31 Ekim 2024 Perşembe

soL "KÖŞEBAŞI" + "GÜNDEM" -31 Ekim 2024-

 Laiklik niteliği yok edilen cumhuriyet -Ali Rıza Aydın-

Cumhuriyet sömürücülere ve gericilere bırakılmayacak. Çözümü aydınlanma, bağımsızlık, sınıfsız ve sömürüsüz toplum savaşımı verenler getirecek.

29 Ekim 1923’de ilan edilen Cumhuriyet 1921 Teşkilatı Esasiye Kanununda yapılan değişiklikte; “Hakimiyet, bilâ kaydü şart Milletindir. İdare usulü halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müstenittir. Türkiye Devletinin şekli Hükümeti Cumhuriyettir” olarak tanımlandı. 

Kurtuluş ve kuruluşun koşullarında cumhuriyet bir devrimdi ve yukarıdaki tanım bu devrimin en derin niteliklerinden biri oldu. Ancak cumhuriyetin tüm niteliklerini yaşama geçirmek, örneğin yurttaşlık haklarını tanımlamak ve laiklik ilkesini anayasal güvence altına almak, dönemin koşullarında ve geçiş sürecinde, eksiksiz olamadı. Süreç devrim yasalarıyla, devlette ve toplumda laik yaşam tarzına geçişle adım adım ilerleyerek gelişti. Sonuçta, “devletin dini İslamdır” hükmü 1928’de 1924 Anayasasından çıkarıldı, 1937’de de Türkiye Devleti Cumhuriyetinin “laik” niteliği anayasal güvence altına alındı. Böylece cumhuriyet en önemli, olmazsa olmaz niteliğiyle, laiklikle buluştu. 

Laiklik ilkesi, 1961 ve 1982 Anayasalarında devam etti. Anayasalarda devam etti ama kimi zaman dilimlerinde yasalar ve idari düzenlemelerle, kimi zaman dilimlerinde uygulamalar ve yasak tanımamazlıkla; önceleri delinerek, 12 Eylül 1980 darbesi ve özellikle 2008’de laiklik ihlali suçu sabit görülen ve parasal yaptırım uygulanan AKP döneminde de hukuk ve uygulamalarla, çok yönlü parçalanarak yok edildi. 

Parçalamada devlet içinde yasama organı anti-laik yasalara engel olamayarak; yargı hem mahkemelerde hem de Anayasa Mahkemesinde yılların ilke haline gelen kararlarını yok sayarak laikliği yok eden hukuka ve kararlara imza attı. Laikliğin yok edilmesine, yasak olan tarikat ve cemaatlerin yaygınlaşıp palazlanmasına bütünsel olarak denetimsizlikle ve göz yumulmakla kalınmadı, destek verildi.     

Cumhuriyetin yıkılmasında temel direklerden biri olan laiklik temel hukuk belgelerinde “adı var” iken kimi yasa, kararname, yönetmelik ve kararlarla hukuk belgelerinde, devlette, siyasette, eğitimde, sağlıkta, yaşam tarzında “yok” edildi. Bu karşı devrimde belirleyici ve etkileyici olan kapitalizm, gerici ortaklıktan memnun olarak sömürmeye devam ediyor. Gericiler de sömürücü olmaktan memnun.

Nereye sürüklendiğimizin en tipik, güncel örneklerinden biri devletin gözü önünde yaşanıyor. Birçok şirketin, vakıf ve derneğin, devasa servetin sahibi Menzil Tarikatı mal ve mülk paylaşımında anlaşmazlığa düşünce kendi özel mahkemesini kuruyor. Şer’i mahkeme diyorlar, peygamberin miras kuralı diyorlar, şafii mezhebi fıkhı diyorlar. 

Ne içinde yaşadıkları cumhuriyet ilkeleri ne de hukuk devleti ve Anayasa devrede. Niye olsun ki, zaten tarikatlar hukuk dışı, varlıkları yasak. Aydınlanmacı cumhuriyeti tanımıyorlar. Bir yandan da yıktıkları cumhuriyet içindeki yetkili organlar onları tanıyor, Anayasa ve yasalara karşın yaşamalarına izin veriyor. Onlar da yasak aşma yolu olarak aynı hukuk devletinin izin verdiği şirket, vakıf ve dernekleri kullanıyorlar. Mal ve mülklerini şeyhler, şirketler, vakıflar, dernekler arasında dağıtıyorlar ama kayıt dışı birçok servete de el koyuyorlar. Yani hem hukuk dışılar hem hukuk içi. AKP bu hukuksuzluğun, hukuklu hukuksuzluğun ve gerektiğinde çifte standart hukukun zeminini hazırlayan, hepsini bir arada yaşatabilen bir siyasal iktidar olarak sömürücü düzeni ve bu düzenle gericiliğin ortaklığını yönetiyor. Menzilcilerin mal paylaşımında kendi meşru olmayan mahkemelerini kurup, anlaşma sağlanmazsa meşru yargı yoluna başvuracağını (burada kayıt içi mülkiyeti kastediyorlar, kayıt dışı ayrı pazarlık konusu olacaktır) söylemesi de bu AKP’li “düzensiz düzene” dayanıyor. 

Kapitalist/emperyalist düzen emeğin sömürülmesiyle, emekçilerin hak gasplarıyla, işçi ve kadın/çocuk/bebek cinayetleriyle, doğa katliamlarıyla yaşarken, dinsellik de aynı düzenin aracı ve ortağı.

Dinselliğin kökeni ve işlevi, dinsellik üzerine antropolojik incelemeler de gösteriyor; kimi dönemlerde umutsuzluğun umudu gibi gösterilse de dinsellik sosyal ve ekonomik eşitsizliğin derinleşmesine yol açan bir etkiyle sömürünün parçası. Farklı dinler, dinler içinde mezhep, tarikat ve cemaat bölünmeleri toplumsallığı parçalıyor, zayıflatıyor; sömürüyü besliyor. 

Dinsellik sömürünün içindeyken bir yandan sömürenlerle sömürülenleri, sömürücü düzeni benimseterek uzlaştırıyor, diğer yandan da bağımlılığı pekiştiriyor. Laiklik niteliği olmayan cumhuriyet, halkın olanın sömürücü ve gerici ortaklık tarafından teslim alındığı, genel oy hakkının aynı işbirliğiyle çalındığı bir yönetim tarzından başka bir şey değil.       

Laiklik dinin devlete, hukuka, siyasete, eğitime, toplumsal yaşam tarzına el atmasını önlerken aynı zamanda dinsel alanlarda düşmanlık ya da nefret uyandırılmasına izin vermeyerek din özgürlüğünün güvencesi. Herhangi bir dini savunma ya da hiçbirini savunmama, bir inançtan diğerine geçebilme, dinini açıklamaya zorlamama ve kötüye kullanmama, dinsel ibadetleri özgürce yerine getirme hakkı laiklikle güvence altında. 

Laiklik, bir dine inanmanın ne insanın ne de toplumun yaşamında rol oynamadığı, inanç sahiplerine ya da onlardan bir kısmına ayrımcılık yapılmadığı, sosyal ve ekonomik farklılıkların gerçek nedenlerini ve sömürünün gerçek yüzünü ortaya çıkaran, bilimselliğin ve yaşam düzeyinin gelişmesine yol açan, aydınlanmacı, bütünsel bir yaşam tarzı.

Başlığa dönüp “yalnızca laiklik mi, cumhuriyetin hangi niteliği kaldı ki” sorusu elbette sorulmalıdır, yerindedir. Çözüm yolları ve hedefe ulaşmak için durum saptaması, gerçeğin fotoğrafı elbette gereklidir. Ancak ne burada durulabilir ne de yıldönümü kutlamalarıyla yetinilebilir. 

Cumhuriyet sömürücülere ve gericilere bırakılmayacak. Çözümü aydınlanma, bağımsızlık, sınıfsız ve sömürüsüz toplum savaşımı verenler getirecek. 

                                                           /././  

Yeni 'çözüm süreci': Neden şimdi, nereye varabilir?-Fatih Yaşlı-

"Yeni bir süreç olur ve somut birtakım gelişmeler yaşanırsa kuşkusuz bu eninde sonunda bir yerinden Ortadoğu’ya bağlanacaktır; çünkü Kürt sorunu bir Ortadoğu sorunudur, yani bölgeseldir."

Pazartesi günü Fethullah Gülen’in öldüğü, Salı günü Devlet Bahçeli’nin Öcalan’ı Meclis kürsüsüne davet ettiği, Çarşamba günü PKK’nin ulusal silah sanayinin en önemli tesislerinden birini basıp beş kişiyi öldürdüğü, yani ayların ve hatta yılların gündemini birkaç güne sığdırabilen bir ülke burası. 

Bu toz dumanın arasında herkes olan bitenleri anlamaya, yolu ve gidişatı görmeye, anlamlandırmaya çalışıyor. Yeni bir “çözüm süreci” var mı, Bahçeli ve MHP bu sürecin esas aktörü olma görevini niye üstlendi, PKK neden Öcalan’ın ne diyeceğini beklemek yerine TUSAŞ’a saldırdı ve elbette ki yeni süreçten murat edilen nedir gibi sorular havada uçuşuyor, bu sorulara yanıt aranıyor. 

