9 Haziran 2024 Pazar

soL KÖŞEBAŞI (II) - 9 Haziran 2024 -

Gog, Şengör, kıpırdayan bir şey (Asaf Güven Aksel)

Papini’nin Gog’un “izlenim”iyle çizdiği Lenin, Şengör’ün, ‘Bilimin b’sini bilmeyen cahil’iyle, Russell’ın, ‘köylüleri birbirine astıran yobaz’ıyla ne kadar da örtüşüyor değil mi?

106 Almanca, 23 Fransızca, 17 İngilizce, 2 Rusça, toplam 148 kitap. Çeşitli dillerde 49 dergide yayımlanmış 232 inceleme. 12 bin sayfalık not. Ve bu “malzeme”den doğan “Kapitalizmin En Yüksek Aşaması: Emperyalizm” kitabına Lenin’in verdiği altbaşlık: “Halkı Amaçlayan Bir Deneme”, ya da, “Bir Vülgarizasyon Denemesi”, ya da, “Yalınlaştırılmış Bir Özet”

Epeyce oldu, Celal Şengör, alışık olduğu üzere yine zihninden dışkılayıp, eserini gümüş bir kaşıkla da ağzına atalı. Çok yazıldı çizildi, Hegel’in salaklığından girip Lenin’in “adam bile sayılamayacağı”ndan çıkışı, hatta Bağımsız Sinema Merkezi (BSM) bir dizi videoyla da yanıt verdi. Halt edenin ağzının payını veren çoktu yani ve benim de umurumda bile değildi, bu köşede hakkında birkaç kere yazdığım papyonlu maskaranın zırvalaması.  Ama, umursamasam da, gene de aklıma takılmasının bir nedeni olmalıydı. İkide bir, kendimi Lenin hakkındaki lakırdılarına, Bertrand Russell’dan hafif çarpıtarak aktardığı Lenin “izlenim”lerine bakarken bulmam nedendi? Bir şey hatırlatmıştı bana. Zihnimde, benzeri vardı sanki bu sözlerin. Onu yeni buldum daha. “Gog”daydı!

Giovanni Papini’nin romanına adını veren bir Gog karakteri vardır. Ülkeler satın alacak kadar sınırsız parasıyla her istediğini yapabilen bu adamın, akıl hastanesine düştükten sonra kaleme aldığı anılarıdır roman. Devlet adamları, bilimciler, sanatçılar, kuramcılar, politikacılar herkes elinin altındadır mali gücüyle. Bir gün Einstein’ı çağırtır yanına mesela ve görecelilik kuramını basitçe anlatmasını ister. Einstein, “bir şey kıpırdıyordu” diyerek özetler bilimin ulaştığı yeri. Gog şaşırır. “Binlerce yıllık insan düşüncesinin vardığı doruk nokta bu mu? Bula bula bunu mu buldunuz?” Einstein, “evet” der, “sonunda bu gerçeği saptadık. Bir şey kıpırdıyordu”.

Papini, 1931 tarihli bu yapıtında, kendi hırçın, nihilizmle flört eden,  çelişkiler yumağı görüşlerini, kendisi Katolikliğe demir atmışken, saf, cahil, her şeyi öğrenmeye hevesli aşırı zengin bir Amerikalı tipinde tazelemişti. Bütün bir 20. yüzyıla yön veren dönemeçlerin kahramanlarıyla görüşür, tartışır, sorar Gog, ölmüşler dahil, hatta kendi ölüp dirilmişliği de vardır. Servetini “her şeyi birinci ağızdan öğrenmeye” adamıştır. Ayağına çağırtacak kadar densiz olabilecek güçtedir, ama seyahatlere çıkmak da caziptir. 

İşte o ziyaretlerinden birini Moskova’ya yapar. “Dinlemek zahmetine değecek üç-dört kişiden biri”ni, Lenin’i, son nefesini vermeden görebilmek için, komiserlerin eşlerine, kızıl askerlere, yetimlere filan yirmi bin dolar harcar ve sonunda Lenin’in hasta yattığı mermer sütunlu asilzade malikânesine  ulaşır. Bu girişten bile, nasıl bir portre çizeceği bellidir. Huzura kabul edilişini, NEP’in “maruz kaldığı sıkıntı”ların aşılmasına yardımcı olması beklentisine bağlamasıyla da siyaseti belirginleşir.

Odasına girdiğinde, Krupskaya’nın hemşire bakışlarından kurtulup Lenin’e bakar. Mr. Hyde gibi ayrışmış sek kötülüktür tarif ettiği fiziksel görünüm. İçi, dışına yansımıştır: “İnsanlar, Mösyö Gog, benim gibi, hiçbir kayıt ve şart tanımayan, gözüpek bir vahşinin hükmü altında bulunmaları icap eden korkak vahşilerdir. Üst tarafı enayilere mahsus bir sürü laf, edebiyat, felsefe ve palavradır.” Rusya’yı muazzam bir hapishane yapacak, işçiler çalışırken onların yerine düşünecek, köylüleri nefretle tüfekle, darağacıyla öldürecek, imtiyazlılar çoğalırken yoksul halkı yok edecektir. “Ya Marx?” der Gog. O beyni Hegel dolu, İngiliz sanayisi hayranı burjuva Yahudi, barbarlığı bile olmayan yarım adam mı? Gog’un Lenin’i Marx’tan alıntı yapmıyor!

Papini’nin Gog’un “izlenim”iyle çizdiği Lenin böyle.  Şengör’ün, “Bilimin b’sini bilmeyen cahil”iyle, Russell’ın, “köylüleri birbirine astıran yobaz”ıyla ne kadar da örtüşüyor değil mi?
Papini, Russell’ı, Şengör de, Papini’yi okumuş olabilir mi? Aman dikkat, Gog, bir roman karakteri, bir kurgu, bir deli! Karakteri deli olarak kurgulayan yazarın nihilizmden Katolikliğe salınımını yansıtsa da! Bu yüzden ne Lenin ne Einstein ne Dali adına Gog’la ya da Papini ile polemiğe girildi bugüne kadar. 

Sık sık dünya görüşüyle zırvalıyor, faşizme kefil oluyor, kendini güldüren aynaların dışbükeyinde görüyor diye, Profesör Celal Şengör’ün, jeofizik dalındaki çalışmaları önemini yitirir mi? Tektonik araştırmaları geçersizleşir mi? Depremle ilgili öngörüleri, sunduğu veriler, nesnellikten kopar mı? Yoo, ama Einstein ne diyordu? “Bir şey kıpırdıyordu, bütün bildiğimiz bu!” Şengör ne diyor?

Statler ve Waldorf vardı,  Muppet Show’un locada oturup her şeye çemkiren ihtiyarları. Şengör ve Ortaylı… Hegel ve Lenin… Birincilerin, ikincilere “cahiller, keşke ölseler” diyebildiği kapkara bir boşluk var bu ülkede.

Lenin “aşağılama”sını Russell alıntısına iliştiren Şengör’ün, Lenin’in Marx alıntılarına sallaması tutarsızlık değil. Etiket meselesi. Marx, yüksek aristokrasiden değil, çocukken günlüğünü Yunan alfabesiyle tutmuyor. O nedenle, Şengör Russell’dan alıntılar, Lenin Marx’tan.

Şu maskarayı boşverin gerçekten. Lisede okuduğu “küçük Lenin kitapları”nı hiç görmemiş emekçiler, sosyal fay hattını tetiklediğinde, o bile anlayacaktır, aynaya bakarken göremediği şeyi.

Bir şey kıpırdıyor. Saptadığımız gerçek bu!

                                                            /././

3 Haziran’da ne yapıyoruz? (Aydemir Güler)

"Her 15 Ocak ve 3 Haziran’da, ölümünün üstünden neredeyse bir ömürlük zaman geçen bir eski yoldaşa karşı görev ifa etmiş olmuyoruz. Gerçek bir mücadele veriyoruz."

Sevgili Kadir Sev’e, titiz, çalışkan, örnek Kadir ağabeyimize…

Bu yıl Nâzım Hikmet’i ölüm yıldönümünde “Kavga, Hasret ve Ümit” sözcükleriyle andık adını taşıyan kültür merkezlerimizde. Nâzım bunca yıl sonra anılıyorsa, anma etkinlikleri “dostlar alışverişte görsün” resmiyetine dönmüyor ve devrimci bir eylem gibi yaşanıyorsa, bu, ölümün bir tür “son nokta” anlamına gelmemesinden kaynaklanıyor. 

Başta “kavga” kavramı olmak üzere Nâzım ile ilgili değerler capcanlı. Adı geçen kişi büyük şair, büyük komünist; yaşadığı ve anlattığı değerlerin sürüp gitmesi elbette onun büyüklüğüyle ilgili. Ama bir yere kadar… Yani sadece o kadar değil…

Nâzım’ın şiirleri bize sanki az önce, içinde bulunduğumuz an için yazılmışçasına sesleniyor. Güncelliği öylesine güçlü kavrıyor. Öte yandan bu güncelliğin “gerçekleşmesi” için zorunlu diğer unsur, bugün mücadele etmekte olan insanlar. Nâzım bu anın üstünde hâlâ etkili olacak kadar büyük elbette. Ama etkilediği insanları yoktan var edemez; aynı davayı sürdüren insanlar, onların oluşturduğu bir komünist hareket, Nâzım’dan ayrı olarak mevcuttur. Nâzım’ın gücünün sürmesi, yeniden üremesi için biz’e ihtiyaç var.

