocamurt Ormanı da madene verilirse Kalemoğlu köylüleri hayvancılık ve çiftçilik yapamayacaklarını söylüyor. Kentlerde insanlar ucuz yemek kuyruklarında beklerken, üreticilerin meraları ve ormanları, hızlıca zengin olmak isteyen şirketlere bırakılıyor

KÖYLÜLER DİRENİŞTE

CVK Madencilik Balıkesir İvrindi ve Altıeylül ilçelerinde altı köyü etkileyecek altın, bakır maden ocağında kapasite artırmak, hazır beton tesisi ve atık depolama tesisi kurmak istiyor. ‘ÇED olumlu’ kararlarının iptali için davalar sürerken çalışmalar başlatılmış. Köylülere ait tarlaların usulsüz şekilde yok edildiği iddiaları da çarpıcı. Devlet burada da yok. Çevreciler, köylüler, her istediğini yaptıran şirketlere karşı direniyor.

                                   Bölge halkı, Gördes'te zehir saçan madene karşı nöbetteler. 

Çanakkale’den hiç bahsetmeyeyim. Taşocağı, rüzgâr santralı, jeotermal santralı ve madenleriyle kuşatma altında adeta. Doğru yanlış birbirine karışmış. Tekirdağ, Kırklareli farklı mı? Taşocaklarından nükleer santralına kadar üretmeyi değil yok etmeyi isteyen projeler etrafı sarmış. Kadim Anadolu’nun batı yakasının hikayesi böyle. 1993-2022 yılları arasında verilen ÇED gerekli değildir kararlarının yüzde 48’i petrol-madencilik sektörüne ait. Açık ara öndeler. Aynı dönemde olumlu ÇED kararı alan sektörlerde de ilk sırada yüzde 29 ile aynı sektör alıyor. ÇED sorunları çözmüyor. Türkiye delik deşik. Toprağa bağlanmak isteyen bağlanamıyor çünkü harcanan onlarca emek bir şirket isterse bir günde çöp oluveriyor. Sadece bizim değil, bizden sonraki kuşakların da geleceği talan ediliyor. Beka (kalıcılık) sorunu mu arıyorsun, al sana kalıcılık sorunu.

                                                                 /././

Tez en az üç çocuk doğrulması için gerekli önlemler alına! (Feray Aytekin Aydoğan)

Kadın bedenine karşı yürütülen saldırılar ile kapitalizme geçiş tarihi eş zamanlıdır. Geçmişten günümüze devletler yeniden üretimin kontrolünü ellerinde tutmak için doğacak çocukların ne zaman, nerede, hangi sayıda ve nasıl doğacaklarına hep müdahale ettiler.

Cadı avları tarih boyunca sınıf mücadelemizi ve eşitlik mücadelemizi hedef aldı. Cadı olarak suçlanmanın tarihsel sürecinde önce yoksul köylü kadınlar hedefteydi, kadınları suçlayanlar da büyük toprak sahibi zengin adamlar ve din adamlarıydı. Yine sahnede onlar var.

Kadın bedeni açısından doğum kontrolünün hükümet politikasıyla ve kanunlarla düzenlenmesi yeniden üretimin kontrolünün de aracı oldu. İsmi ne olursa olsun ister cadı avı ister başka bir şey yapılmak istenen kadın bedeni üzerinde denetimin sağlanmasıydı.

∗∗∗

Doğum oranının, evlilik hızının düşmesi, boşanmaların artışı verilerinin açıklanmasıyla iktidarın “Kadınlar en az üç çocuk doğurmalı.” sözlerinin “haklılığı” hatırlatıldı. Siyasal islam rejimi varoluşsal bir tehdit altındaydı ve kadınların daha fazla çocuk doğurması için daha kararlı olunacağı açıklandı.

Kadınlar bedenleri üzerinde söz sahibi olmak, ailenin kölesi ve erkeklere bağımlı olmaya son vermek, yüzyıllar boyunca sömürülmenin açtığı yaralardan sıyrılmak için büyük bedeller ödedi. Şimdi dünyanın her yerinde yoksulluğun, eşitsizliğin artışıyla birlikte Vatikan’dan Diyanet’e dinler, din adamları, sömürüye rıza aracı olarak bir kez daha devreye giriyor, aile, milli ve manevi değerler, fıtrat, evlilik yaşı küçültülsün, daha fazla çocuk doğurun diye bas bas bağırıyorlar.

Müfredattan, karma eğitim kaldırılmalı, Medeni Kanun sil baştan değiştirilmeli açıklamalarına, Anayasa tasarısına, “Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi” genelgesine karşımıza çıkan temel kavram aile oluyor.

