Hangi aydınlanma?-Ali Rıza Aydın-
Aydınlanma “bilim”siz, “aydın”sız olmaz ama işçi sınıfı olmadan, emekçilerin devrimci ahlak ve kültürü olmadan hiç olmaz.
Aydınlanmanın, ihanete uğraması ve ihanetin zaman içinde derinleşmesi bilinmez değil. Bunu “ihanet içine doğdu” sözcükleriyle anlatmak da abartılı değil. Elbette, aydınlanmanın çocuğu olan hukuk da aynı yolun yolcusu oldu.
Yıllarca ve bugün kapitalizmin bilimden, teknolojiden, bilim insanlarından yararlanması ve bağlı olarak bilimin ve kimi bilim insanlarının sömürü düzeninin parçası olması insanlığın, aydınlanmanın gözü önünde yaşandı.
Aydınlanmanın, ilerlemenin karşıtı olan gericilikse sömürü düzenini sürdürmenin en etkili araçlarından olarak, gel-gitlerle de olsa devrede oldu. Aydınlanmanın ihanet içinde yaşamasının nedenlerin biri kapitalizm iken bir başkası da gericilik.
“Hangi aydınlanma” sorusu buraya karşılık geliyor. Aydınlanma ile gericiliği 21. yüzyılda yan yana yaşatmaya çalışanlar, sermaye sınıfıyla işçi sınıfını, sömürücülerle sömürülenleri uzlaşma içinde yaşatma ortak amacını güdüyor. AKP dönemi ekonomi, siyaset, hukuk, sosyal politikalar, eğitim ve sağlık politikalarıyla bu ortaklaşmanın zirvesinde.
Geçmişte örneğin İslam dininin bilim ve teknolojiyle uyumsuzluğunu engel olarak yorumlayanlar artık inceleme sonuçlarını değiştirdiler. “Çağdaş” sözcüğü bu yönüyle takvime sıkışıp kaldı.
Çağda yaşaması abartılı tanımlama gözükebilir ama gericilik her yere yerleşirken, “bunlar kim” ya da “kimlerle ortaklar” sorularının yanıtı sınıfsal ve çok açık: Bunlar da sömürücü, sömürücülerle ortaklar. Sömürücülerin sömürülenler üzerindeki egemenliğini, söz ve karar sahipliğini birlikte sürdürüyorlar. Devlete, siyasete ve hukuka dini sokarken, diğer deyişle laikliği yok ederken ya da yok edilmesine göz yumarken yan yanalar, çıkar birlikteliğindeler.
Özel mülkiyetin ve paranın saltanatının sürdürülmesi için -para da mülkiyet hakkı kapsamında anayasal güvence altında- gericiliğe duyulan gereksinme eş zamanlı olarak emekçilerin hak savaşımlarının bastırılması için de kullanılıyor. Geçmişteki din ve soy aracılığı bugün kapitalizmin gereksinmelerine yanıt verecek biçimde yaşama sokuluyor. Anayasada mülkiyet hakkının ikizleri olan girişim ve sözleşme özgürlüğü ile özelleştirme de güvence altında. Başkanlı rejim bu biçimlendirmeye uyumlu yürütülüyor.
Sömürücülerin başvurduğunun adı “aydınlanma” değil. Bilimi, teknolojiyi kapitalizmin amacına uygun kullanmak, eğitim ve öğretimi de -kendisine yararlıları seçerek, kalan yığınları “kulluk” ve “şükürcülük” havuzunda kontrol altında tutarak- aynı amaca koşut yürütmek.
Günahkarlıkla işi çözmek kimin işine yarar? Patronun mu emekçinin mi? İşin “hukuk” gibi bir formülü de var. Emekçi için günah başlığı altında toplanan her şey patron için hukuksal güvence altında tutulur. Kapitalizmin yasaları parlamento tarafından “kanun” yapılır. Yargı bu kanunlara göre karar verir.
“Güven” ve “ahlak” dinsele bağlandığında kapitalizm daha rahat alan bulacak, toplumsal üretim araçlarının özel mülkiyetine isyan edenler tapınmaya isyanla tanımlanacak, emek sömürüsü dinsel terapi havuzu içinde kolaylaşacak. Karşıdevrim ile dinselliğin, gericiliğin ilişkisi hiç hafife alınmamalı.
“Yaşasın din özgürlüğü, yaşasın antikomünizm” diyerek demokrasi adı altında işler rahatlayacaktı, rahatlattılar. 12 Mart, 12 Eylül, MC gibi dönemlerde kapitalizmin/emperyalizmin taşları yollara döşenirken demokrasileriyle, siyasetleriyle, hukuklarıyla, devletleriyle hep aynı yolun yolcusu oldular. AKP’nin bu taşlar üzerine döktüğü asfalt, liberal durumları da içinde taşıyarak bu sömürü yolculuğunun kandırmacası olarak devam etti. Emekçiler altında kaldı.
“Çalsalar da çalışıyorlar” söylemi, “sömürseler, baskı ve şiddet uygulasalar da demokrasiyle yaşanıyor” söylemiyle buluşturuldu. Laiklik, aydınlanma, bilimsel eğitim “din özgürlüğü” söyleminin altında eritildi.
Emekçilerin dışarda bırakıldığı, seçimden seçime sandığa tutsak edildiği, aynı siyasetin farklı siyasilerce temsilinin kullanıldığı bir demokrasi ve özgürlük ortamında sınıfsal olarak örgütsüz ve enerjisiz halk yığını yaratıldı.
Aydınlanma savaşımı, tarikat ve cemaatlerle sınırlandırılmadan sömürücü düzene karşı savaşımla birlikte yürütülmek zorunda. Emekçilerin haklarını aramalarına ve direnmelerine izin vermeyen, onları tinsel suskunluğa iterek düzene ortak etmeye çabalayan her davranış sosyalist savaşımın da parçası olmak zorunda.
Emekçilere karşı yapılanlar yalnızca savunma yapılarak giderilemez, savunmayı sömürüsüz düzeni savunan emekçilerin saldırısına çevirmek gerekiyor. Yeni bir aydınlanma dediğimiz budur.
Yeni bir aydınlanma hem aydınların hem de emekçilerin buluştuğu örgütlü sınıfsal savaşımı hedeflemeli. Aydınlanma “bilim”siz, “aydın”sız olmaz ama işçi sınıfı olmadan, emekçilerin devrimci ahlak ve kültürü olmadan hiç olmaz.
/././
Mutluyum, çünkü ben bir devim -ENRİQUE UBİETA GÓMEZ-
Fidel’in de sorduğu gibi, sömürülenlerin her söylenene inanmak yerine okuyup araştırması nasıl sağlanır? Çünkü devrimler ancak eleştirel düşünceye sahip bilinçli bireyler tarafından yapılır.Benim kuşağım, devrimin ilk yirmi yılında henüz yetişkin değildi. Bizler devrimin zafere ulaşması sonrasında gelen baby boom’un (doğum oranlarındaki ani yükselişin) ürünüydük. Devrimin gerçekleşme anının heyecanını hissetmedik ama her seferinde bir milyon insanın gittiği Devrim Meydanı'ndaki tüm büyük gösterilere ailelerimizin omuzlarında veya ellerinden tutarak katıldık. Büyüdüğümüzde ise sevgililerimizin ellerinden tutarak katıldık o gösterilere. Kişiliksiz bir kalabalık olarak değil, kararlı ve adanmış bir şekilde yerimizi aldık meydanda.
Eduardo Ramos'un ICAIC Ses Deney Grubu (Sound Experimentation Group) için bestelediği şarkı şöyle diyordu: "Her sokakta bir komite var / her mahallede Devrim / her mahallede sokak sokak / her kasabada mahalle mahalle / mücadele içinde bir ülke: devrim".
Fidel'in ABD'den gelebilecek terör eylemlerini önlemek için geliştirdiği Devrimi Savunma Komiteleri (CDR) fikri, Devrimin Küba halkında uyandırdığı tutku sayesinde hayata geçebildi. Ev kadını olarak yetiştirilen annem, o zamanki tabirle, asıl amacı para kazanmak olmaksızın çalışma yaşamına atıldı. Fidel'in deyişiyle kadınlar Devrim içinde Devrim yapıyordu.
Fakat yeni nesillerin de kendilerine biçtikleri zorlu hedefleri, geleceği kurma yönünde hamleleri, kendi atılımları oldu: tarım alanındaki seferberlikler, eğitim tugayları, coğrafi uzaklığına bakmaksızın dünyanın dört bir yanında her zaman derin bir sevgiyle sürdürülen askeri, eğitim ya da sağlık içerikli dayanışma misyonları… Vietnam, Angola, Angela Davis, Allende, Chávez, ayrıca Elián ve bizim kuşağımızın kahramanları Küba Beşlisi ve elbette Fikirler Savaşı… Biz tüm Dünya'ydık ve hâlâ da öyle olma yükümlülüğümüz var.
1970'lerin sonunda bir Sovyet üniversitesinde öğrenciyken, Karanfil Devrimi'nin çocukları olan genç Portekizlilerle ve Devrimleri yeni zafere ulaşmış, coşkulu ve özgür bir ruhla gelen Nikaragualı öğrencilerle birlikteydim. Bu kızlar, Noel Nicola'nın Küba'da şarkılarını söylediği kızlara çok benziyorlardı: "María del Carmen, öyle arınmış ve özgür / Bakire olmaktan arınmış, önyargılardan özgürleşmiş / (...) María del Carmen paçavraların hayalini kurmaz / Ne fiyonkların ne kurdelelerin ne de eski oyuncak bebeklerin / María del Carmen sevgililerini unutur / Onun vatanı, geceleri kapısını çalandır." Bu arada bu özgürlük ve bağlılık duygusu artık SSCB'de mevcut değildi.
Zaman zaman iki sapma, devrimcileri bu coşkuyu tazeleyip yeniden yaşayabildikleri yanılgısına düşürdü: Birincisi, tüketim kültürüne dönüşen tüketme becerisi. Söz konusu sapma zamanında Doğu Almanya’yı tüketim konusunda Batı ile "rekabet etmeye" yönlendirmiş ve yurttaşlarını yüksek bir yaşam standardına ulaştırmış olmasına karşın Batı’ya karşı bu rekabet kaybedilmişti. Bu yenilgiye uğrayacağı baştan belli olan ölümcül bir sapmaydı. Çünkü kapitalizmin özü, insanın özlemlerini doymak bilmeyen ve yabancılaştırıcı bir sahip olma arzusuna tabi kılmaktır ve kapitalizme karşı tüketim üzerinden girilecek her rekabet, yurttaşlarını nasıl bir yaşam standardına ulaştırdığından bağımsız olarak kaybedilecektir. İkinci sapma ise yeni bir dünya inşa etmenin sade sevincinin yerini geçici şovların tiz sesinin almasıydı.