Bu kadar da değil; komünist hareket Nâzım’ın ölümünün üstünden geçen süre içinde büyük şairin kendisi hakkında da bir mücadeleyi sürdürdü. Bu mücadelenin kazanımları Nâzım’ın şiirinin gücünü arttıran faktörlerden bir tanesini oluşturuyor.

Nâzım Hikmet’in eserleri, bir büyük tekelin yayıncılık şirketi eliyle metalaştırılmış bulunuyor. Nâzım’ın kavgası şiirin alınıp satılmasına da son vermeyi kapsıyordu oysa. Sanmış olabilirler ki, bu operasyon eser ile mücadele arasındaki bağı kopartabilecek. Öyle olmadı. Her 15 Ocak ve her 3 Haziran o mücadelenin değerlerinin yüceltilmesine vesile oluyor. Bu tarihler hırsız sermayenin utanç günleri aynı zamanda.

Örneğin Nâzım şiirlerinin yayıncıları tarafından hâlâ sansürlenebildiğini ortaya çıkarttık. Nâzım Hikmet Kollektifi imzasıyla kitabı bile var: Sevdalınız Komünisttir, Nâzım Hikmet’i Sansürlemek, Yazılama’dan 2018’de çıktı. Şu linke bir göz atarsanız “utanç günlerinden” ne kast ettiğimi net olarak görürsünüz. 

Nâzım Hikmet öldüğünde, eserine son nokta konmuş değildi. Daha doğrusu mücadelesi sürdürüldü. Başlıklardan yalnızca birkaçına değineceğim…

  • “Komünistti, ama iyi şairdi”

Yani komünistlik iyi şiir yazmakla çelişiyordu! Bu tezi Nâzım’ı bir aşk şairi olarak tanıtarak kanıtlamayı denediler. Bu, ellerinde kolay patladı. Çünkü olmuyor, Nazım’ın şiirinden komünist kimliği bir türlü ayrıştırılamıyordu. Zaten kendisi daha hayattayken gülüp geçmişti, “Sevdalınız komünisttir” diyerek. Bizlere bunu içini doldura doldura tekrar etmek düştü.

  • “Komünistliği bir gençlik heyecanıydı ve aslında sonradan uzaklaşmıştı o işlerden”

Epey bir süredir Nâzım’ın Türkiye’den ayrılınca, 1951 Tevkifatı sonrası faaliyeti duran TKP’yi yeniden canlandırmak için girişimde bulunduğunu biliyoruz. Partinin yurtdışı temsilcisi İsmail Bilen’le birlikte hazırladıkları planın bütününün karşılık bulmadığını ama bir ayağının, radyo yayıncılığının hayata geçirildiğini biliyoruz. Radyo deyip geçmeyin, o zamanlar Türkiye’de bir devlet bir de TKP yayın yapıyordu!

  • “Partiden atmışlardı zaten...”

Kendisi diyor “sökmedi” diye. Ama yine epey süredir anlıyoruz ki, Nâzım 1927 Tevkifatından sonra atalete sürüklenen Partiyi canlandırmak için bir inisiyatif geliştiriyor. Kongre adıyla yapılan toplantı Partide ve Komintern’de olumlanmıyor. Girişim boşa, Nâzım Hikmet de parti dışına düşüyor. Ama komünizm davasından hiç kopmaması bir yana, bir süre sonra TKP’ye de geri döndüğünü biliyoruz. Nâzım hapiste mücadelesini şiirleriyle sürdüren bir parti militanıdır. Hapisten çıkması için yurt içinde ve dışında yürütülen ve ürün alınan kampanyaların örgütçüsü de Parti’den başkası değildir.

  • “Son yıllarında Sovyetler’den hayal kırıklığına uğramıştı”

Sömürü düzeninin komünist eleştiriye tahammül göstermediğini biliyoruz. Bizi de kendileri gibi bilmelerini ise anlıyoruz. Komünist eleştiriye katlanamayanların, sosyalist ülkelerde komünistliğin gıkını çıkartmamak olduğunu düşünmeleri normaldir. Oysa komünist diye, hep daha iyisini aramaktan vazgeçmeyene diyoruz. Kapitalizme biat edenler, komünistlerin komünizmi geliştirmek için eleştirmelerini anlamazlar. Göstermiş bulunuyoruz ki, Nâzım’ın yaptığı budur. 

  • “Hasretten geberdiğini itiraf etmişti… Ölürken pişmandı”

Uzun zamandır biliyoruz ki, 1962’de TKP’nin Dış Büro Konferansı Partinin en üst organı olarak toplandı. Nâzım, bu toplantıya delege olarak girdi, beş kişilik Dış Büronun üyesi olarak çıktı. 1963’te öldüğünde TKP’nin en yüksek kurulunun üyesiydi. Belgelerde pişmanlıktan eser yok, TKP’yi gerekiyorsa yeniden kurma kararlılığı var.

Her 15 Ocak ve 3 Haziran’da, ölümünün üstünden neredeyse bir ömürlük zaman geçen bir eski yoldaşa karşı görev ifa etmiş olmuyoruz. Gerçek bir mücadele veriyoruz. Sadece Nâzım’la paylaştığımız mücadeleyi değil, aynı zamanda Nâzım üstüne bir mücadeleyi…

                                                             /././

17. yüzyıl mültecileri mücadelelerinde matbaayı nasıl kullandılar?(DAVID D.BOER*)

Henüz 17. yüzyılda, Avrupa'daki ezilen azınlıklar matbaayı, acılarına ışık tutmak için güçlü bir müttefik olarak yanlarında buldular.

17. yüzyılda Avrupa'daki azınlıklar, uğradıkları zulümlere karşı seslerini duyurmak için matbaayı kullanmaya başlayarak önemli bir propaganda aracı yakalamışlardı.  The Conversation sitesinde yayımlanan makalede, basının Gazze'deki katliamın uluslararası arenada yankı bulmasındaki kritik rolü hatırlatılarak, 17. yüzyılda da matbaanın Avrupa'da zulme uğrayan kesimler için nasıl bir "müttefik" işlevi gördüğüne işaret ediliyor.

Çeviri: Nihan Yiğit

Dünyanın dört bir yanındaki kitlesel şiddet mağdurları için, uluslararası medyanın ilgisini çekmek bir ölüm kalım meselesi olabilir. Şu anda Filistinli muhabirler, dünyanın gözünü Gazze'de yaşanan acıların üzerinde tutmak için her gün hayatlarını riske atıyor; ve uluslararası habercilik, insani yardımların ulaştırılması, kitlesel eylemleri harekete geçirebilmek ve İsrail ve müttefikleri üzerinde siyasi baskı oluşturmak açısından hayati önem taşıyor.

İsrail hükümeti de yerinden haberciliğin kamuoyunu yönlendirme gücünün açıkça farkında: Savaşın sahada haberleştirilmesini engellemeye devam ediyor ve hatta gazetecileri hedef aldığı iddia ediliyor. Aynı anda, Hamas'ın sivilleri katlettiğini inkâr etmesini yalanlamak ve misilleme saldırısına sempati toplamak amacıyla, 7 Ekim’in dehşet verici ayrıntılarını dünyaya hatırlatma konusunda büyük çaba sarf ediyor.

Yeni araştırmalar, uluslararası ilgiyi ve merhameti toplamak için verilen bu mücadelenin, şaşırtıcı derecede uzun bir tarihi olduğunu ortaya koyuyor. Henüz 17. yüzyılda, Avrupa'daki ezilen azınlıklar matbaayı, acılarına ışık tutmak için güçlü bir müttefik olarak yanlarında buldular.

Mülteciler, yabancı kitleleri yardımlarına koşmaya ikna etmek için, bugün hala boğuştuğumuz zor bir soruyla karşı karşıya kaldılar: İnsanların kendilerinden uzaktaki acıları önemsemesini nasıl sağlarsınız? Ben de yeni kitabımda, erken dönem modern mültecilerin bu soruyu yanıtlama çabalarıyla, modern insani yardım kültürünün temellerinin atılmasına yardımcı olduklarına dikkat çekiyorum.

Merhamet için lobicilik faaliyeti

İlk olarak Avrupa toplumları, özellikle Katolik ve Protestan inananlar arasında aşırı dini kutuplaşmanın yaşandığı Reformasyon döneminden sonra, uzaktaki insanların sefaleti ile ilgilenme geleneğini geliştirmiştir. Bu ayrışmayla mücadele etmek için birçok devlet, dini muhaliflere şiddetle zulmetmiş ve yüz binlerce Protestan, Katolik, Anabaptist, Yahudi ve Müslümanın yerinden edilmesine neden olmuştur.