Kadınlar patronlar için daha fazla ucuz işgücü veya MESEM’lerde bedava işgücü olsunlar diye daha fazla çocuk doğurmaya, işsizliğin medeni kadınlardır dedikleri günleri de işsizlik oranları ile birlikte hatırlatarak kamusal yaşamdan çekilmeye, kamuda tasarruf diyerek sosyal devletin sorumluluğu olan kamusal hizmetlere bütçe aktarmamak, kreş, bakımevi vb açmamak için çocuk, hasta bakımına eve, aileye, dört duvar arasına geri çağrılıyor.

∗∗∗

Aile kavramı neoliberal düzene karşı toplumsal ve ekonomik itirazları susturmayı amaçlayan yapıştırıcı bir unsur görevi görüyor.

Kutsal aile diyerek kadınların itaatkar makbul kadın rolüne geri dönmesi için politikalar üretiliyor, paketler, yasa tasarıları, genelgeler açıklanıyor. Yargı paketinde olduğu gibi kadınların hakları ana hedef ilan ediliyor ancak etki ajanlığı gibi ifadelerle tüm toplumsal muhalefeti baskılayan bütünlüklü bir saldırı hayata geçiriliyor.

Ailenin korunması ve güçlendirilmesi genelgesi ile de kadınlara yönelik saldırıların ne denli yaygınlaştırılacağı çok açık görülüyor.

*Ailenin Güçlendirilmesi ve Eylem Planı Vizyon Belgesi’nin 81 ildeki çalıştaylarda STK’lerle birlikte hazırlandığı açıklanıyor. Kadınlar, kadın örgütleri, demokratik kitle örgütleri bu planın öznesi, katılımcısı değildi. STK adı geçen her düzenlemede bu yapıların tarikatlar ve sermaye grupları olduğunu yaşadıklarımızdan çok iyi biliyoruz.

*Genelgenin, planın içeriğinde ve Aile ve Sosyal Hizmetler bakanının açıklamasında şiddetin önlenmesine dair tek bir vurgu yokken, 9. Yargı Paketi ile şiddete karşı son olarak elimizde kalan 6384 te geri alınmaya çalışılırken, boşanmaların artışı, doğurganlık hızının düşmesi, evlenme yaşının yükselmesi sorun olarak belirtiliyor ve gerekli olanların yapılacağı vurgulanıyor.

Bu gerekli olanların ise İstanbul Sözleşmesi’nin yasaklanması, onlarca hakkımızın gasp edilmesiyle birlikte yeni hak gasplarına hazırlıkların hızlandırılacağı anlamına geliyor.

Müfredatta da yazdıkları gibi aile reisliği ile devlet reisliği arasında ayrılmaz bir bağ var. Kadınlar ailenin korunması adına şiddete uğrayabilir, öldürülebilir, çocuklar yargı paketinde de yer alan cezasızlık uygulamalarıyla Sultanbeyli’de, Hiranur Vakfı’nda istismara uğrayabilir, yaşamları karartılabilir ama aile, reislik mutlaka yaşamalı, yaşatılmalıdır.

*Genelgede işbirlikleri, protokoller diye yer alan ve bakanlığın başta Diyanet olmak üzere imzaladığı protokollerde tüm illerde açılacak Ailenin Korunması ve Güçlendirilmesi Koordinasyon Kurulları’nda ve Aile Enstitüsü’nde manevi rehber, dini rehber, manevi danışmanlar tekrar karşımıza çıkıyor. ÇEDES ile gündemleşen sertifika yoluyla imam, vaiz, vaize, müezzin, imam hatip mezunu, imam hatip öğrencisi bu sertifikayı alabilir diyerek siyasal kadrolaşmanın başlı başına adı haline gelen okullarda, hastanelerde, yurtlarda, sığınaklarda, sosyal hizmet kurumlarında yaygınlaştırılan manevi danışmanlığın şimdi de iş koordinasyon kurullarında karşımıza çıkacağını görüyoruz.

∗∗∗

Bu genelge ile sermayenin, AKP iktidarının, Cumhur İttifakı’nın bekası için kadınların mücadele ederek kazandığı tüm haklarını, dini, manevi danışmanlığı bir rıza mekanizması haline getirerek hedef alacaklarını açıklıyorlar.

Bugüne bir gecede gelmedik. 2013’te evlenen öğrencilerin örgün eğitimle ilişiği kesilir düzenlemesiyle çocuk yaşta evliliklere hukuki kılıf hazırlandı. 2014’te 16 yaşından küçük çocukları evlendirmek için ailelerce açılan davalar yargı tarafından onaylandı. 2015’te resmî nikah kıymadan dini nikah kıyan imamlara ceza düzenlemesi kaldırılarak dini nikahla yasal statü kazandırıldı. Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından illere, ilçelere aile irşad ve danışma büroları, alo fetva hatları açıldı.

Daha onlarca hak gaspını sıralayabiliriz.

Durmuyorlar. Yumuşadılar mı, yumuşayacaklar mı farsını yaşadığımız günlerde durmaksızın kadınların haklarına saldırmaya devam ediyorlar;

“Tez en az üç çocuk doğrulması için gerekli önlemler alına!”

(BİRGÜN)