Ataerkil utancımızın aynası Yeşilçam hurileri - TAYFUN ATAY

Daha önce de çeşitli vesilelerle dillendirdiğim üzere, gündelik hayatın içinde “hayal inşası” anlamında 19’uncu yüzyıl romanın, 20’nci yüzyıl sinemanın olmuştur. (21’inci yüzyıl da dizilerin olacak gibi görünüyor.)

20’nci yüzyılın Türkiye’de de sinemanın olduğuna dair en çarpıcı göstergelerden biri, Türker İnanoğlu’nun “Başlangıcından Bugüne (1914-2018) Afişlerle Türk Sineması” başlıklı muhteşem eseri...
Sinemamızın yapımcı ve yönetmen olarak abide isminin, kurucusu olduğu TÜRVAK'ça (Türker İnanoğlu Vakfı) yayımlanmış, tarafıma gönderilme inceliğinde de bulunulmuş, içerisinde toplam 8104 sinema afişinin yer aldığı 3700 sayfalık, iki ciltlik dev çalışması bu.

Ve “Bir resim bin kelimeye bedel” sözünü alabildiğine doğrulayan içeriğiyle, 20’nci yüzyılda yokluk, yoksulluk, kavga, dövüş, ölme, öldürme ve darbelerle geçmiş renksiz hayatımızı hayallerle renklendirenin sinema olduğunu fark etmenizi sağlıyor.

Bu kıymetli eser üzerine farklı yönlerden söylenecek çok söz var. Bununla birlikte benim ilk göz atışta takıldığım nokta, hüzünle acıyı buluşturan bir efkâr eşliğinde 1970’lerin “seks filmleri çığırı”nı aksettiren afişler oldu.

Bizim kuşak üzerindeki etkisi barizdir; çünkü ergenlik ve ilk gençlik yıllarımıza denk gelmiştir!..
Bu filmleri elbette içerisinde üretildikleri dehşet verici sosyopolitik iklimden bağımsız değerlendiremeyiz. Türkiye bir “soğuk savaş”ın sıcak zeminidir ve adına ister “sağ-sol”, ister “ülkücü-devrimci”, isterse “faşist-komünist” çatışması deyin, tam bir iç savaş ortamında günde ortalama 20 kişi cinayete kurban gitmektedir. Sokaklar, aile, konu-komşu, çoluk-çocuk insanların şen-şakrak nefes alıp verdiği yerler olmaktan çıkmıştır. (Televizyon, henüz tek kanallı ve çok kısıtlı devlet ekranı formunda eğlence ve hayal ihtiyacına kısmen cevap vermektedir.)

Bu insanların boşalttığı semt sokakları nasıl ölümcül bir eril-politik şiddetin egemenliğindeyse, onların doldurmaz olduğu sinema salonları da eril-pornografik şiddetin hâkimiyeti altına girmiştir.
Sokaklarda gencecik erkeklerin ölümüne tanık olmaktayızdır.

Sinemada ise tertemiz umut ve hayallerle beyaz perde macerasına başlamış gencecik kadınların eril bir şevk, şehvet ve şiddetle “öldürülüşü”ne tanığızdır!..

Mine Mutlu, Figen Han, Feri Cansel, Arzu Okay, Melek Görgün, Zerrin Egeliler, Zerrin Doğan ve diğerleri…

Sinema salonlarının sokaktaki ölümcül karanlıkla uyarlılık ve devamlılık içinde olduğu politik/pornografik erkek şiddetiyle yanmış bir dönemin kurbanları…

Çok ama çok güzeldiler!.. İnanoğlu’nun “Türk Sineması”nın 1’inci cildi (“1914-1979) sayfaları arasında dolaşırken fark ediyorsunuz, oyunculuğa ilk adım attıkları yıllarda da hepsi eli yüzü düzgün filmlerle karşımızda.

Bir Türkan Şoray ikizi denilebilecek Mine Mutlu mesela: 1969 yılında “İnleyen Nağmeler”de Zeki Müren’le, “Hancı”da Sadri Alışık’la, “Kaderimsin”de Murat Soydan’la, “Öldüren Aşk”ta Ediz Hun’la ve “Köprüden Geçti Gelin”de de tek başına başrolde.

Diğerleri ha keza: Arzu Okay, yavaş yavaş seks furyasının içine çekilmekte olduğu zamanda bile (1971) Engin Çağlar’la “Beyaz Kelebekler”de, Murat Soydan’la “Büyük Acı”da, Zeki Müren’le “Rüya Gibi”de başrolde. 1972’de de Kartal Tibet’le Muazzez Tahsin Berkand’ın eseri “Bir Pınar Ki”de başrolü paylaşıyor.
Feri Cansel’i 1971’de İzzet Günay’la “Gizli Aşk”da, Kadir İnanır’la “Kadifeden Kesesi”de başrolde karşımızda görüyoruz.

Sonrası hazin ve haşin... Mine Mutlu virajı çok “keskin” döner 1971’de Salih Güney’le “Seks Fırtınası”nda… 
Ötekiler de öyle. 
Ama hayli karakteristik bir örnek, 1974’te yapılmış “Ah Deme Oh De”de “janr”ın en gözde erkek oyuncularından Sermet Serdengeçti’nin bir yanında Arzu Okay’ın diğer yanında Mine Mutlu’nun yer almasıdır; konuk oyuncu kategorisinde de Feri Cansel vardır!..

Türk sinemasında 70’lerin seks furyası denince akla gelen, yukarıda isimlerini sıraladığımız bu kadınların dramatik durumu nasıl açıklanabilir?

Öncelikle onlar, “4 Yapraklı Yonca”nın (T. Şoray, H. Koçyiğit, F. Akın, F. Girik) artık olgunluk yaşlarında olsalar da seyirci nezdinde “kurumlaştıkları”, seyircinin gözünün başka “sevilecek” kadın görmek istemediği dönemde yükseliş imkanı, fırsatı, şansı aramışlardır. Sonra, yukarıda da belirttiğimiz siyasal şiddet eşliğinde toplumun “eve-kapanma” dönemi geldi. Ve sinema, kendisine gönül vermiş bu kadınların gönlünü değil etini, kalbini değil cinselliğini kazanma yoluna gitti. Onları seyirci nezdinde “sevilecek” değil “sevişilecek” kadın yaptı!..
Ancak onlar bu sürecin en masum, en onurlu ve en saygın mümessilleridir. Bizim eril utancımızın akça pakça aynalarıdırlar aynı zamanda…

O müthiş güzellikleriyle bugünkü tele-dijital dünyamızda var olsaydılar, eminim oyunculuk umut ve hayallerini böylesine örselenmeye uğramadan gerçekleştirme yolunda çok daha fazla seçenek karşılarında olacaktı.

Talihsizlikleri yanlış zamanda yanlış yerde olmalarıydı.

Şimdikiler, hani şu medya-magazinel dünyamızın içinde birbiriyle çekişen, didişen, mahkemeleşenler ise belki yine yanlış zamanda, ama doğru yerdeler denilebilir!..

1970’lerde ortalıkta olmadıklarına şükretsinler.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Afrin, ‘yedi düvel’ ve manzarayı umumiye.. - TANER TİMUR

AKP sözcüleri içerde Batı, özellikle de Amerikan düşmanlığı yapar ve bunu da “anti-emperyalizm” etiketi altında sunmaya çalışırken, dış temaslarda onlara “YPG’yi dışlayın, gerçek müttefiğiniz biziz!” mesajı veriyorlar.


“Zeytin Dalı” harekâtı başlayalı bir ay oluyor; Cumhurbaşkanı’nın geçen hafta sözünü ettiği “ısınma hareketleri” hala sürüyor. Afrin’in 350 civarındaki köyünden henüz 60 kadarı kontrol altına alındı; Afrin’e henüz girilemedi; girilip girilmeyeceği de tartışılmaya başlandı.

“Afrin’e hiç girilmemeli!” diyor muhalefet cephesi. CHP, şu ana kadar verilen kayıplara işaret ediyor, risklere dikkati çekiyor; onun da solu ise harekâtı başından itibaren yersiz ve gereksiz buluyor. Batı kamuoyunu şekillendiren yayın organları da, biraz da rahatlar görünerek, “yavaş” diyorlar; “harekât çok yavaş ilerliyor!”.


Gerçekten de harekât yavaş ilerliyor. Ve bu yavaşlık da çeşitli nedenlerle açıklanıyor: TSK’nın sivil kayıpları önlemek için çok hassas davranması; elverişsiz mevsim ve arazi koşulları; Afrin’de, Fırat Kalkanı’nda söz konusu olmayan bir dirençle karşılaşılması vb. Bu son nedenle ilgili olarak da “Biz PKK’ya terör operasyonu yapıyoruz” diyor, bir askeri analistimiz, “Ama (aslında) yedi düvelle savaşıyoruz. İşin doğrusu bu!” (M. Yarar, 12 Şubat 2018).

• • •

Evet, “işin doğrusu bu”; Türkiye Afrin’de “yedi düvel”le savaşıyor. Üstelik ilk sırada da ABD var! Washington’a Menbiç’te sopa (“Osmanlı tokadı”) gösterilirken, uluslararası mahkemelerde de dava açılması planlanıyor. Emekli Hâkim Albay A. Zeki Üçok’a göre bu konuda kuşkuya yer yok: Nikaragua’da Sandinist’lere karşı “kontra”larla işbirliği yapan ABD nasıl Uluslararası Adalet Divanı tarafından mahkûm edildiyse, şimdi de PYD/YPG ile işbirliği yüzünden mahkûm olacaktır! (Akşam, 10 Şubat). Her ne kadar verilen örnekte “Kontra”lara El Muhaberat, Sandinistler’e de daha çok PYD/YPG benzese de, burada sadece Afrin operasyonunun bu iki cepheyi birbirine yaklaştırdığını not etmekle yetinelim. PYD/YPG’lilerin Esad’ın kontrolü altındaki yerlerden rahatlıkla geçerek Afrin’e gelmeleri de bunu gösteriyor. Bakınız Reuters haber ajansı bu haberi okuyucularına nasıl duyuruyor: “Suriye’de hükümet yanlısı kuvvetler ile Kürt yönetimindeki güçler başka her yerde savaşıyor ve Şam Kürt özerklik talebine karşı çıkıyor; fakat Afrin’de ortak bir hasıma ve Türk ilerlemesini önlemek için ortak bir çıkara sahipler”. (NYT, 12 Şubat 2018).

