4 Mayıs 2014 Pazar

Utanç- ÖZTİN AKGÜÇ

Ne yöneticiler hakkındaki yolsuzluk söylentileri, tapeler, ne insan hakları ihlali, ne kumpas, komplo olarak nitelendirilen mahkeme kararları, ne yalaka güruhunun insan onuruna yakışmayan davranışları, ne demokrasimizin kalitesizliği, ne basın özgürlüğü, yargı bağımsızlığı açılarından dünyada alt sıralarda bulunmamız ne de tüm övünme ve başarı öykülerine karşı bunca yıl sonra dünya sıralamasında kişi başına gelirde 62’nci, yaşam kalitesi açısından 77’nci sırada olmamız, ne de birtakım oyunlarla ulusal irade gaspı, 23 Nisan 2014 günü çocukların karga tulumba, eziyet edilerek zorla araçlara tıkılmaları kadar utanç vericidir. Ülkeye bu utancı da, hem de çocuklara armağan edilen bir günde yaşatanlar, tarihin çöplüğünde yerlerini almışlardır.

Kişiler kendilerine bazı nitelikler, artamlar (meziyetler) güçler vehmedebilir.Kendilerine hayran olabilir, dünyanın kendi etraflarında döndüğü sanısına kapılabilir,kendilerini dünya lideri olarak hatta Tanrı’nın insanlığa ülkeye bir lütfu, bir inayeti olarak da görebilirler. Son dönemlerde bazı gözlemlere, örneklere bakılarak bu ruhsal durumu ifade için narsisizm sözcüğü sık kullanılmaya başlandı. 
Bence kişinin kendinde bazı nitelikler, artamlar görmesinin, büyüklük kuruntusuna kapılmasına eyleme dönüşmediği sürece toplumsal bir zararı yoktur. Toplum açısından asıl tehlikeli olanlar, kişilerde bu tür zaafları, eğilimleri görüp bundan yararlanmanın yollarını arayanlardır. Kimse tek başına diktatör, despot, tiran olamaz.Ancak destekçiler, boyun eğenler, çıkar grubu oluşturanlar, özsaygısı olmayanlar,kişileri bu konumlara getirirler.Önemli sorun ülkede kişilikli, nitelikli, onurlu insan azlığı, bu tür kişilerin de tersine bir ayrım, negatif seleksiyonla dışlanmalarıdır. Türkiye’de medyada gözlemlenen şöyleözetlenebilir. Tercih nedenleri kişiliksizlik, bilgisizlik, eyyamcılık, yalakalık, tetikçi olarak kullanılmaya yatkın olma... Medyada ağırlıklı olarak bu karakterde kişiler görev alıyor. Yorumcu, konuşmacı olarak davet ediliyor, sesyayar olarak kullanılıyor. Bazıları ne yazık ki akademik unvanlar da taşıyor. Bırakın akademisyenliği, insan olarak utanç verici tutum sergiliyorlar. 
Bürokraside de çoğu kez benzer kişiliksizlik, niteliksizlik, bilgisizlik sergileniyor. Görevlerini kamu yararı düşüncesiyle, özveriyle, kişiliklerini koruyarak yapanlardan saygı duyarak özür dilerim. Ama bürokraside de yargı, sivil, asker dahil bürokratların sergilediği tutum gurur verici değil, hatta çoğunlukla yüz kızartıcı. Bürokrat, kamu yararını gözeten, özveriyle düzgün davranan, çalışan kişidir. Bizde ise bürokratların bir bölümü, devletten maaş aldıklarını dahi inkâr edercesine sorumsuzca parti üyesi, kişi hizmetkârı, cemaat - tarikat militanı gibi hareket ediyor.Ülkede “Alo Fatih” hattı her zaman gerekli de değil. Zaten kimlere Alo denileceği,nasıl sonuç alınacağı da öngörülür. Bazı bürokratlar, yöneticiler, hatta işadamları,lideri(!) Alo zahmetine sokmadan telepati, uzaduyum yoluyla, isteklerini, direktiflerini duyumsayarak hareket ediyor, atamalar yapıyor, işten atıyor, kararlar alıyor, övgüler düzüyor, kızdıracak hareketlerden kaçınıyorlar. Ne yazık ki üniversitelerde de aynı hava esiyor. Zaman zaman üniversitelerden ses çıkmıyor, sesi çıkanların da bir şekilde sesi kısılıyor eleştirileri yapılıyor. Sesin çıkması için bilgi, özgüven, cesaret, topluma saygı gerekir. İtelemeyle bazı sıfatlar almış, belli orunlara atanmış kişilerden ne beklenebilir ki. Zaten sesyayar olarak kullanılanların belli kanallarda sesleri duyuluyor. Özellikle niteliksizlikleri, kişiliksizlikleri nedeniyle, seslerinin duyulmasına izin veriliyor. 
Eleştiri konusu yapılması gereken narsisizm değil kişiliksiz, insan onurunu ayakları altına alan yaratıkların davranışlarıdır; topluma zarar veriyorlar, insanlık adına utanç verici sahneler sergiliyorlar.   