1951 Birleşmiş Milletler Mülteci Sözleşmesi'nden yüzyıllar önce, bu mültecilerin neredeyse hiçbir hakları yoktu. Hayatta kalabilmek için Avrupa'nın diğer bölgelerindeki dindaşlarının hayırseverliğine ve misafirperverliğine muhtaçlardı.

Sürülen azınlıklar, potansiyel müttefiklere, içinde bulundukları kötü durumla ilgili farkındalık yaratmak için sık sık yazılı ifadelerini taşıyan temsilciler gönderiyordu. Başlarda destek için yapılan bu lobicilik faaliyeti, din kardeşlerini harekete geçirmeye yeltenirken, halihazırda var olan dini düşmanlıkları da körükledi. Bu yüzden mülteciler, kendi şiddet hikayelerini militan dini söylev ile karıştırma eğilimindedirler.

İnfial yaratmak

Bu gibi uygulamalar 17. yüzyılda haber medyasının yükselişiyle birlikte giderek değişti. Haber tüketmek pek çok Avrupalı için sıradan hale geldikçe, baskı altındaki bazı gruplar, anlatılarını broşür olarak yayınlayarak dayanışma kampanyalarını büyütebileceklerini fark ettiler.

Basılı yayına geçmek, sürgün insanların stratejilerini yeniden değerlendirmelerini gerektirdi, çünkü artık kaçınılmaz olarak ulaşacakları çok çeşitli kitleler hakkında daha dikkatli düşünmek zorundaydılar. Dini gerilim, değişken ittifaklar ve aralıksız savaşın damgasını vurduğu çalkantılı bir siyasi ortamda, destek bulmanın en güvenli ve en geniş etki alanına ulaşacak yolu, bir grubun çektiği acıları vurgularken, diğer dini grupları süreç içinde yabancılaştırmamaktı.

Kötü muameleye maruz kalmış azınlıklar ve onların savunucuları bu nedenle, çektikleri cefayı, dini kutuplaştırıcı terimlerle ifade etmekten gittikçe kaçınmaya başladılar. Bunun yerine, hukukun üstünlüğü ve ortak bir insanlık algısına hitap eden daha evrensel bir merhamet söylemini benimsediler. Retorikteki bu değişim, en nihayetinde insani angajmanın, içinde doğduğu dini uyuşmazlıkları aşmasını sağlayacaktır.

Ortak insanlığımız

Bu propaganda kampanyalarından bazılarının kapsamlı siyasi etkileri oldu. Savoy'da Protestan bir azınlık olan Waldocular, 1655 yılında, hükümdarları Savoy Dükü'nün ellerinde dini saiklerle bir kıyıma uğradılar. Yaklaşık iki bin erkek, kadın ve çocuğun ölümüne neden olan katliamdan sonra hayatta kalanlar, Fransa'ya kaçarak görgü tanıklarının ifadelerini kaleme aldılar ve Paris'teki Hollanda büyükelçisinin yardımıyla bunları yayınlayıp dağıtmayı başardılar.

Waldocular tecavüz, işkence ve bebek katliyle ilgili dehşet verici derecede ayrıntılı raporlar sundular ve ancak “tüm insanlık duygularını bir kenara bırakmış” insanların “bunları titremeden duymaya dayanabilecekleri” konusunda ısrar ettiler. Hikayeleri tüm Avrupa'da şok dalgaları yarattı ve başlıca Protestan güçleri harekete geçirmeyi başardılar. Hollanda Cumhuriyeti, İngiliz Milletler Topluluğu ve İsviçre Reform Kantonları1 hayatta kalanlara yardım etmek için büyük çaplı yardım kampanyaları düzenlediler, Savoy Dükü'ne protesto mektupları gönderdiler ve Torino'ya barış anlaşması için özel elçiler yolladılar.

O zaman da şimdi olduğu gibi, merhametin yerini hoşgörüsüzlük alabiliyordu. Bazı Hollandalı Protestanlar toplu katliamı Katoliklerin temelde insanlık dışı olduğunun kanıtı olarak gördü ve bunu Katolik karşıtı yasalar önermek için kullandı. Güney Hollanda'da bulunan Leiden kentinde Waldocular hakkında çıkan bir tartışma şiddetle bile sonuçlandı.

Ancak Waldocular, (dini acılar yerine) insani acıları ön plana çıkararak insanları yanlarına çekmeyi başardılar ve inançlar arası hayati desteği ellerinde tuttular. En dikkat çekici olanı, Katolik Fransa, onlara sığınma teklif etti ve barış görüşmeleri sırasında arabuluculuk yaptı. Dahası, bu strateji, eziyet eden hükümetleri cevap vermeye zorlayacak baskıyı yaratmayı başardı: Savoy hükümeti yetkilileri istemeyerek de olsa, katliamı reddeden bir kamuoyu açıklaması yayınlayarak dolaylı olarak uluslararası kamuoyunun hakemliğini kabul etmiş oldular.

Yeni müttefikler

Şiddet mağdurları, basın yoluyla insanlığa seslenerek dayanışma ağlarını ayıran dini duvarları tamamen yıkamadılar, ancak kesinlikle çatlaklar yarattılar.

1745 yılında, Prag'daki Yahudi cemaati, kraliçeleri Maria Theresia'nın talimatıyla sınır dışı edildiklerini bildirerek ciddi bir uluslararası öfkeye neden olmayı başardı. Kraliçe, Osmanlı Padişahı, Papa, Venedik Senatosu, Büyük Britanya, Danimarka ve Polonya krallarının yanı sıra Londra, Amsterdam ve Hamburg'un tüccar loncaları da dahil olmak üzere, yabancı otoritelerden ve çıkar gruplarından bir protesto seline maruz kaldı. Bir gözlemcinin sözleriyle, “nerede olursa olsun, insanlık, merhamet, komşuya sevgi” erdemlerini desteklemesi için kraliçeyi zorladılar.

                                    Maria Theresia'nın 1745 yılından bir portresi (Wikimedia Commons)

Basının sessizliği

Bugün işler daha hızlı ilerliyor, zira uluslararası ilgiye yönelik haykırışların çoğu internete taşındı: Motaz Azaiza ve Bisan Owda gibi Filistinli gazeteciler, sosyal medyada milyonlarca takipçi edinerek Gazze'de devam eden insani krizin kamuoyunun gündeminde kalmasında büyük rol oynuyorlar ve savaş suçlarını ve insanlığa karşı işlenen suçları aklama çabalarına karşı önemli kanıtlar sunuyorlar.

*Hollanda Radboud Üniversitesi Tarih, Sanat Tarihi ve Antik Uygarlıklar Bölümü Öğretim Üyesi

  • 1.Orijinal metin: Swiss Reformed Cantons: Burada İsviçre’de 1655 yılında Protestanlık mezhebine geçmiş bulunan kantonların kurduğu birlik kastedilmektedir. İsviçre'de, 16. yüzyıl başlarında Martin Luther King tarafından, Roma Katolik Kilisesine karşı başlatılan Protestan Reformu hareketinin etkisiyle, Zürih başta olmak üzere bazı kantonlarda Protestanlık hakim olmaya başlamış,. Protestan ve Katolik kantonlar arasında savaşlara neden olmuştur. (ç.n.)
  •  
                                                                            /././

Bir milyon yıllık kafatasını yeniden keşfetmek: 3 boyutlu yazılım ve 'ejderha adam'ın sırrı (Ferhat Kaya*)

Homo Longi yani popüler adı ile Ejderha Adamı ilk olarak 1930’lu yıllarda keşfedildi. Ancak yeni jeolojik tarihlendirme ve taksonomik çalışmalar bu fosilin yeni bir türe ait olduğunu iddia ediyor.

Charles Darwin, Türlerin Kökeni eserinde bir canlının başarılı bir biçimde hayatta kalmasını iki koşula bağlar: “Bu konu ile yeterince ilgilendikten sonra yargılayabildiğim kadarıyla şunu belirtebilirim, yaşamın koşulları iki farklı değişkene bağlıdır: organizmanın doğası ve koşulların doğası” (Darwin, 1859).

Bu iki koşul o canlının değişen çevre şartları ile uyumlu ve başarılı bir biçimde hayatta kalabilmesinin temelidir. Eğer insanın evriminde en başarılı tür hangisi diye sorarsanız benim aklıma ilk Homo Erectus gelir. Bunun nedeni Homo Erectusların hem Eski Dünya’da geniş bir coğrafyaya yayılmış hem de uzun bir dönem hayatta kalmış olmalarıdır. Homo Erectus toplulukları Afrika ve Avrasya’da çok farklı iklim ve çevre koşulları ile baş ederek neredeyse 1.8 milyon yıl kadar uzun bir süre hayatta
kalmışlardır.

Bu yaklaşık olarak 300 bin yıldır hayatta olan, yarattığı teknoloji ve kültür ile insan evrimine damgasını vurmuş türümüz Homo Sapiens ile karşılaştırıldığında daha dikkate değer. Taş alet üreten mi yoksa akıllı telefon üreten mi daha başarılı olacak bunu zaman gösterecek.