İktidar çevrelerinde savunulan ve kamuoyuna pazarlaması da yapılan iddiaya göre “devlet aklı” jeopolitik bir perspektifle Ortadoğu’daki gelişmelerin gideceği yeri gördü ve ABD ile İsrail’in planlarını bozmak için ön alıcı bir hamle yaptı. O plan ise önce Suriye ve İran’ın ardından da Türkiye’nin parçalanması ve ABD/İsrail eksenli bir Kürt devletinin kurulmasıydı. İşte devlet bu yeni süreçte Öcalan üzerinden PKK’ye silah bıraktıracak ve “iç cephe”yi sağlamlaştıracak, ABD destekli İsrail saldırganlığına şimdiden dur demiş olacaktı.

Eğer yeni bir süreç olur ve somut birtakım gelişmeler yaşanırsa kuşkusuz bu eninde sonunda bir yerinden Ortadoğu’ya bağlanacaktır; çünkü Kürt sorunu bir Ortadoğu sorunudur, yani bölgeseldir. Ancak bunun böyle olması sürecin iddia edilen jeopolitik kaygıların bir ürünü ve “devlet aklı”nın bir tasarımı olduğu anlamına gelmeyebilir. Çünkü her şeyden önce ortada gelişmeleri böylesine rasyonel bir perspektifle okuyabilen ve uzun vadeli planlamalar yapabilen bir akıl olup olmadığı meçhuldür. Hele bir de iktidarın yeni-Osmanlıcı politikalarının ve emperyal heveslerinin hepsi hakikatin duvarına çarpıp iflas etmiş, Mısır’da, Suriye’de ve Libya’da ağır yenilgiler almışken, bu iktidara böyle bir akıl atfetmek pek mantıklı görünmemektedir.

Dahası böyle bir jeopolitik aklın varlığını kabul, Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkileri, alttan alta devam eden ticareti, İsrail’in yakın dostu Azerbaycan’la Türkiye’nin yakınlığını, petrol akışının kesilmemiş olmasını vs. görmezden gelmek anlamına gelir ve bu iki ülkeyi birbirine sahiden düşman olan ülkeler olarak kodlamayı gerektirir ki bu doğru değildir. Çünkü her iki ülkenin yönetici sınıfları da Amerikancı/Atlantikçidir ve o eksenin kodları dışında hareket edemezler, bu da düşmanlığın sınırlarını belirler. 

Öte yandan İsrail saldırganlığının öngörülebilir bir gelecekte Suriye, İran’ı ve Türkiye’yi parçalayacağı ve bir Kürt devletinin kuruluşuyla sonuçlanacağı iddiası üzerine de düşünmek gerekmektedir. Emperyalizmin projeksiyonları arasında bölgede Atlantik eksenli bir Kürt devletinin kurulması olabilir ama bunun hayata geçirilmesi bütünüyle güç dengelerine bağlıdır ve bu da hiç öyle kolay görünmemektedir. Örneğin ABD bugün İsrail’in bir bölgesel savaş çıkarmasına izin vermemekte, İsrail ve İran’ın doğrudan karşı karşıya gelmesini istememektedir. İsrail’in İran’a yönelik son misillemesinin boyut ve sınırları da şu an için böyle bir karşı karşıya gelişin olmayacağını göstermektedir. Aynısı Suriye için de geçerlidir, henüz Lübnan’da Hizbullah’la baş edemeyen ve kara savaşındaki gücünün ne olduğunu gördüğümüz İsrail’in Suriye ordusuyla karşı karşıya geleceği bir cepheyi açma ihtimali zayıftır. İsrail cihatçıların Halep ve civarına yeni bir saldırı gerçekleştirmesini destekleyebilir ama orada da Rusya çok net bir tavır sergilemekte ve böyle bir duruma müdahil olacağını açıkça söylemektedir. 

Dolayısıyla yeni sürecin “devlet aklı”yla ve jeopolitik bir bakış açısının ürünü olarak şekillendiği, amacın da ABD’nin ve İsrail’in planlarını bozmak olduğu yönündeki düşünce, iktidara hem sahip olmadığı bir akıl hem de sahip olmadığı bir anti-emperyalizm atfetmekte ve böylece sürecin kitleler nezdinde meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. 

Peki niyet nedir, yeni bir çözüm süreci, eğer başlayacaksa tabii, hangi ihtiyaçtan kaynaklanmaktadır? 

Olayların arkasındaki karmaşık dinamikleri görmek ve anlamak elbette ki önemlidir ama sadeleşmek de iyidir; meseleye en sade haliyle baktığımızda gördüğümüz şey ise Erdoğan’ın ömrü vefa ettikçe o koltukta oturmaya devam etmek istemesi ve Erdoğan’sız varlığını devam ettirmesi imkânsız olan yeni rejimin bunun için bir formül arayışına girmesidir.

Bu ise basitçe ve sadece Erdoğan’ın yeniden aday olabilmesi meselesi değildir. Bugün iktidarın topluma anlatabilecek yeni bir hikâyesi kalmamıştır, insanlara vaat edebileceği yeni hiçbir şey yoktur. Şimşek programı halkın boğazını sıkmaya devam etmekte, yoksulluk derinleşmektedir ve hem Erdoğan’ın hem de AKP’nin toplumla kurduğu bağlar ve o bağların kurulduğu mekanizmalar giderek zayıflamaktadır, esas mesele budur. 

Dolayısıyla yaşanan şey adını koymak gerekirse rejim açısından bir “hegemonya bunalımı”dır ve yeni çözüm sürecinin esas hedefi de yaşanan bunalıma bir çare bulmak, yeni bir hegemonya projesini “yeni anayasa” ve “teröre silah bıraktırılması” gibi söylemler üzerine inşa etmektir. Bu esnada Şimşek programı için de zaman kazanılmakta, programa yönelik tepkiden kaynaklı herhangi bir sosyal patlamanın engellenmesi de hedeflenmekte, her türlü kitlesel hareket daha baştan boğulmak istenmektedir. “İç cepheyi güçlendirmek”, zayıflayan hegemonyayı güçlendirme arayışından başka bir anlama gelmemektedir yani. 

Erdoğan buradan başarıyla çıkıp istediğini alabilir mi peki? Elbette ki bu soruya kesin bir yanıt vermemiz mümkün değil şu an için; ancak yine de olasılıkları konuşabilir, birtakım tahminlerde bulunabiliriz. 

Her şeyden önce muhalefetin Şimşek programına dokunmama ve o programa karşıtlık üzerine bir siyaset üretmeme yönündeki sessiz mutabakatı Erdoğan’ın elini güçlendirmektedir. Çünkü programın yoluna devam etmesi için toplumsal tepkilerin minimize edilmesi gerekmektedir ve bu şu an için başarılmış durumdadır. Program, tarihte ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bir muhalefetsizlikle yoluna devam etmektedir; ancak yine de kamuoyunun sürekli başka gündemlerle meşgul olması ve başka gündemler üzerinden bölünmesi, kutuplaşması gerekmektedir. İşte yeni anayasa ve yeni çözüm süreci tartışmaları daha şimdiden gözlemlenebildiği üzere bunu başarmış durumdadır, yaşanan kriz ve derin yoksulluk siyasetin esas meselesi olmaktan çıkarılmıştır ve bu da iktidarın en çok arzu ettiği şeylerden biridir. 

Aynı muhalefetin “anayasaya uymayanlarla yeni anayasa yapılamaz” kesinliğine sahip olmaması ve “ilkesel olarak bu iktidarla barış yapılamaz” dememesi de yine iktidara yaramakta, iktidarın kendi meşruluk zeminini yeniden üretmesine fayda sağlamaktadır. Az önce söylemiş olduğum üzere iktidar hegemonya bunalımına çare aramakta ve bunun için adımlar atmakta, muhalefet ise o bunalımı derinleştirecek hamleler yapmak yerine bir tür “çare ortağı” gibi hareket etmektedir. Dolayısıyla Erdoğan bu başlıkta da avantajlı bir konuma sahiptir; 31 Mart seçimlerinde ortaya çıkan siyasi tablo muhalefet tarafından “normalleşme” adı altında pasifize edilmiş, ülke bir erken seçim konjonktürüne bilinçli bir şekilde sokulmamıştır.

Süreç, daha başlamamışken bile muhalefet içerisindeki ayrım ve çatlakları güçlendirmiş ve örneğin şu an için ortak bir cumhurbaşkanı adayı çıkarılmasını imkânsız hale getirmiştir. Hatta daha da ileri gidelim, Özel, Kılıçdaroğlu, İmamoğlu ve Yavaş’ın gelişmeler karşısındaki tutumlarına baktığımızda gördüğümüz üzere CHP’nin bile tek bir aday üzerinde uzlaşması zora girmiştir. Dolayısıyla Erdoğan ve Bahçeli muhalefeti daha da parçalamak için buraya oynamaya devam edeceklerdir.

Yine de tüm bunlar sürecin pürüzsüz bir şekilde ilerleyeceği anlamına gelmez. Öcalan’a ne verilecektir de silah bırakma çağrısı yapacaktır örneğin? Meclis kürsüsünde konuşma ve sonrasında “umut hakkı”ndan yararlanma biraz fantezi gibi görünmektedir; ev hapsi ve görüşlerini kamuoyu ile paylaşma olanağı ise daha gerçekçi görünmektedir. Bu söz konusu olsa bile PKK Öcalan’ın vereceği talimatlara kesin olarak uyacak mıdır? Silah bırakmayı kabul edecek midir? Bunun için hangi talepleri masaya sürecektir? Yeni anayasaya Kürtleri memnun edecek bir ibare ya da madde eklenmesi mümkün olacak mıdır? Tepkisel milliyetçilik dalgası göğüslenebilecek midir? 