ÖZTİN AKGÜÇ
Cumhuriyet

3 Mayıs 2014 Cumartesi

Acımadı ki!- HAKAN GÜLSEVEN

Bu cehalet, dün İstanbul’da matah bir halt ettiğini zannediyor. Emin olun böyle. İşine giden kadını bile yatırıp döven, yerlerde sürükleyen polis, bu yaptığının halk düşmanlığı olduğunun farkında bile değil...

İnsanların evlerine kadar gaz bombası attıran, ufacık bebeğin hastanelik olmasına yol açan mülki erkân, ortada bir barbarlık olduğunu idrak etme kapasitesine sahip değil.

Emekçilerin kolunu bacağını kırarak, suratlarını dağıtarak iktidar olabileceğini sanan bir cehaletle yüz yüzeyiz...

***


Oğlunun soruşturulmasını engellemek için ortalığı ayağa kaldıran; bir taraftan o zekâ küpü oğlunu saklarken, bir taraftan da binlerce polisin, savcının, hakimin yerini değiştiren; ‘para sıfırlama’ talimatları duyulmasın diye interneti kapatan bu Başbakan, şimdi bir kez daha halka saldırı emri vererek suç işlemiştir.

Anayasal hakkını kullanmak isteyen emekçiler zulme uğramıştır.

Bu iktidarın hiçbir meşruiyeti yoktur.

Bu yasa tanımaz iktidara ve onun kolluk kuvvetlerine karşı direniş bir haktır, dahası sorumluluktur.

***


Bu halkın yüzde 50’den fazlası iktidardan nefret ediyor. İnşa edilmiş olan polis devletinden, rüşvetçi ve yiyici takımından yaka silkiyor.

On binlerce polisin doldurulduğu İstanbul sokakları, Ankara’nın Kızılay Meydanı öfkenin şahididir. Ve direnişin...

Plastikten cama döndürdüğünüz o mermileriniz, o gazınız vız geliyor vız!

Yüz binler sokaklara dökülüyor. Gücünüz yetmiyor. Kırılan kolları durduramıyorsunuz, dağılan suratlara boyun eğdiremiyorsunuz. Gözaltılarla kimseyi korkutup sindiremiyorsunuz.

Aşağıda ne kadar da ufak ve aciz görünüyorsunuz...

Bu yasa tanımazlığın, hırsızlıkların, yolsuzlukların hesabını vereceksiniz.

O gün yakındır.

***


İstediğiniz kadar gaz çıkarın.

Bu halk o pis kokuya rağmen ensenizdedir!..

HAKAN GÜLSEVEN
YURT

‘Ele Geçirilecek Kale!’- MERİÇ VELİDEDEOĞLU

Bilindiği gibi, günümüz “Anayasa”sının “ikinci” maddesinde de “TürkiyeCumhuriyeti”nin bir “Hukuk Devleti” olduğu yazılıdır, öteki -demokratik laik ve sosyal- nitelikleriyle birlikte. 
“Cumhuriyet”imizin, başta “Hukuk Devleti” olmak üzere bu nitelikleri ve “erklerayrımı” ilk kez -bir önceki “Anayasa”mız olan- “1961 Anayasası”nda yer aldı. Dolaysiyle yarım yüzyıl önce, ülkemizin kamuoyu gündemine oturan, kuşkusuz biz gençleri de içine alan tartışmaların odak noktasıydı “Hukuk Devleti” konusu. Ne demekti bu? 