                                             Ejderha Adam'ın yeniden canlandırılmış hali

Homo cinsine ait türlerin ilk ortaya çıkışı bulunan taş aletlerden dolayı yaklaşık 2.5 milyon yıl öncesine atfedilse de önemli fosil kanıtlar 1.8-1.9 milyon yıl öncesi tarihlendirilen çökellerde bulunmuştur. Homo Habilis cinsin ilk üyesi olarak bilinir ve Australopithecus benzeri bir vücuda ancak görece biraz daha büyük kafatası hacmine sahiptir. Bu türün Australopithecus ya da Homo cinsinden birine dahil edilmesi konusunda halen kesin bir konsensus oluşmamıştır. Buna rağmen alet üretimini Homo cinsine atfeden tarihsel gelenek bu türü taksonomik olarak halen Homo cinsinin sınırları içerisinde tutmaktadır. Homo cinsinde büyük morfolojik değişiklik Homo Erectus türü ile karşımıza çıkar. Bu türün vücut iskeleti, Homo Habilis’ten ya da Australopithecus’tan daha çok bize yani modern insana (Homo Sapiens) benzer.

Fosil verilere dayalı demografik çalışmalar Homo Erectus topluluklarında gelişmenin yavaşladığı ve doğum aralıklarının azaldığını göstermektedir. 600 bin yıl önce Homo Heidelbergensis’in ortaya çıkışı ve 300 bin yıl öncesinde anatomik olarak modern vücut biçiminin kazanılması yani Homo Sapiens’in evrimleşmesi ile birlikte insanın evrim süreci biyolojik olarak bugün sahip olduğumuz mevcut durumunu kazanmıştır diyebiliriz. Homo Erectus’tan günümüze beyin hacminin evrimi ve kafatası morfolojisindeki küçük değişiklikler dışında büyük bir biyolojik evrimsel değişiklik görülmez iken kültürel alanda insanın devrimsel değişimler yarattığı aşikardır.

Kazı ekibinin gün yüzübe çıkardığı çeşitli kafatası fosilleri.Sırasıyla (soldan sağa) Pekin Adamı (Homo   Erectus), Maba (Homo Heidelbergensis) ve Jinniushan, Dali ve şu anda ‘Ejderha Adam’ olarak bilinenHarbin kafatası dahil ile birlikte tartışılan Ejderha Adam'ın kafatası fosilleri.

Afrika dışında bulunan ilk Homo türü ise Gürcistan’da bulunan Homo Erectus kafataslarıdır. Bu fosillerin bulunduğu tabaka 1.85-1.75 milyon yıllar arasında tarihlendirilmiştir. Bu tarih bize Homo Erectus'un Afrika dışına bu tarihlerde çıktığını gösterir. Bunu Çin’de Yuanmou ve Nihewan havzalarında bulunmuş ve 1.7-1.66 milyon yıl öncesine tarihlendirilmiş Homo Erectus bulguları takip eder. Homo Erectus toplulukları Asya’da yaklaşık 1 milyon gibi uzunca bir süre Homo Sapiens bu bölgelere gelene kadar varlığını sürdürmüştür. Doğu Asya’da yaklaşık 1920’li yıllarda günümüze süren insan evrimi çalışmaları sonucunda birçok lokalite keşfedilmiştir. Özellikle Çin’de Dünya’ca ünlü Zhoukoudian, Hexian, Yunxi, Harbin, Yunxian, Lantian, ve Yuanmou lokalitelerinden 350 bin ile 1.7 milyon yıl arasında kalanmdönemlere ait Homo Erectus fosilleri keşfedilmiştir. Homo Erectusun Afrika’dan Doğu Asya’ya kadar olan geniş coğrafik dağılımı beraberinde bu türün zengin bir anatomik tür içi çeşitliliğe sahip olmasına neden olmuştur.

Homo Erectusların tür içi anatomik ve morfolojik çeşitliliği günümüz modern insanın sahip olduğuna yakındı. Bunu şu şekilde düşünebiliriz: Eskimo ve Aborjin topluluklarının bireyleri arasındaki anatomik ve morfolojik farklılık ne ise Homo Erectus topluluklarında da benzer bir çeşitlilik gözlemleniyor.

Homo Erectuslar hakkında ve genel olarak insan evriminde önemli tartışmalarda biri Homo Habilis, Homo Erectus, Homo Heidelbergensis, Homo Neanderthalensis, ve Homo Sapiens türlerinin tedrici bir evrimsel değişimi mi ifade ettikleri yoksa Homo Sapiens ile sonlanan farklı evrimsel çizgilerin temsilcileri mi olduğu üzerinedir.

                                  Ejderha Adam'ın kendi yaşam alanında yeniden canlandırılmış hali

Doğu Asya buluntuları bu sorunun irdelenebilmesi için önemli veriler sunuyor.

Özellikle Yunxian bölgesinde bulunan Homo Erectus kafatası fosili üzerinde yapılan yeni çalışmalar farklı savlar sunuyor. 2024 tarafından yapılan bu çalışma fosilleşme sürecinde anatomik biçimi bozulmuş olan Yunxian 2 kafatasının dijital ortamda manipüle edilmesi ile bu fosilin evrimsel pozisyonunu yeniden değerlendiriyor. Yunxian 2 kafatası yaklaşık olarak 1 milyon yıl öncesine tarihlendiriliyor, ayrıca Homo Sapiens ve Dragon insanı (Homo Longi) ile son ortak atayı temsil ettiği iddia ediliyor.

Homo Longi yani popüler adı ile Ejderha Adamı aslında ilk olarak 1930’lu yıllarda keşfedilmiş, ancak yeni jeolojik tarihlendirme ve taksonomik çalışmalar bu fosilin Denisova insanı ile akraba olduğu ve yeni bir türe ait olduğunu iddia ediyor. Denisova
insanına ait sadece küçük bir parmak kemiği parçasının fosili var, ancak bu fosilden elde edilen genetik materyal bu türün yok olmuş yeni bir türe ait olduğu iddia etti ve adı Denisova insanı olarak kaldı. Harbin’de bulunan Ejderha adamı üzerinde yapılan çalışmalar ise bu türün Denisovalılar ile yakın akraba olduğunu ve yeni bir türe ait olduğunu iddia etti ve Homo Longi bilimsel adı verildi.

Yunxian 2 kafatası üzerinde yapılan çalışma ise bu insan türünün Homo Longi ve Denisova çizgisi ile Homo Sapiensin son ortak atası olduğunu iddia ediyor. Bu çalışmanın metodolojisi ise fosilleşme sürecinde anatomik biçimini kaybetmiş olan Yunxian 2 kafatasının 3 boyutlu yazılımlar sayesinde araştırmacılar tarafından yeniden biçimlendirilmesi ve bu biçimlendirmeye bağlı yeniden evrimsel ilişkilerin kurulmasından ibaret.

Bu tür çalışmaların artık vazgeçilmez olduğunu kabul ederek aynı zamanda ‘araştırmacı’ hassasiyetlerine (karşılaştırma karakterlerinin seçilmesi bağlamında) çok açık olduğu düşünüyorum. Ayrıca Homo Erectus türünün anatomik çeşitliliğini hesaba katarsak keskin ayrımların yapılması çok güç. Daha önce keşfedilmiş ve anatomik biçimi bozuk olan kafatasını 3 boyutlu yazılımlar ile yeniden değerlendiren bu çalışma bizlere Doğu Asya Homo Erectus topluluklarının insan evriminde önemini vurguluyor.

*Ferhat Kaya, Paleontolog, Oulu Üniversitesi, Arkeoloji Bolumu, Finlandiya

                                                                          /././

Antik Yunanistan'ın en büyük limanı sandığımızdan daha eski (J.BESL)

Yeni arkeolojik keşifler, Antik Yunanistan'ın en büyük limanının tarihine 500 yıl daha ekliyor.

Hakai Magazine'de yayımlanan makale, Antik Yunanistan'ın Korint kentindeki en büyük limanının sanılandan 500 yıl daha eski olduğunu ortaya koyan arkeolojik çalışmaları ele alıyor. Diğer yandan, Korint'te bundan 8 bin yıl öncesine ait insan kalıntılarının bulunmuş olmasının, limanın yaşına dair yeni keşfin dahi eksik kalmış olabileceğine dair kanılara neden olduğuna da dikkat çekiliyor. (Çeviri: Ebru Oktay)

Antik Akdeniz'de Korint ekonomik bir güç merkeziydi. Kuzey ile güney arasında doğal bir geçiş noktası olan dar bir kara parçası üzerine inşa edilen şehir, kuzey Yunanistan ile Mora Yarımadası arasındaki ticareti kontrol ediyordu. Her iki tarafı doğal koruma altındaki koylarla sınırlanan Korint, aynı zamanda Ege ve İyonya Denizleri arasında uygun bir köprü görevi görüyordu.

Kentin Korint Körfezi kıyısında yer alan ana limanı, antik Yunanistan'ın en büyük limanıydı. Mezarlıkları ve tarihi belgeleri inceleyen arkeologlar, daha önceki çalışmalarında, tüccarların 2.600 yıldan daha uzun bir süre önce, M.Ö. 7. yüzyılda Lechaion olarak bilinen limandan, bölge genelinde ticaret yapmak üzere çömlek, parfüm, yiyecek ve kumaş yüklü gemilerle yola çıktıklarını ortaya koymuşlardı.