Her şey basitleşme eğiliminde ve bunun sonucu olarak düşünce de basitleşiyor: gerçeğin yerine gerçeğe yakın ve sahte olanı, esas olanın yerine gereksiz olanı koymayı mümkün kılan az satırlı nükteli mesajlar, görsel-işitsel imgelerin eşlik ettiği kısa metinler. Prometheus'un tanrılardan çalıp insanlara verdiği İlahi Ateş değil, havai fişeklerin geçici güzelliği gözlerimizi kamaştırıyor gibi görünüyor. Bu araçların insan düşüncesini manipüle etmeye ve isyanını zararsız mecralarda sönümlendirmeye ihtiyaç duyan toplumsal sistemler tarafından tasarlandığını biliyoruz. Bunu bilerek bu araçları dönüştürelim, onlara karşı bir silah olarak kullanalım.
Karşı devrim, devrimin destansı amaçlarının dar hedeflerle, bireyselliği barındıran kolektivizmin salt bireycilikle, derin ve dalgalı suların sonsuz ufkunun kişisel su birikintilerinin kısa menziliyle ikame edilmesini vaaz ediyor. Fidel’in de sorduğu gibi, sömürülenlerin her söylenene inanmak yerine okuyup araştırması nasıl sağlanır? Çünkü devrimler ancak eleştirel düşünceye sahip bilinçli bireyler tarafından yapılır.
Günümüz gençleri de yerinde saymıyor. Onlar dayanışma, yaratıcılık ve cesaretleriyle Küba’da yaşamın pandemi karşısındaki zaferinin mimarı oldular. İlaç ve malzeme eksikliğinin üstesinden gelen doktorlarımız, abluka nedeniyle teknolojik olarak yetersiz kalan malzemeleri yeniden değerlendirmenin yollarını icat eden mühendislerimiz var. Gerçekleştirilecek hayallerimiz, umut dolu bir ufkumuz, uçurumların üstünden atlamaya, Che'nin zamanında uyardığı, Vietnam halkının geçmişte, Filistin halkının ise bugün yaptığı gibi emperyalizme “tırnak kadar bile” teslim olmamaya yeminli bir öncümüz var.
Filistin içimizi yakıyor. Siyonistlerin soykırımı sona erecek, özgür bir Filistin yükselecek. Ho Chi Minh'in Vietnam için söylediği ve daha sonradan gerçekleştiği gibi, eskisinden on kat daha güzel olacak. Ancak bu tahrik edici acı bize ne olduğumuzu ve ne için savaştığımızı hatırlatmaya hizmet etmelidir. Anne babalarımız başarısız olmadılar, onlar azıyla çoğuyla mutlu yaşayan erkek ve kadınlardı. Silvio'nun sesinde o hiç eskimeyen şarkı duyuluyor hâlâ: "Özgür bir ülkede yaşıyorum / bu topraklarda, bu anda / yalnızca özgür olabilen bir ülke / ve mutluyum çünkü ben bir devim / sade bir kadını seviyorum / sevdiğim kadın beni seviyor / karşılığında hiçbir şey istemeden / ya da neredeyse hiçbir şey / bu aynı şey değil / ama sonuçta aynı şey".
Yazar: Enrique Ubieta Gómez - Yayınlandığı yer: Cuba Sí -Yayın tarihi: 30 Mayıs 2024 - Çeviri: Derya Ünlü
/././
Rusya’nın Ukrayna’dan ele geçirdiği Tokmak kentinden izlenimler(I) -Okay Deprem-
Zaporojye’deki Tokmak kentinde savaşın yıkımı her yanda görülüyor. Rusya, ele geçirdiği bölgenin halkına sosyal yardımları erkenden başlatmış.Geçtiğimiz haftalarda bir uluslararası gazeteci heyetiyle birlikte Ukrayna’nın Zaporojye ilinin Tokmak adlı kentini ziyaret ettik.
Tokmak, iki yılı aşkın süredir devam etmekte olan Ukrayna-Rusya savaşının, yakın zamana kadar cephe gerisi/cephe önü kentlerinden biriydi, halen de cephe hattına en fazla birkaç on kilometre mesafede yer alan ufak bir yerleşim birimi.
İsmi büyük ihtimalle Türkçe’den gelen Tokmak şehrinin son günlerde en bilinen yönü, Ukrayna Silahlı Kuvvetleri (VSU) tarafından düzenli olarak hedef alınması. Tokmak’ın geniş çevresinde birtakım göreli ve ufak çaplı askeri hedeflerin olmasından bağımsız olarak ilgili yerleşim yeri, askeri ihtilafın neredeyse en başından beri kimi zaman düzenli, kimi zaman düzensiz aralıklarla hedef alınmak suretiyle vuruluyor.
Sonuç olarak kent, bugüne kadar çok ciddi oranda hasar görmüş durumda. Yüzlerce sivil konut binası, askeri nitelikte olmayan çeşitli yapılar topyekûn zarar görürken, bir dolu insan da hayatını kaybetmiş, yaralanmış, sakat kalmış durumda.Tokmak yolu: Kontrol noktaları, asfaltlar ve çukurlar
En son geçtiğimiz sonbaharda uğradığım Tokmak’a aradan aylar geçtikten sonra yeniden, bu kez ufak bir gazeteci grubu ile yolum düşüyor. Adı geçen kentteki genel hali, ancak en önemlisi ise insanların, yerel ahalinin neler yaşadığını, duygu ve düşüncelerini bizzat yerinde görmek, gözlemlemek istiyoruz.
Rusya’nın hâkim olduğu Zaporojye vilayeti topraklarının büyük kısmının yer aldığı güney kesiminin başkenti Melitopol’den kuzeydoğu yönünde hareket ediyoruz. Yaklaşık 60 kilometrelik yolu bir buçuk saatte ancak kat ediyoruz.
Yol boyunca adeta adım başı karşımıza çıkan kontrol noktaları (blokPostlar), siperler, açık arazide upuzun hendeklerden oluşan manzara, 2022 Mart ayından bugüne değişmemiş gözüküyor. Anayolun tamamı, tali yolun ise mühim bir kısmı Rusya dönemiyle birlikte üst düzeyde kaliteli asfalta kavuşmuş. Eski dönemden kalma kalitesiz ve çukur, gedik ve yamalarla kaplı yollarsa Tokmak’a yaklaşırken hızımızı epey yavaşlatıp, bizi neredeyse dur-kalk yapma noktasına getiriyor.
Yıkımın adı herkesin dilinde: HIMARS
Tokmak’ta ilk olarak, yakın zamanda Ukrayna Ordusu tarafından vurulan sivil toplu konut binalarından bazılarının yanına gidiyoruz önümüzde ve arkamızdaki koruma araçları eşliğinde.
Dışarıdan ve farklı açılardan ilk fotoğraf karelerini almamızın ve videoları çekmemizin ardından apartmanlarının girişlerinde yer alan banklarda oturan, kadınlı erkekli kent sakinleriyle konuşmaya başlıyoruz.
Kimisinin neredeyse tamamen, kimisinin ise kısmen yıkılıp harap olan daireleri için henüz hasar tespiti yapılmamış, yani “Hasar Tespit Komisyonu” henüz evlerine uğramamış. Bahsedilen ağır silahlı saldırıların üzerinden haftalar geçmiş olmasına karşın…
Beş katlı, tekdüze renkli ve upuzun kerpiç tuğlalı bu eski Sovyetik konut yapılarına “Khruşçyovka” deniyor. Evleri artık kullanılamaz duruma gelenler çareyi, bir süredir kent dışında ve çeperindeki daçalarında (bahçeli evleri) veyahut da komşu ya da akrabalarının dairelerinde geçici olarak ikamet etmekte bulmuşlar.
Buraların nasıl bu hale geldiğini sorduğumuzda, hemen hepsi de bir ağızdan, Amerikan yapımı “Himars” adlı roketleri zikrediyor. VSU’nun sivil hedeflere karşı kullandığı yüksek mobiliteli topçu roket sistemi bu.
Himars eşliğinde yapılan saldırıda 8’e 15 metre ebadında dev bir çukur açılmış
Bir bölümü yerle yeksan olmuş konut binalarından bir tanesine girmeyi deniyoruz ve kısmen zarar görmüş dairelerden birini görmek amacıyla yukarı tırmanıyoruz.
25 Nisan tarihinde öğleden sonra sularında gerçekleşen saldırılarda iki sivil vatandaşın öldüğünü, dördünün de çeşitli şekillerde yaralandığını öğreniyoruz bizzat bu binanın sakinlerinden.
Ev sahiplerinden yetişkin bir kadın, “Ukrayna Ordusu tüm bunları neden yapıyor?.. Siviller zarar görüp yaşamını yitiriyor, buralarda hiçbir şekilde bir askeri hedef yok. Bizim evlerimizi özellikle vurdular” şeklinde konuşuyor biz bir yandan dairelerini turlarken.
Hemen karşı binanın dibinde 8’e 15 metre büyüklüğünde bir çukur açıldığını belirtiyor, devasa çaplı saldırı sonrasında. “Bu bölgeleri kendilerine geri döndürmek istiyorlar, ancak bu şekilde olmamalı. Tüm hayatımız boyunca bu daire için çalışmıştık. Burası kooperatif dairesi. Hiçbir şeyimiz kalmadı geride” diyor orta yaşın üstündeki kadın.
Grubumuzdan Avustralyalı bir gazetecinin “Ukrayna’yı silahlandıran bizimki gibi Batı ülkelerine bir mesajınız var mı?” sorusuna, “Bu silahlar için ne kadar fazla para verirlerse, o kadar daha yeni sivil hedef vurulacak ve sivil insanlar hayatını kaybedecek” biçiminde cevap vermeyi yeğliyor kadın.
‘Ukrayna tarafı neden askerlerle değil de, bizlerle savaşıyor?’