Üniversite gençleri aralarında sorgulayıp anlamaya çalışırken, “Anayasa”yı hazırlayan bilim adamlarından “bir-bir” yanıtlar gelmeye başladı. 
“Hukuk Devleti” denilen “devlet kavramı”nı en kısa yoldan, bizlerin de anlayacağı bir dille: “Bir devlette ‘yasama’, ‘yürütme’ -dahası- ‘yargı’ organlarının bütüntasarrufları, kural olarak, ‘YARGI DENETİMİ’ne bağlıysa o devlete ‘Hukuk Devleti” denir” diyerek ortaya koyuyorlardı. 
Ardından da bir “Hukuk Devleti”nde yönetimin “keyfi” eylemlerinin, işlemlerinin davranışlarının ve “Anayasa”ya, “hukuk ilkeleri”ne aykırı “yasa” çıkarılmasının önlenmesinin ancak bu “Yargı Denetimi”yle sağlanacağı vurgulanıyordu. 
“1961 Anayasası” dolaysiyle “Yargı Denetimi” uygulamaya konulduktan sonra, zaman zaman yakışıksız eleştirilere uğrar oldu; gazeteci “Nazlı Ilıcak”ın: “Taşları bağlamışlar köpekleri serbest bırakmışlar!” taşlaması bunlardan biriydi... 
“Yasama-yürütme-yargı”, bu “üç erk”e uygulanan “Yargı Denetimi”nden en çok“şikâyet” edileni “yasama organı”nın, “TBMM”nin çalışmalarının “Anayasa”ya uygun olup olmadıklarını denetleyen “Anayasa Mahkemesi” (AYM) oldu; bugün de öyle. 
Nitekim bunun son örneğini, “25 Nisan”da “AYM”nin kuruluşunun “52. yıl”ının kutlanmasında, “Başkan H. Kılıç”ın uyarılarına; “Başbakan Erdoğan”ın verdiği -mahalle kavgalarını anımsatan- yanıtlarında bol bol gördük. 
Zaten “Erdoğan”, “12 yıllık” iktidarı sürecinde her fırsata “1961 Anayasası”nın,“Asker Efendileri”nin “kul”larınca yapıldığını dile getirip yerden yere vurmasının temelinde kuşkusuz bu “Yargı Denetimi”, dolaysiyle de “AYM” vardı. 
Çünkü “Erdoğan”, iktidarı boyunca yaklaşık “yüzyıl” öncesi “Osmanlı Devleti”nin“Harbiye Nazırı Enver Paşa” gibi davranmıştı. 
“Enver Paşa”, bir buyruğunun yerine getirilmesini istediğinde; “Paşam bu husustabir kanun yok, bu emrin yerine getirilmesi kanuna aykırı olur!” yanıtına öfkeyle: “Yok kanun yap kanun!” diye gürleyerek -bir bakıma- “Benim isteğimi formalitesine uydur ‘yasa’ haline getir!” demişti. 
“Erdoğan” da “12 yıllık” iktidarı süresince benzer bir tutum içinde olmadı mı? 
“Yok kanun yap kanun” anlayışıyla yaptırdığı yasalar; çoğunluğu elinde olan“TBMM”ce kabul ediliyor, Çankaya’daki “Noter” tarafından da onaylanıveriyordu. 
“Hukuk Devleti”nin yapısını çiğneyen bu yasaların kimileri “AYM”nin önüne gelmiş -az da olsa- bir bölümünün yürürlüğü durdurulmuştu; ama bu kararlar “Erdoğan” için bir “uyarı” olmuyordu; o yine “Hukuk Devleti”ni “hiç”e sayan yasaları -hiçbir çekince duymadan- ürettirmeyi sürdürdü durdu. 
Dolaysiyle son dönemlerde “AYM”nin aldığı “durdurma” kararlarının çoğalıp“Erdoğan”ı iyice rahatsız etmesi, bu “anayasal” organa yönelik eleştirilerinin artmasına neden oluyordu. 
“AYM” Başkanı “25 Nisan” konuşmasıyla, “yürütme”nin başı “Erdoğan”ın bu tutumunu ağırca eleştirip yerinde uyarılarda bulundu görevinin kendisine verdiği yetkiyle. 
Öte yanda “Başkan Kılıç”ın konuşmasındaki “gömlek değiştirme” söyleminin“siyasi bir polemik” olduğu açıkça ortadadır, her ne denli “Erdoğan” hak etse de... 
Ayrıca, devletin bütün organlarındaki “F-Tipi” kadrolaşmayı yadsıyan bir yaklaşım içinde olarak, “paralel devlet”in ispatlanmasını istemesi de çok dikkat çekecek bir boyutta kuşkusuz... 
Sanırım, gerek “hukuk”un üstünlüğü, gerek “erkler ayrımı”, kısaca “Hukuk Devleti” adına -yerli yerinde- ortaya koyduğu uyarılarını- halkımızın diliyle- “atı alanın Üsküdar’ı çoktan geçmesi”nden sonra yapması, belki de, en çok eleştirilecek bir tutum olarak görülebilir. 
Dahası insan; “yürütme”nin başı “Erdoğan”ın, “Hukuk Devleti”nin niteliğini bozacak söylemlerinin de, örneğin, “Ben bu davanın savcısıyım!” ya da “AYMkararlarına saygı duymuyorum!” gibi konuşmalarının da -başvuru yapılmadan-“AYM”nin “inceleyebilir” olmasını da istiyor... 
Ne var ki, “hukuk” dendiğinde “şeriat”ı anlayan; “T.C. Devleti”ni adım adım sindire sindire “Ilımlı İslam Devleti”ne dönüştürmeye kendini adamış, üstelik“ABD”, “AB” tarafından da buna “kod”lanmış bir “adam”dan, çağdaş, demokratik, laik “Hukuk Devleti”ni kabullenmesi beklenebilir mi? 
Ne dersiniz?  

MERİÇ VELİDEDEOĞLU
Cumhuriyet

1 Mayıs’ın Anlattığı-NİLGÜN CERRAHOĞLU

1 Mayıs badiresinden akılda kalan unutulmaz pek çok kare var: Gezi’de yaşamını yitirenlerin posterleri ardında “Biz insanca yaşamak istiyoruz!” diyerek yürüyen gruplara karşı Beşiktaş’ta gösterilen polis şiddeti, Pavey’le annesine gözaltı girişimi, çantalı kadın direnişi, sokakta “Çin seddi” ören “çelik duvar” açılımı, 1 Mayıs baskısını vurdumduymaz “selfie” hafiflikleriyle ölümsüzlüştiren polisler, benzer biçimde… bu kez uğradıkları gözaltı zulmünü “selfie” aracılığıyla tarihe kaydeden mazlumlar… 