Bunların hepsi birer soru olarak karşımızda durmaktadır ve önümüzdeki dönemde kısmen de olsa yanıtlanacaktır. Ancak esas görülmesi gereken, iktidarın “çözüm” diyerek kendi hegemonya bunalımını çözme, “iç cepheyi güçlendireceğiz” diyerek de zayıflayan hegemonyasını yeniden güçlendirme arayışında olmasıdır. Bunun böyle ele alınmadığı her siyasi tutum iktidarın ömrünü uzatmasına yardımcı olmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.                                      /././

                                                soL - GÜNDEM

Esenyurt Belediyesi'ne kayyım iddiası: Belediye Başkanı Ahmet Özer tutuklandı

"Terör örgütü üyeliği" soruşturması kapsamında gözaltına alınan Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer, tutuklandı. Esenyurt Belediyesi'ne kayyım atandığı iddia edildi, CHP reddetti.(https://haber.sol.org.tr/haber/esenyurt-belediyesine-kayyim-iddiasi-belediye-baskani-ahmet-ozer-tutuklandi-395836)

                                                       ***

Özgür Özel'den Ahmet Özer'in gözaltına alınmasına tepki: 'Kimin başı vurulacaksa Akın Gürlek orada'

Esenyurt Belediye Başkanı Ahmet Özer'in gözaltı kararını veren Başsavcı Akın Gürlek'i de eleştiren Özgür Özel, Gürlek'in eski bakan yardımcısı olduğunu hatırlattı.(https://haber.sol.org.tr/haber/ozgur-ozelden-ahmet-ozerin-gozaltina-alinmasina-tepki-kimin-basi-vurulacaksa-akin-gurlek)

                                                       ***

MHP'li isim 'İBB Meclis üyeleri incelensin' dedi, Akdeniz ve Toroslar'ı hedef gösterdi

Esenyurt Belediyesi Başkanı Ahmet Özer'in gözaltına alınmasının ardından açıklama yapan MHP'li İsmet Büyükataman, Akdeniz ve Toroslar belediyelerini hedef gösterdi.(https://haber.sol.org.tr/haber/mhpli-isim-ibb-meclis-uyeleri-incelensin-dedi-akdeniz-ve-toroslari-hedef-gosterdi-395847)

                                                        ***

BM’de konu Küba: ABD ve İsrail yine baş başa kaldı

BM Genel Kurulu, ABD’nin Küba’ya uyguladığı ekonomik, ticari ve finansal ablukaya son vermesini talep eden karar tasarısını kabul etti.(https://haber.sol.org.tr/haber/bmde-konu-kuba-abd-ve-israil-yine-bas-basa-kaldi-395853)                                                 ***

Belediye işçisinin gündeminde grev var: Kartal'da başladı, üç belediyede yolda

İstanbul Kartal'da belediye işçilerinin grevi bugün başladı. Grev kararının alındığı Maltepe, Kadıköy ve Ataşehir belediyelerinde de işçilerin yarın dayanışma için iş bırakabileceği belirtiliyor.(https://haber.sol.org.tr/haber/belediye-iscisinin-gundeminde-grev-var-kartalda-basladi-uc-belediyede-yolda-395848)

                                                      ***

ODTÜ öğrencilerinden Cumhuriyet yürüyüşü: 'Saraylar yıkılır, saltanatlar çöker'

ODTÜ'de Türkiye Komünist Gençliği, Cumhuriyetin 101. yılında “Aydınlık ve Özgürlük” yürüyüşü düzenledi. “Kahrolsun saltanat, yaşasın Cumhuriyet” denildi.(https://haber.sol.org.tr/haber/odtu-ogrencilerinden-cumhuriyet-yuruyusu-saraylar-yikilir-saltanatlar-coker-395851)

                                                        ***

Barzani: PKK çözüm olmasını istiyorsa eylemlerini terk etmeli

Neçirvan Barzani, "PKK çözümün olmasını istiyorsa eylemlerini terk etmelidir. Ankara’daki terörist saldırı mevcut sürecin baltalanması amacıyla yapıldı" dedi.(https://haber.sol.org.tr/haber/barzani-pkk-cozum-olmasini-istiyorsa-eylemlerini-terk-etmeli-395855)                          ***

(soL)

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -31 Ekim 2024-

2025 bütçesi üzerine(I) -Erkan Aydoğanoğlu-

Yaklaşık iki ay sürmesi beklenen 2025 yılı merkezi yönetim bütçe görüşmeleri başladı. Önümüzdeki yıl bütçeyi oluşturacak kaynakların toplumun hangi kesimlerinden ne kadar toplanacağının ve bütçe harcamaları üzerinden hangi alanlara ne kadar kaynak aktarılacağının belirlendiği merkezi yönetim bütçesi, her yönüyle tek adam rejiminin karakterini yansıtıyor. 2025 bütçe tasarısına bakıldığında, bugüne kadar hazırlanan ve bütün yükü halkın sırtına yıkan en zor bütçelerden biri karşımıza çıkıyor.

Türkiye ekonomisinin tamamen sıcak paraya ve borçlanmaya dayalı yapısının bugün geldiği nokta herkesin malumu. Şöyle ki, resmi olarak tek adam rejimine resmi olarak geçilen 2018’de 1 trilyon 180 milyar lira olan toplam kamu borcu, sadece son altı yıl içinde 7 kattan fazla artarak, 30 Eylül 2024 itibarıyla, 8 trilyon 650 milyar liraya çıkmış. Sadece son altı yıl içinde yaşananlar, ekonominin büyük bir çöküş içinde olduğunu gösteriyor.

2025 bütçesi, alt sınıflardan üst sınıflara yapılan gelir transferinin somut örneklerini rakamsal verilerle net bir şekilde ortaya koyuyor. Özellikle dolaylı vergiler, özel sektör teşvikleri ve kamu kaynaklarının dağılımı üzerinden vergilendirme politikaları ve kamu harcamalarının dağılımı incelendiğinde sınıflar arasındaki adaletsiz gelir transferi bütün açıklığıyla görülebiliyor.

Türkiye’de benimsenen vergi politikalarının ağırlıklı olarak dolaylı vergilere dayalı yapısı, geniş halk kitleleri üzerinde daha fazla maliyet yaratıyor. Nitekim 2025 bütçesinde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirlerindeki payı yüzde 70 seviyelerine dayanmış durumda. Dolaylı vergilerin (KDV ve ÖTV gibi) artışı, gelir dağılımındaki adaletsizlikleri daha da derinleştiren bir etki yaratıyor. Tüketim üzerinden alınan vergiler, ücretli emekçiler başta olmak üzere toplumun düşük gelirli kesimlerini daha fazla etkilerken, doğrudan vergiler (gelir ve kurumlar vergisi) genellikle yüksek gelir gruplarını hedef alıyor.

2025 yılı için toplam vergi gelirleri 11.1 trilyon lira olarak hedeflenmiş. Toplam bütçe gelirlerinin (12.8 trilyon lira) yüzde 87’sini oluşturan vergi gelirleri hedefi, hükümetin 2025 enflasyon hedefinin çok üzerinde. Bu veri, yüksek enflasyon ve hayat pahalılığı sorununun 2025’te de ülke gündemini belirleyeceği anlamına geliyor. Öte yandan, 2025 bütçesinde ‘vergi harcaması’ adı altında, büyük bölümü sermaye lehine olmak üzere, toplamda 3 trilyon liranın üzerinde bir gelirden vazgeçilmesi planlandığını da belirtelim.

Bütçeye en büyük katkı sağlayan doğrudan vergi kalemi olan ve büyük bölümü ücretli emekçilerden alınan gelir vergisinin, vergi gelirleri içindeki payı yüzde 19 (2.13 trilyon lira). Şirketlerin kârlılığı üzerinden alınan ve ekonomideki işletmelerin kâr artışı beklentisiyle ilişkili olan kurumlar vergisinin oranı yüzde 15 (1.64 trilyon lira). Tüketim üzerinden alınan ve halkın harcamaları üzerinde ciddi bir yük oluşturan katma değer vergisi (KDV) yüzde 32 (3.6 trilyon lira); özel tüketim vergisi (ÖTV) ise yüzde 19 (2.12 trilyon lira). Diğer vergi kalemlerinin oranı yüzde 15 (1.65 trilyon lira).

2025’te ortalama bir ailenin aylık vergi yükü ortalama 43 bin TL olarak hesaplanıyor. Bu ağır yük, tüketim kalıplarına ve gelir seviyelerine göre farklılık gösterse de özellikle tüketim vergilerindeki artışlar, düşük ve orta gelirli ailelerin harcanabilir gelirini 2025 yılında bu yıla kıyasla önemli ölçüde azaltacak. İşçiler ve kamu emekçilerinin gelirleri ile giderleri arasındaki makas açılmaya devam edecek.

Bütçenin diğer önemli bir kısmı faiz ödemelerine ayrılmış durumda. 1 trilyon 950 milyar liralık faiz gideri, kamusal hizmetler yerine sermayedarların borçlarına ödenecek. Bu rakam, sosyal yardım ve desteklere ayrılan 651 milyar liralık bütçenin neredeyse üç katı. 2025’te faiz giderlerine ayrılan yüksek pay, 1 trilyon 930 milyar liralık bütçe açığı ile birlikte düşünüldüğünde, kamusal hizmetlerinde ciddi kaynak daralması anlamına geliyor. Bu durumun eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerinden yeterince yararlanamayan emekçiler için ağır sonuçlar doğurması kaçınılmaz.                                      /././

2025 Bütçesi üzerine(II) -Erkan Aydoğanoğlu-

2025 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Kanunu teklifi, TBMM Plan ve Bütçe Komisyonunda görüşülmeye başlandı. Komisyon görüşmelerinin 29 Kasım’a kadar sürecek ve aralık ayı başında Meclis Genel Kuruluna gelecek.