“Batı, Ukrayna Rejimi’ne silah vermeyi durdurursa, savaş işte o zaman sona erer” diyen kadına bir kez daha, yakınlarda herhangi bir askeri üs olup olmadığını soruyoruz. Yanıtı kesinkes, “Hayır” oluyor. Bunun yanı sıra, benzer sivil hedeflere dönük ağır silahlı saldırıların oldukça sık yaşandığını kaydediyor. Hatta bir keresinde, bir banka şubesinin olduğu noktayı vurduklarını dahi anımsıyor söz arasında.
Ev sahiplerine, ‘peki neden bunu yaptıklarını’ sorduğumuzda da bunu, “Bilmiyoruz, onların kendilerine sormak lazım. Neden askerlerle değil de bizlerle savaştıklarını sormak lazım onlara esas olarak” sözleriyle karşılıyorlar.
Nihai olarak, bütün bu ihtilaf sürecinin nasıl biteceğini düşündüklerini merak ediyoruz. “Barışçıl yollarla. Ancak hangi koşullarda olacağını bilmiyorum, ne de olsa ben siyasetçi değilim” cümlesiyle tamamlıyor sözlerini ve evlerinin üzerine ve civarına düşen roket mermilerinin üzerinde kendi sözüyle “Amerikanca” yazdığına işaret etmeden de geçmiyor.
Henüz 2022’nin Mayıs ayında Rusya kendilerine emekli aylığı bağlamış
Tokmak’ın ağır hasarlı sayısız binasından birisinde süren sohbette konu sosyal-ekonomik konulara da geliyor. Rusya Federasyonu’nun kendilerine farklı yollarla yardım ettiğini vurgulayan konut sakinleri, bunun en başta sosyal yardımlar ve kendilerine bağlanan Rus emekli aylıklarıyla gerçekleştiğini aktarıyorlar.
O noktada emekli aylıklarının ne kadar olduğunu merak etmeden duramıyorum. Brüt 14 bin rubleye (yaklaşık 5 bin 450 lira) yakın olup, bunun 10 bini net, 3800 rublesi de engelli aylığıymış. Eski asker olmasından dolayı kocasına henüz emekli aylığı bağlanmamış, ancak gene de onun eline de ayda 10 bin ruble sosyal yardım geçiyormuş.
İşin enteresanı, Rus Silahlı Güçleri’nin buraya gelmesinden sadece birkaç ay sonra, Mayıs 2022’de Rusya’dan emekli maaşı almaya başlamışlar. Ukrayna tarafından ise emekli aylığı çoktandır alamıyorlarmış. On yıllarca emek verip çalıştıkları ülke, kendilerine veregeldiği emeklilikleri uzun zaman önce kesmiş.
Ukrayna döneminde ne kadar emekli aylığı aldıklarını soruyorum. Cevap: 2 bin yüz Grivna (yaklaşık 1700 lira).
Rus vatandaşlığına geçip geçmediklerini merak ediyorum. Yanıtları, buradaki çoğu kişi gibi “Evet, geçtik” oluyor.
NOT: Okay Deprem Tokmak bölgesini soL adına değil, bağımsız gazeteci sıfatıyla ziyaret etmiştir. soL, Deprem'in izlenimlerini yayımlamaktadır.
/././
Enkazdan çıkan bir albümün izinde, ölüm ile ölümsüzlük arasında -Özkan Öztaş-
6 Şubat depremlerinde enkazdan kurtarılan bir albüm, aradan geçen bir buçuk yıldan sonra sahibine ulaştı. Kayıp albümün hikayesi yıkılanların sadece binalar değil hatıralar da olduğunu gösteriyor.Haydi bu anı ölümsüzleştirelim".
6 Şubat depreminde bir enkazın yanı başında denk geldiğimiz albüm de bu vesileyle yapılmıştı vaktiyle.
Fotoğrafların bir an'a tanıklık etmesinden hemen öncesinde duyulan sözdür. Ölümsüzleştirmek deriz. Anıları ya da hatıraları, bazen mutlu bir olayı belki de kendi hayatımızda çok önemli olduğunu varsaydığımız bir detayı, bir fotoğraf karesinde geleceğe devrederiz.
Şimdilerde daha sık kullanılan haliyle cep telefonlarında ve dijital makinelerde sonucunu anlık görebildiğimiz kayıtları yanımızda taşırız. Bazen de özenle düzenlenmiş bir albümde, baskıları alınmış, tarihe göre sıralanmış ama illa ki yanına bir not düşülmüş haliyle.
6 Şubat'ta depreminde Hatay'a vardığımızda hava kararmıştı. Binalardan gelen "yardım edin" sesleri ve karşılaştığımız manzara artık hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı bir anın başında olduğumuzu söylüyordu. Yaşanan deprem yetmezmiş gibi üstümüze bardaktan boşalırcasına yağmur yağıyordu. Üstelik altına girebileceğimiz, duldasında sığınacağımız tek bir mekan dahi yoktu.
İnsan söyleyemiyor böylesi zamanlarda kendisine. Belki de hâlâ... Ama sadece yağmurdan sığınacak bir yer değil, aslında artık Hatay diye bir şehir yoktu.
Her geçen gün yıkımın boyutları biraz daha belirginleşiyordu. İnsanlar yaşanan felaketin ortasında hem kayıplarını arıyor hem de hayatlarını idame etmeye çalışıyordu. Evet belki ilk iki üç gün kimsenin kendisini düşünmeye vakti yoktu ancak bir dilim ekmek, sıcak bir çorba ya da düzenli kullanılan bir ilacın tedarik edilmesi gerekiyordu.
İşte 6 Şubat akşamı Hatay Armutlu'da bunun için kurulan, yüzlerce gönüllünün bir araya geldiği TKP Kriz Masası'nda ateş etrafında ve yağmur altında toplanan insanlar bir yaşamı yeniden inşa etmek için ihtiyaç duyulan en önemli şeyi, insanı, ayakta tutmak için yoğun bir mesaiye hazırlanıyordu.
Ben ise bir yandan gıda malzemeleri ya da bazen bir bardak sıcak çorba dağıtıyor bir yandan da haber yazmaya çalışıyordum. soL Haber merkezindeki arkadaşlarımıza en çok sorduğum sanırım "mesajlar ulaşıyor mu?" olmuştu.
Elektrik ve internet yoktu.
'11 Şubat: Kriz masasında emanetler, bir bebek bir de fotoğraf albümü'
Depremin üzerinden birkaç gün geçmişti. 11 Şubat günü, enkazda bulduğumuz bir aile albümü belki de birçoğumuzun hikayesine tanıklık edeceği bir sürecin başlangıcıydı. Hava sanki beş gün öncesinin soğuk ve yağmurlu haliyle inatlaşıyorcasına, sıcacıktı. Güneş yüzümüzü yakıyor ve montlarımızın içinde terliyorduk. Böylesi bir sıcağın gecesinde ateş başında ısınmak için ayakta bekleyecek olmamızı düşünmek garip geliyordu insana.
Enkazdan çıkan fotoğraflar kaybolan ve yitip giden hatıraların tesellisiydi. Birçok insan kaybettiği yakınlarının ve binaların arasından bulduğu fotoğrafları toplamaya çalışıyordu. (Fotoğraf: Özkan Öztaş)Hatay'da Armutlu mahallesine yakın bir enkazın önünden geçerken bir albüm fark ettim. Birkaç adım attım ancak geri döndüm. Enkazdaki albüm dikkatimi çekmişti.
Bırakıp gidememiştim.
Hemen hızlıca albümü aldım ve bir arkadaşıma teslim ederek "Bunu kriz masasına götürür müsün? Oradan teslim alırım" dedim. Elimdeki işi bitirir bitirmez kriz masasına döndüm. "Buraya bir emanet yollamıştım geldi mi" diye sorunca gülümsedi herkes. Minik bir çocuğun emanet masasında beklediğini gördüm.
Belki de henüz 2 yaşındaydı. Annesi bir yakınına yardım ulaştıracaktı. İhtiyaç malzemesi ise zamanında kullanılması gereken ilaçlardı. Ama ufaklıkla birlikte bunu yapması zor olunca kriz masasına emanet etmiş çocuğu. Çocuk da sanki her şeyin farkında gibi ağlamıyor, gülümsüyor ve sahiden de annesinin neden gittiğini anlamış da zahmet vermeyeyim der gibi sakin sakin duruyordu. Kriz masasındaki arkadaşımız bir yandan ihtiyaçları not alıyor bir yandan da çocuğu taşıyordu kucağında.
Kriz masasına emanet edilen bebekle beraber tüm sıkıntılar unutulmuşa benziyordu. Öyle ya yaşam devam ediyordu ve bebekler her defasında bunu hatırlatıyor felaket anlarında. Ancak albüm ortalıklarda yoktu.
Tam o anda kriz masasından bir arkadaşımız albümü getirdi. "Kriz masasına böyle bir şey emanet ettiler" diye. Albümü elime aldım ve sahibine nasıl ulaşacağımı düşündüm. Aklıma gelen ilk şey sosyal medyadan paylaşmak oldu.
Kriz masasında iki emanet, biri şirin bir bebek diğeri tanımadığımız birinin aile albümü. Ufaklığı annesine teslim ettik ama albüm benim yanımda kaldı. Kriz masasından ayrılırken albümle birlikte yeni bir yolculuğa çıkıyorduk.
Ufaklığın adını anımsamıyorum şu an. Annesinin bize emanet ettiği süre zarfında gönüllülerin neşesi olmuştu.Telefona gelen bir mesaj: 'Albümde kendi fotoğrafımı gördüm'
Günler ilerlerken telefona gelen bir mesaj bu hikayenin sıradan olmayacağını gösteriyordu.
Şükran Lılek Yılmaz'dan gelen mesaj "Özkan bey, kriz masasına bırakılan aile albümünde kendi fotoğrafımı gördüm. Albüm nerede bulundu acaba? Veya albümde isim vs var mı? Belki bulmanıza yardımcı olurum" diyordu. Mesajı aldığım an oturduğum yerden ayağa fırlamıştım.
"Bulduk!" demiştim. Albümün sahibini değil belki ama o albümde fotoğrafı olan birini bulmuştuk.
Lılek Hanım'ın aynı kıyafetler ve aynı kol saati ile yine aynı pantolonun üzerinde olduğu bir fotoğrafı vardı. Evet. Bu o olmalıydı.