Dünyanın ibretle tespit ettiği bu “1 Mayıs kareleri”, mevcut Türkiye fotoğrafını ortaya koydu. 
Özellikle iki kare alabildiğine çarpıcıydı: Bomboş kalan Yenikapı ile Taksim meydanlarının kuşbakışı fotoğrafları… 
Başbakan’ın “Gösterinizi gidin orada yapın!” dediği Yenikapı’ya,1 Mayıs’ı dilediğince kutlamak isteyen göstericiler rağbet etmedi... 
RTE’nin alayıvalayla yaptırdığı 600 bin metre karelik meydan, böylelikle inler ve cinlerin top oynadığı boş bir havaalanı pisti görünümüne büründü.
Başbakan’ın işaret ettiği alanın ıssızlığına koşut biçimde, ancak koyu diktatörlüklerle bağdaşan bir polis kuşatması altında kalan Taksim de “bomboş” kaldı…
‘İki Türkiye karşı karşıya’ 
Bu iki alanın birbirinden uzaklığı ve boşluğu, yan yana gelmeyen/gelemeyen iki uzlaşmaz Türkiye’nin somut belgesi gibiydi. 
İtalya’da… “La 7” televizyonu nitekim 1 Mayıs olaylarını; tamamıyla bu açıdan… “İki Türkiye karşı karşıya!” başlığıyla verdi. 
Ana haber bültenindeki ilk dış haber olan Türkiye’nin 1 Mayıs şiddeti için yapılan temel yorum “Taksim’in fethi için sürdürülen savaş” şeklindeydi.
CNN ve France 24 gibi kanallar, Türkiye’de olan bitene… Ukrayna’daki iç savaş provası geriliminin hemen ardından yer biçmişlerdi. 
BBC ise İrlanda Sinn Fein lideri Gerry Adams’ın tutuklanmasına ilişkin haberlerden sonra Türkiye’nin 1 Mayıs krizine girdi ve Ankara’daki eski ABD Büyükelçisi James Jeffrey ile yapılan bir mülakatla konuyu masaya yatırdı. 
Oral Çalışlar ve Ali Bayramoğlu gibi yandaş kalemler, şu sırada tam SETA Vakfı’nın düzenlediği bir toplantı vesilesiyle gittikleri ABD’den; “Washington’dan Türkiye nasıl görünüyor?”“Washington Türkiye’yi sildi mi?” doğrultusunda yazılar döşeniyor; bizim Gezi’den beri yazdığımız “Türk modelinin çöküşüne” ilişkin kaygıları belirtiyorlar… 
BBC’nin 1 Mayıs görüntüleri ardından ekrana getirilen James Jeffrey söyleşisinde… bu sorulara yönelik Washington’da esen havayı anlamak imkânımız oldu. 
“Geçmişe göre bu gösterilere çok daha fazla insan katılıyor!” diye söze giren ABD’nin eski Ankara Büyükelçisi; “Erdoğan… son seçimlerdeki başarısına rağmen, (gösterilere) aşırı şiddetle tepki gösteriyor!” dedi ve ekledi: 
“Bunun nedeni yüzde 56’nın Erdoğan’a karşı oy vermiş olmasıdır. Yüzde 56, Erdoğan’ın Türkiye’yi götürmek istediği yere gitmek istemiyor. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimine dek daha bu tür gösterileri çok göreceğiz!” 
Yandaşların da Washington’dan yazdığı gibi, ABD yönetimi; “Bu kadar oy alan bir hükümet başkanının neden bu denli şiddete başvurmak ihtiyacı hissettiğini”anlamakta zorluk çekiyor. 
Veya tersten bakıldığında… Seçimlerden henüz çok yeni bu kadar yüksek oyla çıkmış olan bir lidere, neden bu derece yüksek voltajlı tepki gösterildiğini çözmeye çalışıyor… 
Alman Cumhurbaşkanı Gauck da nitekim Türkiye’deki olaylı ziyaretinde, benzer biçimde “Sandıkta bu başarıyı yakalayan bir liderin neden bu kadar baskıya ihtiyaç duyduğunu anlamadığını” söylememiş miydi? 
Bu çelişkiye Batılıların kafası tam basmıyor….
‘Protestolar Erdoğan’a yarıyor!’ 
Batı’nın anlamakta zorlandığı konu yalnız bundan ibaret değil. 
Bu kadar baskı ve yolsuzluk varken; ve bu baskıya ve yolsuzluklara iyi kötü başkaldırı refleksi veren bir Türkiye de var ve de ortada iken… Erdoğan’ın nasıl olup ta sandıktan bu derece yüksek bir oy oranıyla çıktığını anlamakta da güçlük çekiyorlar. 
Doluya koyuyorlar almıyor. 
Boşa koyuyorlar dolmuyor. 
Hesapları tutmuyor… 
Ancak günün sonunda bu kafa karşıklığında kartlarını gene “statüko”dan yana oynamayı yeğliyorlar… 
James Jeffrey’nin de bu bağlamda BBC röportajında vardığı sonuçlar hayli zihin açıcıydı: 
“Protestolar Erdoğan’ın ekmeğine sonuçta yağ sürüyor” dedi özetle Jeffrey;“Gösteriler karşısında Başbakan taraftarlarına her seferinde çıkıp ‘Bakın beni desteklemezseniz işte olacağı bu: Kaos!’ demek fırsatını elde ediyor…” 
Jeffrey’nin sözlerinden ABD başkentinde son kertede bir “Bekle gör!” havasının estiğini görmemek mümkün değil. 
BBC’nin sorularına nihayet “Türkiye gibi ülkelerde çoğulculuk ve denge-fren mekanizmaları; Batı’daki gibi yerleşik ve köklü değildir” yanıtını veren deneyimli diplomat, “bon pour l’orient/ şarka bu kadar yeter” yaklaşımıyla tamamladığını sözlerini bitirirken- mealen- şunları da ekledi:
“Herşeye rağmen Türkiye’de çevre ülkelerine nazaran görece bir istikrar var. Dönüp bir de Ukrayna’ya bakın!” 
Özet Ukrayna krizi, Erdoğan’a yaramış durumda. 
TC Başbakanı’nı “model ülke lideri” olarak artık baş tacı eden yok ama dereyi geçerken de at değiştirmeye kolayına kimse yanaşmaya niyetli görünmüyor.  