Gerçek şu ki izlenen Suriye politikası Türkiye’ye karşı ABD’de de Cumhuriyetçilerle Demokratları birleştirdi. Bu ortak cepheye egemen olan görüşü NY Times gazetesi (31 Ocak), “yayın kurulu” imzalı başyazıda şöyle özetliyordu: “Güçlü bölgesel müttefiğiyle DAEŞ’e karşı savaşta umutsuzluğa kapılan Obama ve Trump yönetimleri, Suriye’de Kürt güçleri ile -bunların bir kısmı NATO üyesi olan Türkiye’nin sınırlarında ayaklanma halinde olsalar da- hevesle işbirliği yapmaya karar verdiler”.

• • •

Ya Rusya?
Soçi toplantısında beklediğini bulamayan Moskova da rahatsızlığını çeşitli şekillerde belli etti. Unutmayalım ki TSK ve ÖSO “Rusya nüfuz bölgesi” sayılan topraklara giriyordu ve Washington’un “Afrin’de askerimiz yok!” demesini harekâta bir çeşit “yeşil ışık yakma” şeklinde değerlendirenler oldu. Bu bağlamda ABD basınında “Türkiye’nin Suriye’ye girmesi Rusya ile ittifakını tehdit ediyor” başlıklı yazılar bile çıktı. (Time, 5 Şubat 2018).

Belli ki Putin de Kürtler’den çok Araplar’dan oluşan, fakat yönetimine Kürtlerin hâkim olduğu Suriye Demokratik Güçleri’ni (SDG) karşısına almak istemiyor. Dahası, YPG’nin bir Türk tankını Rus silahlarıyla vurduğu da söyleniyor. Nitekim “konuştuğum askeri kaynaklar,” diyor Sabah yazarı, “Saldırıda bir Rus tanksavarının (Konkurs) kullanıldığını söylüyorlar” (5 Şubat). İran’da, devlet TV’sinde de “Türkiye Suriye’de kimyasal silahlar kullanıyor” diye propaganda yapılıyor ve bu arada “İran destekli milisler de Mehmetçiğe saldırıyorlar.” (Sabah; H. Kaplan, 9 Şubat).

• • •

Tabii AB ülkeleri de gelişmelere kayıtsız kalmıyorlar: Almanya bize sattığı tankların yedek parçalarına ambargo koyuyor; Fransa, “operasyon işgale dönüşmesin!” diye parmak sallıyor; Hollanda, “size büyükelçi yollamıyorum; sizinkini de istemem” diyor vb. İslam dünyasında ise -geçelim Mısır, Suudi Arabistan gibi “ağır top” ları- Washington’dan da, Ürdün Kralı Abdullah’ın “her temasında gerek Beyaz Saray’a, gerek yönetimin diğer birimlerine, ‘Bölgede yaşanan her sorunun sorumlusu Türkiye ve Erdoğan’dır’ mesajı” verdiği ve Trump’ın da bundan “hoşnut olduğu” bildiriliyor. (S. Turgut, Habertürk, 13 Şubat).

• • •

Anlaşıldı herhalde; askeri analistimiz haklı; Suriye’de “yedi düvel”le savaşıyoruz. Yine de moraller güçlü; ülkede hayat normal seyrini sürdürüyor ve umulmadık dudaklardan hamasi nutuklar yükseliyor. Hatta analistin kendisi de “Açıkça söylemek gerekirse, diyor, Afrin harekâtında siyasal ve askeri anlamda Türkiye’nin önüne çıkacak bir güç gözükmemektedir”.


Yine de “yedi düvelle savaşmak” ve daha Afrin’e girmeden bu kadar kayıp vermek kaygıları artırıyor. Üstelik verilen kayıplara karşı, “etkisiz hale getirilen teröristlerin” her gün biraz daha kabaran sayısıyla öğünmek de terörle mücadelede parlak bir yol gibi görünmüyor. Ülke yöneticileri otuz yıl önce de “son terörist yok edilinceye kadar savaş” diyorlardı; bugün de aynı şeyi söylüyorlar. 1990’larda Tansu Çiller “Terörle mücadele ederken şehit olan bir güvenlik görevlisi karşılığında yedi terörist öldürülüyordu; bu rakam geçen hafta yirmi iki teröriste çıktı; son on yılın rekoru kırıldı” diyordu. (Hürriyet, 3 Ekim 1993). Öyle görünüyor ki son günlerde Çiller’in rekoru da kırıldı; fakat savaş bitmedi; aksine daha da yoğunlaştı ve sınırlarımızın ötesine yayıldı.

Peki, bu noktaya nasıl geldik?

• • •

Bu noktaya Milli Güvenlik Kurulu’nun 17 Ocak’ta aldığı kararla geldik. Bu toplantıda nelerin konuşulduğunu, nelerin tartışıldığını bilmiyoruz. Yine de Sabah gazetesinden bir yazar bu toplantıda “dikkat çekici ayrıntıları gün ışığına çıkaran” şu bilgiyi veriyor: “MGK’nın 17 Ocak’taki toplantısında, ‘endişelerin ağır bastığı’ anda, Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, siyasal risklerini de hesaba katarak, ‘Gereği yapılacak!’ direktifi veriyor”. Yazar bu “başkomutan kararlılığının” ABD’ye karşı net duruşta ve Rus hava sahasının açılmasında da rol oynadığını ekliyor. (Sabah, O. Müderrisoğlu, 1 Şubat 2018).


MGK’nin kompozisyonu göz önünde bulundurulursa, toplantıda “ağır basan endişeler”in kimlerden geldiği kolayca tahmin edilebilir. Buna karşılık Erdoğan’ın “başkomutan kararlılığı”nın hem dış, hem de iç politikamızdan kaynaklanan nedenleri olmalıdır.

• • •

Afrin operasyonuna karar verilirken Esad rejimi ve Rusya da İdlib’te hareket halinde idiler. Halep kurtarıldıktan sonra oradan göçenlerle beraber nüfusu iki buçuk milyonu aşan İdlib, bölgede hâkim olan El Kaide kökenli Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütüyle beraber, sınırımızda bir barut fıçısı haline gelmişti. Astana Anlaşması ile bölgede 12 gözlem noktası kurması kararlaştırılan Türkiye bunlardan sadece 5 tanesini kurmuş, 6’ncının tesisine ise yeni başlanmıştı. Oysa İdlib’teki Rus-Suriye atağı ile çok zor bir durum ortaya çıkıyordu. Rusya, İdlib sorununu da “Grozni metodu”yla çözmek istiyor, bu ise Ankara’yı ürkütüyordu. 1990’larda Putin, Çeçen direnişini Grozni şehrini tahrip ederek bastırmış ve sonra da yeniden inşa ederek “karizma”sını cilalamıştı. AKP sözcüsü bir gazetede Putin’in “Çeçen Savaşı” geçenlerde şöyle özetleniyordu: “2000’li yılların başında tamamen harabeye dönüşmüş haldeki Grozni’yi görmüş olanlar, Çeçen başkentinin bugünkü mamur ve modern manzarasına inanmakta güçlük çekeceklerdir” (Yeni Şafak, Taha Kılınç, 7 Şubat).

Bu durumda akla şu soru geliyor: acaba şimdi de sıra İdlib’e mi gelmişti? “Önce yık- sonra yap” yöntemi orada da mı uygulanacaktı? İdlib’li gazeteci Ekrem el Ahmed de, Aralık 2017’de başlayan Rusya-Suriye bombardımanının 4 Şubat’tan sonra yoğunlaştığını, hatta zehirli gazın da kullanıldığını söylüyor ve şunları ekliyordu: “Bu bir Grozni senaryosudur. Her şeyi tahrip etmek, ancak ondan sonra siyaset konuşmak istiyorlar. Astana mütarekesi hiçbir zaman uygulanmadı. Soçi Konferansı sırasında bile bombardıman devam etti. Daha seyrekti, fakat sonra tekrar yoğunlaştı” (Le Monde, 6 Şubat 2018). Aynı kaynağa göre DAEŞ de İdlib’e doğru çekildi ve Ekim 2017’de Suriye hücumu başladığından bu yana Esad güçleri 110, DAEŞ de 70 köy ele geçirdiler. Rejim, girdiği topraklardan 350 bin kadar insanı sürdü ve “İdlib nüfusu her geçen gün biraz daha artıyor”.


• • •

Yukarıdaki tablo ne gösteriyor? Yoksa Afrin operasyonu bu konuda bir pazarlığın sonucu olarak mı başladı? Batılı bir diplomatın ifadesiyle, Erdoğan, harekât başlarken Putin’e “Ver Afrin’i, al İdlib’i der gibi” miydi? (Le Monde, 20 Ocak 2018). İdlib sınırlarında biriken on binlerce göçmen adayı, kuşkusuz bu gibi ihtimallere olanak vermiyor. Ne var ki kontrolden çıkabilecek gelişmelerin pratikte böyle bir potansiyel taşıdığını da kimse yadsıyamaz.

• • •

Carl von Clausewitz “Savaş, siyasetin farklı araçlarla devamıdır” diyordu. Sonuç olarak, Afrin operasyonu bu açıdan acaba nasıl değerlendirilebilir?

