13 Temmuz 2014 Pazar

Meğer AKP de Kemalistmiş- Haluk Hepkon Odatv.com

Papağanların konuşması taklide dayanır. Bu yüzden doğada özgür yaşayan papağanlar konuşamaz. Buradan yola çıkarak taklidin bir esaret alışkanlığı olduğu söylenebilir. Kısacası özgürlük ile yaratıcılık arasında doğrudan bir ilişki vardır. Esir yaratmaz, yalnızca taklit eder.
Ülkemizdeki yazar çizerlerin taklide olan merakının nedenini de bu türden bir bağımlılıkla açıklayabiliriz. Duyduklarını, gördüklerini ya da bir yerlerde okuduklarını tekrarlamayı, düşünmek zannetmektedirler. Buna “Papağan Sendromu” diyebiliriz. Bağımlı bir ülkenin düşün hayatında taklit her zaman geçer akçedir.
Türkiye’deki komplo teorisyenlerinin durumunu da “Papağan Sendromu”ile açıklamak mümkündür. Bütün sözde eleştirilerine rağmen bağımlıdırlar; bu yüzden mahreci Batı olan her lafa hayran olurlar. Burada taklit yaltaklanma ihtiyacının farklı bir tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır. Ekonominin ve siyasetin temel kavramlarını anlamaktan acizdirler. Bu darlık yüzünden Batı’daki aşırı sağcıların saçma sapan hurafelerini tekrarlamakta; sürekli CFR, İlluminati, masonlar, Yahudi lobisi demeyi siyaset yapmak sanmaktadırlar. Yaratıcılıktan uzaktırlar; söylediklerinde ya da yazdıklarında orijinal hiçbir şey yoktur.
KOMPLO TEORİLERİNİ DEĞİL ANTİEMPERYALİZMİ HEDEF ALMAK
Eğer konu “Papağan Sendromu”ysa, sadece komplo teorisyenlerinden bahsetmek haksızlık olur. Ülkemizde benzer bir durum komplo teorilerini eleştirenler arasında da mevcuttur. Bu “eleştirmenler” de ideolojik gıdalarını Batı’dan almaktadırlar. Yaptıkları,komplo teorilerini eleştiri adı altında Batı’da piyasaya sürülenleri parlatıp cilalamaktan ibarettir.
Biraz açalım. Batı’da Daniel Pipes, Bassam Tibi, Bernard Lewis, Antoine Vitkine gibi isimlerin başını çektiği bir “eleştiri geleneği” hakimdir. Siyasi muhtevası en az eleştirdiği hurafeler kadar berbat olan bu “gelenek”antiemperyalist her türlü analizi karalar; emperyalizme karşı Ezilen Dünya’daki bütün tepkileri komploculuk diye yaftalar. Buna göre, örneğin, ABD’nin Ortadoğu’da ya da Türkiye’de bir takım hesapları ve ilişkileri olduğunu söylemek komploculuktur, paranoyaklıktır. Emperyalizmin dünyanın büyük bir bölümünü ezdiğinden, sömürdüğünden bahsetmek bağışlanmaz bir hatadır. Bunu söyleyen günahkârların zihin yapıları Batılılardan farklıdır. Araplar, Türkler, Ortadoğulular, yani Doğulular hastalıklı bir zihin yapısına sahiptir.
KEMALİZMİN GÜNAHI NE
Noam Chomsky, ABD’nin kendisini eleştirenleri “komplo teorisyeni”diyerek karalamaya çalıştığını söyler.[1] Ülkemizde komplo teorileriyle mücadele etme adına Pipes ve benzerlerinin tezlerini tercüme etmekle yetinenlerin kendilerine başdüşman olarak ulusalcılığı seçmeleri eşyanın tabiatına uygundur. Doğan Gürpınar’ın yeni çalışması Komplolar Kitabı’nı da bu çerçevede ele almak gerekiyor. Geçerken belirtelim; Gürpınar kitabında Pipes ve Tibi’yi oryantalistlikle eleştirmektedir. Fakat Pipes ve Tibi’nin ayırt edici özelliği oryantalizm değil Ezilen Dünya’daki antiemperyalist hareketlerden nefret etmeleridir. Bütün tezlerini ulusalcılığı eleştirmek üzerine kuran Gürpınar, Pipes ve Tibi’nin antiemperyalizm konusunda gösterdiği tutumu bire bir benimsemektedir.[2]
Gürpınar’a göre ülkemizde komploculuğun yaygın olmasının nedeni Kemalizmdir. Komplo teorileri Kemalizmin iki ana unsuru olan antiemperyalizm ile gericilik karşıtlığını birbirine bağlamaktadır ama Kemalizmin günahı bununla sınırlı değildir. Kemalizm komploculuk aracılığıyla ulusalcılığa dönüşmüş; bununla da yetinmemiş, solu ve İslamcılığı da kendine benzeterek komplocu yapmıştır. Kısacası ulusalcısından, İslamcısına, sosyalistinden milliyetçisine kadar memleketteki herkes komplocudur; bunun nedeni de Kemalizmdir. Bu hastalıklı zihin yapısına karşı bağışıklığı olan sadece Gürpınar ve arkadaşlarıdır.
Gürpınar’ın “her kötülüğün nedeni” olarak Kemalizmi ve ulusalcılığı görmesi aslında ironiktir. Onun bu tuhaftavrıyla kötü giden her şeyin sorumlusu olarak Yahudileri ya da masonları görenlerin paranoyaklıkları arasında ciddi hiçbir fark yoktur. Gürpınar yakın tarihimizi mutlak bir iyilik ve kötülük zıtlaşmasıyla açıklamaktadır. 1908’den beri bütün olan biteni Sabetaycıların faaliyetleriyle açıklayanlardan tek farkı onun dünyasında mutlak kötülüğü Kemalizmin ve ulusalcılığın temsil etmesidir.
ULUSALCILIK VE KOMPLOLAR
Peki, Gürpınar tamamen haksız mıdır? Türkiye’de ulusalcılığın komploculukla ve komplo teorileriyle ilişkisi ne durumdadır? Bu soruya yanıt vermeden önce siyasi analiz yapmak ile komplo teorilerini savunmak arasındaki fark üzerinde durmak gerekiyor.
Türkiye ve Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan gelişmeler herkesin gözü önünde cereyan etmektedir. Irak parçalanmıştır, Suriye parçalanmak istenmektedir, Türkiye’de yaşananlar ortadadır ve Gürpınar dışındaki bütün dünya emperyalizmin Ortadoğu’daki faaliyetlerinin farkındadır. Bu durumu tespit etmek ile dünyayı masonların ya da CFR’nin idare ettiğini söylemek arasında ciddi bir fark vardır. Gürpınar ise uyduruk bir “komploculuk” tanımıyla bu ikisi arasındaki farkı muğlaklaştırmaya çalışmaktadır. Gürpınar’ın Türkiye’ye dayatılan emperyalist senaryolara karşı çıkışları karalamasıyla Pipes’ın ve benzerlerinin Ortadoğu’daki her türlü emperyalizm eleştirisini komplo teorisyenliği ile itham etmeleri arasında hiçbir fark yoktur.
Kuşkusuz komploların varlığı komplo teorilerini meşrulaştırmaz. Her siyasi akım içerisinde olduğu gibi ulusalcılık içerisinde de komplo teorilerine inanan kesimler mevcuttur. Fakat bu durum Türkiye’de komplo teorilerinin bayraktarlığını İkinci Meşrutiyet’ten beri İslamcı akımların yaptığı gerçeğini değiştirmez. Gürpınar’ın bu durumu gözardı ederek bütün faturayı Kemalizme kesmesinin, hatta İslamcı akımların komplo teorilerine başvurmasını bile Kemalizmin ve ulusalcılığın bir günahı gibi göstermesinin nedeni tamamen ideolojiktir. Gürpınar ulusalcılığa karşı duyduğu nefreti meşrulaştırmak için gerçekleri tahrif etmekten çekinmemektedir.
AKP ELEŞTİRİSİNİN ZAMANLAMASI
Komplo teorileriyle ilgili her lafı döndürüp dolaştırıp ulusalcılığa getiren Gürpınar’ın AKP’ye bakışı da son derece ideolojiktir. Aslında Gürpınar’ın AKP’ye karşı tavrını iki ayrı döneme ayırmak mümkündür. İlk dönem AKP’nin güçlü olduğu dönemdir. Gürpınar’ın bu dönemdeki tavrını daha iyi anlamak için “öğretim görevlisi” olarak katıldığı “Komplo Avcıları Meslek Yüksek Okulu” etkinliğinden bahsetmek gerekiyor. Gürpınar, o dönemde şimdilerde “komploculukla” suçladığı AKP’nin yan kolu olan Genç Siviller tarafından düzenlenen bu etkinliğe katılmakta bir mahzur görmemiştir. Söz konusu etkinliğe Gürpınar’ın yanı sıra AKP’nin her yaptığında boncuk aramasıyla tanınan Ceren Kenar, solculuğun komploculuk olduğunu vaaz etmesiyle ünlü Halil Berktay, “Ergenekon öyle bir örgüt ki ona üye olduğunu bilmeyenler var” diyerek her taşın altında Ergenekoncu arayan Yıldıray Oğur, bir dönem İstanbul Belediyesi’nin kanalizasyon kapaklarında Allah yazdığını iddia eden Ahmet Turan Alkan gibi isimler katılmıştır. Söz konusu “yüksek okulun” müfredatından ve muhteşem kadrosundan Gürpınar’ın o dönemde AKP’nin “komploculuğu”nu fazla da dert etmediği anlaşılmaktadır.
Fakat Gürpınar 2014 yılında yayımlanan kitabında farklı bir tavır göstermekte ve bu kez AKP’yi “komploculuk”la eleştirmektedir. Ona göre“AKP ve reformcu İslamcı hareket kendisini bir liberalleşme ve demokratlaşma dalgasının üzerine konumlamış ama 2010’lardan başlayarak söylemsel bir geri dönüş yaşanmıştır”. Gezi Olayları’yla zirve yapan komploculuk AKP’li ve İslami entelijansiyayı kendine çekmiştir. Gürpınar’ın yazdıklarından, bu durumun onun AKP karşısındaki tavrını değiştirmesine neden olduğu sonucu çıkmaktadır.
Peki, bu doğru mu? Yukarıda bahsedilen “Komplo Avcılığı Meslek Yüksek Okulu”nun faaliyet tarihini hatırlarsak, Gürpınar’ın bu iddiasını ciddiye almanın mümkün olmadığı ortaya çıkacaktır. Gürpınar’ın AKP ile yolları ayırması yakın zamanda olmuştur. Esas ayrım Gezi Olayları’ndan sonradır. Geçen Haziran’dan itibaren AKP’nin sallanmaya başlaması liberallerin tavrını da değiştirmiştir. Gemi su almaktadır ve farelerin artık batacağı belli olan bu gemide işleri kalmamıştır. Gürpınar’ı harekete geçiren bu durumdur. ABD’nin açık destek vermekten vazgeçtiği AKP bu tarihten sonra derhal “komplo teorisyeni” ilan edilmiştir.
LİBERALLER VE KOMPLO TEORİLERİ
Devam edelim… Gürpınar’ın AKP’nin liberallerden koptuktan sonra komplo teorilerinin etkisi altına girdiği tezi de doğru değildir. İktidara gelişini Sabataycı Beyaz Türklere karşı bir zafer olarak sunan AKP’nin komplo teorileriyle arası her zaman iyi olmuştur. Liberallerin de bu duruma hiçbir itirazları olmamıştır. Ahmet Altan’ın 2009 yılında Atatürk’ün Türkiye’yi Selanik haline getirmeyi amaçladığını, cumhuriyetle birlikte halkın ‘Yeni Selaniklilerin’ esiri haline geldiğini” yazması bu durumun en güzel kanıtıdır. Cumhuriyetin tasfiye edilmesini destekleyen liberaller AKP’nin bu iş için komplo teorilerine sarılmasına ses çıkartmamış, hatta bu sürece yardım etmişlerdir.
Bu yüzden şimdilerde Dreyfus Davası’ndan dem vuranlar Balyoz Tertibi’nde ağızlarından salya akarak Yahudi general avına çıkanlara, Ergenekon ile masonluk arasında ilişki kurmaya çalışanlara, “Ergenekon Terör Örgütü”nün Agarta ile bağlantılı olduğunu söyleyenlere itiraz etmemiştir. Veli Küçük’ü, İlhan Selçuk’u ve Doğu Perinçek’i Ermeni, Çevik Bir’i Yahudi ilan eden Mehmet Baransu’nun bavulundan çıkan ve en az Siyon Protokolleri kadar uydurma olan belgeler bu çevreler tarafından sevinçle karşılanmıştır. Markar Esayan, Eser Karakaş, Mehmet Altan gibi isimlerin Ergenekon’un İttihatçı kökleri hakkında yazdıkları arşivlerdedir.[3]
Komplolar Kitabı Gezi Olayları sonrasında liberallerin gericilikle olan ilişkisini, şimdilik kaydıyla, askıya aldığını göstermesi açısından önemlidir. Pipes gibi emperyalizmin yeminli savunucularının söylediklerini tekrar etmekten başka bir şey yapmayan, tamamen ideolojik kaygılarla hazırlanmış bu çalışmanın başka da ciddiye alınacak bir tarafı bulunmamaktadır. Gürpınar’ın kaleme sarılıp geçmiş günahlarından kurtulmaya çalışması, kısa bir süre önceye kadar birlikte yol aldığı AKP zihniyetini bir çırpıda “komplocu” ilan etmesi bundandır. Havadaki değişim sezilmiş ve hemen yeni duruma uygun pozisyon arayışına girilmiştir. Bu mide bulandırıcı tutum Türkiye’deki liberallerin meşrebine uygundur. Daha fazlasını beklemek hayalcilik olur.
Haluk Hepkon
Odatv.com