Hemen kendisiyle görüştüm. Albümü elden teslim etmek, kargoya vermemek ve imkan varsa bir kahve içip tanışmak istiyordum. Dersim'e davet etti bizi. Şükran Lılek Yılmaz ile bu tesadüfle tanıştık.
Depremin birinci yılında bir uçağa atlayıp Elazığ Havalimanı'ndan Dersim'e doğru başlayan yolculuğun sebebi buydu. Buluştuk. İçim içime sığmıyor. Karşımda albümdeki kadının aynısı duruyordu.
Merkezdeki meydanda bir kafeye oturduk. Çaylarımızı yudumlarken hafiften kar yağıyordu. Lılek Hanım gözlüklerinin üzerinden kaşları çatık, ciddi bir edayla albümü inceledi.
"Hafızam" dedi. "Hafızam inanın çok iyi değil. Bana çok benziyor. Hatta bu anı hatırlıyorum diyebilirim. Sivas'taydık. Bu kız çocuğunu dahi hatırlıyorum. Ama farklar var. Ciddi farklar. Emin olamadım. Albüm bugün bende kalabilir mi" dedi.
Derin bir iç çektim.
Albümden ayrı kaldığım tek gündü. Lılek Hanım'ın tereddütlü bakışları canımı sıkmıştı. Doğru kişiyi bulamamış olma ihtimali ağırlık kazanıyordu.
Ertesi gün Şükran Lılek Yılmaz elinde kocaman bir paketle döndü. Dersim'e dair uzun bir sohbet ettik. Hayatımda Dersim araştırmalarına dair gördüğüm en titiz ve en ciddi şahsiyetlerinden biriyle tanışmıştım albüm sayesinde. Ama kibarca ve mahcubiyetle "Bu albümü alamam. Ben değilim. Sosyal medyada gördüğümde çok benzettim. Hatta arkadaşlarım da çok benzetti, 'Şükran bu sensin' dediler. Ama ben değilim. Hafızam çok iyi değil ama vicdanıma güveniyorum. Bunu alamam. Özür dilerim" dedi.
Sanırım sonrası kısa bir süreliğine boşluktu benim için.
Yanında getirdiği paketten çıkardığı bir sürü kitabı hediye etti. Onlarca kez özür diledi. Üstelik ortada bir kusur falan da yoktu. Bu buluşmayı yapmak ve sahibini bulmak için emin olmak zorundaydık. O yüzden kargoya vermek yerine Dersim'e gelmiştik. Albüm sahibini bulamamıştı ama ben bu albüm sayesinde çok güzel bir dost edinmiş oldum. Dersim ile alakalı her eksik cümlemde sert bir ifadeyle düzelten yumuşak kalpli bir insanla tanışmıştım.
Kar yağıyordu. Palavra meydanında sıcak bir çorba içtik. "Normalde daha güzeldir buranın çorbası, olmadı mı olmuyor bak. Hem albüm olmadı hem çorba iyi değil" dedi ve gülümsedi Lılek Hanım.
Gülümsedim. "İyi ki varsınız hocam" dedim. Elazığ Havalimanında, yanımda gözlerimin içine bakan bir albümle geri döndüm.
'Depremzede bir müzik öğretmeni sürece dahil oldu'
Dersim yolculuğundan "elim boş" dönünce İlker'le buluştum. O da depremzedeydi ve depremin 3. gününün bitiminde enkazdan çıkarılmıştı. Görüştüğümüz süre zarfında tedavisi devam ediyor ve öğrencilerine bunca acıdan sonra hangi şarkıyı öğreteceğini düşünüyordu.
Paytak paytak yürüyerek geldi, oturduk bir yere. Tedavisi devam ediyordu hâlâ, yürümekte güçlük çekiyordu. "Bulamadık. Hâlâ arıyoruz" dedim.
Durdu. Önce uzaklara baktık. Elinde kahveyi hızlıca masaya koydu ve "Öykü Atcı'yı biliyor musun?" diye sordu. Hayır manasında kafamı salladım.
"Öykü deprem sürecinde herkese yardımcı oldu. Sosyal medyada içerik üreticisi bir Hataylı. Hatta benimle de ilgilendi. Tedavi sürecimi falan sordu. Kendisiyle tanışmıyoruz ama samimiyetle ilgileniyor bu tür meselelerle. Ona bir yazsana. Belki sosyal medyasında duyurur. O bahaneyle de ulaşırsınız" dedi.
Pek ihtimal vermedim. Ama olur dedim. Sonuçta denemek zorundaydım.
Öykü Hanım'a bir mail attım. Ve sosyal medyasında duyurmasını rica ettim. Öykü Hanım iki gün sonra geri dönüş yaptı. Mesajımı göreceğine dahi ihtimal vermiyorken hem albümü duyurdu hem de sahibini bulduğunu söylüyordu.
'Fotoğraftaki kız benim. Pastadaki muma üfleyen'
Gelen mesaj albümün sahibini bulduğumuzu söylüyordu.
"Öykü Hanım, fotoğraftaki kız benim. Pastadaki muma üfleyen. Gazeteciye ulaşabilir miyim?" diyordu mesaj atan. Öykü Atcı bizi telefonda buluşturunca bir tür kavuşma sahnesi oldu. Kilometrelerce mesafe farklı şehirlerde yan yana olamadığımız bir kavuşma sahnesi.
"İsmim saklı kalsın olur mu?" demişti annesi.
Albümü dizen, her birine numara ve tarih notu düşen ve her bir hikayeye bir satır not yazan bir anne. Hikayemizin kahramanı olan hanımefendi. Telefon görüşmesinde ilk sorduğum depremde birinci dereceden kayıp olup olmadığıydı. "Şanslıydılar." Deprem günü ailenin çoğunluğu Hatay'da değildi ve enkazda kalan yakınları ise sağ salim kurtulmuştu.
Mutlu oldum. En azından albümdeki kişiler ve hikayeler sadece kötü şeyleri hatırlatmayacaktı diye düşündüm. Hemen sözleştik. Ve ilk buluşma tarihini netleştirdik. Adana'da buluşacaktık.
94 yaşında, mavi gözlerinde 20'li yaşlarının heyecanı, beyaz saçlarında yılların biriktirdiği hikayelerle hanımefendi bizi aşağıda karşıladı. Eve girdiğimizde de hikayeyi kendisinden dinledik.
Albümün sayfaları arasında enkazdan kalan kum ve çakıl parçalarına rastlıyordu kadının elleri.'Depremde tüm fotoğraflarım ve hatıralarım yitip gitti. Şimdi ise geçmişimle yeniden buluştum'
Süvari bardakta Hatay kahvesi, biraz kömbe ve "Çok iyi kek yaparım tadına bakın" dediği kekler masada duruyordu. Tadına dahi bakmamış, hanımefendi şeker perhizinde.
İçim içime sığmıyor. Kahveler doluyor ve sohbete başlıyoruz. Albümü nasıl bulduğumu, kendisine ulaşmak için hangi süreçlerden geçtiğimi anlatıyorum. Uzun uzun Hatay'ı konuşuyoruz. Derken telefon çalıyor. Telefonda pastaya üfleyen kız. Yurtdışından arıyor, yoksa çıkar gelirdi, heyecanından belli.
Önce bir sözleşme yapıyoruz. Hanımefendi ile kızı arasındaki bir espiriden yola çıkıyor bu sözleşme. Eğer hanımefendi ağlarsa 6 Euro para cezamız olacak. Neden 6, neden para cezası kısmına takılmadan gülümsüyoruz bu öneriye. Kabul diyoruz. İyi geliyor iyi olmak zorunda kalmak.
Uzatıyorum albümü. Bez torbasından çıkarıp, bir buçuk yıldır yanımda taşıdığım albümü teslim ediyorum. Kucağında yeni doğmuş bir bebek gibi tutuyor albümü hanımefendi. Mavi gözleri yaşlarla dolu, kızı, pastaya üflediği fotoğrafa bakıyor, hepimiz zor tutuyoruz kendimizi ama kızı telefondan ağlarsak keseceği para cezasını hatırlatıyor. Gülümsetiyor bizi.
"Depremden kısa bir süre önce telefonumu çaldırdım. Tüm dijital arşivim yitip gitti. Geriye sadece bu albümler kaldı. 6 tane. Her biri yıllarına, hikayelerine ve konularına göre sıralı. Bakın her birinin altına not düşmüşüm. Almanya yılları, Hatay yılları her şey var burada. Rahmetli eşimden geriye tek bir fotoğraf dahi kalmamıştı. Depremden çok önce kaybettim onu.
Tek tesellim bu albümlerdi. Ancak depremden geriye geçtim albümü tek bir fotoğraf dahi kalmadı. Çok üzülmülmüştüm buna. Hatıraları olmayınca neye sığınır insan? Şimdi tesadüfe bakın. Bu albümle yeniden buluştum. Kızım bak, bu albüm özel olan albüm. En iyi fotoğrafların olduğu albüm kalmış geriye. Onun da yarısı ama olsun. Çok mutlu ettiniz beni. Hikayelerimle, anılarımla buluşturdunuz tekrar" diyor.
Hanımefendiyi güzel hatıralarıyla baş başa bırakmak istiyoruz.
Veda vakti. Hiç gidesimiz yok. "Mutlaka bir daha görüşelim" diye sözleşiyoruz. Tadına dahi bakmadan bizim için hazırladığı kurabiyeleri ve kekleri bizim için sarıyor. "Ben yemiyorum artık. Malum. Yaş ilerleyince yasak böyle şeyler" diyor.
Aşağı kadar iniyor bizimle. "İyi şeylere inanıyorum. Belki de bu kadar özenli ve titiz çalışılmış bir albümü görünce bırakıp gidemediniz. Burada emek var çünkü. Boşa gitmiyor işte" diyor, gülümsüyor.
"Haydi" diyoruz. "Bu anı ölümsüzleştirelim."
Yeni bir albüm için çekilen ilk fotoğrafımız oluyor böylelikle. Hâlâ çıktılar alıp notlar düşmenin keyifli olduğuna inanıyoruz ve "iyi şeylere inanıyoruz" diye tekrar ediyorum vedalaşırken.