AKP iktidarı çoktandır siyasetini -içerde ve dışarda- “kutuplaşma” ilkesine dayandırıyor ve Suriye çıkartmasını da “milli mutabakat”ın bir aracı gibi kullanmaya çalışıyor. Nitekim vurucu gücü Feylak el Şam (Suriyeli Müslüman Kardeşler) ve Sultan Murat Birliği (Türkmen Tugayı)’ndan oluşan ÖSO’da bu “mutabakat” sağlanmış bulunuyor. Amaç, “yerli ve milli güçleri” harekete geçirerek, içerde “teröristleri”, dışarda da “düşmanları” bertaraf etmek! Oysa “terörist” kavramı çok sayıda STK’yi, bazı meslek kuruluşlarını, sol partileri ve CHP’yi kapsayacak şekilde tanımlanarak onlarca milyon vatandaş damgalanıyor ve kavram da anlamını kaybediyor. Savaşın iç politikada malzeme yapılmasını eleştirenler ise öfkeyle karşılanıyor ve susturulmaya çalışılıyor. Ne var ki AKP Başkanı, örneğin İlker Başbuğ’u bu nedenle “hesap vermek”le tehdit ederken, bir AKP milletvekili de bir TV kanalında partili yandaşlarına şu “müjde”yi veriyor: “Buradan müjde veriyorum. Hiç ummadığınız CHP’nin tabanı bu ittifaka oy verecektir. Daha da ileri giderek söylüyorum. Başkanlık seçiminde de yerel seçimde de CHP tabanının da, tavana rağmen, bu ittifak hattında bulunacağını iddia ediyorum”. (Metin Külünk; Şirin Payzın ile söyleşi). Atlantik ötesinde de bu görüş yaygın görünüyor ve New York Times Yazı Kurulu, bir başyazıda harekâtı okuyucularına şu sözlerle duyuruyor: “Harekât, Erdoğan’ın, ABD’nin düşman olarak gösterilerek iç destek sağlamaya çalıştığı uzak planlı stratejisinin bir parçası olarak görünüyor” (NYT, 31 Ocak).

• • •

Aynı ikili dile -daha da çarpıcı şekilde- dış politikada tanık oluyoruz. AKP sözcüleri içerde Batı, özellikle de Amerikan düşmanlığı yapar ve bunu da “anti-emperyalizm” etiketi altında sunmaya çalışırken, dış temaslarda onlara “YPG’yi dışlayın, gerçek müttefiğiniz biziz!” mesajı veriyorlar. Örneğin AKP’nin resmi organı gibi yayın yapan Yeni Şafak’ta, başyazar, “ABD Türkiye için düşman ülkedir” başlıklı makale yazarken (26 Ocak), Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu da, iki gün sonra New York Times’de yayınlanan makalesinde, ABD’nin YPG’ye dayanmakla hata yaptığını, “zaten Türkiye gibi yetenekli bir partnere sahip olduğunu” söylüyor ve yazısını şu cümleyle noktalıyor: “Bu esas savaşta, Türkiye, ABD’nin saygısına ve desteğine layıktır”. (NYT, 28 Ocak 2018). Daha iki gün önce de, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un Ankara’ya yaptığı ziyarette aynı yönde, sıcak, fakat belirsiz (içi boş) “dayanışma”, “birlikte hareket etme” mesajları veriliyor.

İşte “Zeytin Dalı Operasyonu”nun bu ilk ayında “manzarayı umumiye” böyle görünüyor ve Mehmetçiğin acımasız kış koşullarında cepheye yollandığı, hamasi nutuklarla her türlü tartışmanın yasaklanmaya çalışıldığı bu günlerde, tüm aydın ve demokratlara düşen de, tam bir özgürlük içinde olayları izlemek ve gelişmeleri tüm boyutları ile aydınlatmak görevi oluyor.


Taner Timur / BİRGÜN

Tillerson’ın ziyareti, yeni yetmez ama evetçiliğin sefaleti - FATİH YAŞLI

“Çelişki” siyasette önemlidir, neyi “asıl çelişki” olarak gördüğünüz siyasal pozisyonunuzu, siyasal tutumunuzu ve siyasal eyleminizi belirler. Dünün yetmez ama evetçileri asıl çelişkiyi “demokrasi güçleri”yle “vesayet güçleri” arasında görüyor “ve demokrasi güçleri”nden saydıkları iktidar partisini “demokratikleşme” adına destekliyorlardı. Bugünün yetmez ama evetçileri ise asıl çelişkiyi “milli güçler”le “emperyalizm/ABD” arasında görüyor, iktidar partisini de “milli güçler”e dahil ediyor ve “millilik” adına destekliyorlar.


Dün iktidar partisinin Türkiye’yi demokratikleştirmek gibi bir hedefinin bulunmadığını, bunun bir göz boyama anlamına geldiğini, amacın rejimi değiştirmek olduğunu söyleyenler görmezden geliniyordu, bugün de benzer bir durum söz konusu. Ortada milli bir iktidar, milli bir duruş, anti-emperyalist bir tavır olmadığını, meselenin ülkenin değil iktidarın bekası olduğunu söyleyenler aynı şekilde görmezden geliniyor. Oysa sadece son birkaç günde yaşananlara bakmak bile ikinci yetmez ama evetçiliğin düşünsel sefaletini ortaya koymaya yetiyor.

İktidara Amerikan karşıtlığı, anti-emperyalizm gibi fıtratında asla olmayan özellikler atfediledursun, ABD Dışişleri Bakanı Tillerson Türkiye’ye geliyor ve taraflar yeni bir pazarlık düzleminde buluşmayı başarıyorlar. Tillerson’la kapalı kapılar ardında ve üç buçuk saate yakın bir süre, üstelik resmi tercüman olmaksızın, Dışişleri Bakanı’nın tercümanlığında neler konuşulduğunu, nelerin vaat edildiğini, nelerin istendiğini şimdilik net olarak bilemiyoruz ama bildiğimiz bir şey var: Türk sağı bir kez daha asıl aşkı ABD’ye kavuşmayı, o güzel günlere dönmeyi istiyor, bunun için uğraşıyor. Biz de böylece ortada uzlaşmaz bir çelişki, anti-emperyalizm ya da ABD karşıtlığı değil, bir çıkar çatışması bulunduğunu, ülkenin değil iktidarın beka sorunu olduğunu bir kez daha anlıyoruz.

Tillerson’ın ziyareti üzerinden devam edelim. Yeni yetmez ama evetçiliğin Suriye’ye dair tezleri şöyleydi: Bir, Türk askeri Suriye’nin toprak bütünlüğü için orada bulunuyor ve iki, Türk ordusu Suriye’de ABD’yle ve emperyalist güçlerle savaşıyor. Bunun böyle olmadığı Suriye devletinin Zeytin Dalı Operasyonu’na karşı en başından beri takındığı tutumla ve operasyonu “işgal” olarak nitelendirmesiyle zaten açığa çıkmış durumdaydı ancak Tillerson’ın ziyaretinin sonuçları bunu çok daha net bir şekilde ortaya koydu.

Reuters’ın haberine göre Türkiye ABD’ye Minbic’i birlikte kontrol etmeyi önerdi. Yani Suriye’de ABD’yle Suriye’nin toprak bütünlüğü adına savaştığı iddia edilen iktidar ABD’ye, Suriye’nin bir bölümünü birlikte kontrol etme teklifinde bulundu. İki dışişleri bakanının görüşmesi sonrası açıklanan deklarasyon da iki hükümetin Suriye’de, özellikle Fırat’ın batısında, ortak hedeflerle, ki açıkça ifade edilmese de asıl hedef Esad’ın devrilmesi ve rejim değişikliği, birlikte çalışmaya hevesli olduklarını açık bir şekilde gösterdi.

Bu kadar mı peki? Elbette ki hayır. Tillerson’ın Türkiye ziyaretinin yankıları sürerken sınırın öte tarafından Suriye ordusunun Afrin’e girmesi ve kenti korumasına dair yapılan görüşmelerde hayli mesafe alındığı, ordunun çok yakın bir zamanda Afrin’de konuşlanacağı haberleri geliyordu. Yani günümüzün yetmez ama evetçilerinin iddia ettiğinin 180 derece tersi istikamette bir gelişme yaşanıyor, Suriye’deki meşru otorite olan Şam yönetimi, Afrin’deki operasyonun kendi toprak bütünlüğü için değil, bölünüp parçalanması için yapıldığını söylemiş oluyor ve bunu engellemek adına harekete geçiyordu.

Daha önce defalarca yazdık ama tekrar etmekte bir sakınca bulunmuyor: Türkiye son on beş yılda sanayisiyle, tarımıyla, ekonomisiyle emperyalizme daha bağımlı hale getirilmiş, maceracı dış politika yüzünden de emperyalizmin müdahalelerine çok daha açık bir ülke konumuna düşürülmüştür. Ordusu, yargısı, bürokrasisi, önce bir cemaate teslim edilmiş, sonra da cemaatle mücadele adı altında büyük bir tasfiyeye maruz bırakılmış, kurumsallığını bütünüyle yitirmiştir. Hukuk sistemi en son Deniz Yücel tahliyesinde de görüldüğü üzere bütünüyle siyasileşmiş, objektifliğini yitirmiş ve birtakım pazarlıkların aracına dönüşmüştür. Kararlar parlamentoda ve bir müzakere/tartışma sürecinin sonunda ortak bir akılla değil, Saray’da ve tek adamın etrafındaki dar bir klik tarafından alınmaktadır. Ülkenin bir parlamentosu, anayasası ve kurumları yoktur, çökertilmiştir.


Velhasıl buradan millilik çıkmaz, buradan anti-emperyalizm çıkmaz, buradan “vatan savaşı” çıkmaz, buradan ülkenin bekası çıkmaz. Yeni “yetmez ama evet”in ısrarla görmek istemediği budur ve bu görmeme hali tüm bu yaşanan sürecin suç ortağı olmak anlamına gelmektedir, tıpkı dünün yetmez ama evetçileri gibi bugünün yetmez ama evetçileri de bu anlamda suça ortaktırlar.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Bilimin aydınlatmadığı toplumları şarlatanlar aldatır - ANIL ABA

Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçları, evlilik terapistleri, işyeri psikologları, yoga kursları ve meditasyon eğitimleri sorunların kaynağını, toplumsal tasarım olarak değil de, bireyin kendi yanlışları, tembelliği, bilgisizliği ve yetersizliği olarak gösterirler.