"Üniversite"ye ihanet!-Rıfat Okçabol/SOL

Üniversitelerden gelen ve üniversite” anlayışıyla bağdaşmayan haberlerde artış görülüyor. Örneğin Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi (ÇOMÜ), Ömer Faruk Kırnıç’a, Gezi Parkı olayları sırasında “Duran İnsan” eylemi çerçevesinde, “Rektörlük Binası A Blok önünde izinsiz kitap okuma eylemi" nedeniyle soruşturma açmıştı! Üniversite, 2012-2013 öğretim yılı bahar dönemi bütünleme sınavında öğrencilerine, “Gezi ve Taksim olaylarının türevlerini inceleyerek minimum ve maksimum noktalarını belirleyiniz” şeklinde soru soran Kırnıç’a bir başka soruşturma daha açmış ve sonunda Kırnıç’ın görevine son verilmiş! Bu soruşturma başladıktan sonra, aralarında o sınava girmeyen öğrencilerin de bulunduğu birkaç öğrenciden satır, paragraf ve içerik olarak aynı şikayet dilekçeleri alınmış! Bu kin, haksızlık ve uygunsuzluk “üniversite”ye yakışır mı?
Bilindiği gibi, Harvard Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde çalışan Dr. Emrah Altındiş, o üniversitede konuşma yapan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'e, "Türkiye'de insanlar ölürken geceleri nasıl uyuyorsunuz?" diye soru yöneltmişti. Emrah bu sorusuyla tüm mağdurların gönlünde taht kurmuştu. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi (SOMÜ) Genel Sekreteri Selahattin Özyurt’un, twitter hesabından Dr. Altındiş'e küfürlü eleştirilerde bulunması bir üniversite sekreterine yakışır mı? Bu gibi tutumlar üniversiteyi yıpratmaz mı?
Ankara Üniversitesi (AÜ) rektörlüğü, Siyasal Bilgiler Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yalçın Karatepe hakkında, 28-30 Mayıs 2014 tarihleri arasında, "izinsiz olarak görev yerini terk ettiği" savıyla soruşturma açmış! Dekanın, o tarihlerde fakülte yönetim kurulu kararıyla görevlendirildiği Basın İlan Kurumu Genel Kurulu toplantısına katılmış olması ve durumu 10 gün önceden rektörlüğe bildirmesi ve hatta o süreç için bir akademisyeni dekan yardımcılığıyla görevlendirmiş olması bile soruşturma açılmasını engelleyememiş. Çünkü gazete haberlerine göre, dekan gericilerin hedefi! Dekan, 2012’de üniversitenin açılışına Başbakan davet edilince, kendi fakültesinde alternatif açılış yapıyor. Fakültenin geçen yıl yapılan geleneksel İnek Bayramında, Gezi Direnişi sürecinde polisler tarafından öldürülen gençlere sahip çıkıyor. Başbakan’ın “Çapulcular” dediği gençleri övüyor ve “Hiçbir can, kamu malından değersiz olamaz” diyor. Rektörlüğün bu yıl yapılmamasını istediği İnek Bayramını gerçekleştiriyor ve bu arada, bula bula kaçırılmamaları için çocuklara “Çığlık atmayı öğretin” diyen bakana, “Siz Ali İsmail’in çığlıklarını duyabildiniz mi?” diye soruyor.
ÇOMÜ ve SOMÜ göreceli olarak yeni üniversiteler olduklarından yanlış tutumları belki acemiliklerine verilebilir. Ancak köklü bir üniversite olan AÜ’ne bu soruşturma yakışır mı?
Bilindiği gibi, 1800’lerin ikinci yarısında açılmış olan Darülfünun, cumhuriyet döneminde 1933 yılında İstanbul Üniversitesi (İÜ) adını almıştır. 1944’te İstanbul Teknik Üniversitesi (İTÜ) ve 1946’da da üçüncü üniversite olarak AÜ açılmıştı.
AÜ rektörlüğünün bugünkü tutumu, bu üniversitenin henüz bir yaşında 1947 yılında yaşadığı olumsuzluğu anımsatmaktadır. Bir grup Dil Tarih Coğrafya Fakültesi (DTCF) öğrencisi, yıllardır Berkes, Boran ve Boratav gibi ilerici öğretim elemanlarını şikayet etmektedir. 1946 seçimlerinden sonra, Hasan Ali Yücel yerine milli eğitim bakanı olan R. Şemsettin Sirer’in dayatması sonunda AÜ Senatosu, bu üç eleman hakkında soruşturma açmış ve 9 Ocak 1948’de bu elemanların öğretmenlik mesleğinden çıkarılmasına karar vermiştir. Yücel zamanında çıkarılan 18 Haziran 1946 tarih ve 4936 sayılı üniversite yasası gereği bu konuda son kararı, eğitim bakanının başkanlığında toplanan Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) verecektir. ÜAK, bakanın tüm ısrarlarına karşın, başta İÜ ve İTÜ rektörlerinin üniversite özerkliğine sahip çıkmaları üzerine, bu kişiler hakkında disiplin soruşturması açılmasına gerek olmadığına karar vermiştir (bkz. Üniversitede cadı kazanı: 1948 DTCF tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın müdafaası, M. Çetik, 1998, Tarih Vakfı Yurt Yayınları). Ayrıca Danıştay da Senato kararını iptal etmiştir.
Kısaca, o zamanlar AÜ’nün (acemilik) ayıbını örtecek Danıştay ve ÜAK vardır. Günümüzde AÜ’nün ayıbını örtecek, kendisinden başka bir kurum yoktur. Üstelik AÜ ve de özellikle siyasal bilgiler fakültesi, Menderes, 12 Mart ve 12 Eylül istibdadına karşı fakülte dekanları Turhan Feyzioğlu, Mümtaz Soysal ve Cevat Geray’ın duruşlarıyla AÜ’de üniversiteye yakışır bir gelenek oluşturmuşlardır. Bu geleneği bozmaya ve “üniversiteye” ihanet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Üniversite rektörlüğünün bu yanlıştan dönmesi, rektörlüğün aymazlığa devam etmesi halinde AÜ’lülerin buna izin vermeyeceği beklenmektedir.
Rıfat Okçabol
SOL