Ücretleri ve kamu harcamalarını sınırlamayı merkezine alan Erdoğan-Şimşek programı uygulanmaya başladığından bu yana ekonomik göstergelerde hissedilir bir düzelme olmadı. İktidarın ülke ekonomisinin gidişatına ilişkin gerçek dışı iddia ve söylemleri ile halkın, emekçilerin giderek ağırlaşan ekonomik sorunları arasındaki makas açılmaya devam ediyor.

Asgari ücret ve memur maaş artışlarının enflasyonun altında belirlenmesi için nabız yoklamaya erkenden başladılar. Her fırsatta “İşçimizi, emekçimizi enflasyona ezdirmeyeceğiz” söyleminde bulunanlar 2025 yılında ücretleri daha sert bir şekilde baskılamak için ücret artışlarının resmi enflasyonun bile altında belirlenmesi için hazırlık yapıyorlar. 

2025’te bütçe giderlerinin 14 trilyon 731 milyar, bütçe gelirlerinin 12 trilyon 800 milyar lira olması, bütçe açığının ise 1 trilyon 931 milyar lira olarak gerçekleşmesi öngörülüyor. Buna göre bütçe açığının milli gelire oranı yüzde 3.1 olarak gerçekleşecek. 2025 Merkezi Bütçe Kanunu teklifine göre önümüzdeki yıl bütçe gelirlerinin 1 trilyon 950 milyar lirası (yüzde 15’i) doğrudan faiz harcamalarına gidecek. Döviz kurlarında olağan dışı artış olması halinde ödenecek faiz miktarı daha da artacak. 

Türkiye’de yıllardır vergi yükünün büyük bölümünü yoksul halk, emekçiler sırtlıyor. Kamu gelirleri içinde önemli bir yer tutan vergi gelirlerinin ana kaynağı 2025’te yine ücretli emekçiler olacak. 2025’te yıl içinde toplanacak vergi gelirlerinin yüzde 52’sinin sadece KDV ve ÖTV’den karşılanması hedefleniyor. Ancak vergi gelirleri hedeflerinde yaşanması muhtemel sapmalar sonrasında 2025 yılı içinde temel tüketim ürünlerinde yeni vergi artışları gündeme gelebilir.

İktidarın yıllardır ekonomik krizin bütün yükünü emekçilerin, dar gelirlilerin sırtına yüklemeleri yetmiyormuş gibi, önümüzdeki yıl yüksek oranlı vergi artışları ve faiz harcamaları öngörülüyor. 2025 yılında vergi gelirlerinin 2024’e göre en az yüzde 68 oranında artarak 7.5 trilyon liradan 11.1 trilyon liraya çıkması hedefleniyor. Aynı dönemde faiz harcamaları yüzde 64 artışla 1.25 trilyon liradan 1.95 trilyon liraya çıkacak. Sadece söz konusu iki kalem bile bütçe yükünün büyük bölümünün yine halkın sırtına yıkılacağını ve bütçe hedeflerinin yoksul halkı vuracağını gösteriyor.

Kamu özel iş birliği (KÖİ) olarak bilinen projelerin bütçeye olan yükü 2025’te büyüyerek artmaya devam edecek. 2017 yılından 2024 yılı sonuna kadar 187.5 milyar lira ‘garanti ödeme’ yapılmış. 2025 yılında bütçeden KÖİ projeleri çerçevesinde köprüler, otoyollar ve Avrasya Tüneli ile yap-kirala-devret modeliyle yaptırılan şehir hastanelerine toplam 202.3 milyar lira ödenmesi öngörülüyor. Önümüzdeki üç yılda ödenecek garanti ödeme tutarının ise en az 678 milyar lira olması bekleniyor.

AKP tek başına iktidara gelmeden önce, 2002 yılında, merkezi yönetim bütçesinden genel kamu hizmetlerine ayrılan pay yüzde 42 iken, aradan geçen zaman için merkezi bütçelerden kamu hizmetlerine ayrılan pay yıllar istikrarlı şekilde azaldı ve 2024 itibarıyla yüzde 25.7’ye kadar geriledi. Söz konusu gerilemede kamu hizmetlerinde (özellikle eğitim ve sağlıkta) yaşanan ticarileştirme ve özelleştirme uygulamalarının büyük payı var. Öyle ki son yıllarda kamu hizmetlerinin yarısından fazlasını oluşturan bu iki alanda yaşanan ticarileştirme ve özelleştirme pratikleri, kamu finansmanının azaltılmasını, özel finansmanın ve halkın cebinden yaptığı harcamaların artırılmasını hedefliyor.

2025 bütçesinde belli başlı hizmet alanlarının (eğitim, sağlık, savunma ve din hizmetleri) analizini haftaya yapacağız.                 

                                                             /././

İnsanca yaşayacakları bir asgari ücret için işçiler kendi ölçütlerini koymalı!-İhsan Çaralan-

Cumhuriyet’in 101. yılı kutlamaları vesilesiyle kameralar karşısına çıkan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, bir aydan beri tartışılan Kürt sorunu, ama “Kürt sorunu yoktur” iddiaları, etrafında “Teröre son verme” üstüne hamasi vaatleri yineledikten sonra ekonomiyle ilgili sorunlara geldi.

Ekonomik durumun son 6 yılda milletin hayatında yol açtığı zorlukların farkında olduklarını” söyleyen Erdoğan sözlerini “Türkiye Yüzyılı olarak adlandırdığımız, aydınlık yarınlara kavuşmak için önümüzde aşmamız gereken az sayıda engel, çözmemiz gereken az sayıda sorun kaldı” diyerek sürdürdü. Erdoğan-Şimşek programının uygulamaya sokulmasından beri “Önümüzde az sayıda engel kaldı” diyen Erdoğan “Biraz daha sabır” isteğini yineledi.

Burada dikkat çeken Erdoğan’ın “Başka ülkelerde de enflasyon var”, “Etrafımızda savaş var”, “pandemi”… gibi bahaneleri sıralamadan yaşanan “zorlukların”  sorumluğunu muhalefete, Gezi eylemlerine yüklemeden, CHP’nin tek parti dönemini suçlamadan kabul etmesiydi. Dahası Erdoğan böylece bahsettiği “6 yıllık zor dönem”in tamamının “Türkiye’yi uçuracak” denilerek büyük vaatlerle getirilen  “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” adını verdikleri tek adam rejimi dönemi olduğunu da itiraf etmiş oldu!

EVRENSEL ASGARİ ÜCRETİ NEDEN SIKÇA GÜNDEME GETİRİYOR?

29 Ekim günü gazetemiz, Erdoğan’ın “6 yıllık zor dönemi” devam ettirme amacıyla TÜİK enflasyonu bile yüzde 50 dolayında oluğu koşullarda asgari ücret ve emekliler başta olmak üzere ücret ve maşlara yüzde 25 bir üst sınır getirilmek istenmesine karşı “Yüzde 25’e hayır!” manşetiyle çıktı.

Manşetin dayanağı 126 akademisyenin yaptığı ve gazetemizin 29 Ekim tarihli sayısında ayrıntılarıyla verilen açıklamalarıydı. Bu başlık altında bir yandan iktidarın ücret ve maaşların “hedeflenen enflasyon”a endekslenmesine hayır denirken öte yandan da emekçiler ücret ve maaşların belirlenmesinde fiilen taraf olmak, “İnsanca yaşanacak bir asgari ücret” (Ki, bu yoksulluk sınırının altında olmayan bir ücret demektir) için mücadeleye çağrılıyordu.

Evet gazetemiz asgari ücret ve emekli maaşlarıyla ilgili tartışmaları sıkça manşete kadar çekiyor. Çünkü asgari ücret hem tüm emeği ile geçinenlerin ücretlerinin ve maaşlarının belirlenmesinde etkili, hem de bugün işçilerin yüzde 45’i doğrudan asgari ücretle çalışıyor. Bu yüzden asgari ücretin ne kadar olacağı en azından yerel seçimden beri patron ve patron örgütleri, bakanlıklar, Merkez Bankası (MB) gibi iktidar kurumları tarafından da tartışılmaktadır.

ASGARİ ÜCRETİ SERMAYE ÇEVRELERİ VE İKTİDAR, SENDİKALARDAN DAHA ÇOK KONUŞUYOR

Dahası asgari ücretin ne olacağı, sadece içeride değil Londra ve Washington’da uluslararası finans temsilcileriyle yapılan toplantılarda da Bakan Şimşek ve MB Başkanı Karahan tarafından gündem edilmekte ve asgari ücretin yüzde 25’in üstünde olmayacağına dair sözler verilmektedir. IMF bile asgari ücretteki artışın yüzde 25’te kalmasını olumlu bulduğunu açıklamıştır.

Tabii burada “Öyleyse Asgari Ücret Tespit Komisyonu (AÜTK) ne için toplanacaktır?” sorusu akla gelmektedir. Eğer asgari ücretli işçiler başta olmak üzere sendikalar, patron ve iktidar temsilcilerinin çoğunlukta olduğu AÜTK’ye işçilerin taleplerine yaklaşan bir zam kararı alması için baskı uygulamazsa AÜTK geçmiş yıllarda olduğundan bile daha fazla bir orta oyununa dönüşecek, patronların ve uluslararası tekellerin isteği doğrultusunda asgari ücret zammının yüzde 25 dolayında tutulması için her yol denenecektir.