Şarlatanlık yeni bir meslek değil, yüzyıllardır icra ediliyor. Amerika’da bir ara “televanjelist” pastorlar furyası vardı. Mucizevi güçlere sahip oldukları düşünülen bu papazlar, mega kiliselerden yaptıkları canlı yayınlarda “hallelujah” diye bağırarak kötürümleri ayağa kaldırır, görme engellilerin gözlerini açar, kanser hastalarını iyileştirirlerdi. Hesapta…
Aldıkları reklamlar, sattıkları kasetler ve kaçırdıkları vergilerle hepsi köşeyi döndü. Tabii zamanla araştırmacı gazeteciler bu üçkâğıtçıların foyalarını bir bir ortaya çıkardılar. Hatta en meşhur dalaverecilerden olan Benny Hinn bir televizyon programında sıkıştırılınca hata ettiğini söyleyip özür dilemek zorunda kalmıştı.

Bizim daha yakından tanıdığımız Uri Geller ise konsantrasyon ve enerjinin gücüyle metal anahtarları, çatalları, kaşıkları eğip büktüğünü ve insanların zihinlerini okuduğunu iddia ediyordu. Oysa yaptığı şey zaten bükülmüş olan çatalları, el çabukluğuyla, bükülmemiş olanlarla değiştirmekten ibaretti. Çıktığı bir programda, beklemediği bir şekilde, Geller’in getirdiği kaşıkları değil de sunucunun aldığı başka metal eşyaları bükmesi istenince “bu akşam kendimi güçlü hissetmiyorum” diyerek programı terk etmişti. Bir süre ortalardan kaybolan “sihirbaz” Geller daha sonra karşımıza spiritüel motivasyon konuşmacısı olarak çıktı. Hatta 2011 senesinde Türkiye’ye gelip bir kişisel gelişim semineri vermişti.

Biletix üzerinden satılan seminer biletleri, o zamanın parasıyla, 200 liraydı. 500 kişi gelmiş olsa, 100 bin lira. Üçüncü sınıf bir şarlatan için gayet iyi.

Pazar sabahları TRT’de yayımlanan kovboy filmlerinde görmüşsünüzdür; Vahşi Batı'da at arabasıyla kasaba kasaba gezip romatizmayı iyileştirme vaadiyle millete yılan yağı pazarlayan satıcılar varmış. O dönemlerde bu üçkâğıt o kadar tutmuş ki yılan çiftlikleri kuranlar bile olmuş. Bugün Amerika’da şarlatanlara, bu tezgâha referansla, “yılan yağı pazarlamacısı” (snake oil salesman) denir.

Günümüzün yılan yağı pazarlamacıları
Modern zamanların bir numaralı yılan yağı pazarlamacısı kuşkusuz, kişisel gelişim uzmanı ve yaşam koçu, Anthony Robbins’tir. “Zengin olmayı beklemeyin, hemen şimdi olun” sloganı favorimdir. “Sınırsız Güç” ve “İçindeki Devi Uyandır” kitapları hâlâ baskı yapmaya devam eden kişisel gelişim klasiklerindendir. Tony Robbins, kapalı gişe oynayan kişisel gelişim seminerlerinde televanjelist papazlar gibi bağırıp çağırarak insanların içinde sıkışan enerjiyi dışarı çıkarmalarını sağlıyor. Yerseniz… Motivasyon gurusu olarak yediği ekmeğin sınırlarına geldiğinden olsa gerek birkaç sene evvel borsa ve emlâk danışmanlığı yapmaya başlamıştı (Money: Master the Game). Konuyla ilgili herhangi bir formasyonu olmayan biri için epey alakasız bir yönelim gibi duruyor. Nitekim Robbins’in başarı balonu, işin içine biraz ciddiyet girince, patladı. Danışmanlığını yaptığı portföyler yüzde 55 ile 90 oranında değer kaybedince kitabın satışları da yerle bir oldu. Robbins de çareyi elde kalan kitapları bedava dağıtarak reklam yapmakta bulmuştu. Bundan birkaç sene evvel de Robbins’in motivasyon seminerlerinden birinde, düşünce gücüyle acıyı yok edeceklerini sanarak kor kömürlerin üzerinde yürüyen 21 müridi üçüncü dereceden yanıkla hastanelik olmuşlardı. Hastanelik olanlardan biri yeterince güçlü düşünemediğini söylemişti. Tek kelimeyle idiotizm…

Biz her şeyi çok güzel kopyalıyoruz. Nasıl artık iç pazarda yerli yapım dizi ve filmler Hollywood yapımlarını gişede ezip geçiyorsa kişisel gelişim sektöründe de yerli şarlatanlarımız piyasayı Amerikalı meslektaşlarının elinden almış durumda. Her Şey Seninle Başlar, Her Şey Beyinde Başlar, Limit Sizsiniz, Başarı Bilimi (evet böyle bir bilim dalı çıkmış), Azmin Zafer Öyküleri gibi kitaplarla nam salan Mümin Sekman bizde bu işi en iyi yapan kişisel gelişimcilerden. “Baş + arı: ‘Baş’ olmak için ‘arı’ gibi çalışmak gerekir” gibi 7-10 yaş zekâ seviyesine hitap eden sloganlarla dolu kitapları bugüne kadar toplamda 3 milyondan fazla satmış. Her kitaptan 3 lira kalsa en az 9 milyon lira. Gayet iyi. Miami’de bir evi, İstanbul’da bir evi, değmeyin keyfine Mümin abimizin…

Beynine Format At, Sağlığına Format At, Yıka Beynini gibi kitaplarla köşeyi başarıyla dönen Barış Muslu insanların kafasına vurarak bilinçaltına format attığını iddia eden yerli ve milli kişisel gelişim uzmanlarımızdan. Barış Bey, çıktığı kadın programlarında, “neuro format” seanslarında yaptığı şeyin aslında insanların duygularını temizlemek olduğunu söylüyor. Duygu temizlemek. Evet.

En son kendisine Adriana Lima ile ilgili sorular yönelten gazetecilere “Ben bilim insanıyım, magazin figürü değilim” diye atar yapan “ruhparçam” Metin Hara da yeni çıkan kişisel gelişim gurularımızdan. Bir yandan aşk, tasavvuf, sufizm ve nefes; diğer yandan alfa ve beta beyin dalgaları, fizyoterapi, bilim… Diyor ki “Bana mesleğimi soruyorlar. Ben basit bir temizlikçiyim. Kalbinin tozunu alıyorum. Hakikat o tozların altında yatıyor.” Anlaşılan kişisel gelişimde son zamanların trendi duygu temizlemek, kalp temizlemek.

Modern umut tacirleri ve “terapötik” söylem
Dikkat ederseniz tüm kişisel gelişim gurularının ortak özelliklerinden biri hepsinin bu işi yaparak zengin olmaları. Mesela herkes Robin Sharma’yı Ferrarisini Satan Bilge kitabıyla tanıyor; ondan önce adamın adını, sanını ya da herhangi bir başarısını duyan yok. Adamı zengin eden şey zenginlik üzerine yazdığı kitaplar. Ya da kimse Mümin Sekman’ın, Metin Hara’nın daha önce ne yaptıklarını bilmiyor. Durumu özetleyen çok iyi bir Zaytung haberi vardı: “Yıllardır nasıl zengin olunur kitapları okuyarak bir türlü zengin olamayan üniversite öğrencisi çareyi nasıl zengin olunur kitabı yazmakta buldu.”

Bakın burada 15-20 milyar dolarlık müthiş bir endüstriden söz ediyoruz. Kişisel gelişim kitapları, videolu eğitim setleri, motivasyon seminerleri ve yaşam koçluğu paketleri… Mesela Tony Robbins’in seminer biletleri 1095 dolar (genel satış) ile 2995 dolar (Diamond Premiere) arasında değişiyor. Adam şarlatanlık mesleği sayesinde 500 milyon dolar servet biriktirmiş, kendine San Diego’da kale satın almış, özel helikopteri falan var. Robin Sharma’nın akademisinde dört günlük eğitimin fiyatı 5000 dolar. Barış Muslu bir saatlik kafana vurma seansları için 400 lira alıyormuş. “Umutsuz plaza kadınlarının yakışıklısı” Aret Vartanyan’ın “kişisel dönüşüm” programı 1600 lira. Birebir dönüşüm seanslarının saati ise 550 lira. İsterseniz hayatınızı FaceTime üzerinden de değiştirebiliyormuş.

Peki Aret Bey, ya dönüşemezsek? Metin Bey, ben bir türlü alfa beyin dalgalarını kontrol edemiyorum? Mümin Bey, ‘arı’ gibi çalışıyorum ama hâlâ ‘baş’ olamadım? Anthony Bey, verdik 3000 doları da bir türlü köşeyi dönemiyorum? Enerji sıkıştı içimde, çıkmıyor?

Yandı gülüm keten helva. Hiçbir garantisi ya da mesuliyeti yok. Sana sattıkları şey bu değil ki zaten. Adamlar kurumsal hayattan sıkılmışlar; alın teriyle çalışarak konforlu bir hayata ulaşamayacaklarını çok iyi anlamışlar ve kestirmeden zengin olmanın bir yolu olarak millete yalan satıyorlar. Bu kadar. Sen de kendini çaresiz hissediyorken sağda solda bu umut tacirlerinin vaatlerini ve sloganları görüyorsun; sonra yaşam atölyesi, girişimcilik atölyesi, zart atölyesi, zurt atölyesi derken gitti 4000 lira. Geçmiş olsun. Bir bardak soğuk su. “Ama çok etkileyici konuşuyordu.” E herhalde yani, bütün olay ondan ibaret zaten…

Hepsinin son derece kuvvetli iletişim, hitabet ve pazarlama becerileri olduğu aşikâr. Tony Robbins seminerine katılan Kanadalı bir arkadaşımla tartışırken “Adamın ne anlattığına katılmak zorunda değilsin ama satış becerilerinin ve pazarlama yönteminin çok başarılı olduğuna itiraz edemezsin” demişti. Ona ne şüphe üstadım! Herif seni kor kömürün üzerinde koşturmuş, üç gündür evde yampiri yampiri yürüyorsun, üstüne 3000 dolarını almış ve hâlâ bu şarlatanı savunuyorsun. Neyine itiraz edeyim?!