Zeytin Ağacına Ölüm Fermanı!..- HİKMET ÇETİNKAYA

Ülkemin insanı, soygunu, talanı, vurgunu, yağmayı pek umursamıyor... 
Önce deniz kıyıları yağmalandı... 

Koylarımız, büklerimiz, tarım alanlarımız! 
Yazıldı, çizildi ama sonuç alınamadı, işini bilen, köşeyi dönenler birkaç yıl içinde varsıl oldu... 
Önce Kaz DağlarıEşme Kışladağ, Bergama Ovacık, Tunceli, Efemçukurufalan derken Erzincan İliç’e dek her yer... 
O güzelim Kozak Yaylası, çamfıstığı ağaçları, siyanür... 
Kütahya’yı unutmadık, HES’leri de... 
Ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerini tartışırken laikliği, Atatürkçülüğü tekelleri altına alanlarla uğraşırken, Kemal Kılıçdaroğlu’nun Fethullah Gülen’le işbirliği yaptığını öne süren eski “faşo tosuncuklarını” seyrederken zeytincilik elden gitti gidecek! 
Türkiye’nin gözbebeği, o güzelim Edremit KörfeziKaz Dağları... 
Zeytinciliğin atardamarı... 
Zeytinliklerin yüzde 80’i yok olacak o bölgede... 
Gelen tepkiler sonunda daha önce beş kez gündeme gelen tasarı geri çekildi ama bir bakarsınız bir gece yarısı Meclis’ten geçebilir... 
O zaman ne olacak? 
25 dönümden küçük zeytinlikler “düz tarlaya” dönüştürülecek! 
Yapılaşma ve çokuluslu altın avcıları, yabani zeytin ve var olan zeytinciliğin yasal yolla canına okuyacak, insanlar ölümcül hastalığa yakalanacak... 
Can çekişen zeytinciliğimiz ölecek!
***
Siyasal iktidar yerli ve yabancı “haşhaşiler” kimse, onlarla (herkes biliyor ya) işbirliği yapıyor açık açık! 
Kaz Dağları’ndan aşağılara doğru o güzelim bölge... 

Küçükkuyu, Edremit, Burhaniye, Havran, Gömeç, Ayvalık, Foça, Karaburun,Didim... 
Zaten “en baba” zeytin üreticisinin 10-15 dönüm zeytinliği vardır bölgede! 
Gelmiş geçmiş tüm siyasal iktidarlar zeytinciliği umursamadı... 
Önce SHP, sonra CHP, DSP, ANAP, DYP, MHP, RP ve 12 yıldır AKP... 
Türkiye zeytin ve zeytinyağı üreten ülke olmaktan çıktı... 
Mudanya ve Gemlik’teki üretim diğer bölgelerde olduğu gibi düştü... 
Türkiye bugün zeytinyağı ithal eden bir ülke durumunda... 
Bakın Soma’da şehit madenci çocukları ağlıyor, gözyaşı döküyor... 
Onların çığlıklarını duyuyor musunuz? 
Bağırıyor çocuklar: 
“Baba, anne hırsız var!” 
Binlerce yıllık tarihin, kültürün coğrafyasında hırsız var, yangın var... 
Mersin Akkuyu Nükleer Santralı... 
HES’ler... 
İmar! 
Siyanür! 
Yerin altı ölüm, yerin üstü yine ölüm... 
Binlerce yıldır bu topraklarda zeytin var! 
Homeros’un “ışık sahili”nde yas var!
***
Binlerce yıllık tarihimizi ve kültürümüzü yok edeceğiz... 
Nükleer ve termik santralları... 
Her şey bunlar için! 
“Çokuluslu altın avcıları” için! 
Küresel düzen, vahşi kapitalizm için! 
O coğrafyaya zeytin ağacı, zeytinyağı hayat, umut verdi... 
Halk böyle yasalar istemiyor! 
Ne olup bittiğinin farkında değil! 
Bir kamuoyu oluştu, bilim insanları bu konuda yoğun çaba gösterdi... 
İnsanlarımız alevlerin, yangınların, hırsızların, talancıların tutsağı olmayacak! 
Hiçbir fırtına, yangın durdurmamalı bizi! 
Toprağın, binlerce yıllık tarihin, kültürümüzün yüzümüzü aydınlattığınıunutmayalım. 
Aç kurtlara teslim olmayalım! 
Yeryüzünün o suskun tortusuyla değil, haykırışıyla zeytinciliğin ölüm fermanınakarşı duralım... 
Toprağın delice saldırdığı o kıvrımın içinde, hayatın bir ağacın yaprağında, barışın zeytin dalında kalıcı olduğunu unutmayalım...
***
Gelin o Edremit Körfezi’nden, Didim’den, Soma’dan, Ayvalık’tan,Karaburun’dan, Gemlik’ten yükselen çığlığı duyalım... 
Bu yağmalama yıllardır sürüyor, koylarımızın, büklerimizin canına okunuyor... 
Kuş cennetleri yok oluyor... 
Akarsularımız kuruyor, ormanlarımız yakılıyor... 
Siyanür ölüm saçıyor, ölüm!  

HİKMET ÇETİNKAYA
Cumhuriyet

Artık Dayanamadım!-IŞIL ÖZGENTÜRK

“Rahman ve rahim olan Allah’ın adıyla başlıyorum, hamd olsun, Allahımıza hamdolsun, o özünde merhametli işinde merhametli. Rabbimiz, yalnız sana kulluk eder yalnız senden yardım isteriz. Nimet verdiklerinin yoluna, gazaba uğrayanların ve sapanların yoluna değil, doğru yola. Amin...” 