Bu yüzden diyebiliriz ki, asgari ücret ve genel olarak ücret ve maaşlara zamların yüzde 25 dolayında tutulması etrafındaki tartışma içeride TÜSİAD’dan TOBB’ye medyadan siyasi parti ve çevrelere, Londra ve Washington’daki uluslararası sermayenin temsilcilerine, onların baş organizasyonu IMF’ye kadar her platformda tartışılmaktadır.

Dolayısıyla asgari ücretli işçiler başta olmak üzere tüm emeğini satarak geçinenleri ilgilendiren “İnsanca yaşanacak bir ücret ve maaş” konusu en az emekçiler tarafından konuşulmaktadır. Özellikle de sendikalar bilerek ve isteyerek kendilerini ve işçileri bu tartışmanın dışında tutmaya çalışmaktadırlar.

ASGARİ ÜCRETE ZAM İÇİN ÖLÇÜT NE OLMALI?

Sorun asgari ücret olunca Osmanlı’da oyun bitmiyor!

Geçmiş yıllarda gündeme gelen “bölgesel (çoklu) asgari ücret” uygulamasının, böylece asgari ücretlileri bölme oyununun gündeme gelmesi de beklenmez değil.

Yaşadığı sıkışmışlık nedeniyle yüzde 25’lik artışı kabul ettirmesi zor görünen iktidarın hem asgari ücretlileri bölmek hem de gündemi sapıtmak için “bölgesel asgari ücreti” gündeme getirmesine karşı da bir tutum alınması elbette önemli olacak. Nitekim yaz aylarından beri zaman zaman İstanbul, İzmir, Antalya, Kocaeli gibi illerle Van, Bingöl, Çorum, Bilecik… gibi illerde enflasyonun aynı olmadığı tartışılmaktadır. Asgari ücretin miktarı tartışmaya açıldığında asgari ücretin bölgesel olarak belirlenmesinin “Daha adil olacağı”, dolasıyla bölgesel olarak belirlenmesinin gündeme getirilebileceğini söylemek abartı olmaz.

Asgari ücretin tespitinde AÜTK’deki tartışmaların bir orta oyununa dönüşmüş olması eleştirileri bile artık olup biteni karşılamamaktadır. Çünkü asgari ücrete zam şimdiden yerli ve uluslararası sermayenin temsilcileri tarafından “yüzde 25 civarı” olarak belirlenmiştir! Eğer sendikalar gerektiği gibi karşı çıkmazsa TİS’ler de tamamen anlamsızlaşacaktır. Çünkü bu “yüzde 25” TİS’lerde de sendikaların omuzunun üstüne asılmış bir “Demokles Kılıcı”dır!

Sermayenin bu saldırısının püskürtülmesinin tek gerçekçi yolu ise asgari ücrete yapılacak zammın ölçütü; “Gerçekleşen enflasyon mu”, “Beklenen enflasyon mu”, “Sermaye sahiplerinin gönlünden geçen, IMF’nin hoşuna gidecek bir yüzde mi” karmaşıklığına son verecek olan bir ölçüttür! Ki, o ölçüt de asgari ücretlilerin ve asgari ücretten dolaylı olarak etkilenecek tüm emekçilerin, sermayenin dayattığı ölçütleri reddederek, talepleri etrafında birleşerek, insanca yaşayacakları bir asgari ücret (Bu yoksulluk sınırının üstünde bir ücrettir) için mücadele eden bir hatta geçmesidir!Ötesi lafügüzaftır!       /././

Birgün "KÖŞEBAŞI" -31Ekim 2024-

İzmir Körfezi’nde neler oluyor?-Zeynep Aktıok Alatlı-

İklim krizinin etkilerini çok farklı şekillerde hissediyoruz. Ancak küresel önlemler ve yaptırımlar için önemli iklim zirvelerinde temsilimiz son derece sorunlu. Cumhurbaşkanı’nın eğer güvenliğini tehdit altında görmezse katıldığı zirvelerde verdiği mesajlar içerikli ve süslü vaatler içeriyor. Eşinin himayesinde hayata geçirilen ‘0 Atık eylem planı’ gibi duyarlı projeler kamuoyuyla paylaşılsa da Paris anlaşmasının onaylanmasıyla birlikte hayata geçirilmesi gereken adımlar hâlâ son derece muğlak. 2053’te net sıfır emisyon hedefi var. Nasıl erişileceğine ilişkin bir strateji ya da eylem planı da yok. Uluslararası imaj güncelleme ve yasak savma çerçevesinde yapılan açıklamalar; kömür santrallerinin “teknik ve ekonomik ömrünü tamamlayana kadar” çalışmaya devam etmesini sağlayacak düzenlemelerin gölgesinde. Bu ömür kime ve neye göre belirlenecek, kim tarafından denetlenecek?

Avrupa’da sıfır karbon hedefinde hızla terk edilmesi gereken kömür enerjisinde termik santrallerin geliştirildiği tek ülke Türkiye. Hâlâ kömürde ısrar edilmesi, yeni nükleer santraller kurma planları yapılması, sürdürülebilir enerji kaynaklarına geçiş gibi pozitif bir eylemlilik için bile doğayı tahrip ederek, ÇED değerlendirmelerini yok sayarak, oransız sayılarda ve insan sağlığını tehdit eden mesafelerde inşa ederek ilerlenmesi gibi çoğaltılabilecek başlıklar geleceğimiz için büyük tehdit oluşturmaya devam ediyor. Hazırlık çalışmaları süren İklim Kanunu taslağı sivil toplum kuruluşlarının ve uzmanların görüşleri alınmaksızın alışılageldiği gibi birilerinin iki dudağı arasında sürdürülüyor.

İklim krizi bizi yönetenlerin yaklaşımına bakılırsa sadece 0 emisyon, sürdürülebilir enerji kullanımı gibi başlıklarda değerlendiriliyor. Oysa iklim krizinin etkileriyle ülkemize yönelecek yeni (!) göç dalgaları, kendine yeten ülke konumunu çoktan kaybettiğimiz için gıda krizi, kıtlık ve kuraklık tehlikesinden başlayıp sağlık sorunlarından, turizm ekonomisine kadar geniş bir yelpazenin ürkütücü dilimleri arasında gezinmek mümkün. Öte yandan istatistikler de hiç iç açıcı değil. Avrupa’nın havası en kirli 6 kenti bizim ülkemizde yer alıyor. Son 60 yılda ülkemizdeki 240 gölden 186’sı tamamen kurudu, kalanlar da kuraklık ve kirlilik tehdidi altında. Mamafih Salda Gölü de Cumhurbaşkanı’nın eşinin himayesinde betonlaşıyor. Plastik kirliliğinde dünyada 9. Sıradayız. Avrupa’nın çöplüğü konumundayız! Türkiye Avrupa’dan en fazla atık alan ülke, hatta açık ara lider. Çevrecilerin, doğa savunucularının sesi kısılmaya devam ediyor. İktidar yöneticileri tarafından hedef gösteriliyorlar. Protesto hakları engelleniyor, “terörist” yaftasıyla saldırılara uğruyorlar, devletin kolluk güçlerinden şiddet görüyorlar. İfade özgürlüğünün zaten ağır baskı ve yaptırımlarla engellendiği aşikâr. Ekoloji ve doğa savunusuyla dikkat çeken, bu alanda bilinçlendiren kapsamlı programlarıyla öne çıkan Açık Radyo’nun yayın kanalı kapatılarak büyük bur hak ihlâli gerçekleştirildi. Unutmayın kısılan ses bugün sadece bir radyo kanalının değil, tüm yayın organlarının da değil sizin sesiniz, bizim sesimiz. En güncel gündem; Etki Ajanlığı yasasıyla belki de iklim krizine yönelik dünya örnekleriyle kıyas yapmak, istatistikleri paylaşmak, söz söylemek bile mümkün olmayacak. Herhangi bir konuda yapılacak en ufak itiraz, bir sosyal medya paylaşımı bu yasa kapsamında sahibini terörist konumundan “etki ajanı” konumuna taşıyarak ağır yaptırımı olan cezalarla toplum dışına itecek, susturacak. Bu güne kadar yapılanlardan farklı mı? Değil ama bu yasayla artık “yasal” olacak.

Bu konu önemli ve ayrıca kapsamlı bir değerlendirmeyi hak ediyor. Siyasetin iktidar lehine konfor alanı yanlış bilgilerle, hatta yalan ve iftiralarla algı yönetimine devam ederken gerçekleri söyleyenlerin tamamen susturulmasına yönelik insanlık adına çok tehlikeli, iktidar adına da çok faydalı büyük bir adım. İktidarın yerel yönetim seçimlerindeki büyük o kaybı artıyor. Bu nedenle türlü yeni gündem yaratılıyor. Kürt oylarını yeniden kazanmaya yönelik iri ve iddialı çağrılar yapılıyor. Öte yandan her konuda muhalif belediyelerin başarılarını gölgeleme, engelleme hamleleri de sürüyor. Dün sabah Esenyurt Belediye Başkanımız Ahmet Özer’in gözaltına alınması başarısızlıkla sonuçlanan ve bir türlü istendiği şekilde oylara yansımayan benzer hamlelerin sonucu gibi.