Kişisel gelişim sektörünün müşteri kitlesini, büyük oranda, “kaybedenler” (loser) ve kaybettiğini hissedenler oluşturuyor. Sosyolog Eva Illouz, “Saving the Modern Soul” kitabında, son dönem kapitalizminin bir parçası olan kişisel gelişim şarlatanlarının, hayatta bir çıkış yolu bulamayan insanları “şifa verici” (therapeutic) bir söylem kullanarak tuzağa düşürdüğünü anlatır. Kapitalizm herkes için refah, zenginlik, sağlık, mutluluk, barış ve özgürlük vaat eder. Oysa gerçekte olan insanların dişlerini sıkarak günü tamamladıkları anlamsız işler, kimsenin ihtiyaç duymadığı ama yine de satın aldığı tüketim zımbırtıları, petrol savaşlarında ölen insanlar ve arkası psikolojik travmalarda dolu ekonomik krizlerdir. Bu ahvâl ve şerait içinde sıkışan insanlar, etkileyici bir hitabet ve aldatıcı sloganlarla kısa yoldan kurtuluş vaat eden “guru” gürültücülerin büyüsüne kapılabiliyorlar.

Aynı “terapötik” söylemi televizyon şovlarında da görebilirsiniz. Büyük sorunlar; bunları tek başına çözemeyen insanlar ve her derde deva bir Oprah Winfrey, Mehmet Öz, Serap Ezgü, Müge Anlı, Barış Muslu, Mümin Sekman ya da Anthony Robbins… Müthiş bir sahne performansı ve programın sonunda, geçici bir süre için de olsa, kendinden geçerek rahatlayan insanlar… Mesela Aret Vartanyan’ın Instagram sayfasındaki reklam sloganı “Sorularınıza cevap, sorunlarınıza çözüm bulmak için Aret Vartanyan ile Birebir Seans.” Kimse de demiyor ki sen kim olarak, hangi vasıfla insanların sorunlarına çözüm bulacağını iddia ediyorsun. 

Gazeteci Steve Salerno kitabında (Sham) motivasyon konuşmalarına gidenlerin yaklaşık yüzde 80’inin devamlı müşteriler olduğunu söylüyor. Çünkü kişisel gelişim saçmalıkları insanların sorunlarına gerçek çözümler üretmiyor. En fazla, plasebo etkisiyle, insanlarda geçici olarak bazı şeylerin düzeldiği hissi uyandırıyor. Ama son kertede kimsenin yedi adımda CEO olduğu ya da üç adımda zengin olduğu falan yok.

Bilim yoksa…
Oysa bu noktada belirleyici olan bilimsel kriterler olmalıdır. Geniş bir örneklem kullanarak randomize, çift-kör ve kontrollü deneyler sonucunda elde edilen bulgular, istatistiki olarak anlamlı bir şekilde gerçekten düşünce gücüyle acıyı yenebileceğimizi plasebo etkisinden arındırarak gösterebiliyorsa, Tony Robbins’e Nobel Ödülü verelim.

Tıpkı tıbbi bir prosedürün etkisini test eder gibi, Robbins’in vaazlarına katılan 300 kişi alınır; diğer yanda kişisel gelişim saçmalıklarıyla uğraşmayan ama hayatta başarılı olmak için üniversiteyi ciddiyetle okuyan, bilim, sanat ve edebiyatla ilgilenen 300 kişi daha alınır; son olarak bir de kontrol grubu alınır. 20 sene boyunca bu insanların hayatlarının akışı incelenir. Sonra bakılır, ortalamada, kişisel gelişim kitapları ve motivasyon konuşmalarının insanların hayatları, gelir durumları ve başarıları üzerinde pozitif bir etkisi var mı yok mu diye. Sizinkini bilmem ama benim hipotezim ikinci gruptaki insanların diğerlerinden daha başarılı olacağıdır. Fayda-maliyet açısından da bakıldığında, kişisel gelişim şarlatanlarına her yıl verilen 20 milyar doları, misal, eğitim için kullanmak topluma çok daha büyük fayda sağlayacaktır.

Fakat kişisel gelişim saçmalıkları “ben yaptım oldu,” “bende işe yaradı,” “bizim bir arkadaş çok faydasını görmüş” gibi münferit örnekler üzerinden normalleştiriliyor. Bu vakte kadar kişisel gelişim kitaplarının bir halta yaradığını gösteren doğru dürüst hiçbir akademik yayına rastlamadım. Rastlayan varsa beri gelsin. Olayın bilgisizlikle ya da eğitimsizlikle de alakası yok. Bilakis pahalı seminerlerin, atölyelerin ve birebir seansların esas hedef kitlesi ekseriyetle üniversite okumuş, beyaz yakalı plaza insanları.

Liberal ideolojinin bir uygulaması
Aslında tüm bu tezgâhların liberalizmde önemli bir fonksiyonu var. Bundan ötürü de sistem, normal şartlar altında yasaklanması gereken bu şarlatanlıklara göz yumuyor. Malum, liberal ideolojinin temel unsuru bireyciliktir. Illouz’un bahsettiği terapi kültürü işte bu liberal bireyciliğin üzerine inşa edilir. Kişisel gelişim kitapları, yaşam koçları, evlilik terapistleri, işyeri psikologları, yoga kursları ve meditasyon eğitimleri sorunların kaynağını, toplumsal tasarım olarak değil de, bireyin kendi yanlışları, tembelliği, bilgisizliği ve yetersizliği olarak gösterirler. Mesela Mümin Sekman’ın en çok satan kitabının adı “Her Şey Seninle Başlar.” Problemi doğrudan bireye indirgiyor. Aret Vartanyan diyor ki “Yetiştirdiğin meyveyi beğenmiyorsan hatayı ektiğin tohumda arayacaksın.” Belki yağmur yağmadı, belki devlet düşük fiyat açıkladı?

Eğer bu hayatta kaybediyorsan, sorumlusu sensin, kapitalizm değildir. Aksine, kapitalizm fırsatlar sistemidir. Bu sistemde herkes Bill Gates olabilir. Sen bu fırsatları değerlendirmeyi bilmediğin ve içindeki devi uyandıramadığın için geridesin. Ama merak etme; kişisel gelişimciler “küçük bir ücret” karşılığında bütün sorunlarını çözmende yardımcı olabilirler. Tony Robbins’in eğitim paketi sayesinde hayatını değiştirebilir, makus talihini yenebilirsin.

Mesela sosyalizm bu açıdan çok kolaydır. Traktörün yenilenmediyse ya da işsiz kaldıysan muhatabın Gosplan’dır. Senin sorununu çözmek devletin ve partinin mesuliyetindedir. Bireyler sorumluluk hissetmez. Bir kişinin evsiz kalması tüm toplumu bağlar. Fakat liberal ideolojide “her koyun kendi bacağından asılır.” Ve sistem, sebep olduğu sorunların bedelini bireyin üzerine atar. Siz hiç, kapitalizmde, işsiz kaldığı için ekonomi bakanını suçlayan birini gördünüz mü? 

Kapitalizmde işsizseniz, mutsuzsanız, tükenmişseniz veya çocuğunuzun okul masraflarını karşılayamıyorsanız sorumlusu sizsinizdir. Etkili özgeçmiş yazmanın beş kuralını, reklam ve pazarlamanın inceliklerini, CEO olmaya giden yedi yolu, Bill Gates’in hayatını, başarının bilimini, zenginliğin formülünü ve mutluluğun sırrını bilmiyorsanız kabahat sizdedir. Çözüm olarak da Mümin Bey’in Migros sepetlerinde on liraya satılan kitaplarını okuyup Aret Bey’in yaşam atölyelerine gitmeniz gerekir.

Anıl Aba / BİRGÜN

İnşaat sektöründe tehlike çanları - MELİH YEŞİLBAĞ

AKP’li yıllarda inşaat sektörünün konumu çok çeşitli boyutlarıyla tartışma konusu olmaya devam ediyor. Sektörün son 15 yılda geçirdiği dönüşüm, AKP iktidarlarının inşaat sektörünü ihya etmeye yönelik sistematik bir strateji dahilinde hareket ettiğini açıkça gösteriyor. Fakat meseleyi dar anlamıyla bir iktisat politikası tercihinden ibaret olarak görmek eksik bir değerlendirme olur. Zira inşaat stratejisi çeşitli veçheleriyle bir dizi farklı siyasal ve ideolojik alanla ilintili. Söz gelimi, bayındırlık faaliyetlerinin, özel olarak da mega projelerin AKP’nin seçim stratejilerinde önemli bir yere sahip olduğunu, AKP seçmeninin her türlü tuhaflığı sineye çekerken “ama yol yaptılar” gerekçesine yaygın olarak sığındığını biliyoruz.


Haziran Direnişi’ni fitilleyen olayın Gezi Parkı’na AVM projesi, dolayısıyla mekânsal bir mesele olması da tesadüf değil, AKP döneminde açığa çıkan ve dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın istifasıyla sonuçlanan büyük yolsuzluk skandalında imar usulsüzlüklerinin merkezi bir yer kaplaması da. Dahası, devlet ihaleleri ve arazi tahsisi üzerine kurulu bir sektör olarak inşaat,  “yandaş sermaye” yaratmak için son derece uygun imkanlar sağlıyor. Uzun vadeli borçlanma yoluyla ev sahipliğinin emekçilerin düzenden kopmasını zorlaştıran bir disiplin etkisi yarattığı da malum. Örnekler çoğaltılabilir. Özet olarak, AKP döneminde inşaatın kazandığı önem bir sektörel öncelik meselesi olmanın çok ötesinde anlamlara sahip.