Böyle dualı başlangıçları, ilk kez yıllar önce gittiğim İran’da duymuştum. Bütün yöneticiler konuşmalarına başlarken yukarıdaki sözlerin Acemcesini yineliyorlardı. Çok şaşırmamıştım çünkü bulunduğum yerin adı İran İslam Cumhuriyeti’ydi. Yıllar sonra Fatiha suresinin Türkçesiyle seçim bildirgesine başlayan bir cumhurbaşkanı adayımız olacağını düşünemezdim. Oldu. “Ekmek için Ekmeledd i n ” Bey bu sözlerle seçim bildirgesini açtı. 
AKP’ nin önlenemez sürekliliğini dini kullanmasına ve üç beş paket makarna dağıtmasına bağlayan tembel bir zihniyet, en nihayetinde bunu da yaptı. Oysa özellikle CHP’nin bir bilim kurulu var, onlar lütfedip biraz çalışsalar, AKP’nin önlenemez sürekliliğinin başka olgulara bağlı olduğunu göreceklerdi. AKP geniş kitlelere rüyalarının gerçekleşebileceğini gösterdi. Onların da en son model arabalara bineceklerini, onların da Boğaz’a nazır kafelerde su parasına kahve, çay içebileceklerini gösterdi. Onlara bencilliği öğretti. İşveren kesimine inanılmaz kolaylıklar sundu. İşçiyi sömürün sömürün, dedi. Sendikaları açıkça satın aldı. Ve bugün Bağdat Caddesi’nde insanları kızdıran başı örtülü kızların, kadınların yaşamın içine karışmasına olanak sağladı. 
Ve yıllarca merkezden uzakta duran dini, merkeze taşıdı. Bütün bunlar varken, bir çatı adayının konuşmasına böyle dualarla başlaması adaya ne sağlayacak? Yani bu sözleri duyan ve AKP’ye oy veren vatandaş koşa koşa çatı adayını mı destekleyecek? Neden, niçin desteklesin? 
Oysa aklın yolu birdir, çatı adayı Recep Erdoğan’ın rakibidir. Rakip bütün bu duaları ondan daha iyi biliyor. Öyleyse neden “Sevgili Yurttaşlarım” diye söze başlamıyor. Devam edelim, “Bugün sizlere ey azizler diye hitap etmek istiyorum. Aziz vatandaşlarım!” Bu da nereden çıktı böyle, efendim Ekmeleddin Bey açıklıyor, “Azizvatandaşlarım ‘ey azizler’ diye hitap ederken ben yabancı bir dilden Frenkçeden tercüme yapıyor değilim. 18. yüzyılın büyük mutasavvufu Erzurumlu İbrahim Hakkı dostlarına bu şekilde seslenirdi. Ey azizler...” 
Nasıl bilmiyorsunuz, halk dilinde aziz ve azize Hıristiyan papaz ve rahibeler için kullanılır. Azize Meryem gibi… 
CHP’li bir üst düzey yöneticisinin “tanıdıkça seveceksiniz” diye bizlere sunduğu Ekmeleddin Bey, Fatiha suresiyle konuşmasına başlıyor, “Ey azizler” diye devam ediyor. Bu nedir? 
Devam edelim, Ekmeleddin Bey, “huzur” getirecekmiş. Kişisel olarak “huzur”sözcüğü benim en sevmediğim sözcüklerin başında gelir. Huzur ancak, yaşlılar evinde geçerlidir, bu denli dinamik olan bir toplumda “huzur” getirmekten söz edemezsiniz. Çünkü “huzur” durağan bir şeydir. Mevcut düzenin devamını yansıtır. Oysa, AKP’nin yıllardır elinde tuttuğu bir sözcüğü ele geçirmek mümkündü. Bu da“değişim” sözcüğüdür. On iki yıldır bu ülkeye giydirilmeye çalışılan “cehalet gömleğini” değiştirmek! Onu paramparça etmek! İçinde bulunduğumuz durum kurtuluş savaşı koşullarında ve siz “huzur” diyorsunuz. Yeter! 
Şimdi gelelim seçim sloganına “Ekmek için Ekmeleddin!” İsimden slogan üretmek artık çok demode ve resmen gülünç oluyor. Ama ortada daha vahim bir olgu var. Tayyip Erdoğan’ın tüm dizginleri ben elime alırım iddiası varken, Ekmeleddin İhsanoğlu’nun üst düzey ve anayasadaki tariflenen görevlere uygun bir politika izleyeceği belirtilmişti. Ama şimdi bu sloganla direkt reel politikanın içine daldı. Ve olmadı. 
Söylemem şu ki, kim ve kimler Ekmeleddin İhsanoğlu’nun seçim politikasını belirliyorsa, oy kazanmak değil oy yitirmek yolunda başarıyla ilerliyorlar. Öte yandan, kendi içlerinden bir aday çıkaramayan CHP’lilere de bir çift sözüm var. Sizler de seçimlerden sonra sütten çıkmış ak kaşık muhabbetine geçmeyin. Ne olduğunuzu gördük. 
Öte yandan AKP torba yasalarla işi öyle bir noktaya getirdi ki, ne olsa onlara yarayacak. Bakanların ve Başbakan’ın resmen hırsızlık yaptığının belirlendiği günlerde, Meclis’in resmen meşruiyetini yitirdiği günlerde muhalefet partileri sinei millete dönebilselerdi, işler çok farklı olurdu. Şimdi geçiniz.  

IŞILÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

7 Temmuz 2014 Pazartesi

Cumhurbaşkanı’nın Maaşı-ÇİĞDEM TOKER

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Kanlıca’da villa aldığı haberini yalanladı. 
Açıklamanın pazar günü süratle yapılması kadar; biri mali, diğeri siyasi olmak üzere iki boyutu ilgi çekiciydi. 

- Villanın kendisine değil, -işadamıdamadı Mehmet Sarımermer’e ait olduğu belirtilirken, 25 milyon dolar civarında olduğu iddia edilen konuta bu ölçekte bir paranın yatırılmadığı mesajı verilmiş oldu. 
“İstanbul’a taşınması halinde” ifadesiyle de 10 Ağustos’tan sonra “Ankara’dan hemen ayrılmayabilirim” vurgusu yapıldı. (Bu vurguyu, “Nihayetinde bu partininkurucusuyum” sözüyle birlikte okumakta zarar yok...) 
Başbakan Erdoğan’ın altı aydır tartıştığımız ve ucu bucağı bilinmeyen servetinin, Cumhurbaşkanı adaylığı vesilesiyle yaptığı bildirime bu kadar “güdük” yansıdığı şu günlerde, görevi bırakmak üzere olan Gül’ün akçalı bir hassasiyet göstermesi dikkat çekici.
***
Yeri gelmişken 7 yıllık Cumhurbaşkanlığı görevinin bitiminde, Gül’ün “görünen”gelirlerini hatırlamak yararlı olabilir. 
Cumhurbaşkanı ödeneği her yıl Bütçe Kanunu’na göre belirlenir. 
2014 Bütçe Kanunu’nda Cumhurbaşkanı Abdullah Gül için ödenecek yıllık ödenek 480 bin TL olarak belirlenmişti. 
12’ye böldüğünüzde aylık maaş tutarı 40 bin TL ediyor. (Muhasebat Genel Müdürlüğü’nün aylık bütçe verileri de bu tutarı doğruluyor.) 
Cumhurbaşkanı maaşının yaklaşık üçte biri vergiye gidiyor. 
Dolayısıyla Gül’ün aylık maaşını 26 bin TL civarında düşünebiliriz. 
Nitekim Gül daha önce maaşıyla ilgili haberler konusunda “Bu konudaki haberlerde bilerek ya da bilmeyerek kesintiler yer almıyor” diye rahatsızlığını belirten bir açıklama yapmıştı. 
Emekli Sandığı Yasası’na göre cumhurbaşkanları emekli olunca, maaşlarının yüzde 40’ını emekli maaşı olarak alıyor. 
Bu durumda Gül’ün eylül ayından itibaren brüt 16 bin TL emekli maaşı alacağını varsayabiliriz.
***
Ve yine yeri-zamanı gelmişken Gül’ün 7 yıllık cumhurbaşkanlığı döneminde bütçeden ayrılan maaş ödeneklerini aktaralım:
Yıllık yüzde 9-11 civarındaki artışlarla, Gül’ün yedi yıllık maaş ödeneği, toplamda 3 milyon 669 bin TL’ye ulaşıyor. Bu rakamın eylülaralık dönemini içeren 160 bin TL’sini düşebilirsiniz. Dört aylık bu tutar, yeni seçilecek Cumhurbaşkanı’na ödenecek...
***
Mal varlığı üzerinde büyük tartışmalar bulunan Başbakan’ın şu anda devletten aldığı maaş ise 14 bin TL. 
Yasaya göre, Başbakanlık’tan herhangi bir nedenle ayrılan başbakanlar, Cumhurbaşkanı emekli maaşının yüzde 75’ini alabiliyor. (Yaklaşık 12 bin TL) 
Erdoğan Köşk’e çıkarsa, aylık maaşı brüt 40 bin TL’ye yükselecek. 
2015 bütçesinin Meclis’e sunulmasına üç ay kaldı. 
Erken bir tartışma olduğunu bilerek hatırlatalım ki, Erdoğan’ın Köşk’e çıkması durumunda, 2015 bütçe ödeneklerini çok iyi izleyelim.  