Başladığımız yere dönelim. Özellikle Ege bölgesinde son birkaç yıldır söndürülemeyen yangınların ardından hasar yönetimi de yapılmaksızın betonlaşmaya, ranta teslim edilen orman arazilerinin eksikliği etkisini ağır şekilde gösterecek. Bu yanan bölgelerde islâhın, korumanın tercihli ihmali yetmezmiş gibi Akbelen örneğinde olduğu gibi verimli araziler, tarım kaynakları, ağaçlar da katliam yaşıyor. Hayvan katliamları, av izinleri gibi ilgisiz görünen birçok iktidar yasası ve eylemliliği yanında cezasızlık da iklim krizi için önemli belirleyiciler oluyor. Ancak konu asla bu geniş ve bütüncül yönüyle ele alınmıyor.

Üç tarafı denizlerle çevrili olması nedeniyle pek çok farklı başlıkta stratejik önem taşıyan ülkemizde iktidarın bu alanda da kıymet bilmezliği ve yanlış politikaları dikkat çekici. Karadeniz AB tarafından Avrupa'nın en kirli denizi olarak kabul ediliyor. Deniz çöpü olarak Akdeniz'de ilan edilen birimatık miktarın 4 katı çöp yoğunluğu var. Buna karşın hala tehlikeli ve sakıncalı maddeler içerin gemi sökümleri bizim kıyılarımızda yapılıyor. “Ekonomiye katkı” denebilir mi bu uluslararası anlaşmalara?!

Çocukluğumda İzmir Körfezi kokusuyla anılırdı. Benim için İzmir kötü kokularıyla sevdiğim kentti. Pirina kokusu, fayton atlarının dışkılarının kokusu, körfez kokusu benim için biraz nostaljik. Elbette körfezin kokulu günlerine dönelim demeyeceğim size. Ancak deniz denilen kütlenin akışkan, geçirgen hareketlerini yok sayarak İzmir körfezinde son dönemde yeniden duyulan kötü kokuların bölgesel görülmesi akıl dışı. Sorunun kaynağını araştırmak, önlem almak için parmak oynatmayan bakanlığın ve iktidar yöneticilerinin bu sorunu tamamen İzmir Büyükşehir Belediye’sinin omuzlarına yıkarak fırsatçı açıklamalardan medet ummalarına dikkatinizi çekmek istiyorum. Cumhurbaşkanı 7 Eylül’de Kocaeli'de bir açılışta "Lafla çevrecilik yapmıyoruz. Haliç'i temizlediğimiz gibi İzmit Körfezi'ni de pırıl pırıl yapacağız. İzmir Körfezi'nin yaşadığı pislik İzmit'te olmayacak" açıklamasını yapıyor ve "İzmir Körfezi'nde çevre felaketine yol veren yöneticiler görevlerini yapmadıkları gibi beceriksizlik, ihmalkârlık adeta paçalarından akıyor" diyor. Bu İzmir’e yönelik geçmişte defalarca yaşatılan ayrımcı devlet politikalarının açık itirafıdır. Seçim vaatlerini 35 plaka numarasına atıfla 35 vaat ile belirledikten sonra seçim kaybıyla birlikte bütçe, bakanlık onayı, kredi izinleri gibi konularda üvey evlat muamelesi yapılmasına alışığız ancak bu sorunlardan kaynaklı çözümsüzlükleri henüz 1 yılını tamamlamamış yerel yöneticilere fatura etmek ahlak, ilke ve saygı sorunudur. Açıkça halkı aldatmaktır. “Bırakın insanları balıklar dahi nefes alamıyor. İş bilmezlikleri artık kendi kadrolarını bile bıktırıyor.” cümleleriyle daha da ileriye taşınan ithamlar karşısında İzmir Büyükşehir Belediye Başkanımız Cemil Tugay; uzun yıllardır birikmiş olan kirliliğe ilişkin çözüm önerisi ortaya koymayan bakanlık ve devlet yöneticilerine çağrı yaptığında temsil ettiği kentin ihtiyaçlarını görmezden gelen İzmir milletvekilleri de peş peşe başkana yükleniyor. Gülünç ve çok acı.

İklim krizinin artan deniz kirliliğiyle birlikte etkili olduğu balık ölümleri gibi geçtiğimiz yıl da Foça’da hayatımızda görmediğimiz irilikte denizanaları deniz yüzeyini kaplamıştı. Marmara denizinde yaşanan müsilaj benzeri bu olumsuz gelişmeleri önlemek için yerelde iktidarda olduğu illerde destek ve kaynak ayıran bir devlet düşünülemez. İklim krizine bağlı su ısısında olağanüstü artışlara eşlik eden faktörlerle birlikte istilacı bir tür organizma olan alg patlamaları gerçekleştiğinde bunun sorumluluğunu salt belediyeye yüklemek en hafif tabirle fırsatçılıktır. Kirli atıklara önlem almayan, gerekli denetim ve yaptırımları takip etmeyen, yerelle iş birliği içinde çözüm geliştirmeyen bu anlayışın İstanbul’a ihanetini itiraf ettikten sonra yeni inşaat saldırı alanı İzmir oldu. Kontrolsüz gökdelen inşaatlarıyla özellikle Bayraklı’da teşvik edilen yandaş müteahhit firmalar, Aliağa’ya söküme davet çıkarılan şilepler, kontrolsüz balık çiftlikleri, nehirlere, göllere yapılan müdahaleler, ağaç kıyımları deniz kirliliğinde etkisiz diyebilir misiniz?

Körfez için oluşturulan bilim kurulunun 15 maddelik İzmir Körfezi Acil ve Kısa Vadeli Eylem Planı’nın karar tutanağına bakıldığında Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakan Yardımcısının da imzasıyla işaret edilen Büyükşehir Belediyesi sorumluluk alanında yer alan görevler belediye tarafından yerine getirilirken bakanlığın atması gereken adımların oyalamayla zamana bırakıldığı görülüyor. Gediz nehrinin körfeze akıttığı kirlilik ile ilgili gündeme hiç yer verilmezken organize sanayi bölgelerinde, sanayi tesislerinde, Askeri tersanede, Alsancak limanına gelen gemilerin ve sintine suların etkilerini denetleyecek, önleyecek adımlara da değinilmeyişi dikkat çekici. ÇED onayı 2016 yılında verilen sirkülasyon ve navigasyon kanalı için çalışmaların 2021 de yine bakanlık tarafından imar planlarının askıya alınarak onay süreci ertelenmiş gözüküyor. Buna rağmen bu proje de karar tutanağında önemsiz ve atıl bırakılmış. Tüm süreçleri tamamlanmış bu ve benzer projelere onay vermeyip onay alanların finans süreçlerini tıkarken başkanı suçlamak temiz siyaset anlayışına uymaz ve yurttaşları yanıltan bu eksikler hak ihlali doğurduğu gibi geleceği ve insan sağlığını tehdit eder. Sirkülasyonu artırmak için 14 kilometre uzunluğunda bir kanal açılması için yetkinin Çevre Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı'nda olması da konuya ilişkin sorumlulukların nasıl ilerletileceği konusunun ivedilikle kamuoyuyla paylaşılmasına muhtaç.

Elbette körfez Cemil Tugay’ın göreve gelmesiyle birlikte bir anda kirlenmiş değil. Önceki dönemlerde benzer ihmaller, atılamayan adımlar, sürdürülmesi gereken çalışmalarda aksaklıklara bağlı olarak gelişmişken konunun önceki ve mevcut tüm muhataplarının çıkışları siyasi avantaj odaklıdır. Eksik de varsa yine önemle çözüm üretecek yapıcı tutuma ihtiyaç vardır. Bu hangi partiden olursa olsun herkesin açık sorumluluğudur.

Sonuç olarak 27 Kasım'da İzmir Körfezi temizliği için İzmir Büyükşehir Belediyesi bilimsel ve kapsamlı bir çalıştay hazırlığında. Atılacak adımların önünü açmak, sorumluluktan kaçmamak da bakanlığın görevi. Gerçekleri paylaşmak ve takip de hepimizin görevi.

                                                                /././

Söz verildi, neden mülakat kaldırılmadı?-Feray Aytekin Aydoğan-

Belirsizliklerle geçen 538 gün… Ataması yapılmayan öğretmenler 538 gün boyunca atanmayı beklerken beş gün önce sonuçların gece açıklanacağı duyuruldu. Sonuçların açıklanması ile mülakatın adaletsizliği bir kez daha kanıtlandı. Aylarca süren bekleyiş, bin bir umut paramparça edildi. Mülakat denilen adaletsizlik aygıtı sonucu KPSS’de ilk 20 bine giren çok sayıda öğretmenin umutları ellerinden alındı.

Genel seçim öncesi söz verildi. Neden mülakat kaldırılmadı?

Yaşanılan süreci bir kez daha hatırlayalım. Genel seçim öncesi siyasetin ana gündemlerinden biri mülakat meselesiydi. Artık mülakatın eşit, adil, objektif kriterlere dayanmadığını, siyasal kadrolaşma aracı olduğunu dağ, taş, tüm memleket biliyordu. Eğitim, gençlerin gelecek yaşantısını değiştirmek için tek umuttu ve mülakat ile yılların emeği ellerinden alınıyordu. Seçmen tercihi ne olursa olsun herkes tarafından mülakatın kaldırılması ortaklaşılan bir mesele haline gelmişti. Mülakat savunusu ciddi oy kaybı demekti.