Ancak yakın zamanda yapılan bir keşif (beş parça kahverengi kömür ve bir miktar eski kurşun atığı) bu önemli limanın tarihini en az 500 yıl geriye iterek onu Avrupa'nın en eski aktif limanlarından biri haline getirdi.

Yunan şehirleri Korint ve Lechaio'nun ortasında yer alan Korint Antik Limanı’nın etrafındaki bölge tektonik olarak aktiftir. Bu da bölgeyi bilimsel açıdan daha da değerli kılmaktadır. Binlerce yıl öncesine ait pek çok arkeolojik alan yükselen denizlerin altına batmış olsa da, yüzyıllar süren tektonik yükselme bu noktayı korumuştur. Antik limanın bazı kısımları, muhtemelen bir zamanlar teknelerin korumalı bir kanala yanaştığı iç liman da dahil olmak üzere deniz seviyesinin üzerinde yer almaktadır. 

Fransa Sorbonne Üniversitesi'nden Fransız jeoarkeolog Antoine Chabrol ve meslektaşları, el burguları ve mekanik matkaplar kullanarak, teknelerin demirlemek için nehrin yukarısına çekildiği iç limandan silindirler halinde tortu topladılar. Çamur çekirdeklerini analiz ederken, üç metreden daha derindeki kurşun seviyelerinde ani bir artış tespit ettiler. Chabrol, değişimin çok belirgin ve sürekli olduğunu, bunun yalnızca nehir kıyısındaki insan faaliyetlerinden kaynaklanmış olabileceğini söylüyor.

Kurşun atıklarıysa eritme, madencilik ve metal işçiliğinden kaynaklanıyor. Bilim insanları limandaki kirliliğin tarihini Bronz Çağı'ndaki M.Ö. 1381'e, yani 3.405 yıl öncesine tarihlendirilebileceğini belirtiyorlar.

Her biri kibrit kutusundan büyük olmayan beş parça kahverengi kömür, limanın antikliğine dair daha fazla kanıt sağlamaktadır. Bu parçalar, linyit kömürüdür ve limanın çökeltilerinden toplanan parçaların tarihi M.Ö. 1122'ye kadar uzanmaktadır. Bilinen en yakın linyit kaynağının 50 kilometreden daha uzakta olması ise, tüccarların MÖ 12. yüzyılda liman kenarındaki fırınlarını beslemek için fosil yakıt külçelerini ithal ettiklerini gösteriyor.

Tunç Çağı gemileri, zeytinyağı dolu kavanozlar, meyve kutuları ve dar boyunlu kavanozlar dolusu şarap taşıyarak limandan kürek çekerek Girit'e, Kıbrıs'a ve ötesine gitmiş olabilirler. Ancak şu ana kadar Korint limanında Bronz Çağı faaliyetlerine dair ikna edici kanıtlar bulunsa da ekip henüz bu döneme ait gerçek limanın parçalarını bulamamıştır. Taş iskeleler, ahşap sütunlar ve olası bir deniz feneri olmak üzere bulunan fiziksel kanıtlar, MS 1. yüzyıla veya daha sonrasına, Roma dönemine tarihlenmektedir.

Ancak bulgular, Bronz Çağı'na ait fiziksel yapılar olmasa bile Korint limanının yaklaşık 2.600 yıl boyunca tutarlı bir şekilde kullanıldığını gösteriyor. MÖ 13. yüzyıldan MS 13. yüzyıla kadar Miken, Fenike, Roma ve Bizans gemileri bu stratejik konumdan yola çıkıyordu.

Yunanistan'ın Atina'daki Danimarka Enstitüsü'nden arkeolog Panagiotis Athanasopoulos bulguları, “Tarihsel sürekliliğin özü” gibi gördüklerini vurguluyor.

Ancak inanılmaz bir şekilde, revize edilmiş bu yaş bile eksik bir tahmin olabilir. Arkeologlar araştırmalarında, 8.000 yıldan daha uzun bir süre önce Korint'te seyahat eden insanların kanıtlarının yanı sıra Adriyatik Denizi boyunca kuzeybatıda yaşayan Geç Taş Devri kültürüne ait kaplar bulmuşlardı. Lechaion Limanı Projesi direktörü ve yeni makalenin yazarlarından Bjørn Lovén bunun, Corinth deniz ticaret ağı tarihinin daha da eskilere uzanabileceğinin işareti olabileceğini söylüyor.

Yunanistan'daki Araştırma ve Teknoloji Vakfı-Hellas Akdeniz Araştırmaları Enstitüsü'nden jeoarkeolog olan ve araştırmaya dahil olmayan Nafsika Andriopoulou, toprakta hangi metallerin olabileceğine dair daha geniş bir analizin daha fazla ayrıntıyı ortaya çıkarmaya yardımcı olabileceğini söylüyor. Örneğin, bronzun ana bileşeni olan bakır gibi diğer metallerin izlenmesi, jeoarkeologlara limanın erken dönem kullanımları hakkında daha fazla bilgi verebilir. Yakınlardan alınan benzer örneklemeler de antik ticaret yollarının ortaya çıkarılmasına yardımcı olabilecektir.

Ekip, antik ticarete dair daha fazla ipucu arayarak ve uzun süredir hareketli olan bu limana yenilenmiş bir faaliyet getirerek 2024 yazında da çalışmalarına devam edecek.

(soL)





Sahaflar Çarşısı (IX) - Küba Devrimi'ne yakından bakmak için: 'Kurdu öldürmek için' (Özkan Öztaş - soL/Kültür)

 Sahaflar Çarşısı'nın bu buluşmasında Yusuf Şaylan'la birlikte Küba Devrimi'nin romanını, Julio Travieso'nun Kurdu Öldürmek İçin'ini ele alıyoruz.

Bazı romanların nedense üzerine çok az şey yazılıp çizilmiş. Sahaflar Çarşısı'nda ele aldığımız kitapların bir kısmına dair internet taramalarında okuyucu için çıkan sonuçlar bir elin parmaklarını geçmiyor. 

Kurdu Öldürmek İçin romanı da bunlardan biri. 

Oysa roman Türkiye'deki okuyucuların gündemine çok uzun yıllar önce girmiş. Pek çok okuyucu tarafından beğenilmiş ve tavsiye edilmiş. Elden ele dolaşan romanlardan bir tanesi olmuş Kurdu Öldürmek İçin romanı. Yusuf Şaylan'ın "Bu hafta Kurdu Öldürmek İçin romanına bakalım. Hem Küba'ya ve Küba Devrimi'ne dair de konuşmuş oluruz" demesiyle yola koyulduk biz de. 

Buluşma yerimiz bu sefer Ankara Nâzım Hikmet Kültür Merkezi. Havalar ısındıkça bahçesinde daha keyifli oluyor buluşmalar. Yusuf Şaylan erkenci, ben de geç kalınca kendisini Nâzım'da birileriyle laflarken buluyorum. Elinde yine bir torba kitap ve söyleşiye uygun kıyafeti ile gülümsüyor. Giyindiği Küba yazılı bir tişörtü gülümseyerek bana gösteriyor "Bak baştan aşağıya hazırım sunuma" diyor. Bir yandan da yanında getirdiği kitapları masaya diziyor. 

Haydi başlayalım diyor. 

Başlıyoruz. 

'Bu kitaba roman demek zor'

Julio Travieso Kübalı bir yazar. Kurdu Öldürmek İçin romanı, Batista rejimine başkaldıran gençlerin her şeyi göze alan mücadelesini anlatıyor. 

Malum, zor yıllar. Batista kanlı bir diktatör ve Küba o yıllarda Amerika'nın arka bahçesi. Üstelik sadece arka bahçesi de değil. Tüm Amerikalı ve Avrupalı zenginlerin kumarhane, genelev ve uyuşturucu partileri için tahsis edilmiş özel bir ada muamelemesi görüyor.

Kübalı emekçiler zenginlerin keyfini eylemek için köle gibi çalıştırılıyor. Hal böyle olunca da buna boyun eğmeyen insanlar da yayılıyor şehrin ara sokaklarında. Kurdu Öldürmek İçin romanı verilen mücadelenin sadece Küba dağlarında değil aynı zamanda şehrin merkezinde, atölyelerde ve tarlalarda nasıl ilmek ilmek örüldüğünü anlatıyor. 

Bilindiği kadarıyla Julio Travieso'nun Türkçe'ye çevrilmiş tek romanı. Yusuf Şaylan'ın elindeki baskısı Sanat Emeği Yayınları'ndan. Basım tarihi 1979. Kitap aynı zamanda Yar Yayınları'ndan da okuyucuya ulaşmış. Yar Yayınları yine yetişmiş okuyucunun talebine. Devrimci romanlar kütüphanesi gibi çalışıyorlar demek yanlış olmayacaktır. 