ÇİĞDEM TOKER
Cumhuriyet

6 Temmuz 2014 Pazar

İhsanoğlu ve sol’dan istifa etmek-Burak Gürbüz/ SOL

Yeni Cumhurbaşkanı adayı ile ilgili birçok şey söylendi. Hepimiz biliyoruz artık. Bizim bu tartışmalara ekleyeceğimiz bir şey olamaz. Ama adayın sol adına talihsiz bir aday olduğunu baştan söyleyelim ki, okur nerede durduğumuzu görebilsin. Bu yazının amacı “neden İhsanoğlu solun adayı olamaz?”ı anlatmaya çalışmak olacaktır. Şimdi pratikte Recep Tayyip Erdoğan’ı indirelim gerisi gelir diyenlere kuşku ile bakmaktayım. Meydanlara daha inmemiş bir Erdoğan var. Onun karşısında hayatı boyunca Türkiye’de siyaset yapmamış bir kişinin, meydanları etkileyebileceğini düşünebiliyor musunuz? Ben düşünemiyorum. Üstelik ciddi oranda sandıklara gitmeyecek bir CHP seçmeni olacak. Bu seçmeni de anlamak gerek. Yoksa gerekmiyor mu? Bugünkü yazı İhsanoğlu, Gül, Erdoğan gibi geleneksel siyasetçilerin ideolojilerine ışık tutmayı amaçlıyor. Yazıya başlamadan evvel son bir ekleme daha yapalım, o da yukarıdaki üç siyasetçinin, birinin kaba üslubu dışında, ciddi anlamda bir fikir ayrılığı içinde olmamasıdır. Erdoğan’da Gül’de, İhsanoğlu’da geleneksel değerlere önem veren, muhafazakâr görüşlere sahip ve küresel ekonomiyle bütünleşmiş kişilerdir. Bu değerlere inanan kitleler İhsanoğlu’na oy vermekte hiçbir sakınca görmeyecektir. Ama ya diğerleri? Yani küresel ve geleneksel değerlere inanmayanlar ne olacaktır? Bu soru cevabını bekleye dursun biz bugün geleneksel ve küresel ekonomi politiğin ideolojisine bir göz atalım.
Küresel değerleri günümüzde yaygınlaşmasına neden olan neo-liberal siyasetin kökenlerine bakalım. Sonra geleneksel değerlerin bu siyasete nasıl sahip çıktığını anlatalım. Daha önceki yazılarımızda bahsetmiştik. Küresel ve geleneksel değerler üzerine inşa edilen liberal ideoloji, yirminci yüzyıl otoriter rejimlerin doğmasına vesile olmuştur. Türkiye’de iddia edildiği üzere ulus devletçi anlayış otoritarizmi yaratmamıştır. Ulus devlet sadece bir yönetim biçimidir ve onun için salt merkezi otoriteye dayalı bir yönetim biçiminden yola çıkarak otoriter bir ideolojinin varlığını ispat edemeyiz. Faşizm ve Nazizm ideolojisinde ulus devletçi merkezi bürokratik yapılar birer araç olmuştur. Bütün bunlar biçimseldir. Asıl aşırı sağ ideolojinin besin kaynakları gelenek, kimlik konuları ve 1789 düşmanlığıdır. Bu konuda daha detaylı bilgi için eski yazılarıma bakılabilir.
Lippmann konferansına katılmış bir çok Fransız liberal iktisatçı (Rougier, Baudin vs..) yeni liberalizmin siyasal yapısını teknokrat elitlerden oluşmuş merkezi bir otorite ile oluşturmuşlardır. Rousseau’cu Cumhuriyetin alternatifi, piyasacı elitlerden oluşmuş bir siyasal otoritenin kurumlarını oluşturmaktır. Daha evvelki yazılarımızda bahsettiğimiz ve sadece neo-liberal Rougier ve Baudin’e değil aynı zamanda faşist Salazar ve Musslolini’ye de ilham vermiş olan temel düşünür Frederic Le Play’dir. Tekrar hatırlatmak gerekirse Louis Baudin, 1938 yılında yeni bir liberalizmi düşünmek üzere Paris’te toplanmış Hayek’in kurucusu olduğu Mont Pelerin üyesi bir iktisatçıdır. Onun Le Play’e karşı ilgisini sadece ona referans veren düşüncelerinden değil aynı zamanda kendisinin derlediği ve başına önsöz yazdığı 1947 yılında Frederic Le Play, Textes Choisies et Preface par Louis Baudin adlı kitabından da anlıyoruz. Baudin’İn sonuç bölümünde olumladığı Le Play fikirlerini, bu küçük yazıda özetlemeye çalışalım.
Le Play, diğer 19’ncu yüzyılın tüm liberalleri gibi 1789 devrimine karşı çıkar. Bu kesin bilgidir. Karşı çıkma sebepleri de liberallerle aynıdır. Le Play geleneksel değerlere önem veren, ahlakı ve aile kültürünü her şeyin üzerinde tutan bir sosyal bilimcidir. Aslında doğrudan Smith, Turgot gibi liberal iktisatçılara da eleştiriler getirmiştir. Louis Baudin’in onun hakkında tek eleştirisi onun piyasa ve iktisatçılar için söyledikleridir. Le Play serbest piyasadan yanadır ama bu sistemin geleneksel değerleri içine almasını ister. Ona göre bireycilik buna imkân tanımamaktadır. Onun için aileyi bireyin yerine koyup, buradan yola çıkarak Salazar gibi birçok faşist siyasetçi ve neo-liberal iktisatçının ilgisini çekecek bir toplum yapısı inşa eder. Le Play 1789’u üç açıdan eleştirir. İlki devrimin sürekli ve sistematik bir özürlük vaat etmesidir. İkincisi eşitlik ilkesidir ve son olarak da başkaldırı hakkıdır. Le Play özgürlük düşmanı değildir elbette fakat özgürlüğün tanımsız kalmasını istemez. Çünkü ona göre özgürlük bir amaç değil bir araç olmalıdır. Bu bakımdan özgürlüğü yeniden tanımlayıp sınırlamak ister. Ona göre amaç toplumsal ahengi sağlamaktır ve özgürlük bunun aracıdır. Yani başka bir deyişle toplumsal ahengi bozanlara sınırsız özgürlük sağlamaktan yana değildir. Rekabetçi, ahlaki ve aile değerleri üzerine kurulu bir düzen, Rousseau’cu özgür toplumunun yerini almalıdır. İkincisi eşitlik ilkesi ile sorunu vardır. Bu ilke o zamanın tüm liberallerinin dillendirdiği insanları tembelliğe itmektedir. Yani eşitlik adına tembel ve işsizler başkalarının tasarruflarından yararlanarak geçinirler. Bunun için kendi, eşitlik yerine daha güçlü ve zeki olanın öne geçeceği hiyerarşik bir toplum düzenini önerir. Le Play’in bu önerisi neo-liberallerin teknokrat elitlerden oluşmuş yönetim modelinin aynısıdır. Zaten Baudin bu görüşü aynen benimsemiştir. Son olarak başkaldırma hakkını ise Le Play jakobenlerin yaptıkları devrimi meşru kılmak adına ortaya attığını söyler. Bu tamamen toplumsal ahengi bozan bir yaklaşım olacağından bu hakkı ortadan kaldıracak güçlü bir siyasal otoriteden yanadır.
Yukarıda saydığımız bu üç ilke ve Le Play’in alternatifleri hem 20’nci yüzyılın başındaki yeni liberalizm arayışlarına ilham olmuş hem de günümüz neo-liberal siyasetin belirlediği küresel iyi yönetişim modellerinin temelini oluşturmuştur. Doğal olarak sorabilirsiniz İhsanoğlu veya Gül veya Erdoğan bu anlatılanların neresindedir? Günümüzde temel siyasi değerler Said-i Nursi değildir. Küresel siyasetin belirlediği temel siyasi yönler bellidir. Bunlardan en önemlisi eşitlikçi modernizme karşı, bireysel hak ve özgürlükler kapsamında gelenekçiliği, kimlikçiliği savunan özgürlükçü görüşlerdir. Dünya sistemi içinde kendine yer arayan Türkiye’deki siyasetçi, ya yukarıdaki gelenek-kimlik özgürlüğüne dayalı siyaseti benimseyecektir, ya da eşitlik temeli üzerine kurulu kamucu sosyal-sosyalist bir Cumhuriyeti referans alacaktır. Doğrudur günümüzde ikincisinin önemi çok azalmıştır.
Sadece faydacı yaklaşımla hareketle ikincisinin ilkine nazaran olabilirliği daha az olduğundan birçok insanın tercihini etkileyecektir. Ama kendisine solcu diyenlerin sırf kültürlü bilgili olduğu için ve hanımının da başı açık olduğu için İhsanoğlu’na oy vermesi çok vahimdir. Daha önce Derviş, Gül ve Erdoğan’ın arkasında durulduğu gibi şimdi Ekmelettin bey’in arkasında durmamız istenmektedir. Eğer Erdoğan aday olmasaydı belki de Ekmelettin bey’i AKP çok rahat aday gösterebilirdi ve kimse buna şaşırmazdı. Her halükarda Erdoğan’ın yerine seçilecekse İhsanoğlu, Tayyip istibdat’ına son, AKP rejimine devam diyecektir ve siz solcularda bir kere daha bunun vebali altında kalıp ileride günah çıkarmayla uğraşacaksınız.
Burak Gürbüz/ SOL

Oruç da Cıvıdı...- IŞIL ÖZGENTÜRK

Film yönetmeni üstat Fellini; muhteşem porno yıldızı Cicciolina marjinal seçmen oylarıyla seçilip bütün erkek ve kadın bakışları üstünde, tüm şuhluğuyla İtalyan meclisinden içeri girince, bakmış bakmış ve şöyle demiş: “Bu iş benim tüm fantezilerimi aşar.” Sözün Türkçesi, hayatı boyunca insana ait fantezilerin en uçlarında gezinen yönetmenin, meclis kapısından göğüsleri açık giren Cicciolina karşısında nutku tutulmuş. 
Üstat Fellini’yle aşık atmak haddimiz değil ama bizim de kendimize göre nutkumuzun tutulduğu anlar var. Biraz gecikerek de olsa şimdi başlamanın tam sırası. Efendim, geçenlerde bir din adamımız ın “Orucu isteyen suyla, isteyen cinsel ilişkiyle açar” lafı karşısında donup kaldım. Ardından Beyaz Hoca’nın haber bültenlerinde baş konuk yapılması ve cümle Müslüman Türk halkının katıldığı “Cinsel ilişkiyle oruç bozulur mu bozulmaz mı” başlıklı çok üst düzey tartışmalara sıra geldi ve ben, vallahi pes dedim, böylesi her şeyi aşar. 
Ve birden nüfusu seksen milyona yaklaşan bu ülkede, oruç tutanların oruçlarını cinsel ilişkiyle açmaları halinde ortaya çıkacak tabloyu düşünmeye, daha doğrusu hayal etmeye başladım. Bana, “Sen, ne yapıyorsun” diye öyle sert bakmayın, Beyaz Hoca’yı ve benzerlerini haber bültenlerine, programlarına çıkararak bu tartışmayı sürdüren programcılara, televizyon kanallarına ve cümle Müslüman Türk halkına kaşlarınızı çatın. 
Gerçekten pes vallahi! En neşeli, en az 365 tanrısı bulunan Budizm dahil tüm dinlere ve dini öğretilerine uzak duran benim gibi dinsiz biri bile bu sözcükler ve tartışmalar karşısında isyan ediyorsa, inanan insan ne hisseder bilemiyorum. Bunun komik hiçbir yanı yok. Tam tersi, resmen insan haklarına aykırı bir durum söz konusu, insanların inançları böyle ayaklar altına alınıp sakız yapılamaz. 
Hemen her dinde, ibadet etmenin en önemli biçimi olan oruç tutmak, yani insanın en obur yanlarının bir süreliğine de olsun disiplin altına alınması; neredeyse çırılçıplak kızların hosteslik yaptığı, din adamı olarak, otellerde porno seyredip ardından da “Ben gençlerin neler yaptığını merak ettiğim için o pornoları izledim” gibi üç yaşındaki çocukları bile güldürecek açıklamalar yapan ve şimdilerde orucun cinsel ilişkiyle bozulabileceğini pervasızca yumurtlayan sözde din adamları aracılığıyla, dünyanın hiçbir yerinde böylesine cıvıklaştırılmamıştır. 
Yıllardır iddia ettiğim bir şey var, Türkiye asla İran olamaz. Evet olamaz, çünkü bana kalırsa bu ülkenin çoğunluğu dinle pek ilgili değil, varsa yoksa belden aşağı. Aksi olsaydı, bu sözleri söyleyen sözde din adamının çıktığı haber programları protesto edilir, onlar da girecek delik bulamazdı. 