Albüm artık kendi evinde. Dönüş yolunda "ev" kelimesinin ne kadar tuhaf ve ne kadar gelip geçici olabileceğini düşünüyorum.
/././
Sosyal devletten yardımsever devlete -Savaş Sarı-
Bugün de emekçileri yoksulluk ve sefaletten kurtaracak olan onların sadaka düzeni değil, işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadelesi olacak.
2000’li yıllarla birlikte siyasi hayatımızda daha çok yer almaya başladı sadaka veya daha yaygın kullanılan ifadesi ile sosyal yardım kavramı. AKP iktidarı bu kriterin hayatımızda bayağı yaygınlaşmasında başat bir rol oynadı desek yanlış olmaz herhalde. Bu savundukları dinsel görüşün de doğal bir uzantısı. Halka karşı sosyal yükümlülüklerden kurtarılan düzen ihtiyaç sahibi olduğunu düşündüğü yurttaşlara sosyal yardım adı altında desteklerde bulunmaya başladı. Yıllar içerisinde artarak ciddi rakamlara ulaşan sosyal yardımlar, AKP’nin seçmenleri kendisine bağlamasının bir aracı olarak muhalefet tarafından eleştirildi. AKP’nin ihtiyaç sahiplerine dönük sosyal yardım uygulamaları adı altında kurduğu sadaka düzeninin kendi siyasi etkisini sürekli kılmada taşıdığı rol ile bunun toplumsal yaşam ve siyaset alanında yarattığı çürütücü etki başka bir yazının konusu olsun. Düzen muhalefetinin eleştirdiği benzer uygulamaları mal bulmuş mağribi misali yerel yönetimlerde başarının anahtarı olarak pazarlaması da... Konunun patronların yardımseverlikleri ile ilgili boyutuna ise başka bir yazıda değinmiştim.
Bugün daha çok merkezi ve yerel yönetimler üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılan sosyal yardım politikalarının arka planda emekçi halka dönük nasıl şiddetli bir saldırı anlamına geldiğinden bahsetmeye çalışacağım. İzninizle belli veri ve rakamları detaylı olmasına rağmen sizlerle paylaşmak istiyorum öncelikli olarak.
Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı’nın geçtiğimiz Mayıs ayında açıkladığı ve 2024 yılı Nisan ayı sonuna kadar yapılan sosyal yardım rakamlarını içerir bülten sadece devletin ne kadar nüfusa hangi yardımları ve ne kadar yaptığını göstermesi açısından değil, Türkiye’de yardıma muhtaç nüfusun ulaştığı boyutu, daha açık ifade ile yoksullaşmanın ulaştığı düzeyi göstermesi açısından da çarpıcı veriler sunuyor.
Tablo-1’de 2012 yılında yaklaşık 2 milyon 839 bin haneye yardım yapıldığı belirtilirken bu sayının 2023 yılında neredeyse 5 milyonu bulduğu, 2024 yılının daha ilk dört ayına geldiğimizde ise yaklaşık 4 milyon 236 bin haneye ulaştığı gözleniyor. Türkiye İstatistik Kurumu’nun yine 2024 yılı Mayıs ayında yayınladığı ve 2023 yılına dair bilgileri içerir verilere göre toplam yaklaşık 26 milyon hane olduğu dikkate alınırsa, neredeyse her beş haneden birine devlet tarafından sosyal yardım yapılıyor.
Tablo 1: Toplam sosyal yardım harcamalarıHadi diyelim bu sosyal yardımları alanlar içerisinde mükerrer yardım alanlar veya çok özel yardım başlıklarında yardım alanlar var. Sadece aile destek programında yardım alan aileleri dikkate aldığımızda da (Tablo 2) durum çok değişmiyor. 2023 yılında 3 milyon 876 bin 933 hane 42 milyar 244 milyon 47 bin 600 liralık aile destek sosyal yardımı almış görünüyor. Başka türlü ifade edersek 2023 yılında her yedi haneden birinde yaşayan aileler devletten aile destek kapsamında sosyal yardım alıyor.
Tablo 2: Türkiye Aile Destek Programı kapsamında yapılan sosyal yardım harcamalarıPandemi döneminin hemen sonrasında birçok yerleşimde ailelerin ekonomik durumları iyi olmadığı için okullara öğrencilerin aç geldiği, neredeyse tek öğün ile günü geçirmeye çalıştıklarına dair basında yer alan haberleri herkes hatırlayacaktır. Bu haberlerin de etkisiyle oluşan kamuoyu baskısının sonucunda AKP hükümeti 2023 yılı ile birlikte bazı ilköğretim ve ortaöğretim okullarında öğle yemeği yardımı altında yemek yardımı yapmaya başlamış. 2023 yılı boyunca 589 bin ilköğretim, 427 bin 500 ortaöğretim öğrencisi yararlanmış bu yardımdan ve toplam 4 milyar 200 milyon liralık yemek yardımı yapılmış. 2024 yılının ilk dört ayında ise öğrenci sayısı belirtilmemekle birlikte 1 milyar 985 milyon lira yemek yardımı yapılmış.
Yerel yönetimlerin, özellikle de CHP’li belediyelerin sosyal yardım adı altında sundukları desteğin kaç yurttaşa ve ne miktarlarda gerçekleştirildiğini tek tek toplama şansım olmadı. Ama ona dair de bir veri sunması açısından 2019 ile 2024 yılları arasında İmamoğlu’nun İstanbul Büyükşehir Belediye (İBB) Başkanlığı ilk dönemi boyunca benzer kapsamda gerçekleştirdiği uygulamalar için toplam 17 milyar 763 milyon lira sosyal bütçe kullandığını bir not olarak buraya yazmış olayım. İBB 2024 yılı bütçesinde de “kent yoksulluğu ile mücadele ve ‘Adil İstanbul’ vizyonu” adı altında 14 milyar 334 milyon lira kaynak ayırdığını duyurmuş oldu.
Bakıldığında hem AKP hükümetinin açıkladığı 2023 yılına ait 91,5 milyar liralık sosyal yardım toplam rakamı hem İBB’nin 2024 yılı için bütçesinde öngördüğü 14,5 milyar liraya yakın sosyal yardım rakamları da büyük harcamalar olarak görünmektedir. Ama bakanlığın Türkiye’de aile destek programı kapsamında yardım yaptığı hane sayısını dikkate aldığımızda yapılan yardımlar 2023 yılı için hane başına bin lirayı bulmamaktadır. Aynı şekilde İstanbul’da yardıma ihtiyaç duyan hane sayısını toplam hane sayısının yedide biri saysak ve İBB’nin 2024 bütçesinde öngördüğü tüm yardımların bu hanelere gittiğini varsaysak bile hane başına ancak 1.750 lira yaklaşık yardıma denk düşecektir. Ne bin lira 2023 yılında ne de 1.750 lira 2024 yılında yoksul emekçileri hayat pahalılığı altında ezilmekten kurtaramaz. Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Merkezi’nin (DİSK AR) açıkladığı güncel rakamlara göre bir hane için açlık sınırı 15 bin lirayı geçmiş, yoksulluk sınırı ise 52 bin liraya dayanmış durumdadır.
Devletin yurttaşlarının temel ihtiyaçlarını karşılamakla yükümlü olması, sosyal devlet tanımının kendisidir ve ne geçmişte kalmış bir hatalı uygulama ne de sermayedarlar ve onların iktidarlarının emekçi halka sundukları birer lütuftur. İşçi sınıfının dünyada ve ülkemizde 200 yıla yakın süredir verdiği mücadele, s20. Yüzyılda sosyalist ülkelerin varlığının kapitalist dünya üzerinde yarattığı basınç sadece işçiler için değil tüm insanlık ve Türkiye’de de tüm yurttaşlar için pek çok kazanımın temel haklar olarak kabul edilmesini, yasalar haline gelmesini, sosyal devlet tanımının kapitalist düzenlerde bile belli ölçülerde uygulanır hale gelmesini sağladı. Türkiye’de on yıllardır hayata geçirilen piyasacı, gerici ve halk düşmanı politikalar ise bu kazanımların tek tek ortadan kaldırılmasına emekçilerin ağırlaşan bir yoksulluğun altında ezilmesine ve düzenin efendileri tarafından sunulan kırıntılara muhtaç hale gelmesine yol açmış durumda.
Geldiğimiz yer can acıtıcıdır. Türkiye’de devletin, merkezi ve yerel yönetimlerin asli sorumluluğu tek bir yurttaşının dahi muhtaç duruma düşmesine izin vermemek, bunun için yasal güvenceleri sağlamak ve hayata geçirmektir. Devletin, onun merkezi veya yerel yürütme organlarının yurttaşlarına karşı “muhtaç” tanımı yapması, bunun üzerinden kendi misyonunu yardım etmek olarak tarif etmesi kabul edilemez. Kabul edilemez olmanın da ötesinde günümüzde yaşadığımız siyaset alanına ve topluma aksetmiş olan çürümenin önemli etkenlerinden biri bu durum.
Geldiğimiz yer 19. yüzyıl başlarında İngiltere’de emekçilerin yaşam koşullarını aktaran edebiyat eserlerini andırmakta. Adeta Charles Dickens’ın romanlarında veya Friedrich Engels’in İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu kitabında tasvir edilen bir sahneyi yaşamaktayız. Ama unutmayalım,19. yüzyıl aynı zamanda işçi sınıfının sömürü ve yoksulluğa karşı sınıflar mücadelesini tırmandırdığı bir çağın açılışı anlamına da geldi. Bugün de emekçileri yoksulluk ve sefaletten kurtaracak olan onların sadaka düzeni değil, işçi sınıfının örgütlülüğü ve mücadelesi olacak.
/././
Mükemmel Günler filmi hangi dünyayı anlatıyor?-Sevgi Oymak-
İşçilerin dünyasına ‘mutluluk elçisi’ olarak gelen Hirayama yaralı bir ‘kahraman’dır. Film işçi sınıfının ne kadar sadeleşirse o kadar mutlu olabileceğini inanmasını bekler!Mükemmel Günler ismiyle Türkçe’ye çevrilen ve yönetmenliğini Win Wenders’ın yaptığı Perfect Days (2023) filmi, Tokyo’da, umumi tuvaletleri temizleyerek yaşamını sürdüren bir adamın gündelik yaşamını konu ediniyor. Filmin ana karakteri Hirayama’yı canlandıran oyuncu Kôji Yakusho Cannes’da "En İyi Erkek Oyuncu" ödülü kazandı ve film Oscar’a aday gösterildi.