"Sultanahmet'ten böyle inerken aşağıya doğru sağda dönüşteki sokakta yer alırdı Sanat Emeği Yayınları. Cağaloğlu'nun karşısında. İstanbul için kitabın, yayınevlerinin, sahaflarının merkeziydi bu muhit" diye giriyor söze Yusuf Şaylan. 

"Ben kitabı Ankara'da almıştım. Ankara'da bir kitap fuarı vardı. O yıllarda, şimdilerde yok tabii, Açı yayınları diye bir yayınevi vardı. Yayınevi standında Küba Büyükelçisi ile bir buluşma tertip etmişlerdi. Ben de gittim. Sene 1990 ya da 1991 olmalı. Kitabı ilk orada gördüm. Hemen aldım. O günden beri de düşünürüm neden Küba'ya dair çok az roman var diye. Ama bu kitaba da sadece roman demek zor açıkçası. Bir yandan tarihi bir belge, bir yandan şiir gibi anlatımı var. Mesela anlatıcı yer yer tarih anlatısına geçiyor yer yer kurguyla aktarıyor hikayeyi. Nerde tarihi bir belge nerede bir roman okuduğunu zaman zaman karıştırabiliyor okuyucu. Ama rahatsız edici bir hal almıyor bu. Yazar bunu ustalıkla yapıyor. Bazı sahneler var mesela. İnsan dayanamıyor okurken. Özellikle de işkence sahneleri biraz öyle. Öylesi anlarda bir roman okuyor gibi değil de bir pencereden o ana bakıyormuşsunuz gibi sahici bir hal alıyor romanın anlatımı." sözleriyle anlatıyor kitabı.

'Gündelik hikayeler. Ama çok yiğit insanlar'

Söz konusu Küba olunca, mücadelenin ya da bir karakterin başına her şeyden önce mütevazilik ekleniyor. Kişisel emeğini kolektifin emeği içinde yoğurabilen insanların ülkesi Küba. O yüzden de gündelik hikayeler fakat sıradan ya da basit değil. Çünkü devrimler biraz da sıradan insanların devrimcileşmesinin öyküleri yazıyor tarihe.

Kurdu Öldürmek İçin romanının kahramanları da öyle. 

Şaylan söz buraya gelince hemen José Martí'nin şiirlerini eline alıyor. "José Martí mesela. Küba bağımsızlığının öncü isimlerinden. Ama o kadar etkilemişki Küba halkın. Etkisi Küba'yı aşmış ve İspanyolca konuşulan tüm ülkelere yayılmış Latin Amerika'da. Çok garip bir şey var biliyor musun? José Martí aslında baya önemli bir isim. Kendi döneminde de öyle. Ama her şiirinde lafı dönüp dolaşıp mütevaziliğe, tevazuya, halkın içinde var olmanın yüceliğine getiren bir adam. 

İşte romandaki karakterlerimiz tıpkı José Martí'nin dizelerindeki kahramanlara benziyorlar. Ya da ona layık olmaya çalışıyorlar belki de. Okurken sarsıldığınız yerler var. Mesela 40. sayfadaki işkence sahnesindeki detaylar falan yürek kaldıran cinsten değil. İnsan dayanamıyor okurken" 

Roman devrimin hemen öncesindeki yılları anlatıyor. Ve ülkenin bağımsızlık mücadelesinde bayrak haline gelen José Martí'nin yolundan gidenler bayrağı zirveye taşıyarak sosyalizmle taçlandırıyorlar kavgayı. Sanat Emeği Yayınları'nda baskısında Yusuf Taktak çizimleri yer alıyor sayfalar arasında. Ve bu gençlerin öyküsünü yine bu detaylarla okuyoruz. 

Yusuf Şaylan yazarın imgelerine ve benzetmelerine dikkat çekiyor. "Yazar çok hünerli. Benzetmeler, detaylar her şey çok iyi anlatılıyor romanda. Doğa betimlemeleri, insana dair ayrıntılar, mekanlar, manzaralar, kokular mesela sonra şehrin ayrıntıları. Her biri okuyucuyu içine alıyor" diyor.

Şaylan böyle deyince akla Hasip Akgül'ün Görme Kılavuzu kitabındaki romana dair detaylar ve ayrıntılar betimlemesi geliyor. Akgül, "Bütün iyi roman okurları bilirler ki, şiirde imge ne ise romanda ayrıntı odur. Bilimde kavram ne ise romanda ayrıntı odur" diyor.

Öyle.

Çünkü iyi romanlar her zaman yeni insanın öyküsünü anlatan romanlar oluyor. Çürüyen ve köhnemiş düzenin ve onun savunucularının karşısına dikilen yeni insanın hikayesi. İşte kahramanlarımız böyle insanlar. Gündelik hayatın parçası, mütevazi ve koca bir geleceğin mimarı, kurucusu.

"Çok yiğit insanlar" diye tamamlıyor sözünü Yusuf Şaylan.

'Küçücük adada büyük umutlar, ayaklanmanın kentli detayı'

Küba, tüm dünyadaki devrimcilere ilham kaynağı olagelmiş hep. Che'nin kültleşen portesi, Fidel'in efsanevi konuşmaları bu küçük adayı tüm dünyanın merceğine almasına vesile olmuş.

Yusuf Şaylan da bu süreci anlatırken Küba'nın 1990'lı yılların öncesinde de 1990'larda SSCB'nin dağılmasına rağmen ayakta kalma çabasıyla da tüm dünyanın umudu olduğuna dikkat çekiyor. 

"Amerika'nın yanı başında böyle bir ada. Biliyorsun işte, hani mesafeler aynı olmasa bile Kıbrıs ile Türkiye arasındaki yakınlık gibi bir yakın mesafede Amerika'ya. Kocaman bir canavarın midesinden çıkan bir devrimdir Küba Devrimi. Amerika'nın yanı başında direngen bir ülke. 

Ama bu romanın önemi nerde biliyor musun? 26 Temmuz 1959'da Küba'da Moncada Kışlası baskınıyla başlayan ayaklanmadaki kent detayıdır bu roman. Okur anlıyor ki konu sadece dağlardaki kahramanların yiğitçe verdiği savaştan ibaret değil. Okuyunca görüyoruz ki verilen mücadelenin kentlerde, o ketin sokaklarında ve fabrikalarında, şeker kamışı toplanan tarlalarında da yankı bulması zafere taşımış devrimi. 

Karakterlerimizin elindeki en önemli silah ise gençlik. Ama öyle bir yaş ya da dönem vurgusundan ibaret değil gençlik. Cesaret biraz. Adanmışlık. Ülkenin bağımsızlığı ve sosyalizm mücadelesi için kendini feda eden bir kuşak. İşte Küba'nın başarıya ulaşmasındaki sır perdesi biraz da bu.

Ama aynı zamanda altı ideolojik olarak doldurulmuş bir gençlik.

Fidel öncülüğündeki mücadelenin kentlerde bulduğu yankı. İlla ki sınıf mücadelesi. O yüzden gerilla savaşlarına ve mücadelelerine dair tartışılan her şeyin ayaklarının yere basmasıdır Küba. Sınıf mücadelesini büyütüyorsa vardır kavga. Yoksa da yoktur zaten. Okur anlıyor ki zalim her yerde zalim ama boyun eğmeyenler de her yerde boyun eğmeyen insanlar." 

Küba'nın verdiği umut deyince akla Fidel'in bir konuşmasında salondaki katılımcılara sorduğu "Sizce partimizin adı ne olmalı yoldaşlar" sorusu geliyor. O umut ve heyecan ve coşkulu konuşma kitaptaki mücadeleye yansıyor çünkü.   (https://x.com/i/status/1161322638398169090)

'Küba'dan dünyaya yayılan umut'

Küba birçok açından bugün kendi ülkesinde umudu arayan insanlara ilham kaynağı olmaya devam ediyor. Akla ilk önce Küba'nın onca soruna, ablukaya rağmen başardıkları geliyor.

Dolayısıyla da daha çok okunmayı da hak ediyor Küba ve onun sosyalizm mücadelesi. 

Yusuf Şaylan hemen kitapları seriyor masaya. Bir kitabın içindeki imzayı gösteriyor hemen. Yıllar öncesinden Türkiye'ye gelen bir Küba Milletvekili'nin imzası. Yusuf Şaylan'ın tarihe not düşme biçimlerinden biri bu.  

Hemen kitapları anlatmaya koyuluyor. 

"Mesela Doğan Kitap'tan çıkmıştı bu. Fidel Castro kitabı. Bugün bu kitabın Doğan Kitap'tan çıkmış olması ne garip geliyor insana" diyor ve gülüyor Şaylan. "Sonra José Martí'nin Savaşçı ve Şair adıyla derlenen şiirleri. Edebiyatçılar Derneği yayınlarından benim elimdeki. Orhan Tüleylioğlu derlemiş. Sonra De Yayınları'ndan Özdemir İnce'nin emeği olan Küba Şarkıları. 1985 yılı ilk basımı. 