Bu alanların her biri ayrı ayrı üzerinde durulmayı hak ediyor. Bugün, son zamanlarda konut satışları ve fiyat endekslerindeki dalgalanmalar üzerinden yeniden gündeme gelen inşaat sektörünün kriz dinamikleri meselesini ele almak istiyorum. 

Temel bir göstergeyle başlayalım. İnşaat sektörünün Türkiye ekonomisinde giderek artan önemini ortaya koyan en net gösterge sektörün katma değer içerisindeki payı. Aşağıda görülebileceği gibi, söz konusu gösterge AKP’li yıllarda belirgin bir yükseliş trendi sergilemiş. AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında yüzde 5,1 olan sektör payı 2008’de yüzde 7,7’e yükselmiş, dünya krizinin etkisiyle kısa süreli bir düşüşün ardından tekrar yükselmeye başlamış ve 2016 yılında yüzde 9,7’ye ulaşmış. Bu trend, sektörün ülke ekonomisi içerisindeki ağırlığının 14 yılda neredeyse iki katına çıktığını gösteriyor. Bu değerlere uluslararası bir karşılaştırma perspektifiyle baktığımızda Türkiye’nin genel eğilimden belirgin bir şekilde ayrıştığını görebiliyoruz. 2016 yılında gerçekleşen yüzde 9,7 oranıyla Türkiye, yüzde 5,3’lük AB ortalamasının epey üstündedir ve OECD ülkeleri arasında açık ara farkla birinci konumdadır. Dahası, bu oran 2008 krizinde inşaat ve gayrimenkul sektörü kaynaklı sorunlar yaşayan İrlanda, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerin kriz öncesi oranlarına oldukça yakındır.

Kaynak: OECD

Sektörün istihdam edilen işgücü içerisindeki payı da benzer bir örüntü sergiliyor. TUİK verilerine göre, İnşaatın istihdamdaki payı 2005 yılında yüzde 5,6 iken 2016’te yüzde 7,3’e yükselmiş. Bu dönemde toplam istihdam edilen kişi sayısı 19,6 milyondan 27,2 milyona çıkarak %39 oranında artarken inşaat sektöründeki istihdam 1,1 milyondan 2 milyona çıkarak yüzde 81 oranında artmış.

Sadece katma değer ve istihdam payı üzerinden baktığımızda dahi ülke ekonomisi içerisinde hatırı sayılır bir yere sahip olduğunu görebiliyoruz. Dahası, inşaat malzemeleri, mobilya vs. gibi ileri ve geri bağlantıları da dikkate aldığımızda aslında sektörün bu paydan daha büyük bir yer kapladığını söylemek mümkün. Sonuç olarak, sektördeki olası bir tıkanıklığın ciddi sonuçları olacağını söyleyebiliyoruz. 
  
İnşaat sektörünün faaliyet hacmini ölçmenin bir yolu TUİK’in yayınladığı yapı izin istatistikleridir. Bu verilere göre, yapı izni alınan toplam daire sayısı 2002 yılında 162 binden, 2006 yılında 600 bine, 2016’da ise 998 bine yükselmiş. 2017 yılı için söz konusu rakam son çeyrek hariç 1,1 milyonun üzerinde. Açık ara bir rekor anlamına gelen 2017 rakamları, bir dizi belirsizlik sinyaline karşın konut üretiminde bir soğuma eğiliminin olmadığını gösteriyor.

AKP’li yıllarda bu kadar hummalı bir konut inşaatı faaliyeti olmasına karşın, ev sahipliği oranı yüzde 61’de sabitlendi. Bu durum, konut sektöründeki faaliyeti güdüleyen talebin barınma ihtiyacından çok yatırım ve spekülasyon amaçlı konut alımı olduğu yönündeki izlenimi güçlendiriyor. Konut fiyat endeksinin 2010’dan 2015 ortalarına kadar enflasyonun hayli üzerinde seyretmesinin arkasında da temel olarak bu dinamik vardı. Ne var ki, İzmir gibi yoğun göç alan istisna şehirleri dışarıda tuttuğumuzda, son aylarda konut fiyatlarındaki artış enflasyonun epey gerisinde seyrediyor. Bu durum, doğal olarak yatırım amaçlı talebi azaltıyor ve konut satışlarını olumsuz etkiliyor. 2017’nin son çeyreğinde satılan yeni konut sayısı, 2016’nın aynı aylarındaki satışlarına göre yüzde 10 gerilemiş durumda. Piyasadaki bu durgunluğa rağmen, üretimde bir soğuma olmaması arz ve talep arasında büyük bir dengesizlik olduğunu gösteriyor.

2008 krizinin tetiklenmesinde ABD’deki ipotekli konut kredisi (mortgage) piyasalarının önemli bir payı vardı. Avrupa’da krizin etkisini en şiddetli hisseden ülkelerden İrlanda ve İspanya’da yaşanan çöküşte de, denetimsiz ve fazlasıyla şişkin mortgage piyasalarının büyük rol oynadığını biliyoruz. Bu nedenle, inşaat ve gayrimenkul kaynaklı kriz dinamikleri deyince doğal olarak akla ilk önce mortgage piyasaları geliyor. Bu açıdan Türkiye’ye baktığımızda farklı bir tablo görüyoruz. Konut kredisi hacmi son 10 yılda neredeyse sıfırdan başlayarak kayda değer bir gelişme gösterdi ve 2016 sonu itibariyle 150 milyar TL’yi aştı. Kendi içerisinde son derece önemli bir artış olmakla birlikte, bu hacmin GSYH’ye oranı oldukça güdük kalmaya devam ediyor. Hypostat verilerine göre, 2016 yılı için söz konusu gösterge Türkiye için yüzde 5,4 iken, AB ortalaması yüzde 47,1. Dahası, yasal takibe giren konut kredisi oranı da oldukça düşük seyretmeye devam ediyor. Sonuç olarak, bu haliyle mortgage piyasalarını kriz dinamikleri arasında saymak mümkün görünmüyor.

İnşaat firmalarının borç yükü içinse aynı şeyi söylemek mümkün değil. Bu noktada son derece ısrarlı bir yükseliş trendi gözlemliyoruz. Merkez Bankası verilerine göre, özel sektörün toplam borcu içerisinde inşaat sektörünün payı 2005’te yüzde 5,1’ten 2016 yılında yüzde 10,9’a yükseldi. Dahası, bu süre içerisinde sektörün takibe girmiş özel borç içerisindeki payı da yüzde 4,4’ten yüzde 14,9’a çıktı. Son zamanlarda sıkça duymaya başladığımız müteahhit iflasları ve durma aşamasına gelen proje haberleri bu kanıyı güçlendiriyor. OHAL öncesinde inşaat sektörü iflas erteleme başvurularında başı çekiyordu. TOBB’un yayınladığı kurulan ve kapanan şirket istatistikleri benzer bir duruma işaret ediyor. Buna göre, 2016 yılında inşaat sektöründe faaliyet gösteren toplam 1185 şirket kapanırken 2017 yılında bu sayı 2510’a yükselmiş. Sadece 2018 Ocak’ında kapanan inşaat şirketi sayısı ise 427. Satışlardaki yavaşlama, artan inşaat maliyetleri, yükselmekte olan faizlerle birlikte düşündüğümüzde inşaat firmalarını zor günlerin beklediğini söylemek mümkün. Özetle, konut sektöründeki bu durgunluk önemli bir kriz dinamiği olarak görülmek durumunda.

Bitirirken şu hatırlatmayı yapmakta fayda var: Konut, inşaat sektörünün sadece bir kısmını oluşturuyor. Farklı işleyiş yapısına sahip olmakla birlikte, en az konut sektörü kadar riskli eğilimler barındıran altyapı faaliyetleri, hazine garantili mega projeleri vb. başka bir yazıda ele alınmayı hak ediyor. 

Gündem elverdiği ölçüde, AKP döneminin ekonomi politik harcında merkezi öneme sahip olan inşaat sektörüyle ilgili değerlendirmelere devam edeceğim. 

Melih Yeşilbağ /SOL

Amazon'u nasıl bilirsiniz? Ve Günter Wallraff - SERPİL GÜVENÇ

“Emperyalizm, her yere özgürlük değil egemen olma eğilimini taşıyan mali sermayenin ve tekellerin çağıdır. Bu eğilimin sonucu, siyasal rejim ne olursa olsun, her yerde gericiliğin doğması ve bu alanda var olan çelişkilerin aşırı ölçüde ağırlaşmasıdır”[1]

Amazon çoğumuzun özellikle kitap alışverişlerinde kullandığı kocaman bir çok uluslu tekel. Yirmi yıldan az bir süre içinde, Apple, Google ve Facebook gibi dijital ekonomi alanındaki diğer tekellere karşı verdiği mücadelede kendisini ön saflara taşıdığı ve cirosunu muazzam ölçüde arttırdığı görülüyor. Sadece bulut verisi depolama servisi alanındaki pazar payının yüzde 33’ünü denetlemekte; bu rakam Microsoft, Google ve IBM’nin birlikte oluşturdukları toplam paydan fazla. Yüzün üzerinde ülkeye mal taşıyan insansız hava aracı da dahil olmak üzere dev bir iletişim filosunun sahibi olan Amazon, sadece bir online pazarlama şirketi değil. Onun da ötesinde pazarın altyapısına da ele geçirmekte. Algoritmaları her gün dünya çapında milyarlarca dolar değerinde ürünün akışını gerçekleştiriyor. Online pazarındaki egemenliğini diğer sanayi dallarını da avucunun içine almak için kullanmakta. Böylelikle ufak şirketleri piyasadan silip atmakta ve tekel gücünü gittikçe arttırmakta. 150 milyonu aşkın müşterisi arasında CIA, Amerikan Ulusal Ajansı ve Amerikan Savunma Bakanlığının da bulunduğu tekelin kurucusu ve CEO’su, dünyanın en zengin 19’uncu kişisi olan ve 2012’de sermaye sınıfının ünlü dergilerinden Forbes tarafından yılın adamı seçilen Jeff Bezos. Şirketin 2012 yılındaki cirosu ise 62 milyar dolar. Amazon’un yüzde 62’sinin sahibi ise BlackRock, Vanguard ve State Street isimlerini taşıyan üç finans firması. Bu firmalar yaklaşık olarak Amerika’nın gayrisafi yurt içi hasılasına eşit bir pazar kapitalizasyonuna sahip ve 23 milyon emekçi çalıştırmakta.