NİLGÜN CERRAHOĞLU
Cumhuriyet

1 Mayıs 2014 Perşembe

1 Mayıslar; Haklar, Rejimlerin Aynası...-ŞÜKRAN SONER

1 Mayısların bugün nasıl kutlandığına bakarak, ülkelerin adlarını okumadan, işçi haklarının düzeyi, emek sömürüsünün boyutları, insan hakları, hukuk devleti, demokrasinin işleyişi hakkında söz söyleyebilirsiniz... 1 Mayısların kutlanma görüntüleri, ülkelerin gelişmişlik, hak hukuk paylaşım düzeylerinin yansımalarında, şaşmaz ayna, turnusol kâğıdı işlevindedir... Barışçıl ortamda, gerçek bayram havasında kutlanabildiği ülkelerde eksiği-gediği ile gerçek demokrasi, hukuk devleti düzeni, sendikal hak ve özgürlüklerin geçerliliği, güçlü örgütlülük söz konusudur... 

Yine de 1 Mayıs’ın anlamı, kutlanması geleneğinde, bütün ülkelerde geçerli olmak üzere emekçilerin güncel sorunlarının başta siyasi iktidarları, sermaye örgütlerine, topluma duyurulması amacı egemendir... Evrensel ve ülkelerin sendikal emek örgütleri, dünya ve ülkeler ölçeğinde her yılın öncelikle sorunlarını önceden yapılan çalışmalarla belirlerler... Dünyamızda emek haklarının geriye gidişinde en can acıtan gelişmelerin odağında; hukuk devleti düzenlerinin işleyişi, demokrasi kriterleri, sendikal hak ve özgürlükler, çalışma koşulları, gelir dağılımı uçurumlarının oluşması, işyeri kapatmaları, özelleştirmeler, taşeron çalıştırma, sorunların ağırlıkları, önceliklerine göre gündem belirlemesi söz konusudur. Dünya sendikal konfederasyonlarından son yıllarda yaşamsal öne çıkarılan sorunlar yoksul Güney dünyasına yönelik ırk-din-mezhep ayrımcılıkları eksenli iç savaşlara karşı ortak emek dayanışması, duruşu... Zengin Kuzey dünyasında ise ötekileştirme, sermayenin ucuz emeğe kayış arayışlarıyla ortaya çıkan somut sorunlardır... 
Kaçınılmaz, insan, emek haklarına aykırı izlenen politikaların dünya genelindeki güncel gündemleriyle ülkeler önceliklerinin bileşkesinde bir tablo oluşur. Doğası gereği, 1 Mayıs meydanlarının katılımcıları en çok sözü olanlar, canları yananlardan oluşunca... Ortak sloganlar, iktidar icraatları, sermaye eleştirilerinde, canları en çok yanmış emek örgütlülüklerinin ağırlıkları söz konusudur... Ülkemiz özelinde; 1 Mayıs’ları ülkemize, Taksim’e taşıyan, sonuç olarak yaşanmışlıklar, ödenen bedellerin acısı ile sorumluluklarında öncelik alan, DİSK ve meslek örgütlenmeleri, 1976’dan günümüze yaşanan gelişmelerin odağında oldular...
***
Dünyada olduğu üzere ülkemizde de 1 Mayısların, güncel emek sorunlarının öne çıkarıldığı özgürlükçü, bayram ortamlarında kutlanmalarıyla polis şiddetinin, yasakların geçerli olduğu acılı, can yakan daha kötüsü kanın aktığı uygulamalar arasında... Demokratik siyasal iktidarlar uygulamalarıyla, askeri-sivil fark etmez diktatörlük icratlarının geçerli olması gibi kaçınılmaz doğrudan ilişki söz konusudur... Türkiye’yi 12 Eylül darbe sürecine götürmede çok etkin rol oynamış kanlı 1 Mayıs 1977 derin iç-dış odaklı provakasyonu... Taksim’i emekçilere kapatma uğruna, İstanbul’un abluka altına alındığı, İstanbulluların yaşamının karabasana çevrildiği ağır yasaklı 1 Mayıslar... Polise orantısız güç kullandırılan, ağır çatışmalı, oralarda bulunan tüm sivillerin canını çok fazla yakan 1 Mayıslar... Beğenin beğendiğinizi yaşanmışlıkları kabaca bir özetleyin, size hangi siyasal erkin, hagi amaçlarla, hangi türden baskı ve terör uygulaması içinde yaşandığını özetleyiverelim... 
Hele de Erdoğan liderliğinde İktidarları sürecinde her renginden, her örneğinden en zıt, en uç yaşanmışlıklar söz konusu. Bilindiği üzere ülkenin rejimini, rotasını siyasal İslamcı kimlikle, ancak ne ölçüde liberal, ne ölçüde diktatörlük tohumları ekilmiş olarak değiştirebileceğinde karar verememişlerin, bir ABD stratejik ortağı, bir AB üyelik projesi, bir İslam dünyası liderliği, Osmanlıcılık özentilerinde... En çok da şeriat hukuku ile evrensel hukuk arasında sıkışmış olarak, kuşkusuz kökeni Cumhuriyet rejimine dayalı, durmadan değiştirilen anayasal, yasal hukuk düzenimiz içinde kalmak zorunda olarak... Bir o yana bir bu yana icraat eğilimleri farklılıklarıyla, ama sonuç olarak hâlâ İslam dünyasının şeriatçı diktatörlüklerinden çok farklı bir noktada kalmak zorunda, demokrasi, hukuk devleti düzeni en azından sandığa bağlı kalma çerçevesinde bir yolda... 
Başbakan Erdoğan yeni öznel koşulları, çıkış yolu arayışlarında, kuşkusuz çok zorlandıktan sonra Taksim’i açmakta gördüğü çözümden geri döndüler... Geçen yılın gerekçesi inşaatlardan gelen fiili durumdu. Gezi sonrası, hele 17 Aralık İktidar ortaklığı bozulması, paylaşım kavgası sonrası bozulan dengeler içinde “Taksim’ikapattım, Kadıköy’e bu yıl son izin” buyruğu ile kamuoyunun, işçi sınıfı, emek örgütlülüklerinin karşısına çıkıverdi... Vali Bey’e düşen görev bu buyruğun eksiksiz uygulanabilirliği olunca, emek hakları, 1 Mayıs’ın anlamı, hukuk düzenimizin gerekleri, AİHM’nin tam da Taksim için vermiş olduğu bağlayıcı kararı kimin umurunda? İstanbullular kara kara düşünüyorlar... Kendilerini, çocuklarını nasıl koruyacak, iş için bile olsa yola nasıl çıkacaklar? Ya da bu diktatoryal, keyfi çıkışa, hukukun, emek, insan haklarının ayaklar altına alınmasına nasıl boyun eğecekler?  