Erdoğan’ın “Kamuya işe alımları, mülakatı kaldırarak gençlerimizin sınavlardaki başarı sıralamasına göre yapacağız” cümlesi ile genel seçim öncesi kamuda atama bekleyen tüm gençlere bir söz verildi. Seçim sonrası atılan her adım, yapılan her açıklama ise bu söz hiç verilmemiş gibi ilerledi.

∗∗∗

2023-2024 eğitim öğretim yılında yalnızca 71 ilde ücretli öğretmen sayısı 66 bin 780’di. Norm kadro ihtiyacı ise 69 ilde 91 bin 484’tü. Geçtiğimiz yıl içerisinde 23 bin öğretmen emekli oldu. En az yüz bin öğretmen ataması zorunluluk iken yalnızca 20 bin öğretmen ataması yapılacağı açıklandı. Kamusal bir hizmet olan eğitimi bin bir zorlukla sürdürmeye çalışan, yoksulluk, açlık sınırı altında çalıştırılan ve atama bekleyen tüm öğretmenler “kamu tarafından fonlandırılmakla” suçlandı. Eğitimin temel bir hak ve bir kamu hizmeti olduğunun unutulduğu ve unutturulmaya çalışıldığı yılları yaşıyorduk çünkü.

Bakan değişimi ile yapılan ilk açıklamalardan biri mülakata devam edileceği oldu. Öğretmenler aylarca KPSS puanlarına yakın puan verileceği, yuvarlama yapılacağı, adaletli davranılacağı gibi gerekçeler yaratılarak oyalandı, mülakat meşrulaştırılmaya, tepkiler sönümlendirilmeye çalışıldı. Atama, mülakat sonuçlarının açıklanmasının uzama süreci için yargı kararları gerekçe gösterildi.

Ve bir gün “yanlışlıkla sızan” mülakat sonuçları ortaya çıktı. Mülakat komisyonlarının verdiği puanlar arası fark mülakat adaletsizliğinin açık kanıtı oldu. Hangi komisyon, hangi objektif kriterlerle bu puanları vermişti? Bu sorunun akılcı, bilimsel hiçbir açıklaması yoktu ve sonuçta bu ve benzer sorulara ilişkin bir açıklama da yapılamadı, yapılmadı.

Mülakat sonuçları ve atama takvimi açıklaması ile eş zamanlı yapılan açıklama bugüne kadar bakanlığın yaptığı tüm açıklamaların yine kendi açıklamaları ile çürütülmesi oldu. Mülakat puan adaletsizliği gün gibi açıktı. Yargı kararı gerekçe gösterilerek bugüne kadar açıklanmayan sonuçlar yargı kararı beklenmeden açıklanmıştı. Adayların KPSS puanlarının, mülakat puanlarının, mülakat öncesi ve sonrası sıralamalarının açıklanmaması mülakat adaletsizliğinin gizlenmeye çalışılmasının açık göstergesi oldu.

∗∗∗

Bakan dün “Tek bir torpil, kayırma olmaksızın mülakatları tamamladık. Elleri, avuçları boş kaldı arkadaşlarımızın duygularını istismar ediyorlar” dedi. Binlerce öğretmenin emeğini, duygularını, umutlarını aylardır istismar edenler; kamusal sorumluluklarını yerine getirme uyarısı yapanları, sonuçların açıklanmasından sonra yüzlerce atama bekleyen öğretmenin emeklerinin, umutlarının nasıl çalındığını paylaştıkları açıklamalarıistismar nedeni olarak ilan etti.

Mülakat ile emekleri çalınan öğretmenler sonuçların açıklanması sonrasında İstanbul İl Milli Eğitim önündeydi. Bir kez daha emeklerine, mesleklerine, liyakate sahip çıkacakları çağrısını yaptılar.

Geçtiğimiz hafta yedi yıldır atama bekleyen bir öğretmen arkadaşımız daha yaşamına son verdi. Geleceğe dair bir umut kırıntısı bırakılmayan öğretmenler ülkesi yaratılmaya çalışılıyor. Mülakat ile akademi ile öğretmenlik mesleği, atama bekleyen binlerce öğretmenin mesleğine, öğrencilerine kavuşma hayali hedefte.

Emek vererek, çalışarak bir gelecek yaratabilirim umudu yok ediliyor. Yok edilen liyakat, yok edilen adalet, yok edilen emek vererek bir gelecek var etmeye çalışan tüm gençlerin umudu.

Yaşatılan tüm haksızlığa, adaletsizliğe rağmen meslektaşlarım mesleklerine sahip çıkma kararlılığından vazgeçmiyor. Bu kararlılık mutlaka kazanacak.

                                                        /././

Cumhuriyet’i sadece doğum gününde hatırlamak -Berkant Gültekin-

Cumhuriyet’in 101. yaşı dün tüm ülkede yurttaşlar tarafından coşku ve heyecanla kutlandı.

Dünya Savaşı sonrası emperyalist işgale direnilerek kazanılan bağımsızlık, Mustafa Kemal liderliğindeki siyasi hareketin monarşi ve hilafeti kaldırıp yerine laik, demokratik ve çağdaş karakterdeki bir cumhuriyet rejimini ilan etmesiyle taçlanmıştı.

Aradan geçen bir asrı uzun uzun anlatmaya gerek yok. BirGün’de bunu defalarca yazdık zira. Kısaca ve basitçe şu söylenebilir; Türkiye, bir cumhuriyet rejimine sahipti ancak gerçek anlamda demokratik ve özgür bir ülke olamadı.

Emperyalizmin güdümündeki sağ iktidarların elinde, devlet yönetiminde gerici, faşizan; toplumsal ve ekonomik zeminde ise gencinden yaşlısına halkını yoksullaştırıp sermaye sınıfını zengin eden, eşitsiz ve adaletsiz bir memleket oldu. Bu düzen tepe noktasına AKP iktidarında ulaştı.

Bugün Cumhuriyet’e dair konuşulması gereken, bizzat sahiplenenler nezdinde onun nostaljik bir olguymuş gibi kabul edilmesi durumu olabilir. Cumhuriyet felsefesinin içinde yaşanmıyor, sanki tarihteki bir an yâd ediliyor.

Öte yandan 1923’te kurulan Cumhuriyet’in, demokratik anlamda geliştirilip güçlendirilmesi bir yana, hiç değişmeden 2024’e kadar yaşadığı görüşü hiç azımsanmayacak kadar yaygın bir kanaat. Bırakalım 1900’lü yılları, 2002’den bu yana devam eden dönemde yaşananlar bile gözardı ediliyor. Muhalif siyasi aktörler dahi, sanki şimdi kazanılacak, yeniden kurmak için mücadele edilecek bir cumhuriyet yokmuşçasına konuşuyor.

Cumhuriyet’in sadece doğum günlerinde hatırlanması da bu yaklaşımın bir uzantısı. 29 Ekim’den 29 Ekim’e Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünü kutlamak için meydanlara davet edilen yurttaşlar, hayatın geri kalanında aynı Cumhuriyet’in kendilerine verdiği hak ve özgürlüklere ne kadar da uzak ve yabancı…

Geleneksel aile evlerinde sadece misafir geldiğinde üstündeki örtüler kaldırılıp oturmaya hazır hale getirilen koltukları kullanır gibi yaşıyoruz Cumhuriyet’i. Cumhuriyet, halkla var olan, özgür yurttaşla ve örgütlü toplumla yaşayan bir rejimdir halbuki. Cumhuriyet hesap sorma, sorgulama rejimidir aynı zamanda. Halkın olan biteni uzaktan izlediği, sahne dışına itildiği bir rejim cumhuriyet değildir.

Gerçekten demokratik bir cumhuriyetin yurttaşları, seçim günü sandığa gidip oy kullanmaktan daha fazlasını yapabilmeliler. Hayatlarını altüst eden bir iktidara ve onun tüm unsurlarına karşı direnebilmeli, sokak sokak mücadeleyi yükseltebilmeli, siyasetin hangi mecradan akacağını ve önceliklerinin ne olacağını tayin edebilmeliler örneğin…

Fabrikalarda, iş yerlerinde, çalışma alanlarında örgütlenebilmeli, alın terlerini ve bilgi-birikimlerini sömürmek için organize olan sermaye sınıfına karşı emeklerinin değerini, sosyal haklarını savunabilmeliler. Tabii “terör faaliyeti” yürütüyorlarmış gibi anayasal haklarını kullanmaktan men edilmemeliler en başta.

Bir 29 Ekim daha geride kaldı. Bugün de Cumhuriyet’in yurttaşlarıyız ve bu ülkenin gerçek sahipleriyiz. Tarihimiz de gösterdi ki bir cumhuriyet, felsefesi gereği anca sol değerlerle daha sağlam hale gelebilir.

O yüzden Cumhuriyet ideali, sadece doğum gününü kutlayacağımız bir mirastan çok daha fazlasıdır. Şimdi bu memlekete yeniden ayağa kaldıracağımız, karnını özgürlükle, demokrasiyle ve emeğin hakkını alacağı adil bir düzenle doyuracağımız bir cumhuriyet gerek.