Tekeller kahkaha atıyor! Ya işçiler?
Tüm işyerlerinde “Sıkı çalış, neşelen, tarih yaz” sloganıyla çalışanlarına seslenen Jeff Bezos’un büyük servetinin kaynağında büyük bir işçi sömürüsünün yattığını söyleyebiliriz, ama yetmez. Çünkü günümüz kapitalizminin, dünya emekçilerinin tümüne olduğu gibi, Amazon çalışanlarının yaşamlarına getirdiği değişiklikler gerçekten çok ağır ve insanlık dışı.

Şirket, metropoller dahil olmak üzere dünyanın çeşitli ülkelerine yayılmış olan yüzlerce iş yerinde, aralarında tarihçiler, dişçiler, avukatlar ve doktorlar gibi nitelikli elemanların da bulunduğu, kırk dört ülkeden yaklaşık dört yüz bin emekçi çalıştırmakta.  Şimdilik robotlardan ucuz olduğu için kısa süreli kontratlarla kiralanan, güvencesiz, yarını belirsiz bu “uluslararası işgücü” genelde kent dışındaki işyerlerinde istihdam edilmekte.  Amazon emekçileri, Almanya’da kış soğuğunda ısıtması olmayan bungalovlarda, ancak bir çocuğun sığabileceği yataklarda yatırılmakta, ısıtma olmadığından depolarda çalışırken parka, eldiven ve şapka giymek zorunda kalmakta. Yazın pencerenin, ışık girecek bir delik ve havalandırmanın olmadığı, hava sıcaklığının 40 derece santigrada ulaştığı ülkelerdeki işyerlerinde ise bir karnaval elbisesi giymeleri istenmekte, hastalanan işçileri taşımak için sedyenin bile bulunmadığı koşullarda çalışmak zorunda bırakılmaktadırlar[2].

Depolardaki çalışma düzeni, işçilerden mümkün olan en yüksek verimi almaya yönelik planlanmakta ve bu amaçla en son teknolojik gelişmelerden yararlanılmaktadır. Örneğin malların yerini ancak barkodlu tarayıcıların belirleyebildiği “kaotik depolama” sistemine göre stoklama departmanında çalışan bir işçi, kilometrelerce uzunlukta olan raflar arasında koşturup durmakta ve her vardiyasında yaklaşık 20 kilometreden çok yol yürümek zorunda kalmaktadır. İşçinin malı almasıyla birlikte tarayıcı üzerindeki bir aktivatör çalışmaya başlamakta ve işçi hemen diğer malı bulmak üzere yola çıkmaktadır. İşçinin kullanacağı yol da bilgisayarla saptanmaktadır. Tuvalet kullanımları bile sınırlı olan emekçi çok hızlı olmak zorundadır. Çünkü Bay Bezos, malların artık alıcıya sipariş edilen günde ulaşmasını istemektedir. Dolayısıyla her üç dakikada, bir Amazon kamyonu oldurulmakta ve yola çıkmaktadır. 2012 yılbaşı döneminde Amazon ABD’de her dakikada 300 mal satmıştır. Bu işler için kullanılan dev metal kutular bazen yaklaşık yüz bin metre karelik yani 14 futbol sahasını kaplayan bir alanı kaplamaktadırlar. Çok mal talebi olan sezonlarda koşullar daha da ağırlaşmakta ve geçici işçi sayısı kat kat artmaktadır. Bu dönemlerde işçiler boş hangarlarda ve döşeme üzerinde çalışıp uyumak zorunda bırakılmaktadırlar.

‘Elektronik kelepçe’li emekçiler
İnsan onurunu kıran bir başka uygulama da her çalışanın potansiyel hırsız sayılması ve güvenlikçiler tarafından sürekli olarak aranmasıdır. Uygulamanın onur kırıcı olmasının yanı sıra, çalışma sırasında ara verdiklerinde ve işten çıktıklarında üstleri aranan emekçilerin, mesai ve mesai dışı boş zamanlarına el konulmaktadır. Hakları gasp edildiği için kendilerine ek ödeme yapılması talebiyle mahkemelere başvuran Tennessee, Washington ve Kentucky’li  Amazon işçilerinin davaları reddedilmiştir.  İşçilerin tüm kişisel verileri ve verimlilikleriyle ilgili detaylar, bilgileri dışında kaydedilmekte ve şirketin Seattle’daki bilgi depolama merkezine gönderilmektedir. Dev tekel, bununla da yetinmemekte, patentini aldığı bir “elektronik kelepçe” ile emekçilerin tüm hareketlerini izlemeye hazırlanmaktadır. Bu “robot” işveren polisi, işin yavaşlaması ya da iş dışı bir ihtiyacın görülmesi durumunda işçiyi anında titreşimle uyaracaktır[3]. 

İşçilerin aileleriyle, gazetecilerle, arkadaşlarıyla konuşmaları, kontratlarında yazılı bir maddeye göre yasaklanmıştır.  Amazon işçileri bu yasaklamanın üretim sırlarıyla ilgili olmadığını çünkü bunlara ulaşmalarının zaten olanak dışı olduğunu, amacın insanlık dışı ve ağır çalışma koşullarının kamuoyuna iletilmesinin engellenmesinden kaynaklandığını belirtmektedirler.

Düşme, hastalık, konveyör kayışlarının neden olduğu parmak kırılmaları, aşırı yorgunluk gibi iş kazaları da sıklıkla yaşanmaktadır. Ne var ki bunlar basında yer almamaktadır.

Örgütlenme ve Günter Wallraff[4]
Bir işçinin ifadesiyle “Amerikan rüyasının kabusa dönüştüğünü gören” emekçilerin tüm baskılara karşın çıkış yolunu sendikalarda örgütlenmekte buldukları görülmektedir. Özellikle Avrupa’daki işyerlerindeki işçiler, sendika üyesi olmanın işverene karşı duyulan korkuyu azalttığını ve bir aşağılanma olayı ile karşılaşan işçinin hemen sendikalı olmayı seçtiğini söylemektedirler. Grevlerin de eksik olmadığı Amazon işyerlerinde, işveren sendika temsilcilerine baskı uygulamakta ve sendikalarla pazarlık sonunda ödenmesine karar verilen saat ücretini kesintiye uğratarak ödemektedir.

Amazon’un işçi düşmanı politikalarını protesto eden ve Almanya’daki Ver.di sendikasının yönettiği grevleri destekleyen Alman gazeteci Günter Wallraff’ın başına gelenler trajikomiktir. Amazon’daki çalışma koşullarını öğrenen gazeteci hemen yayıncısını arar ve kitaplarının Amazon sitesinden kaldırılmasını talep eder. Yayıncı önce karşı çıkar ama Wallraff’ın ısrarı karşısında bu boykotu kabul etmek zorunda kalır. Ne var ki Amazon bu kez gazetecinin kitaplarını toptancılardan alarak satmaya başlar ve Wallraff tekeli durdurmayı başaramaz. Dahası, Wallraff’ın çabalarından habersiz olan insanlar gazeteciyi sadece gevezelik etmekle ve bu arada da kitaplarını Amazon üzerinden satmaya devam etmekle suçlarlar! Wallraff yaptığı açıklamada şunları söyler;
“Gerçekte, Amazon ile bireysel olarak mücadele etmek olanaksızdır. O, iyi tanımlanmış bir ideoloji temelinde örgütlenmiş çok uluslu bir tekeldir. Temsil ettiği düzen ise önümüze sadece onun sitesinden alışveriş edip etmemeyi istemek gibi tarafsız bir sorun koymuyor. Bu düzen nasıl bir toplumda yaşamak istediğimize dair siyasal sorunları gündeme taşıyor”[5].

Walraff yerden göğe kadar haklıdır. İnsanlığın sorunu bir çok uluslu şirketin onur kırıcı, lanetli uygulamaları değildir. Sorun siyasaldır ve patron Bezos’un iyiliği ya da kötülüğü de değildir. Sorun, içinde yaşadığımız, “üreyip çoğaldıkça canlı bir canavara dönüşen” sermayenin düzeninden kaynaklanmaktadır. Ne Yapmalı’nın yanıtı ise 150’inci yazılış yılını kutladığımız Marx’ın Kapital’indedir:
“… Sermaye tekeli, kendisiyle birlikte ve kendi egemenliği altında fışkırıp boy atan üretim tarzının ayak bağı olur. Üretim araçlarının merkezileşmesi ve emeğin toplumsallaşması, en sonunda, bunların kapitalist kabuklarıyla bağdaşamadıkları bir noktaya ulaşır. Böylece kabuk parçalanır. Kapitalist özel mülkiyetin çanı çalmıştır. Mülksüzleştirenler mülksüzleştirilirler.”

Evet, yapılması gereken, mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi, ekonominin sosyalist dönüşümüdür. Bilimin, teknolojinin sermaye sınıfının değil, emekçi iktidarının hizmetine verilmesidir. Ancak böyle bir düzen kurulduğunda insanı insan kılan değerlerin, barışın hüküm süreceği güzel bir dünyada yaşamak mümkündür.