ŞÜKRAN SONER
Cumhuriyet

Yeni Manevrası...-CÜNEYT ARCAYÜREK

Olacağı buydu. 
Paralel yapı ve Gülen’in tayfaları diye, önüne gelen listede adı olan savcıların görev yerlerini değiştirip, yargıyı hallaç pamuğu gibi silkelersen… Geride kalanlar görev aşkı ile ana muhalefet liderini bile “ustanın gözüne girmek için şüpheli” olarak ifade vermeye elbette çağırırlar. 
Bu ne görev aşkıdır diye övüleceğini sanan, üstelik adının önünde bir de cumhuriyet savcısı sıfatını taşıyan İstanbul’da bir savcı; dokunulmazlığı da olan parti genel başkanlarını öyle herhangi sade bir vatandaş gibi sorguya çağrılamayacağından haberi yok! 
Herhalde genel başkan olduktan sonra Kılıçdaroğlu’nun başına gelen olayların en komiği, bir savcının, üstelik kafadan sallama bir hakaret suçu icat ederek 10 gün içinde gel ifadeni ver diye yazı göndermesi olmalı... 
Genel başkan, bu yazıyı çerçeveletip çalışma bürosunun bir köşesine asmalı. 
Gelen giden yabancı gazetecilere, Türkiye’de RTE sayesinde yargının hangi ellere düştüğünü gösteren bir belge diye göstermeli... Hani gülerken ağlatan olay bununla kalsa hadi neyse... Kılıçdaroğlu’nun başına gelenler, RTE Türkiye’sinde sıradan olaylardan biri diyenler olabilir ama... 
... Bir başka olay, bu olayın gülünçlüğünü bir kat daha artırıyor. Savcının ifade vermeye çağırdığı gün, CHP Genel Başkanı parti grup toplantısında yargıyla ilgili bir konuşma yapıyordu. Kılıçdaroğlu, pazartesi günü RTE’nin sevgili 4 eski bakanı ile ilgili fezlekelerin görüşülmesinin ardından Başbakan’ın fezlekesini beklediklerini belirtiyor ve 17 Aralık’ta sabah rüşvet operasyonları başladığında... 
... RTE’nin oğluyla, -dinleme kayıtları açıklanan- 6 kez yaptığı telefon konuşmalarında milyonlarca Avro’yu hemen evden uzaklaştırıp sıfırlamasını istiyor. 
RTE’nin oğlu Bilal’in başında olduğu vakfa gelen rüşvet nitelikli bağışların hesabını soracak bir fezleke yazacak “cesur bir cumhuriyet savcısı” aradığını açıklıyordu Kılıçdaroğlu... 
Kılıçdaroğlu, RTE hakkında fezleke düzenleyecek cesur bir savcı ararken, bir başka cesur, ama ne cesur bir savcı çıkıverdi karşısına... 
Başbakan hakkında rüşvet konulu fezleke hazırlayacağı yerde... Kılıçdaroğlu’nu şüpheli sıfatıyla ifade vermeye çağırdı!..
***
Şu güne kadar rüşvet ve yolsuzluklara örtü diye kullandığı, cumhurbaşkanı oluncaya dek kişisel ve parti propagandası olarak kullanacağı Pensilvanya’nın liderliğindeki cemaatin devlet içinde devlet olmaya çalıştığını iddia etti ama ne çare... 
... Hâlâ bu örgütün kalbur üstü elemanlarından hiç değilse birini yakalayıp yargıya teslim edememenin ayıbını yaşayan Başbakan, nihayet bula bula Amerika’da yaşayan Fethullah Gülen’i ABD’nin sınır dışı etmesini ve Türkiye’ye postalaması için kolları sıvadı.