Hirayama, evden kaçıp onda kalmaya gelen yeğeninin sorusu üzerine “bir dünyada bir sürü dünya olduğunu ve annesinin dünyası ile kendi dünyasının farklı olduğunu” söyler. Yeğeni de “Ya benim dünyam, ben hangi dünyadayım”? diye yanıtsız bırakılan bir soru sorar.
Sonraki sahnede, döküntü bir evin önünde, kızını almaya gelen kadın, kardeşi Hirayama’ya “Gerçekten tuvalet mi temizliyorsun?” der. Adam dik durmaya çalışarak başıyla onaylar. Sonra kadın arkasını dönerek, şoförü olan arabanın arka koltuğuna biner ve “kendi dünyasına” gider.
Böylece filmin bir buçukuncu saatinden sonra, bu kısa sahneden, farklı dünyaların hangi dünyalar olduğunu anlarız. Tokyo’nun umumi tuvaletlerini temizleyen Hirayama, aslında varlıklı ailesini terk ederek tuvalet temizlemek gibi bir işe girmiştir.
Bu dünyada, mükemmel gün ışığı, mükemmel ağaçları, parkları, emeğe karşılık sunulan teşekkürleri, mükemmel gülümseyişleri, güzel kitapları, güzel müzikleri ve iyi tasarlanmış tuvaletleri görürüz. Bunları izlerken üzerimize bir iyimserlik gelir, durağan sahnelerine rağmen kapılırız filme. Bu kaçılan dünya bir an ne kadar da güzel görünür, hiç sorun yok! Öyle ki tuvalet temizlemek gibi işlerden haz alınması bizi şaşırtmaz..
Win Wenders, Altyazı Dergisi'nin röportajında, filmi “Bugün nasıl yaşamalıyız”? sorusunun bir cevabı olarak yaptığını söyler.
Henri Lefebvre, “sanayi devriminin getirdiği teknik ilerleme ile birlikte temel ihtiyaç mallarının karşılanabiliyor olmasına karşın bolluk toplumunun belirli bir kesim için geçerli olduğunu ve bu bolluğun bölüşümünde eşitsizlik olduğunu; beşeri bilimlerin de bu durumu meşrulaştırmakla uğraştığını söyler.” Sanat da bu meşrulaştırma uğraşısının dışında kalmaz. O nedenle bazen izleyicisine “nasıl yaşanacağının dersini” verir. Mutluluğun sırrının nerede olduğunu fısıldar. ‘Senin dünyan aslında mükemmel’, demesi için aramıza başka bir dünyadan kaçmış ve peygamber edasıyla gülümseyen bir elçi gönderir. Ama “başka bir dünya”dan geldiğinden midir, ‘elçilik görevi’ne fazla kaptırmasından mıdır nedir, işi biraz abartmıştır.
Tercih edilebilir ya da yaparken hoşa giden işler ve yapılması zorunlu ama hoşa gitmeyebilen işler vardır. Bu zorunlu işleri yaparken mutlu olmayız ya da ondan haz almamız gerekmez. Ama garip bir şekilde Hirayama, işini kesintiye uğratan bir tuvalet kullanıcısı geldiğinde dahi, rahatsız olmak bir yana, yüzünde bir tebessüm oluşur. Film boyunca bu tebessümü sıkça görürüz ve bu kendiliğinden oluşan bir tebessümden ziyade “mutluluk oyunu”nun bir parçası gibidir.
Ursula K. Le Guin’nin bilim kurgu romanı olan Mülksüzler’de zorunlu işler arasında olan kanalizasyon temizliği, bilim insanları dahil olmak üzere, tüm Anarres’lilerin katılmak zorunda oldukları rutin bir program dahilinde yapılır. Bu sevilen bir iş değildir, çok tabii olarak. Bundan haz almaz kimse, ama yapılması zorunludur ve yapılır. Bu nedenle kanalizasyon temizlerken kimsenin yüzünde bir gülümseme oluşmaz. Roman işin doğasıyla yüzleştirir ve sahte bir mutluluk tablosu çizmekten uzak durarak bunu bireysel mutluluk reçetelerinden biri haline getirmez; bu sağlıklı bir toplumun reçetesidir. Adil bir şekilde paylaşılan bir sorumluluktur ve dolayısıyla bir “haz oyunu”na dönüşmez. Bu da romana bir sahicilik kazandırır ve okuyucusunu, bu şekilde yapılan bir iş bölümüne ikna eder.
Wenders’ın niyeti işçi sınıfına “nasıl yaşanır”ın dersini vermek olsa da, film onun niyetinin dışında, ait olduğu sınıfa uyum sağlayamayan ve muhtemelen varlıklı olmaktan ‘utanç duyan’ bir adamın hikayesidir. Bu okumaya göre Hirayama parçalanmış bir karakterdir ve yapmış olduğu tercih de bu parçalanmanın bir semptomudur. Zira bu derin sınıfsal çelişkinin olduğu dünyada zengin olmaktan utanılabilir. Neden olmasın?
Hirayama’nın karakterine baktığımızda bu doğruya daha yakın bir okuma olarak görünüyor. O adeta bir tablonun içerisinde diğer şeylerle var olan biri ya da bir “şey” gibi; eşit düzlemde olmaya çabalıyor. Bankta oturan üzgün kadınla bakışması ve bu bakışmanın ötesine geçmemesi, onun yaşamında bir ilişkilenme biçimi; ama daha çok bir resme ait bir ilişkilenme biçimidir. Bu nedenle de parktaki ağaca ya da gün ışığına baktığı gibi bakar kadına. Bir fotoğraf ya da tablodaki gibi eşit bir düzlem ve boyutta... Bu ilişki düzeyi onun nezdinde önemli, çünkü diğer karşılaşmalarda da kısa bir bakışma ile, yan yana olan banklarda sessizce oturmaya devam eder ve bu şekilde onun varlığına olan saygısını sunar gibidir. Sevdiği kadın ile kurduğu bağın düzeyi de benzerdir ve bir 'an'ın içinde var olmaktan öteye gitmez. Sahip olmaya çalışmaz. Kadının eski kocası açıklama yapsa da aslında o soru sormaz. Dolayısıyla ilişkilenme biçimini ya da kurduğu bağları bütün türlerle eşit bir düzlemde kurmaya çabaladığını görürüz. Bu haliyle Hirayama gibi bir karakterin ait olduğu sınıfa uyum sağlayamadığı için kaçtığını düşünebiliriz.
İşçilerin dünyasına ‘mutluluk elçisi’ olarak gelen Hirayama yaralı bir ‘kahraman’dır. Bu nedenle kolayca sevilir. Ama bu yaralı kahraman kaçtığı ‘huzursuz dünyanın’ nasıl huzur bulacağını gösterirken, onu ablasının dünyası ile karşı karşıya getirmemeye de özen gösterir ve böylece elçilik görevini yerine getirmiş olur! Özet olarak film işçi sınıfının bu farklı dünyaları kabul edip kendi dünyasına çekilerek, ne kadar sadeleşirse o kadar mutlu olabileceğini inanmasını bekler!
Kaynakça
Lefebvre, H. (2020). Modern dünyada gündelik hayat .(I. Gürbüz, Çev.) Metis Yayınları.
Le Guin, U. (2017). Mülksüzler. (S. Sökmen, Çev.) Metis Yayınları.
https://altyazi.net/soylesiler/wim-wenders-ile-mukemmel-gunler-uzerine-…
/././
Öğretmen maaşına göz dikenler özel okul patronlarını 'kamudan fonluyor' -YEKTA ARMANC HATİPOĞLU-
Tekin’in kamuda çalışan öğretmenler için ‘fonlanıyorlar’ sözlerine tepkiler sürerken, AKP döneminde sayısı 10 kat artan özel okullarda çalışan öğretmenlerin durumu bu sözlerin muradını ortaya koyuyor.Millî Eğitim Bakanı Yusuf Tekin gerek tarikat bağlantıları gerek yaptığı açıklamalarla ülkenin en çok konuşulan bakanlarından biri. Tekin, son olarak AKP Erzurum İl Başkanlığı’nın Yakutiye Kent Meydanı’nda düzenlediği bayramlaşma törenindeki konuşmasında öğretmenleri hedef alarak “Dünyanın hiçbir tarafında bu kadar büyük bir öğretmen kitlesi, kamu tarafından fonlandırılmıyor” dedi.
Tekin, şu an 1 milyon 100 bin öğretmen olduğunu söyledi ve “Sokakta gördüğünüz 80 kişiden 1 tanesi, Millî Eğitim Bakanlığı tarafından maaşı ödenen öğretmen statüsünde. Bakın bu devasa bir rakam” diye konuştu.
Tekin’in kamuda çalışan öğretmenler için kullandığı “kamu tarafından fonlandırılma” ifadesi tepkilere neden oldu.
Eğitim-Sen, “Dünyanın hiçbir yerinde eğitim emekçileri bizzat Millî Eğitim Bakanı tarafından bu kadar itibarsızlaştırılmıyor" açıklamasını yaptı. Eğitim-İş sözlerini geri almaya çağırdığı Tekin'e, bakan olarak görevinin ülkedeki özel okul sayılarının artması değil, devlet okullarının derslik ve öğretmen açığını azaltmak olduğunu hatırlattı.
AKP döneminde özel okul sayısı 10 katına çıktı
Bakan Tekin’in kamu çalışanı öğretmenler için kullandığı sözler, akıllara “Peki özel okul öğretmenleri ne durumda?” sorusunu getirdi.
Uzun süredir taban maaş ve insanca çalışma gibi taleplerle seslerini yükselten özel okul öğretmenleri, Bakan Tekin’in deyimiyle “kamu tarafından fonlanmıyor.”
AKP’li yıllarda devlet desteği alan ve sayısı her geçen gün artan özel okullar, adeta bir “öğretmen öğütme makinesi” gibi çalışıyor.