İşin en şaşırtıcı yanı bütün bunların muhafazakâr bir partinin iktidar dönemine rastlaması. Hadi itiraf edelim, AKP iktidar olduğunda “bunlar işin suyunu çıkaran şu televizyon programlarına biraz çekidüzen verirler” diye düşünmüştüm. Yani saflık işte. Kim derdi ki, bu muhafazakâr iktidar kutsal emanetleri Kapalıçarşı malı gibi ülke dışında pazarlamaya kalkacak; kim derdi ki, ülkenin din adamları bunların döneminde en uçuk fantezilerini cümle ülke halkıyla paylaşmak için can atacak... Ama oluyor işte, yani pek bir dinsiziz. 
Bu arada yazımı yazarken bir erkek arkadaşım telefon etti, durumdan onu da haberdar etmek zorunda kaldım. O da hemen bir kısa film konusu anlatıverdi. Şöyle, efendim, duyulan bilinen o ki, ülkede röntgen timleri kurulmuş, bu timler iftar vaktine doğru ellerinde dürbünler ağaçlara tırmanmaya başlıyorlarmış. Tam top atıldığında hurra herkes dürbünlere asılıp, efendim, terbiyemi bozmayın. Bu arada olanlar ağaçlara oluyormuş, çoğunun ağırlıktan dalları kırılmış. 
Birden aydım, fantezi de Fellini’yle aşık atmaya çalışıyorum. Ah rahmetli Fellini, şöyle bir bizim illerde dolaşsaydın, fantezi değil gerçek karşısında şaşırır, meslekten istifa ederdin. Biz de senin o güzelim filmlerinden mahrum olurduk. İyi ki, yolun buralara düşmedi.
Not: bu yazıyı 23/10/2005 tarihinde yazmışım. Bu ülkede hiçbir yazı eskimiyor. Öyle.  

IŞIL ÖZGENTÜRK
Cumhuriyet

İmam Hatip Şımarığı...- CÜNEYT ARCAYÜREK

Bugün susuyorsa, böyle sürebilir diye fazla umutlanmayın. 
Köşk için propagandaya başladığı günden başlayarak, tabii seçilirse yedi yıl o artık bıkkınlık veren sesi, Hitler’vari bıyıklı yüzü, hemen her gün ya da günaşırı TV’lerden izleyeceğiz. 
Bir fikrin isyanı diye özetledi imam hatip okullarını iftar yemeğinde. 
Cumhurbaşkanı adayı olarak orucunu Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919’da Samsun’a ayak bastığı İskele Meydanı’nda 10 bin kişinin katılacağı iftarda açacakmış. 
Atatürk, senin gibi dini siyasete alet edeceklerin yetişeceğini bilseydi hiç 1930’larda din eğitimi görmüş, İslamı gerçek yüzüyle anlayan ve anlatan imamlar yetişsin diye ilk imam hatip okullarının açılmasına izin verir miydi! 
Sonra baktı ki bu okullar düşündüğü amaca hizmet yerine devrim karşıtları yetiştirme yolunda; kapattı.
***
1946’da demokrasiye ilk adımların atıldığı yıllarda halkı tavlamak, oy torbasını zenginleştirmek için yeni kurulan Demokrat Parti, alttan alta imam hatiplerin açılmasına çalıştı. Kışkırttı. 
O sırada tek başına iktidarda olan CHP’de genç ama iktidar ateşiyle yanan Nihat Erim ve arkadaşları, DP’nin din konusunda aldığı aralarındaki mesafeyi kapatmak için imam hatiplerin yeniden açılmasını sağlayan girişime önderlik ettiler. 
1950’de tek başına iktidar olan DP hükümetinin başbakanı Menderes de imam hatip okullarına yenilerini ekledi.

O günden sonra gelen giden iktidarlar imam hatipleri açmakta yarıştılar: Sayı itibarıyla rekor da Süleyman Demirel’e ait. 
İmam hatiplerin son ürünü RTE ve devlet bürokrasisine yerleşen imam hatip mezunları.. 
İmam hatip okullu olmanın şımarıklığı içindeki RTE’ye bakınız; her yanından devrim ve laik Cumhuriyet karşıtlığı sırıtmıyor mu?
***
Fakat dikkatinizi çekiyor mu bilmiyorum; RTE, adaylığını açıklayıncaya kadar Türkiye’nin gerçek tablosu, vatandaşın hali pür melali, bakanların aldığı rüşvet ve hatta Başbakan’ın oğlunun evinde baba emri ile sıfırlanan paralardan arta kalan 30 milyon Avro sürekli gündemdeydi. 
Aday oldu, sanki seçilmiş, tepemizde boza pişirmeye girişiyormuş, Çankaya’ya çıkmış gibi RTE ve çevresiyle ilgili rüşvet ve sonradan zenginlik tartışmaları birden kesildi. 
CHP milletvekilleri de olmasa RTE’nin mal varlığının geliriyle kıyaslanmayacak biçimde arttığı ne söylenecek ne de yazılacak. 
Bu da bir yana Çankaya’yı kendine bir hak bilerek Cumhurbaşkanlığı’na soyunurken geride nasıl bir Türkiye ve vatandaş hali bıraktığına değinen de yok! 
Örneğin şu toplumsal gerçek yazılıp çizilmiyor. 
Türkiye’de 41 milyon kişi iki günde bir kap et, tavuk veya balık yiyemiyor. 
26 milyon kişi kendine yeni bir elbise alamıyor, eskilerle idare ediyor.
58 miyon kişi evinde eskiyen masa ve sandalyesini değiştiremiyor. 
Bakanların mahdumlarının evlerinde para dolu kasalar ve para sayma makineleri bulunuyor. 
Devlet bankasının genel müdürünün evindeki ayakkabı kutularından dolarlar çıkıyor. (CHP’nin yayımladığı broşürden.) 
RTE ise açtığı kampanyada bu yazılanların, söylenenlerin hepsini iftira, hükümeti devirmek isteyenlerin uydurduğu malzeme diye savundu. 
Halkımızın yüzde 43’ü de bu oltayı yutarak yerel seçimlerde yine RTE’yi, halk beni akladı, dedirtecek oyla destekledi.
***
Ve şimdi. 
Cumhurbaşkanı adayı olduğunu ilan ettiğinden beri medya, aydınlar hatta muhalefet partileri, onca iç ve dış skandalın üstünü ört ki ölem havasında. 
Bu suskunluğu değerlendirecek olursak... 
....RTE, alnı da vicdanı da ak, adeta tertemiz bir kimlik sahibi bir vatandaş gibi yukarıya çıkan yokuşta yürüyor.  

CÜNEYT ARCAYÜREK
Cumhuriyet

Mülkiye Teslim Olmaz-CAN DÜNDAR

Ankara Üniversitesi Rektörü Erkan İbiş, iki hafta önce SBF Dekanı Yalçın Karatepe hakkında soruşturma başlattı. 
Gerekçe: 
İzinsiz görev yerini terk etmek… 
Sanırsınız asker, nöbetçi kulübesini terk etmiş. 
Dekanın savunması istenmiş. 