Ve Yazılma'nın bu konudaki emeğine ayrıca değinmek lazım. Gerçekten başarılı. Mesela Celil Denktaş çevirisi ile okuyuculara ulaşan kitaplar. Tarih Beni Aklayacaktır kitabı, Fidel'in o meşhur savunması. Sonra Selam Sana Fidel kitabı. Ve en başa yazmam gerekse Küba Devrimi'nin motoru, aklı, yüreği Raul Castro kitabı. Tüm bunlar Küba'yı biraz daha yakından anlamak için kıymetli olacak kitaplardır. Okurlarımız bu alana dair okumalarını devam ettirmek isterlerse buraya bakabilirler. Şimdi getirmeyi unuttum ama Küba'nın Bağdat Büyükelçisi Ernesto Gomez Abascal'ın Bağdat Görevi kitabı da farklı bir pencereden bakmaya vesile oluyor Küba'ya" diyor Yusuf Şaylan.

Bitirirken arkasına yaslanıyor. "Biliyor musun. Hep iyi olmuştur aramız Küba Komünist Partisi ile. Hani derler ya kardeş parti diye. Aynen öyle. Yıllar öncesinden gelen bir dostluk ve dayanışma devam etti hep." diyor. "Çocuğu olan her eve bir kap süt bırakabiliyorsa Küba hala, ne mutlu insanlığın geleceğine. Bu romanlar hep umut verdi bize. Mesela Kübalılar fotoğraflarda hep gülümserken resmedilirler. Ben bu dünyada gülmenin en çok Kübalılara yakıştığını düşünürüm. Fidel' bakınca haklı olmanın ve başarmış olmanın özgüvenini görür insanlar. Ve Fidel'in verdiği mücadeleye bir de bu romandan bakınca devrimci olmanın serdengeçti olamaktan farkını anlıyor insan. Sınıfla kurulan bağ ve onunla ilerleyen kavgayı görüyor insanlar" diyor.

Ve José Martí'nin bir şiirini okuyor bitirirken Yusuf Şaylan. Şiirini okuyor ve gözlerimin içine bakıyor.

"Haydi haftaya görüşürüz. Hafta içi planlarız hangi kitabı konuşacağımızı. Bana müsaade" diyor ve ayrılıyor Nâzım'dan. Üzerinde Küba yazılı tişörtü ve bir bez torba dolusu Küba tarihi kitabı ile birlikte. 

"Aynı yalınlıkta ölmek isterim.

Kırda bir çiçek gibi; sakin, gösterişsiz.

Mum yerine yıldızlar parlasın üstümde

Yeryüzü uzansın altımda sessiz. 

Ben aydınlık ve özgürlük delisiyim 

Varsın hainler gizlensinler soğuk bir taş altında

Dürüstçe yaşadım ben; karşılığında 

Yüzüm doğan güneşe dönük öleceğim.

José Martí'"

             Küba'da bir billboard: "Dünyada 200 milyon çocuk sokakta uyuyor. Hiç biri Kübalı değil"

(Özkan Öztaş - soL/Kültür)


KISA GÜNDEM BAŞLIKLARI - 9 Haziran 2024 -

Marmara hasta! (BİRGÜN)

Kentsel ve endüstriyel kirliliğin yanı sıra aşırı avcılık ve iklim krizi baskısı altında olan Marmara Denizi’nin ekosistemi, son 50 yılda oldukça telafisi mümkün olmayacak şekilde bozulmaya doğru gidiyor.  Büyük avcı balıkların denizden kaybolması, sistemin bu türleri barındıramayacak hale geldiğine işaret ediyor. Bugün Marmara’daki balıkçılığın yüzde 90’ını yalnızca 11 tür oluşturuyor. Bu türlerin başında, av verimi her geçen yıl azalan hamsi geliyor. Uzmanlar, giderek kaybolan türlerin, insan müdahalesi ve etkisi ciddi oranda azaltılmadan geri gelmelerinin mümkün olmadığına dikkat çekiyor. Marmara Denizi için mevcut durum sürdürülebilir değil ve tüm paydaşların tam bir uzlaşı ile mevcut baskıların azaltılmasını sağlaması gerekiyor.  İklim Masası’na konuşan, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri ve İşletmeciliği Enstitüsü’nden Prof. Dr. Nazlı Demirel, Marmara Denizi’nin zenginliğini hatırlattı: “Marmara Denizi’nde, Akdeniz’in tuzlu ve yoğun sularının alt tabakada, Karadeniz sularının ise üstte yer aldığı iki katmanlı bir yapı var. Besin açısından zengin Karadeniz suları, yüksek verimli bir üst tabaka oluştururken, oksijence zengin Akdeniz suları ise dip yaşamını ve biyoçeşitliliği destekliyor. Dolayısıyla Marmara, yüzölçümü anlamında diğer denizlerimizden çok daha küçük olsa da balıkçılık anlamında epey verimli. Hatta 2000’li yılların sonuna kadar Türkiye balıkçılığındaki payı, Akdeniz ve Ege’den yüksek seyrediyordu.”  İklim krizi balıkçılıktaki gelişmelerin etkisine dikkat çeken Prof. Dr. Demirel, “1990’larla birlikte, bir yandan Marmara Denizi üzerindeki nüfus ve sanayi baskısı artarken bir yandan da teknolojik gelişmeler nedeniyle balıkçılık filomuz genişledi ve denizde kalma kapasitesi de yükseldi. 2000’lerin başına geldiğimizde hem balıkçılık baskısı çok yükselmişti hem de sanayi kirliliği ve su kalitesindeki azalma çok ciddi seviyelere ulaşmıştı. Aynı dönemde yüzey suyu sıcaklıklarında kaydedilen artışlar ile iklim değişikliğinin etkileri de belirginleşmeye başladı ve bu durum mevcut olumsuzlukların etkisini artırdı” ifadelerini kullandı.  Marmara Denizi’nin 50 yıl önceki haline dönmesinin mümkün olmadığını belirten Demirel, “Bu nedenle de gözlenen değişiklikleri, ekosistemin denge eşiğinin aşıldığı  ‘doğrusal olmayan ekolojik rejim kayması’ olarak tanımlıyoruz. Çalışmalarımız şunu gösteriyor: Son 20 yılda demersal (tabansal) balıkların biyokütle değerleri yüzde 20, avcı pelajik (yüzücü) türlerinki ise yarı yarıya azaldı. Sardalya hariç tüm stoklar üzerinde aşırı avcılık baskısı var. Berlam ve palamut stoklarının durumu kritik; tekir, mezgit ve lüfer stokları ise tekrar eski haline gelemeyecek şekilde çökme tehlikesiyle karşı karşıya.’’ (BİYOÇEŞİTLİLİK YOK OLDU) Deniz biyoloğu Dr. Aylin Ulman ise Marmara Denizi’nin geldiği durumun, dünyanın dersler çıkarmak için inceleyebileceği önemli bir örnek olduğuna işaret ediyor. Dr.  Ulman şu ifadeleri kullandı: “Haliç’le ilgili hikayeleri herkes bilir; balıklar o kadar bolmuş ki kovalarla yakalanırmış. Benim büyükbabam da bundan 70-80 yıl önce İstanbul’da bir balık teknesinin kaptanıymış. Babam, akşam yemeği için eve beş kiloluk torik götürdüklerini anlatır. Bu, insanların zengin olmadığı ancak yağlı balıklar tüketerek iyi beslenebildikleri bir dönem. Bugün ise deniz tamamen hasta; ne Karadeniz ne de Marmara, artık sağlıklı değil. Bir denizdeki tür sayısı arttıkça, direnci de artıyor. Sağlıklı bir ekosistemi olan bir deniz kendini, örneğin okyanus asitlenmesi veya suların ısınması gibi olumsuzluklar karşısında, daha iyi koruyabiliyor. Ancak denizdeki biyoçeşitliliğin yüzde 80’ini yok ettiğinizde bu mümkün değil.’’ 