Kendi aralarında örgütlenen özel okul patronları, öğretmen maaşlarını asgari ücrette tutmaya çalışıyor. Yargıtay’ın “Vasıflı meslekler asgari ücretle çalıştırılamaz” kararı ve kamu-özel ayrımı gözetmeksizin öğretmenlerin Millî Eğitim Bakanlığı’nın personeli olduğunu söyleyen yasa maddelerine rağmen özel okul öğretmenleri düşük ücretlere, uzun saatler çalıştırılıyor.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında anaokulundan liseye kadar her kademede özel okul sayısı 1377'ti. Bu okullarda okuyan öğrenci sayısı 217 bin 930, görev yapan öğretmen sayısı ise 20 bin 730 idi.
Eğitim-Sen’in 2022-2023 eğitim-öğretim yıllarını kapsayan “MEB Örgün Eğitim İstatistikleri Analizi” raporunda “Toplam 75 bin 19 eğitim kurumu/okulu içinde devlete ait kurum/okul sayısı 60 bin 734 (yüzde 81) iken, özel okulların sayısı 14 bin 281’dir (yüzde 19)” denildi.
Yani özel okulların sayısı, Türkiye’deki tüm okullar içerisinde yaklaşık yüzde 20'ye tekabül ediyor.
Pek çok özel okul TÖZOK, TÖDER, ÖZDEBİR ve TÖZEF gibi patron derneklerine üye. Bu üyelikler, özel okul patronlarının kendi aralarındaki örgütlülüğünü gösterir nitelikte.
Özel okul öğretmenleri, Özel Sektör Öğretmenleri Sendikası öncülüğünde yaşananlara karşı taleplerini dile getirmek üzere pek çok ilde sokağa çıkmış, çeşitli eylemler düzenlemiş, bazı illerde öğretmenler ters kelepçeyle gözaltına alınmıştı.
‘Öğretmenler yoksullukla sınanıyor’
Özel okul öğretmenlerinin yaşadığı durumu ve öğretmenlik mesleğinin MEB eliyle itibarsızlaştırılmasını Birlik Sendikası Temsilcisi Beyza Çelik ile konuştuk.
Öğretmenlerin ihtiyaç ve taleplerinin yok sayıldığını belirten Çelik, MEB’in yaşanan sorunlara karşı öğretmenleri “sınıflandırdığını” söyledi:
“Bugün öğretmenlerin ihtiyaçları ve talepleri yok sayılıyor. AKP’nin eğitimin piyasalaştırılmasına karşı çabası karşısında öğretmenler yoksullukla sınanıyor. Özel okul öğretmenlerin yasal statüsü de belirsizlik barındırıyor. Patronlar işlerine geldiğinde öğretmenlerin karşısına 4857 no’lu İş Kanunu ile istediklerinde de 5580 sayılı Özel Öğretim Kurumları Yönetmeliği ile çıkıyor. Yetmiyor öğretmenleri MEB’in diğer kanun ve yönetmelikleri ile sınıyorlar. MEB ise bu sorunlara karşı çözümü öğretmenleri sınıflandırmakta buluyor.”
‘Yoksulluk sınırının altında kalan maaşlara da göz diktiler’
Çelik, Bakan Tekin’in “fonlanma” açıklamasının öğretmenlere verdikleri değeri gösterdiğini kaydederek sözlerine devam etti:
“Yeni düzenlemeleri içeren Meslek Kanunu ile öğretmenleri ayrıştırarak öğretmenlik mesleğini kariyer meslek olarak tanımlıyorlar. Böylece öğretmenlerin iyi bir maaş ve statü için çalışma arkadaşlarından daha fazla efor sarf etmesi bekleniyor. Ortaya attıkları Milli Eğitim Akademisi de bu durumun tuzu biberi. Bakan Tekin’in yaptığı açıklamalar öğretmenlere ve öğretmenlik mesleğine verdikleri değeri gösteriyor. Öğretmenleri itibarsızlaştırmaya çalışmaları yetmedi öğretmenlerin yoksulluk sınırının altında kalan maaşlarına da göz diktiler.”
‘Kamu kaynaklarından fonlananlar öğretmenler değil patronlardır’
Kamu kaynaklarından fonlananların öğretmenler değil patronlar olduğunu söyleyen Çelik, patronların örgütlülüğüne karşı öğretmenlerin de örgütlenmesi gerektiğini söyleyerek sözlerini noktaladı:
“Şunu biliyoruz ki, kamu kaynaklarından fonlananların öğretmenler değil patronlardır. Özel okul patronları kamu kaynaklarını istedikleri gibi kullanabiliyor, devletten teşvik alıyor. Kamu kaynakları ile teşvik edilen patronlar bu teşvikleri kendi zenginlikleri için kullanmaktan çekinmiyor. Öğretmenleri ise asgari ücret seviyesindeki maaşlara mahkûm ediyorlar. Patronların örgütlülüğü karşısında öğretmenler; geleceklerini kendi ellerine almanın, insanca çalışma ve insanca yaşama hakkı kazanmanın, kural tanımazlığa dur demenin yolunun birlik olmaktan ve örgütlenmekten geçtiğini bilerek mücadele vermektedir.”
/././
Et ve Süt Kurumu'nda neler oluyor: Gizlenen faaliyet raporları, hastalıklı et ithalatı
Bayramda vatandaş et yiyemezken ESK hastalıklı et ithal edip borçlanıyor. Kurumun faaliyet raporlarıysa ya gizleniyor ya da açıklanmıyor.Ülkemizde uygulanan hayvancılık politikaları nedeniyle hayvan varlığı giderek azalıyor. Öte yandan bu durumu önlemek için gerekli önlem de alınmıyor.
Geçici çözümlere yönelen AKP iktidarı hayvan ithal ediyor.
Geçtiğimiz yıl 800 binden fazla hayvan ithal edildi. 2024'ün ilk 4 ayındaki ithalat miktarıysa 127 bini aştı.
Üstelik bu da çözüm olmadı. İthalat talebi karşılamadı. Böylelikle benzer bir yola yeniden başvurulacağı anlaşıldı.
Hastalıklı et ithal edildi
Et ithalatının yarattığı tartışmalarsa bir süredir başka bir boyuta taşındı. Et ve Süt Kurumu'nun (ESK) Ukrayna'dan ithal ettiği 20 ton ette salmonella bakterisi tespit edildi. Olayı CHP Tarım ve Ormancılık Politikalarından Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı Erhan Adem kamuoyuna duyurdu.
ESK de iddiayı doğrulayarak, salmonella pozitif çıkan etlerin yediemin deposunda kontrollü şekilde muhafaza altında tutulduğunu, 11 Haziran 2024 tarihinde de imha edildiğini açıkladı.
Etlerin analizleri ve muayene kabulleri yapılmadan parasının peşin ödendiğine ilişkin iddialarınsa asılsız olduğu ifade edildi:
"Kurumumuzun tüm alımları kamu ihale kapsamında yapılmakta olup muayene kabul işlemleri tamamlanmayan hiçbir ürünün parası peşin ödenmemektedir."
Hastalıklı etlerinin imha işleminin Denizli Büyükşehir Belediyesi'ne ait Katı Atık Bertaraf Tesisleri'nde Et ve Süt Kurumu, Denizli Tarım ve Orman İl Müdürlüğü, Gümrük Müdürlüğü, Denizli Büyükşehir Belediyesi yetkilileri ile ilgili firma temsilcisi nezaretinde gerçekleştirildiği duyuruldu.'Et ve Süt Kurumu’na gittiğine göre satılmıştır'
BBC Türkçe’ye konuşan CHP Genel Başkan Yardımcısı Erhan Adem ise, etlerin gümrüğe girmeden önce, yani kaynak ülkede teste tabi tutulduktan sonra ithal edilmesi gerektiğini belirtti.
ESK’nin açıklamasını inandırıcı bulmayan Adem, etler ülkeye girdikten sonra satışının da gerçekleşmiş olabileceğini ifade etti:
"Gümrükten önce bunun tespit edilmesi gerekiyor, gerekli prosedür budur. O ülkeden alınmadan önce teste tabi tutulur. Eğer uygunsa, halk sağlığına zararı yoksa ithal edilir. Yani henüz Ukrayna’dayken laboratuvarda analiz edilmesi, eğer bir hastalık yoksa ithal edilmesi gerekirdi.
Siz eti ithal etmişsiniz, gümrüğünüze girmiş, bir de Et ve Süt Kurumu’na gitmiş. Oraya giden ürün satılmaz mı? Gittiğine göre satılmıştır. Ben kurumun açıklamasını ciddi bir açıklama olarak görmüyorum, inanmıyorum."
Et ithalatı artıyor: Yalnızca hayvan değil, içeriği belli olmayan 'löp' et de geliyor
CHP Niğde Milletvekili Ömer Fethi Gürer, 2023 yılında 818 bin baş hayvan ithalatının gerçekleştirildiğini ve 210 milyon dolar ödendiğini söyledi. "Bu ithalat da çözüm olmadı çünkü getirilen hayvanların açığı kapatması olası değildi" diyen Gürer, besiciye yeterli destek verilmemesine, yem fiyatlarının düşürülmemesine, giderlerin artmasına, üretimden ve besicilikten giderek uzaklaşmasına işaret etti.
2023 yılında 34 bin 417 ton da kırmızı et ithalatı yapıldığını dile getiren Gürer, "214 milyon 124 bin dolarlık yurtdışına ödeme yapıldı. Bu etlerin 3 bin tonu da 'löp' dediğimiz kemiksiz et, geriye kalanı da karkas et. 2024 yılının ilk 4 ayında ise 23 bin 276 ton kırmızı et ithalatına karşılık yurtdışına 144 milyon 468 dolar ödendi. Burada da 3 bin tonluk bir löp et ithal edildiği görüldü" dedi.
Ömer Fethi Gürer 2016 yılında da Bosna Hersek’ten gelen etlerde benzer bir durumun yaşandığını hatırlattı. Etlerin imhasının şirket itiraz ettiği için mahkeme kararıyla gerçekleştiğini belirten Gürer, "Kim bunları inceledi? Hangi firmadan bu et getiriliyor? Oradaki görevlerini ihmali ile ilgili hangi işlemler yapıldı? Birden çok veteriner kontrolü ile ülkemize giren etlerde nasıl bu salmonella denilen bakteriye rastlandı? Bu konuları sorduğumuz zaman şeffaf bir yanıt alamıyoruz" dedi.
CHP'li Gürer, "löp" ette sorunun daha büyük olduğunu anlattı:
"Veterinerlerle yaptığım görüşmelerde, löp etin 3 ay içinde menşei saptanabiliyor. O zaman Türkiye niye löp et ithal ediyor? İçeriğinin ne olduğunu bilmediği etlerin ülkemize girişi bu yolla sağlanıp sağlanamadığı ayrıca incelenmeye değer."