Bunun da tek yolu, bu düzeni kuracak olan dünya emekçilerinin kendi siyasal örgütlerinde birleşmeleridir.

Yani örgüt, örgüt ve yine örgüt…

Serpil Güvenç / SOL

[1] V.I. Lenin (1969),”Emperyalizm”, s. 150, Sol Yayınları, Ankara
[2] Jean-Baptiste Malet, 31 Ekim 2013, “Amazon-the Future of Retail?”, Le Monde Diplomatique
[3] Jeff Sorel, 13 şubat 2018, “Devastation in Retail Points to Deepening Crisis in Capitalist Economy”, Workers World
[4] Alman gazeteci Günter Wallraff, Yunanistan’a gidip Yunan Cuntasını protesto ettiği için işkence gördü ve bir buçuk yıl hapis yattı. İzlenimlerini “Komşumuz Faşizm” adlı kitabında anlattı. Silah taciri kılığında Portekiz’e gitti ve darbeci general Spinoza’nın planlarını açığa çıkardı. Bir dönem BİLD’de redaktör olarak çalıştı. Tröstler aleyhine yayın yaptığı için gazeteden atıldı. Nikaragua’ya gitti ve Somoza rejiminin devrilmesi sonrası edindiği izlenimleri “Nikaragua’nın içten görünümü”nde topladı. 1974 yılında “yabancı işçiler” projesi adı altında yaptığı çalışma kapsamında bir Türk işçi kılığında Mc Donald, Thyssen gibi firmalarda ve inşaatlarda  çalışarak Türk işçilerin yaşadıklarını “En Alttakiler” adındaki kitabında yazdı. Kitap 1986’da Milliyet Yayınları’nda yayınlandı.
[5] Jean- Baptiste Malet, 31 Ekim 2013, “Amazon-the Future of Retail?”, Le Monde Diplomatique

Fikirtepe, kimin fikri? - TARIK ŞENGÜL

Fikirtepe’ye tam tarih vermek gerekirse ilk kez 12 Ocak 2012’de gittim. 
Mimarlar Odası’nın Küreselleşme Sürecinde Kent ve Mimarlık Sempozyumu yapılıyordu. Konuşmamı yaptıktan sonra, kentsel dönüşümün hedefi haline gelen Fikirtepe’ye gideceğimi söylediğimde, -Rant Makinasını Yenmek Mümkün mü? başlıklı köşe yazımda daha önce aktarmıştım- “Mücella Yapıcı, “Mimarlar Odası’ndan geldiğini söyleme, dayak yersin” demişti, her zamanki muzip haliyle”. Mücella uyarma ihtiyacı duymuştu, çünkü daha önce Mimarlar Odası olarak Fikirtepe’ye gittiklerinde, dönüşümü büyük bir heyecanla bekleyen halktan tepki görmüşlerdi.

TMMOB’ye bağlı meslek odaların yönetici ve üyeleri olarak eleştirel tavrımız nedeniyle uzun süredir bu tür tepkilere maruz kalıyoruz. Hükümet ve iş çevreleri gözündeki yerimiz de, gördüğümüz muamele de ortada! Vazgeçmeyişimiz de!
İnatla gittiğim Fikirtepe’ye korkulan olmadı; yanımızda geniş çevresi olan bir belediye meclis üyesinin olması önemli bir kolaylık sağladı, insanlara ulaşma ve konuşma konusunda sorun yaşamadık.

Yaratacağı rant açısından çekiciliği yüksek, konut kalitesi düşük Fikirtepe’de kentsel dönüşüm heyecanı yaşanıyordu. İşin içine Büyükşehir Belediyesi yanında Şehircilik ve Çevre Bakanlığı da girmiş, Fikirtepe’yi müteahhitler aracılığıyla dönüştürmek için özel bir model geliştirilmişti. Dönüşümün adalar bazında olması öngörülüyor ve bu adalarda yaşayan yüzerce hak sahibine “toplu halde anlaşırsanız, mevcut imar planının dört katı, 2/3’ünüz anlaşırsa, 3 katı imar hakkı verilecek” deniliyordu. Görüşme yapacağımız yere giderken, köşe başlarında iştahı kabarmış inşaat firmalarının tanıtım ofisleri göze çarpıyordu.

Sürecin işleyişini ve Fikirtepe sakinlerinin ne düşündüğünü öğrenmek istiyordum. Meclis üyesinin tanıdığı bir evde ve bir binanın giriş katındaki oto tamircisinde odak grup biçimini alan, 5-6 kişilik iki grupla odak grup denilen iki görüşme yaptım.
Yine Rant Makinasını… yazısında alıntıladığım biçimiyle, hak sahiplerinden birinin ettiği, “Hocam şimdi top önümüze düştü, altın vuruşu yapacağız” lafı alanda yaşayan hak sahiplerinin dönüşüm sürecinde bakışını kısa yoldan özetliyordu.

Görüşmelerimizde “Peki anlaşmak istemeyen olursa ne olur?” sorumuza, ada temsilcilerinden biri “Mahalle baskısı olur” yanıtı vermişti. “Peki diyelim ki anlaştınız, müteahhitler sözleşmeye göre binalarınızı yıkacak ve dairelerinizi teslim edene kadar da kiralarınızı ödeyecekler. İşler kötü gider ve diyelim ki batarlarsa, ne olacak” yönünde, uyarı da içeren sorumuz karşısında verilen yanıt, Fikirtepe sakinlerinin kabaran girişimci ruhun bir ifadesiydi; “Hocam biz yaş tahtaya basmayız, çok sayıda müteahhit gelip gidiyor, hepsini dinliyoruz, araştırıyoruz, kimin geçmişi nedir diye, ona göre bir karar vereceğiz.”

O günden bu yana 6 yıl geçti. 2013 yılında Fikirtepe işleri kolaylaştırmak adına, Bakanlar Kurulu tarafından riskli alan ilan edildi. Aynı yıl içinde Bakanlık alana ait planları onaylarken, 2016 yılında Büyükşehir Belediyesi kentsel tasarım projelerini tamamladı.
Son birkaç yıl içinde inşaatlar yükselirken, yer yer sorunlar da kamuoyuna yansımaya başladı. Bazı firmaların iş bıraktığını duymaya başladık. Bunlar olurken, geçen yıl Başbakan yanında Şehircilik Bakanı Mehmet Özhaseki’yi de alarak Şubat 2017’de Fikirtepe’de, medya da geniş yer bulan bir temel atma töreni düzenledi. Başbakan Yıldırım tören sırasında, Bakanlığın tüm sorunları çözerek, örnek bir kentsel dönüşümün Fikirtepe’de sağlanacağı sözünü verdi.

Aradan tam bir yıl geçtikten sonra işlerin Başbakan’ın umduğu gibi gitmediği anlaşılıyor. Birkaç gün önce medyaya, dönüşüm işine giren inşaat firmalarının en büyüklerinden birinin işleri durduğu haberi yansıdı. Aynı haberde, 6 ada daha benzer sorunların olduğu vurgulanırken, bu adaları da katınca “Fikirtepe’de mağdur kişi sayısı 5 bin kişiyi” buluyor deniliyor.

Habertürk’te ortaya çıkan kriz şöyle özetleniyor;
Son olarak 22 numaralı adada Pana Yapı, Brooklyn Dream projesini bitiremeyeceğini pay sahiplerine iletti. Projedeki hak sahipleri dün toplanarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı İl Müdürlüğü’ne giderek dilekçe verdiler. Pay sahiplerinin temsilcilerinden Engin Akgüzel, firmanın kendilerine maddi sıkıntında olduğu ve finansman bulamadığı için projeye devam edemeyeceğini belirttiğini söyledi… Pay sahiplerinin Haziran 2015’te evlerinden çıktıklarını aktaran Akgüzel, “1 yıllık kiramızı peşin ödediler. Ancak, Haziran 2016’dan beri kiralarımız ödenmiyor” dedi.

Altın vuruş yapmayı uman hak sahiplerinin durumunu yine habere bırakalım: “Pay sahiplerinin tazminat ya da kira istemediğini belirten Engin Akgüzel, firmadan sadece pay sahiplerinin üzerine aldıkları tapuları hacizden temizletip geri vermesini istediklerini dile getirdi.”

Çıkan bu haberler üzerine, bir yıl önce halka müjde verip, Başbakan Yıldırım’la birlikte temel atan Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın olaya bu kez yazılı bir açıklamayla “el attığını” Hürriyet Gazetesi’nin şu haberinden öğreniyoruz;
Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm kapsamında bazı projelerde vatandaşların mağdur edildiğine dair çıkan haberler üzerine konuya Çevre ve Şehircilik Bakanlığı el attı. Bakanlıktan yapılan yazılı açıklamada Fikirtepe’deki kentsel dönüşüm faaliyetleriyle ilgili vatandaşların yaşadığı mağduriyetlerin hızlı şekilde çözüme kavuşturulması amacıyla irtibat ofisi açılacağı bildirildi.

Denilecek şey var mı, bilmiyorum! En iyisi dönüşümün aktörlerinin durumunu özetleyerek bitirmek:
Fikirtepe Sakinleri: Altın vuruşu yapamadılar; başlarını soktukları iyi kötü evlerden oldular, tapuları üzerindeki hacizleri kaldırmaya çalışıyorlar!

Çevre ve Şehircilik Bakanı: Bir yıl önce temel atarken, şimdilerde yazılı açıklama yapıp, Fikirtepe sakinlerine “irtibatı kesmeyelim” diyor!

Müteahhitler: Haber alınamıyor!

TMMOB Mimarlar Odası: Ağır baskı altında, doğruları söylemeye devam ediyor…

Tarık Şengül / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

GÜNDEM -26 Temmuz 2025-

Kıyı işgalinin yeni biçimi: Kruvaziyer turizmi -Şeyma Akcan- Türkiye’de gittikçe büyüyen ve ülkeye döviz girişinin bir aracı olarak görülmey...