***
Pekâlâ bildiği ama unutur göründüğü ya da itiraf etmek işine gelmediği için söyleyemediği gerçek; ABD’de yönetimler, burada olduğu gibi savcıları, bürokratları, yargıçları emir eri gibi kullanamıyor. Üstelik Gülen’in iadesi için hukuki süreci başlatacaklarını açıkladığı saatin hemen ardından; daha önceleri bu isteğini Başkan Obama’ya götürdüğünü hatta bakalım ne yaparız gibi umut veren bir yanıt aldığını basına sızdırdı, lakin aynı gün bu haberi Beyaz Saray’ın yalanladığını unutuverdi... 

Daha önceki tarihlerde imzalanan ABD ile Türkiye arasındaki anlaşmaya dayanarak, Gülen’in iadesini ya da sınır dışı edilmesini Amerika yönetiminden isteyecekler pekâlâ ama... 
ABD yönetiminin imzaladığı anlaşmaya ve iç hukukuna aykırı bir karar almasını nasıl bekleyebilir?.. 
Üstelik ABD’nin de -kendi yasalara aykırı uygulamaları gibi-, imzaladığı anlaşmaya ve iç hukukuna aykırı bir karar almasını karşılıklı dostluk alışverişi gibi, anlamsız, geçersiz ancak kendi kafasına uygun bir gerekçeye dayandırdığını saklamaya da gerek görmüyor. 
Gülen’le ilgili hukuk süreci başlatacaklarını açıkladığı günün ertesi, dün; büyük gazeteler, ABD ile imzaladığımız anlaşmaya göre Washington’ın iade talebimizin olanaksızlığını içeren maddesini açıklayıverdiler. 
Bu anlaşmalar çerçevesinde hakkında kovuşturma, dava ya da kesinleşmiş mahkeme kararı bulunanlar iade edilebiliyor”. 
Gülen için bilinen bir soruşturma ya da dava bulunmuyor... Eeee öyleyse? ABD hangi hukuksal çerçeveye dayanarak, Gülen’i RTE’ye iade edecek?
***
ABD bir hukuk devleti... 
RTE gibi hukuk devleti kavramını biçe biçe kuşa çeviren, türlü yollardan yargıyı emrine alan bir hükümetin yönetiminde bir devlet değil ABD. 
Belki de RTE, ABD’nin Türkiye’nin iç işlerini karıştıran '47ülen’i iade edip etmediğini sınamak için hukuksal süreç başlatacaklarını açıkladı ve bu nedenle kamuoyunu Gülen ve cemaati konusunda uyutmak için şimdiden ABD’den gelecek olumsuz yanıtı bekliyor olabilir. 
Cebindeki türlü oyunlar bitip tükenmez... Bu olasılığı yabana atmamak gerekiyor. 
Hatta RTE, bu son diplomatik manevraya girişirken, daha önceki yıllarda Gülen’in iadesini isteyen Türkiye’ye, ABD’nin hakkında soruşturma, kesinleşmiş bir dava olmadığı için Gülen’i iade etmeyeceğini bildirdiğini ayrıntılarıyla biliyor da olabilir. 
Olmaz dediğiniz her şey olabilir RTE döneminde!..  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

30 Nisan 2014 Çarşamba

Taşeron Cumhuriyetinin 1 Mayıs’ı...- ÖZLEM YÜZAK

Yıllardır aynı şey... Sonunda 1 Mayıs’lar Taksim’e indirgeniyor ve tartışma, çatışma buminvalde sürüp gidiyor. Hükümet açısından hayli kârlı... 11 yıllık AKP iktidarının doğrudan sorumlu olduğu ülkenin en temel sorunlarından biri “İşsizlik ile neredeyse modern köleliğe varan emek sömürüsü arasındaki ince çizgi” ne yazık ki daima Taksim’e kurban veriliyor. 
CHP İstanbul Milletvekili Oktay Ekşi, 1 Kasım 2013 tarihinde Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı tarafından yazılı olarak yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı’na soru önergesi vermişti.
 