Faaliyet raporları neden yayımlanmadı?
CHP’li Ömer Fethi Gürer, ESK’nin uygulamalarındaki sorunların TBMM’de araştırılması için Meclis Araştırma Önergesi hazırladığını belirtti. Gürer, "Adrese teslim ithalat yapıldığı iddiaları var. 50 bin düvenin finansmanının nasıl sağlanacağı da kamuoyuna açıklanmamış durumda. Burada Et ve Süt Kurumu’nun mevcut ana statüsüne göre damızlık hayvan ithal etme yetkisi bulunmuyor. Bu protokolün yasal çerçevede yapılıp yapılmadığı sorgulanıyor. Bunlarla ilgili soru önergesi verdim ama şeffaf bir yanıt alamıyoruz" dedi.
"Bunlar devlet sırrı değil" diyen Gürer, verilerin paylaşılmadığını, gelen et ya da hayvanla ilgili verilerin dahi ticari sır kapsamında değerlendirildiğini belirtti.
Et ve Süt Kurumu'nun bazı uygulamalarda ortaya çıkan olumsuzlukları gizlenmek istediği yönünde bir izlenim var. Çünkü kurumun 2022 yılına ait faaliyet raporu yayınlanmadı. 2023 yılına ait faaliyet raporuysa genel konuları içermiyor. Ondan önceki süreçte yayınlananlarınsa kaldırıldığı ifade ediliyor.
Gürer de bu durumu Meclis'e taşıdı. Kurumun her yönüyle incelenmesi için Anayasa’nın 98. ve İçtüzüğün 104. ve 105. maddeleri gereğince hazırladığı Meclis Araştırması önergesini imzaya açtı.
Et ve Süt Kurumu bir süredir ucuz ete ulaşmaya çalışan yurttaşların oluşturduğu kuyruklarla gündem olmuş, ESK'nın yaptığı zamların ardından bu kuyruklar da azalmıştı.TİGEM'le gizlenen protokol
Et ve Süt Kurumu ile Tarım İşletmeleri Genel Müdürlüğü (TİGEM) arasında imzalanan işbirliği protokolü de gündemde. Geçtiğimiz haftalarda ortaya çıkan protokol kapsamında, yurtdışından 50 bin boş düve ithal edileceği anlaşıldı. İthalatı Et ve Süt Kurumu'nun yapacağı öğrenildi.
Tarım yazarı Sadettin İnan’ın verdiği bilgiye göre, bu, normal şartlarda basın önünde imzalanması gereken bir protokol olmasına karşın kamuoyuna yansıtılmadı.
Protokol kapsamında Et ve Süt Kurumu ithal edeceği 50 bin baş düveyi 30 Haziran 2025 yılına kadar TİGEM’e teslim edecek. ESK, ithal edilecek 50 bin baş düve için TİGEM’den hiçbir para almayacak.
ESK'nin ithal edeceği 50 bin baş düvenin parasını nereden ödeyeceği ise meçhul.
Sadettin İnan, Nisan ayında da İstanbul'da bir zincir markete bir buçuk ay içerisinde 57 tır et verildiğini ancak etin akıbetinin takip edilmediğini ifade etmişti.
Kurum bugünlere nasıl geldi?
Et ve Balık Kurumu'nun 1992’de özelleştirme kapsamına alınmasıyla süreç başladı. Bu kapsamda 1995’te başlayan özelleştirmelerle kuruma bağlı işletmeler satıldı, devredildi ya da kapatıldı. AKP iktidarı döneminde 2004'te Manisa, Konya, Kayseri, Zeytinburnu Et Kombinası, Haydarpaşa Et Sanayi İşletmesi, Samsun Soğuk Hava İşletmesi olmak üzere 6 işletme elden çıkarıldı. 2005’te ise bakanlar Kurulu kararı ile Et ve Balık Kurumu özelleştirme kapsamı dışına çıkarıldı. Kapsam dışına çıkarıldığında kurumun sadece 8 işletmesi kalmıştı. 27 Nisan 2013’te de kurumun adı Et ve Süt Kurumu olarak değiştirildi. Zarar ettirilen kurum son yıllarda ithal et ticareti yapmakla meşgul.
/././
Diyanet’ten ABD'de 90 milyon dolarlık havuzlu, villalı, otelli tesis: 'Burada kim kalıyor?'
Diyanet’in ABD’de şirket kurarak satın aldığı araziye yüzme havuzlu, hamamlı, villaların ve konukevinin bulunduğu 90 milyon dolar değerinde tesis yaptırdığı ortaya çıktı.AKP’nin ABD’de satın aldığı iki ayrı binaya 11 milyon dolar ödediğinin gündeme gelmesinin ardından şimdi de Diyanet’in ABD’de arazi satın alıp yüzme havuzlu, villalı, hamamlı tesisler yaptırdığı ortaya çıktı.
TELE1’den Yılmaz Polat geçtiğimiz günlerde kaleme aldığı yazısında Washington merkezli şirketleşen Diyanet’in ABD’deki mal varlığının milyonlarca doları bulduğunu duyurdu.
Polat, Diyanet’in ABD’de şirketleşen tesislerinin mal varlığının yüz milyon doları aştığını, milyon dolarlık kiralık villaları konukevi olarak adlandırıp otel şeklinde işlettiğini, Diyanet-USA şirketine ait 11 villa ile çevrede bulunan yüz binlerce dolarlık 2 müstakil evin de satın alındığını yazdı.
Tesiste büyük bir caminin yanısıra kiralık villalar, otel, restoran, hediye dükkanları, kapalı yüzme havuzu, hamam gibi tesislerin bulunduğunu ortaya çıkaran Polat “Lüks milyonluk villalar ve müstakil evlerde kimlerin oturduğu ya da kimlere kiralandığı bilinmiyor” diye belirtti.
Diyanet'in yaptırdığı tesiste 11 adet lüks villa bulunuyor.Polat’ın yazısına göre Diyanet İşleri Başkanlığı ABD’de ‘Diyanet Center of America- Turkish American Community Center’ adıyla vergiden muaf statüde bir ABD kuruluşu olarak faaliyet gösteriyor.
Son ABD 2022 yılı vergi bildirimine göre, Diyanet Amerika’nın sadece Washington tesislerinin mal varlığı 88 milyon 322 bin 591 dolar görünüyor. Polat yazısında Diyanet Amerika’nın “ABD’deki öteki İslami kuruluşlarla kıyaslandığında en zenginler arasında yer aldığını” da kaydetti.
İYİP Balıkesir Milletvekili Turhan Çömez de sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda Diyanet’in Washington’da yüzme havuzlarına, hamamlara, restoranlara, villalara ve otellere milyonlarca dolar harcadığını yazdı. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’a seslenen Çömez “Nedir bu Amerika merakınız? AKP binalar almış anladık ama size ne oluyor?” diye sordu.
Sadece proje çizimi için AKP'ye yakın mimarlık firmasına 2 milyon dolar
Washington’daki araziye yapılan tesisin sadece proje bedeli için yaklaşık 2 milyon dolar ödendiğini, şu anki mal varlığının 90 milyon dolardan fazla olduğunu belirten Çömez “Gelirinin iki katı kadar masrafı var. Yıllık zarar 2,5 milyon dolardan fazla. Yıllık personel maaşı 700 bin dolara yakın. Para milletin ama milletin vekilleri denetleyemiyor. Bari hiç olmazsa hamam takımlarına ne harcadınız onu söyleyin” ifadelerini kullandı.
Tesis havadan böyle görüntülendi. (Görsel: Sözcü)'Arsa 12 yıl önce Erdoğan'ın talimatıyla alındı'
Konuya ilişkin Halk TV canlı yayınında konuşan Çömez, Polat’ın yazısının ardından konuyla ilgili AKP’li çevrelerle temasa geçerek daha ayrıntılı bilgi aldığını anlatarak “Bundan yaklaşık 12 yıl önce sayın Erdoğan’ın talimatıyla Washington civarında büyükçe bir arsa alınmış. Bu arsaya bir proje yapılmış. Sadece bu projenin çizimi için İstanbul merkezli, AKP ile yakın ilişkileri olan bir mimarlık firmasına 2 milyon dolara yakın para ödenmiş. Soru önergesi verdim bu iddialarla ilgili. Burada ikinci soru geliyor bu büyük projeyi hangi müteahhide yaptırdınız. Bilmiyoruz. Bu kimin parası, sizin, benim param. Bizi izleyenlerin parası, ya da cami önlerinde toplanan parayla yapılmış bunlar” diye konuştu.
Görsel: TELE1'2022'de 2 buçuk milyon dolar zarar ettiğini bildirdi'
Projenin içinde yer alan 11 villanın niye yapıldığını soran Çömez “Kim kalıyor burada, cevabı yok. O da yetmedi otel yapmışlar. Ne işiniz var sizin Diyanet İşleri Başkanlığı olarak otel yapıyorsunuz? Havuzlar yapmışlar, o da yetmemiş, Türk hamamı yapmışlar. Derdiniz ne sizin, Türkiye’de yaptığınız rezillikleri Amerika’da kurduğunuz hamamlarda mı yıkayacaksınız?” ifadelerini kullandı.
Projenin bugünkü bedelinin 90 milyon dolar olduğunu söyleyen Çömez, bu tesisin Amerika’da kurulan bir şirket aracılığıyla yapıldığını ve 2022’de 2 buçuk milyon dolar civarında zarar ettiğini söyleyerek sıfır vergi verdiğini dile getirdi. Çömez “90 milyon dolarlık bir yatırım var ve sen bir yıl içinde 2,5 milyon dolar zarar ediyorsun. Kimin bu para? Bu milletin parası. Bu yatırımı Türkiye’de yapmamışsın, götürüp Amerika’ya gömmüşsün bu parayı ve zarar etmişsin. Biz bunun hesabını soramıyoruz, Sayıştay denetiminin dışında, Meclis denetiminin dışında” dedi. Tesise 2022 yılında personel gideri olarak 700 bin dolar para harcandığını söyleyen Çömez “Kime verdiniz bu parayı? Kimi istihdam ettiniz?” ifadelerini kullandı.
(soL)