Meğer, SBF Yönetim Kurulu’nun kararıyla atandığı Basın İlan Kurumu’nun genel kurul toplantısındaymış. 
Gideceğini, 10 gün önceden rektörlüğe bildirmiş, hatta yerine vekil tayin etmiş. Vekâlete rektörlükten onay da gelmiş. 
Bunun tartışması bitmeden, ikinci soruşturma geldi: 
Bu kez suçlama; “görevini ihmal ederek terör örgütlerinin SBF’de hâkimiyet kurmasına fırsat vermek...”
***
Burada da bildik senaryo işledi: 
Sinyali yandaş basın verdi. 
“Dekan, aşırı uçların yuvalanmasına müsaade ediyor” diye hedef gösterildi. 
Rektöre “Harekete geç” işareti verildi. 
Oysa mesele aşırı uçlar filan değil… 
Rektör, 2012 güzünde Başbakan’ı açılışa davet ettiğinde, Mülkiye’de alternatif açılış yapılmıştı. 
Sonra Gezi döneminde Başbakan’ın “çapulcular” dediği gençleri dekan övmüş,“Hiçbir can, kamu malından değersiz olamaz” demişti. 
Bu yılki “İnek Bayramı”nda da “Kaçırılmasınlar diye, çocuklara çığlık atmayı öğretin”diyen bakana, “Siz Ali İsmail’in çığlıklarını duyabildiniz mi” diye sormuştu. 
Asıl suçu buydu.
***
Tabii öncesi var: 
Rektörlük, 1937’den beri yapılan İnek Bayramı’nın bu yıl yapılmamasını istemişti, Mülkiye dinlemedi. 
Bunun üzerine İnek Bayramı, provokasyonlarla taciz edildi. Ardından “Mülkiye terör yuvası oldu” haberleri tetiklendi. 
Bu arada da YÖK’ün yetkilerini artıran bir teklif, Meclis’e getirildi. 
İşin özü şu: 
Türkiye’de kamuda olup da iktidara teslim olmayan, ODTÜ ve Boğaziçi gibi birkaç üniversite ile SBF ve İletişim gibi birkaç fakülte kaldı. 
Şimdi bu “son kale”leri düşürmeye çabalıyorlar.
***
Nafile! 
Mülkiye 155 yıllık okuldur. Bu tezgâhları iyi bilir; çoğunun üstesinden gelmiştir. 
1956’da DP hükümeti benzer bir saldırıya geçmişti. 
O zamanki Dekan Turhan Feyzioğlu, öğrencilere konuşurken “Siz nabza göreşerbet verenlerden olmayın” dedi diye bakanlık kararıyla görevden alınmıştı. 
O zaman fakültenin önde gelen öğretim üyeleri tepki olarak istifa etmiş, Mülkiyeli de boykota gitmişti. 
Sonra 12 Mart dönemi geldi. 
Bu kez de Dekan Mümtaz Soysal’ı sosyalizm propagandası yapıyor diye kürsüdeyken alıp götürmüşlerdi. 
Bir de tabii 12 Eylül’de darbeciler böyle destursuz girmişti Mülkiye’ye… Kiminin kitabına, kiminin sakalına takılıp tasfiyeye gitmişlerdi. 
Darbecilerden sonra şimdi Erdoğan şansını deniyor. 
Menderes’in, 12 Mart’çıların, 12 Eylül’cülerin yapamadığını Rektör İbiş yapabilir mi? 1.5 asırlık “muhalif Mülkiye”yi teslim alabilir mi?

Sanmam. 
Mülkiye, 6 padişah, 40 başbakan görmüştür; kolay teslim olmaz, ama bunu deneyenler, okulun tarihinde darbecilerin yanında yerini alır.  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

4 Temmuz 2014 Cuma

Ateş bile utandı- Şule Süzük Toker / SOL

Hani bazen uzayıp giden, sonsuz bir şimdi gibi üzerinize üzerinize gelen yaz ikindileri vardır. Dün de böyleydi bugün de böyle olacak gibi.. Belki de bu yaz böyle…
Bin hüzünlü yaz.
Bugün 3 Temmuz 2014. Dün malum gün. Tam 21 yıl öncesi. Yaşadığımız sürece kahrolası 2 Temmuz 93’ün Sivas’ı, Madımak’ı, yangın, ateş ve katliamın tarifsiz kederlerini, acının binbir tonunu salıp salıp duracak yüreklerimize. Bu böyle yaşadığımız müddetçe. Böyle.
O kahrolası “yak yak yak” tempolarına eşlik eden “Allah-u ekber” sesleri. Zamanın, mekânın üst üste çakıştığı kahrolası bir kırılma anı.
İnanamama, şaşkınlık, acı.
Ben hâla atlatamadım örneğin. “Nasıl olur? Oldu mu? Nasıl yani?” deyip deyip durmak istiyorum kırık bir plak gibi. Nasıl hâla inanamıyorsam babamın kahrolası bir ağustos ayında elveda deyip gittiğine, işte öyle. Hayır.
Bu kadar mı imiş o süsleyip püsleyip tedavüle sürdüğünüz insanlık, din, iman şu bu hikâyeleri mesela. Gelen konukları, Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nde yakmak. Al sana büyük büyük, iri iri hamasetleriniz. Yıkılınız, gidiniz, defolunuz.
Ama hani nasıl olur, nasıl yani, şimdi, bu zamanda, yok canım, daha neler dediğimiz Robobski, Soma, Ali İsmail…
Tüm çakışmaların, tüm şaşırmaların, tüm utançların işaret ettikleri. Yoldaki işaretler; patikaları gösteren, patikaları birleştiren, çoğaltan. İşte onlar işaretler.
İşaretleri takip et.
Şimdi yani insan yaşamı Shakespeare’in dediği gibi bir tiyatro sahnesi midir? Bu patikaların bir bir sahnelere çıktığı. Perde açılıp kapanana kadar bu oyunda kendimizi izlerken, bizi biz yapanlar arasında şu gözlerin şu gördükleri mi vardır?!
O fotoğrafta Madımak’ın merdivenlerinde ellerinde süpürgeyle oturan şair, nasıl bir gerçekliği yaşamaktadır o an. O sahnede. Siz misiniz yoksa mızıka çalan?
İşte o anda. Tüm anları, tüm kırılmaları, tüm tarihi, kültürü, sanatı, inancı şunu bunu elinin tersiyle itip, yeter be! demeye, yetti artık! demeye bizi kim alıkoyabilir?
21 yıldır. O fotoğraf işte, hepimizin en mahrem albümümüzün içindedir içine katladığımız sızıyla.
Acılar bizi birleştirir, derinden, insanca, yoldaşça birleştirir. Kişisel tarihlerimiz, ülkemizin acılarıyla yoğrula yoğrula gizli sevdamızın sabrıyla, el emeği göz nuruyla dokuna dokuna sandığımızdan daha sıkı bağlamıştır bizleri bizlere.
Sivas’ı Unutmadık.
Gördük, dokunduk, işittik, yandık… Oradaydık.
Henüz vedalaşmadık.

Şule Süzük Toker / SOL

Erdoğanlaşma Tehlikesi-CAN DÜNDAR

Erdoğan, “Fatiha” faslındayken Zaytung patlattı espriyi… 
Adaylığa dair ilk değerlendirmesini onun ağzından yazdı:
Bu görevi bana layık gördüğüm için, kendime çok teşekkür ediyorum.”
***
Espride gizli olan padişahlık sendromunu, bencilliği ve kibri iyi tanıyoruz artık… 
Beni seçin” cümlesini “Bizi” diye kurarak kendine bir şey istemiyormuş gibi yaptığını iyi biliyoruz. 
Cumhurbaşkanlığı’na talip olduğu konuşmada, “Hayatım boyu hiçbir vazifeye talipolmadım” demesine, muhalif basının sokulmadığı salonda, “herkesin cumhurbaşkanı” olmayı vaat etmesine sadece gülüyoruz. 