1. Yüksek oranda kayıt dışılık ve yetersiz yaptırım nedeniyle işgücünün yaklaşık yüzde 40’ının iş hukukunun koruması altında olmadığı tespiti doğru mudur?2. Fazla mesai ücreti almadan uzun çalışma saatleri, haftalık izinlerin dikkate alınmaması, haksız yere işten çıkarmalar, yıllık izin kullanmama ve kıdem tazminatına getirilen kısıtlamalar ve işgücünün çoğunlukla çalıştığı küçük işletmelerde giderilmediği doğru mudur?3. Çocuk işçi oranlarının tüm işgücüne göre halen azaltılmadığı doğru mudur?4. İşyeri kazalarında Avrupa’nın “birincisi”, dünyanın (Çin’den sonra) “ikincisi”olduğumuza ilişkin açıklamalar karşısında bakanlık olarak görevinizi bihakkın yaptığınızı söyleyebiliyor musunuz? Söyleyemiyorsanız ne yapmayı düşünüyorsunuz?5. Özellikle gemi tersanelerinde pek çok işçinin ölümüne sebep olan iş kazası/cinayeti karşısında alınan önlemler nelerdir?6. Bu kazalar (!) nedeniyle kusurlu bulunan sorumlu var mıdır? Varsa hangisine neyaptırım uygulanmıştır? 
Yanıt 9 Nisan’da geldi. Soruların hemen hepsi “konunun halen incelenmekte olduğu”tarzı bir cümle ile geçiştirilmiş, tersaneler ile ilgili soruya yanıt bile verilmemişti. 
Türkiye’de yıllardır uygulanan neoliberal politikaların sonucu bu. Son 10 yıl içinde ise dozunu artırarak uygulanan ekonomik dönüşüm programlarıyla, serbestleştirme ve özelleştirmeler eşliğinde emek aleyhine süregitti. Mevcut istihdam modeli“sendikasızlaştırma, taşeronlaştırma, sözleşmeli ve sözleşmesiz çalıştırma, ödünç işçilik, kısa süreli iş, sosyal güvenceden yoksunluk, en alt düzeylerde ücret” üzerine kurulu... Ve kimse sesini çıkarmıyor ya da çıkaramıyor. Bu, mavi yakalılarda olduğu kadar beyaz yakalılarda da geçerli... Son derece iyi eğitimli, birkaç lisan bilen gençlere bakıyorum. Çok geç saatlere kadar çalıştıkları gibi işten eve döndüklerinde de, hatta hafta sonları, işyerinden gelen e-postaları yanıtlamak, gerekirse evden çalışmak zorundalar. Başta da dediğim gibi modern köleliğin son versiyonu bu.Hizmet sektörü hızla büyüyor ve günlük hayatımızın tam içinde... Alışveriş merkezlerinde, mağaza ve marketlerde, restoranlarda çalışan satış danışmanları, kasa ve reyon görevlilerine bakalım; çoğu günde 14 saat ve iki haftada bir gün izinleüstelik asgari ücretle durmaksızın çalışıyor. 
Kentsel dönüşüm ve AKP’nin inşaat ve rant iştahı ile inşaat sektörü tam gaz gidiyor. Devasa binalar hızla yıkılıp 10 ay gibi kısa sürede teslim ediliyor. Sektördeki kıyasıya rekabet ve müteahhitin en kısa sürede teslim etme sözünün tüm yükünü geçen ise çalışma koşulları giderek ağırlaşan işçiler. 
Doktorlar ve sağlık çalışanları da sağlıkta ticarileşmenin kurbanları... Az ücret, fazla mesailer ve bunun yanı sıra can güvenliklerinin olmadığı koşullarda çalışıyor olmalarına hep kulak tıkanıyor...Ve kadınlar... Nüfusun yarısını oluşturmalarına karşın AKP’nin “evde tutup çocuk doğurma görevi ile sınırladığı”, kreş ve benzeri sosyal politikaları “lafta bıraktığı” için kadınımız ekonomide, istihdamdaki payını bir türlü artıramıyor doğal olarak. 
Yarın 1 Mayıs... Her zamanki gibi tüm bu sorunlar yine giderek büyüyen bir yumak halinde halının altına süpürülecek... 
Ne diyelim... Yine de Emekçi Bayramımız kutlu olsun. 

ÖZLEM YÜZAK
Cumhuriyet