                                                             /././

Sözcü "GÜNDEM" -31 Ekim 2024-

Cengiz, Kazdağları’nda 1 milyon ağaç kesecek -Başak Kaya-

İktidara yakın Mehmet Cengiz’e ait şirketin, Çanakkale’deki bakır madeni sahası 600 dönümden 6 bin dönüme çıkarıldı. Bölgede ağaç katliamı başladı. “Suyuma toprağıma, doğama dokunma” diyen yöre halkı talana karşı çevre nöbetinde...(https://www.sozcu.com.tr/cengiz-kazdaglari-nda-1-milyon-agac-kesecek-p100128)                                           ***

Özelleştirme fiyaskoları 1: 6.5 milyar dolar dolandırıldık -Erdoğan Süzer-

Hariri’nin şirketi geldi, 6.5 milyar dolar kârla gitti. Şirket, Türk sermayesiyle aldığı kurumu üstelik borçlu bıraktı. Özelleştirmeleri inceleyeceğimiz yazı dizimizin ilki Türk Telekom...(https://www.sozcu.com.tr/ozellestirme-fiyaskolari-1-6-5-milyar-dolar-dolandirildik-p100129)

                                                                     ***

Diyanet’in özel kalemine 87 milyon TL harcanacak -Deniz Ayhan-
2025 yılındaki 130 milyar 119 milyon TL’lik bütçesiyle altı bakanlığın bütçesini geride bırakan Diyanet İşleri Başkanlığı’nda özel kalem hizmetleri bütçesi de dudak uçuklattı. Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş’ın ‘Özel Kalem Hizmetleri’ne 2025 yılında 87 milyon 684 bin TL ayrıldı. Diyanet 2024 yılının ilk altı ayında özel kalem hizmetleri için 29 milyon 834 bin 663 TL harcadı. Harcamalar başkan Ali Erbaş’ın yazışmaları, protokol ve törenleri, yurt içi yurt dışı çalışma programlarına ilişkin hazırlıkları, yabancı uyruklu ziyaretçiler için ihtiyaç duyulduğunda tercümanların bulundurulması ve başkana refakat gibi görevleri kapsıyor.(https://www.sozcu.com.tr/diyanet-in-ozel-kalemine-87-milyon-tl-harcanacak-p100130)

(SÖZCÜ)

30 Ekim 2024 Çarşamba

Haydarpaşa Garı, Sabancılara mı veriliyor: 'Galataport yapmak istiyorlar' -Tuğba Özer/duvaR-

12 yıldır halkın kullanımına açılmayan Haydarpaşa Gar binası ve arazisinin ranta kurban edileceği endişesi, Güler Sabancı’nın elinde gara ait proje resmiyle görünmesiyle arttı.

1924’ten itibaren TCDD’nin ilk Genel Müdürlük binası olan daha sonraki yıllarda TCDD 1.Bölge Müdürlüğü binası olarak kullanılan Haydarpaşa Gar binası 28 Kasım 2010’da çıkan yangında büyük bir hasar gördü. Yangından sonra Haydarpaşa bir daha ne insan ne vapur ne de tren görebildi.

Son olarak ise Gar binası ile içerisinde bulunduğu arazi Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ile imzalanan protokolle KDV hariç 71.1 milyar TL’ye 29 yıllığına Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredildi.

Aynı protokolle Sirkeci Gar Sahası da 9.5 milyar TL’ye Kültür ve Turizm Bakanlığı’na kiralandı. KESK’e bağlı Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası’na (BTS) göre, Haydarpaşa 500, Sirkeci ise 200 olmak üzere gar binaları ve sahası toplam 700 dönüm.

GÜLER SABANCI GAR ARAZİSİNDE

Henüz kira protokolü imzalanmamışken 9 Temmuz 2024'te Sabancı Holding Yönetim Kurulu Başkanı Güler Sabancı Haydarpaşa Gar 5 Plan No’lu bina ve Toprak Mahsulleri Ofisi siloları önündeki alanda elinde gar projesi ile görüntülendi. Personel dışında, özel izne bağlı girilebilen arazide Sabancı’nın neden bulunduğu açıklanmadı. 

BAKANLIK İSTERSE BAŞKALARINA KİRALAYABİLECEK

Protokolde Gar ve arazisini 29 yıllığına kiralayan Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın arazideki taşınmazları başkalarına kiralanabileceği belirtiliyor. Protokolde, "Sirkeci ve Haydarpaşa Gar sahası alanlarında belirlenen yapılar tüzel kişilikler ve ortalıklara ait kira sözleşmesi karşılığında fonksiyonlarına göre Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından kullandırılabilecektir" ifadelerine yer verildi.

Yine protokolde, “Alanın kültürel amaçla değerlendirilmesi için hazırlanan projelerin uygulanmasına yönelik finansman bakanlık ve proje ortaklarınca karşılanacaktır” ifadesi yer aldı.

LOJMANLARA VE İŞLETMELERE ‘ACELE TAHLİYE EDİN’ YAZISI

Haydarpaşa’nın Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilmesinin ardından, Birleşik Taşımacılık Çalışanları Sendikası'nın (BTS) kiralanma işlemi ile ilgili "yürütmenin durdurulması" ve "iptal" davası devam ederken, Haydarpaşa arazisi içerisinde yer alan demiryolu işçilerine yaşadıkları lojmanları 7 gün içerisinde tahliye etmeleri yönünde yazı gönderildi. Aynı şekilde kira protokolü gerekçe gösterilerek kira sözleşmesi devam eden arazi içerisindeki işletmeler Demirspor, Deniz Büfe ve Kilisli Fiko’ya da yerlerini tahliye etmeleri yönünde yazılı tebligat gönderildi.

‘GALATAPORT YAPMAK İSTİYORLAR’

BTS Genel Sekreteri Murat Oral, Avrupa yakasında Sirkeci garımız var. Demiryolculuğu yapılacak alternatif bir gar yok. Haydarpaşa da Anadolu yakası için böyledir. 2000 yılından beri iktidarın buralarda gözü var. Çeşitli taktiklerle geldiler biz bu planları savuşturduk. Şimdi Galataport yapmak istiyorlar. Bizi yani demiryolu çalışanlarını Haydarpaşa’dan tahliye etmek için Ayrılıkçeşmesi’nin oraya bir konteyner kent yapıyorlar. Kültür Bakanlığı’na devredilmesi yeni bir taktik. Kamuoyunun tepkisini çekmeden burayı aldıktan sonra Güler Sabancı gibi zenginlere peşkeş çekmek istiyorlar, tabiri caizse buraya çökmek istiyorlar. Protokolden 46 gün önce Güler Sabancı gelip etrafı gezdi. Demiryolu işletmeciliği için olan arazinin tamamını kiralıyorsanız bu kiralamak değildir. Hiçbir kurum kendi varlıklarını 29 yıllığına borçlu çıkabileceği, kiracısının başkalarına kiralayabileceği şekilde vermez. Bizim şu an trenlerimizi park edecek alanımız yok. Eskiden Haydarpaşa’da yapılıyordu, şimdi Ankara’ya göndermek zorunda kalıyoruz.”

‘HAYDARPAŞA TREN GARI VASFINI YİTİRECEK’

2012’den beri Haydarpaşa’da demiryolu taşımacılığının yapılamadığını hatırlatan Oral, “Kültür Bakanlığı kiracısı olduğu Haydarpaşa ve Sirkeci’yi özel proje alanına çevirdi. Özel proje alanı istediğimi yaparım demek. Amaçları Söğütlüçeşme’ye viyadükler yapıp altlarına da AVM yapıp trenleri oradan Halkalı’ya göndermek, Gebze’den çalıştırmak. Bu proje uygulanırsa Haydarpaşa tren garı olma vasfını tamamen yitirecek. Buralar kıymetli siz buralarda oturmayın, çalışmayın. Buralar kıymetli olduğu için buralara el koymak istiyorlar. Kültür Bakanlığı’na kiralanması aslında bir kandırmaca." 

HAYDARPAŞA’NIN ‘BAŞINA GELENLER’

Haydarpaşa’nın başına gelenler, 2000’li yılların başına uzanıyor. "Ticaret ve turizm" merkezi yapılmak istenen bölge bugüne kadar çok sayıda proje ile gündeme geldi. 2004 yılında 70 katlı 7 gökdeleni Haydarpaşa Garı ve çevresindeki bölgeye kurgulayan, bu alanı “dünya ticaret merkezi ve kruvaziyer liman” şeklinde planlayan Haydarpaşa Port projesi ortaya atıldı.

2005’te çizilen yeni versiyonda bu kez “Haydarpaşa Venedik” olacak denildi. Haydarpaşa otel olacak”, “Haydarpaşa kültür merkezi olacak”, “Haydarpaşa müze olacak” şeklindeki söylemler devam eden yıllarda da sürdü. 2006’da İstanbul 5 no.lu Kültür ve Tabiat Varlıkları Bölge Koruma Kurulu Haydarpaşa Garı ve çevresini “tarihî ve kentsel sit alanı” ilan etti. 2013’te bu sefer Haydarpaşa’nın Olimpiyat Oyunlarına göre işlevlendirilmesi yönünde bir proje daha ortaya atıldı. 2018’te Haydarpaşa’da arkeolojik buluntular açığa çıktı.

2019’da yerel seçimleri öncesinde ise “Haydarpaşa tasarım merkezi olacak” denilen başka bir proje ortaya atıldı. TCDD, tarihi Haydarpaşa ve Sirkeci garlarının atıl durumda olan yaklaşık 29 bin metrekarelik depo sahalarını kültür ve sanat etkinliklerinde kullanılmak üzere 4 Ekim 2019 tarihinde ihaleye çıkardı. TCDD’nin yaptığı ihaleyi Hezarfen Danışmanlık Limited Şirketi kazandı.

2005’te kurulan Haydarpaşa Dayanışması ise tüm bu projelere karşı 19 yıldır, “Haydarpaşa Gardır Gar Kalacak” diyerek mücadele etmeye devam ediyor.

Tuğba Özer/duvaR-