Alenileşen yolsuzluğu saklayacak yasal zırh arayışını, “tarihsel dönüşüm” diye sunmasına şaşmıyoruz. 
1930’lar Almanyası’nı hatırlatan salon nizamının, o nizama alaturka tadını veren sevinç gözyaşlarının, uzun metne ustaca yerleştirilmiş isimlerin, resimlerin, bileziklerin, hatıraların, Fatihaların, “büyük birader”e tapınmaya tutkun geniş kitlelerde yarattığı korkuyla karışık hayranlığı tanıyoruz. 
Epeydir onunla mücadele ediyoruz. 
Gezi’de gördük: 
Toplumun büyük kesimi, Erdoğan’la baş etme konusunda ciddi direnç kazandı; bilinçlendi, bilendi, onu, istediğini yapamaz, koruma ordusu olmadan ortaya çıkamaz hale getirdi.
***
Fakat şimdi bir başka tehdit var önümüzde: 
Erdoğan huylarının bulaşıcı etkisi… 
Erdoğanlaşma tehlikesi… 
Erdoğan’da neye karşıyız biz? 
“Ben yaptım oldu” emrivakisine mi? 
Yersen, yemek bu” dayatmasına mı? 
Ana muhalefetin aday belirleme yöntemi tam da buydu: 
“Ben yaptım oldu. Yersen yemek bu”. 
Erdoğan, “Bu yemek bize göre değil” demeye cüret edeni, disipline vermekle tehdit eder. 
Ana muhalefette, “Adayımızı televizyondan mı öğrenecektik” diyenlere, “Blackjackriskli oyundur” cevabıyla sopa gösterenlerde tipik Erdoğan kokusu var. 
“Adam kürsüde Fatiha okuyor; biz de karşısına Fatiha bilen birini çıkaralım bari”tercihinin, laikleştirilmesi gereken siyasi alanı nasıl Erdoğanlaştırdığını saymıyorum bile… 
Ama bu arayışın yarın, “Toplumun geneli muhafazakâr(mış). Biz de daha muhafazakâr bir genel başkan bulsak” eğilimine kapı aralayacağını tahmin etmek güç değil. 
Dimyat’a pirince giderken…
***
CHP tabanı, son seçimde Hatay, Ankara, İstanbul gibi kentlerde, “Elim kırılsın” diye diye ama sadakatle sandığa gitti. 
“Sandıktaki zaferin masada kaybedildiği” bahanesini de sabırla sineye çekti. Ama bu kez, Genel Başkan’ın “Hiç kafa karışıklığı yok” demecini yalanlayacak şekilde karışık kafası… Her sohbette gözlüyoruz bunu… 
Sadece Erdoğan’dan değil, “Erdoğanlaşma”dan da şikâyetçi insanlar… 
Totaliter yöntemlerin karşısına demokratik seçim mekanizmasını, dayatmanın karşısına katılımı, din siyasetinin karşısına, dinden arınmış siyaseti koymak gerektiğini görüyor. 
Bu olmadıkça, Emine Ülker Tarhan’ın tabiriyle “kırmızı”lara da yaşam hakkı tanımadıkça, siyahın karşısına griyi koymanın, çok renkli bir toplum için canını verenlere haksızlık olduğunu, “Erdoğan gider, bir benzeri gelir” çaresizliği doğurduğunu biliyor. 
“Hadi bunu sev” diye önüne getirilen adayı, MHP’nin seçim şarkısı “Ölürüm Türkiyem” eşliğinde Yozgat turunda izlerken onu hangi derdinde yanında gördüğünü hatırlamaya çalışıyor. 
Yeni adayın, Sivas katliamının anlamını, yılını, ölü sayısını öğrenmesinin ne kadar vakit alacağını hesaplıyor. 
Böyle olmamalıydı” diyenlere “Ya sev ya terk et” denmesinin, demokratik bir partiye yakışmadığını görüyor. 
Kabullenemiyor.
***
Demem o ki, önümüzdeki süreç, sadece Erdoğan’la değil, Erdoğanlaşma tehlikesiyle de mücadele dönemi olacak. 
Zaytung’un seçim gecesi “çatıcılar”ın ağzından atacağı manşetini görür gibiyim: 
“Bu cezayı bana layık gördüğüm için kendime çok kızıyorum.”  

CAN DÜNDAR
Cumhuriyet

Üçüncü Sevr Haritası mı?-Meriç Velidedeoğlu

“Birinci Dünya Savaşı” sonunda yenik düşen “Osmanlı Devleti”nin, “10.8.1920”de kabul ettiği “Sevr Antlaşması”yla, “Anadolu” da içinde olmak üzere “Devlet”in nasıl parçalanacağını gösteren “Sevr Haritası” bir tanedir kuşkusuz. 
Ve bu haritada “Kürdistan” yer almaz; çünkü henüz kesin sınırları belli değildir; ama“Antlaşma”nın “62, 63, 64”üncü maddeleri “Kürdistan” başlığı altında toplanmıştır. 
“Mardin, Urfa, Antep (Gaziantep), Hatay ve İskenderun”un katılımıyla,Anadolu’ya doğru iyice ilerletilen “Suriye” ile “Irak”ın kuzeyinde -daha daAnadolu’nun içerlerine uzanıp- Kürtlerin yoğun olduğu (Diyarbakır) yerleri içine alarak kurulacaktır. “Özerk-Kürdistan”; bir yıl sonra da “bağımsız” bir “Kürt Devleti”olacaktı; Musul Kürtleri de isterlerse katılabileceklerdi. 

“Sevr” ile Anadolu’nun doğusunda kurulan “Ermenistan”ın sınırını, dönemin “ABD Başkanı Wilson” kendi çizmişti; “Kürdistan”ınkini çizememesine üzüldüğünü söylerler... 
“Sevr”i, “Lozan” paramparça ettiyse de; “Batı”nın gündeminden -yer yer gerilerde kalsa dahemen hemen hiç düşmemişti “Sevr”; gittikçe iyice ortalara salınıp yayılan,“Sevr, Lozan’dan daha gerçekçidir!” görüşü, ülkemizde de kimi çevrelerde açıkça kabul görüyordu; daha sonraları da -“AB”ye başvurumuzun ardından-“Avrupa Parlamentosu”nda (AP) parlamenterler sık sık “Sevr”e değiniyorlardı. 
“AP” parlamenteri “Ooslander”, “Atatürk’ü unutun, anayasanızdan silin, çıkarın!” diye haykırırken, başka bir parlamenter “J. Toubon” da bir “komisyon”toplantısında, Türk milletvekillerine, “Siz artık Sevr’i kabul edin!” diyerek karşılarına dikilivermiş... 
“AP”nin ve parlamenterlerinin bu tutumu; türlü türlü “Kürdistanlı Sevr” haritalarının da dünya kamuoyuna sunulmasının kapısını iyice açmıştı. 
Öte yanda, günümüzün “Kürdistanlı” bir “Sevr” haritası, kuşkusuz “yeni” bir“ORTADOĞU” haritasıdır; öyle değil mi? 
Çizilip piyasaya sürülen bu “Ortadoğu” haritalarını sahiplenen ülkelerden pek de söz edilmez; yalnız “2006”da, “ABD”nin bir subayı “Yrb. Ralph Peters”ın, böyle bir“Ortadoğu” haritasını katıldığı bütün toplantılarda masaya serdiği “AmerikanDevleti”nce, dünya kamuoyu gündemine düşürülmüştü. 
“Anadolu”nun bölünmesi, kısaca “Sevr” açısından bu “Ortadoğu” haritasına bakıldığında; “86” yıl önce imzalanan “Antlaşma”da belirtilen “Kürdistan” sınırları, stratejik dostumuz “ABD”ce öyle genişletilip “Anadolu”nun içlerine doğru uzatılmıştır ki, Kürdistan’ın sınırları, “Kars” yakınlarında “Karadeniz”e ulaşır; Anadolu’yu çok büyük ölçüde parçaladığından; “ABD”li “Yrb. R. Peters”ın bu haritası için, “İkinci Sevr Haritası mı?” diye sormuştum. (7.12.2007) 
Ayrıca bu “harita” ile “ABD”, “Başkan Wilson”un “86 yıl” önce, çizemediği“Kürdistan”ın sınırlarını da çizerek ünlü “Başkan”larının isteğini de yerine getirmiş oluyorlar diye düşünmekten insan kendini alamıyor doğrusu... Ne dersiniz? 
Ve şimdi de “Üçüncü Sevr Haritası mı?” sorusuyla üçüncüye geldik dayandık; bu henüz çok yeni taptaze bir harita(*); bir “İsrail” üretimi, tek “Kürdistan”la yetinmemiş; dört yönde dört tane; Kuzey, Güney, Batı ve Doğu Kürdistan’lar... En büyüğü, “11-15 milyon” nüfuslu, tüm Güneydoğu ve Doğu Anadolu’yu içine alan “Kuzey Kürdistan”! 
“İsrail” için; bölgesinde “neden” olduğu sorunlar yetmiyor; şimdi bir de kalkmış“Türkiye”ye uzanıyor, diye düşünemeyiz sanırım; “İkinci Dünya Savaşı”yla birlikte, emperyalizmin önderliğini devralan “ABD”; savaşın sonlanmasından kısa bir süre sonra, “Filistin”de -yerli halkı, Filistinlileri hiçe sayarak- “İsrail Devleti”ni kurdururken, kuşkusuz yıllarca “önce” tasarlanmış bir “planını” gerçekleştiriyordu;“İngiltere”den sonra “Ortadoğu”yu avucunun içine alabilmesi için, uzun yıllar“Yahudilere bir yurt, bir yurt!” diye seslenmesinin kuşkusuz “merhamet”ten kaynaklanmadığı da dile getirilecektir hep. 
Yine de “ABD”nin, yalnız ülkesindekilerin değil, dünyaya yayılmış “Yahudiler”in de bu “Kadim Düş”lerini yerine getirerek “bir taşla iki kuş” vurduğunun altı çizilir. 
“Museviler”in inandıkları bu “Kadim Düş”, kutsal kitapları “Ahdi Atik”te geniş yer alan -yalnızca- kendilerine “vaat” edilmiş topraklardır ki “Filistin, Sina, Lübnan, Ürdün” vö’ler, dahası kuzeyde Anadolu’da “Fırat”ı, “Kızılırmak” kavsini (Hitit diyarı) bütünüyle içine alan topraklar... 
Bilmem anımsanır mı , “1995”lerde bir “İsrail” yetkilisi, tıpkı “Hitler”in “Lebens Raum” (Yaşam Alanı) gibi, “Türkiye, yaşam hakkı sınırlarımızın içindedir!”demişti... 
Böylece “İsrail” bu “Üçüncü Sevr” haritasıyla hem halkının “inanc”ını, hem de“Kürdistan”, “Kürtler” üzerinden -ayrıca “GAP”ı yakın izlemeye aldığı da dikkate alınırsa- Anadolu’ya da uzanıp “su” gereksinimini sağlama isteğini; üstü örtülü bir biçimde de ortaya koyarak -patronu “ABD” gibi bir taşla iki kuş vurmak mı istemiştir? Ne dersiniz? 
(*) Yurt Gazetesi (28.6.2014)  

Meriç Velidedeoğlu
Cumhuriyet