Yabancı uyruklu 800 bin seçmen (Birgün)

AKP iktidarında en çok tartışılan konulardan biri de sınır güvenliği oldu. Düzensiz göç nedeniyle “Demografik yapı değişiyor” tartışmalarının yaşandığı Türkiye’de, “Para karşılığı vatandaşlık” uygulaması ise tartışmaları alevlendirdi. CHP Milletvekili ve TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu Üyesi Ahmet Vehbi Bakırlıoğlu, 2018-2024 yılları arasında Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığı kazanan yabancı uyruklu kişilerin sayısını sordu. CHP’li Bakırlıoğlu, İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın yanıtlaması istemiyle soru önergesi verdi. Bakırlıoğlu, 2018-2024 yılları arasında Türkiye Vatandaşlığı kazanan yabancı uyruklu kişi sayısını sorduğu önergesinin yanı sıra, “Bilgi edinme hakkı” kapsamında sorusunu İçişleri Bakanlığı’na da iletti. (CEVAP BARINDIRMAYAN YANIT VERİLDİ) Bakan Yerlikaya’nın yanıtında ise sorular görmezden gelindi. Yanıtta yalnızca,  “Türk vatandaşlığının kazanılmasına ilişkin iş ve işlemler, 5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu ile Türk Vatandaşlığı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğe göre yürütülmektedir” ifadesi yer alırken CHP’li Bakırlıoğlu yanıtın, “Dalga geçer gibi” olduğunu savundu. Bakan’ın yanıtı, “Para karşılığında vatandaşlık verilen kişiler seçmen yapıldı, oy kullandırıldı” iddialarını akıllara getirirken Bakırlıoğlu, yanıta yönelik şu değerlendirmelerde bulundu:  “İçişleri Bakanı soru önergemizi, sanki detaylı bir yanıt verecekmiş gibi ancak süresi geçtik sonra cevaplayabilmiş.  Verdiği yanıtta ise dalga geçer gibi sadece, ‘5901 sayılı Türk Vatandaşlığı Kanunu ile Türk Vatandaşlığı Kanununun Uygulanmasına İlişkin Yönetmeliğe göre yürütülmektedir’ denilmiştir. Hem soru önergesine hem de bilgi edinmeye verilen bu tek satırlık yanıt, Bakan’ın mültecilerle ilgili durumun ciddiyetini kavrayamadığının göstergesidir. Haziran 2023’teki önergemize tek satırlık cevap bile olamayan şekilden yanıt veren Yerlikaya, 16 Aralık 2023’te itibarıyla 238 bin Suriyeli vatandaşlık kazandığını bunlardan ise 134 bin kişinin 18 yaş üstü olduğunu kamuoyuna açıklamıştır. Bizim bu soru önergesini vermemizdeki amacımız 2023 Mayıs seçimlerindeki açıklanamayan seçmen sayısı artışı idi. 2018-2023 yılları arasında 18 yaşını tamamlayan seçmen olan sayısı belli, bu dönemde vefat eden seçmen sayısı belli.  Bu rakamlardan yola çıkarak yaptığımız hesaplamalara göre son beş yılda Türk vatandaşlığı almış en az 800 bin yeni seçmen bulunmaktaydı. Bu da açıkça ortaya koyuyor ki Türkiye’den ev, arsa alması ya da döviz getirmesi karşılığında peynir ekmek gibi vatandaşlık dağıtılmış. Ve bu kişiler ülkenin kader seçiminde oy kullanmaya hak kazanmışlar.  Türkiye’nin kaderi 400 bin dolara vatandaşlık sattıkları kişilere bırakılmıştır.” 

Nusayrat'ta can kaybı 210'a çıktı: ABD yardım etmiş, İsrail kendi esirlerini de öldürmüş (soL)

İsrail, 9 ay sonra GAzze'deki 4 esiri kurtarmak için Nusayrat'a saldırdı. 210 kişi öldürüldü, 400'den fazla kişi yaralandı. ABD operasyonu "memnuniyetle" karşıladı. (https://haber.sol.org.tr/haber/nusayratta-can-kaybi-210a-cikti-abd-yardim-etmis-israil-kendi-esirlerini-de-oldurmus-393685

 Yeşilay inşaatı AKP’lilerden (Cengiz Karagöz-Cumhuriyet)

Türkiye’nin en güvenilir kurumları AKP’nin iktidarı döneminde çeşitli tartışmaların odağı haline geldi. 3 yıldır mali tablosunu yayımlamayan  Yeşilay’ın Uluslararası Gençlik Kampı 2. etap yapım işi için Düzce İl Özel İdaresi, 17 Mayıs’ta ihaleye çıktı. Pazarlık usulüyle yapılan ihaleyi 300 milyon TL’ye Optimal Proje Yönetimi ve İnşaat Sanayi Ticaret Anonim Şirketi aldı. Optimal Proje Yönetimi ve İnşaat firması 2010’da Burhan Özdemir tarafından kuruldu. İlerleyen yıllarda şirkete Reha Yeltekin ve Levent Coşkun Erkekoğlu ortak olarak girdi. Burhan Özdemir 2011 ve 2015 seçimlerinde AKP’den Düzce milletvekili aday adayı oldu,  Yeltekin, 2011 seçimleri için AKP’ye, İstanbul 3. bölgeden milletvekili adaylık başvursu yaptı. Erkekoğlu ise 2018 seçimlerinde İstanbul’dan milletvekili adayı oldu.

PTT yöneticilerine, iş sözleşmesi feshedildiğinde brüt maaşın 36 katı tazminat ödeniyor (Mustafa Çakır-Cumhuriyet)

PTT Bilgi Teknolojileri AŞ’de iş sözleşmeleri feshedilen yöneticilere brüt maaşlarının 36 katı kadar tazminat uygulamasının devam ettiği ortaya çıktı. Konu, sivil havacılıkla ilgili “torba teklifin” TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu’ndaki görüşmeleri sırasında gündeme geldi. CHP Genel Başkan Yardımcısı Ulaş Karasu, 2019’daki tartışmaları anımsatıp şunları söyledi: “PTT Bilgi Teknolojileri AŞ’nin genel müdür ve genel müdür yardımcıları kendilerine sözleşme hazırlamışlardı. Bu sözleşmeye göre iş akitleri feshedildiğinde brüt maaşlarının 36 katı kadar tazminat alacaklardı. Bu sözleşme hâlâ uygulamada mı? 2019’da sözleşmesi feshedilen bir genel müdür yardımcısına 13 bin lira maaş ve 5 bin lira huzur hakkı ve diğer ek bazı hakları üzerinden hesaplanan 36 aylık bürüt toplam 847 bin lira tazminat ödenmiştir. Bu paranın güncel tutarı milyonları buluyor. ”PTT Genel Müdürü Hakan Gülten, komisyonda ticari rekabetten söz etti. Bunun üzerine CHP’li Karasu, “Bu 36 kat tazminat davası devam ediyor mu” diye sordu. Gülten, “Devam ediyor sayın vekilim” yanıtını verdi. Karasu tepki gösterince komisyon başkanı olan eski Ulaştırma ve Altyapı Bakanı Adil Karaismailoğlu, “Yanlış yapılmış. Ne yapacaksın” karşılığını verdi.(‘VATANDAŞ KEMER SIKSIN’)  Karasu, Cumhuriyet’e yaptığı açıklamada, “Tasarruf tedbirleri adı altında kamu emekçilerinin kazanılmış haklarına göz dikilip vatandaştan kemer sıkması istenirken üst düzey bürokratların bu tutumu ve bakanlığın buna göz yumması ibret vericidir. Hiç utanma da yok?” dedi.

Bakanlığın ‘Ailenin Korunması Vizyon Belgesi’nde ailelere dini rehberlik hedefi yer aldı (Eylül Barut-Cumhuriyet)

Siyasiler ve kadın hakları dernekleri, tarikat ve cemaatlerin “sivil toplum kuruluşları” olarak tanımlandığını anımsatarak “Türkiye’nin kamu kurumları tarikatların yönetimlerine girdi” tepkisini gösterdi.(https://www.cumhuriyet.com.tr/siyaset/bakanligin-ailenin-korunmasi-vizyon-belgesinde-ailelere-dini-2215390)

TÜGVA’cı isim yönetici oldu (Cengiz Karagöz-Cumhuriyet)

AKP’nin 31 Mart seçimlerinde Denizli Büyükşehir Belediyesi ve Pamukkale Belediyesi gibi kentteki birçok belediyeyi kaybetmesinin ardından belediyelerdeki üst düzey yöneticilerin üniversite kadrosuna alındığı ve yönetici yapıldığı iddia edildi. Bu isimler arasında Pamukkale Belediyesi’nin hukuk işleri müdürü Serdar Selman Savran da yer alıyor. TÜGVA il teşkilat başkanı olarak da görev yapan Savran, üniversite hastanesinin müdürü olarak atandı. Savran bu atamadan birkaç gün sonra da üniversitenin genel sekreter yardımcılığına getirildi. Üniversite İdari Personel Sendikası Genel Başkanı İbrahim Güzel atamaların devam edeceğini idda ederken Hürriyetçi Eğitim ve Bilim Çalışanları Sendikası Denizli Şube Sekreteri Ferit Yıldız, “Üniversitede yıllardır çalışan ve kadro bekleyen personel var” tepkisini gösterdi.

Nitelikli eğitime ‘sınıfsal’ engel (Mustafa Kömüş-Birgün)

AKP’li yıllarda eğitim 'sınıfsal' gruplara ayrıldı. Eğitim gericileştirilerek imkanı olan veliler özellere yönlendirildi. Öğrenciler işçileştirildi, ataması yapılmayan öğretmenler özel okullarda asgari ücretle çalışmaya mecbur bırakıldı.(https://www.birgun.net/haber/nitelikli-egitime-sinifsal-engel-536547)

AKP’linin binası denetlenmemiş (İsmail Arı-Birgün)

AKP’li Meclis Üyesi ve İmar Komisyonu Başkanı Yunus Kaya’nın inşa edip adını verdiği apartman 19’u çocuk 67 kişiye mezar oldu. Binanın yönetmeliğe uygun yapılmadığı ve yapı denetim hizmeti almadığı belirlendi.(https://www.birgun.net/haber/akplinin-binasi-denetlenmemis-536557)

(derleyen: mstfkrc)