14 Ekim 2016 Cuma

Sokak dediğin hayat kavgasının olduğu yerdir - MEHMET KUZULUGİL / SOL

Haziran Direnişi’nin ardından “sokak” ve “mücadelenin sokaklara taşınması” sol siyasi literatürde ve tartışmalarda önem kazandı. Aslında “sokak” konusunu önemli bir siyasal eksen haline getiren direnişin sönümlendiği noktada ortaya çıkan karşıtıydı.
“Seçim sandığı” Haziran Direnişi’nden çok önce, ülke siyasetinde ve toplumsal mücadeleler alanında kurulduğu tahtından indirilmişti.

Meclisteki partilerin, Başbakan'ın, bakanların yok saydığı, “muhatap bile almadığını” ilan ettiği dinamikler ülkedeki siyasi nabza şekil verebildiklerini gösterdi.
TEKEL işçileri, ekmekleriyle oynanan bir “vatandaş gurubu” olarak otobüslere binip geldikleri başkentte, hükümete arz eden değil, halkla buluşan bir emekçi hareketi oluverdi.
“Milli irade” kabloları çekmeye kalktığında sokaklara internet eylemleri aktı.
Liseliler, hesap sordu. İtiraz dilekçeleri ile değil, sokağa dökülerek.

Direniş sokaktan nasıl çekildi?
Haziran Direnişi bu patikadan çıkmıştı, aynı patikadan geri indirildi.
2014 Yerel Seçimleri'nde piyasaya çıkan “sandıkta geriletme” hikayeleri, Ağustos'a “Ekmeleddin fırsatı” ile, 2015 Haziranı'na bağlamalarla, özlenen ittifaklarla, sokak sandık diyalektiği halüsinasyonları ile taşındı.
Hikâyeyi uzatmayalım. Bazı fotoğrafları hatırlatalım.
Sokak sadece sokak eylemi değildir. Bir ara bunu öğrendik. Sokakları TOMAlara terk etmemek, yasaklanan eylemlerden geri basmamak... Bunların her türlü akıl yürütmeyi gereksizleştirdiği bir psikolojik direniş evresinden çıkıldı ve buraya gelindi.
Sonra; sokakları gericiliğe terk etmeyeceksek, bunu ancak güçlü çıkışlarla, anlamlı güç gösterileri ile yapabiliriz, bunu öğrendik. Kararlılık gösterisinin sayısal ölçütü olmayacağı belirlemesinden, düzenin güç gösterilerine zemin hazırlayan zayıf ve ezdiren eylemlerden kaçınma fikrine gelindi.
Kent meydanlarını doldurmak, gericiliğe terk etmemek kadar mahalleyi, yaşam alanlarını direniş mevzii haline getirmek de önemli. Buralara da gelindi.
Öyle ya da böyle “sokak” kelimesinin cazibesi hiç ortadan kalkmadı. Bu cezbelenmenin çocukça bir saplantı haline gelmemesi için bulunan formüllerse daha çok sokağın tanımı ile oynamaya dayanıyordu.

Fetişler ve zorunluluklar
Yukarda özetlediğim fotoğraflardaki tüm bilinç evreleri aslında geçerli, doğrulanmış değerlendirmeleri esas alıyor.
Kararlılık göstermek gereken anlarda, bazen sayı değil varlık/yokluk önem taşır.
Kararlılık gösterisi başka bazı durumlarda kitlesel heyecanın, direnç eğiliminin fiziki zora kırdırıldığı bir rezalete de dönüşebilir.
İkililerin her biri de, aslında pekâlâ geçerlidir.
Tüm bu hikâyede unutulan iki şey var. Önce “zaten var” denilerek geçiştirilen, giderek “olsa ne olur, olmasa ne olur”a ulaşılan iki şey: Örgüt ve ideoloji.
Örgütlülüğü güçlendirme ve örgütlü bir biçimde tasarlanıp hayata geçirilme boyutları unutulduğunda sokak da, eylem de kolaylıkla bir sabun köpüğüne dönüşebilir.
Belirli bir fikirsel sürekliliği, bir toplumsal hedefi ve giderek bir siyasal programı temsil etmediğinde de...
Bu söylenenlerin otomatik olarak daha pratik ve daha yerel olan karşısında daha teorik ve daha bütüne dair olanı temsil ettiği düşünülmesin.
Tersine...
Aslında sokak bir romantizm alanı, bir fetiş olmaktan çıkıp, gerçek, soluk alıp veren, yaşayan bir şey haline geldiği ölçüde örgütlülük de ideolojik temel de bir zorunluluk olarak ortaya çıkıyor.
Güncel duruma dönerek bunu biraz açacağız.
Şimdilik tespiti tekrarlayalım: Örgütlülüğün güçlendirilip kalıcılaştırılması ve belirli bir dünya görüşünün güçlendirilmesi, eylem ve sokak için iki önemli ölçüttür. Bunlar yoksa eylem etkili değildir, sokak varlığı kalıcı değildir. Bu birinci nokta.

Büyük siyaset meselesi
Sokak, sandık vs. konularında söylenenlerin ima ettiği bir şey var: Sokak son tahlilde tekil olana, belirli bir spesifik konuya ilişkindir. Sandıkta ise büyük siyaset bağlanır. “Gerici partinin hükümet olması ya da olmaması, zorunlu din dersinin anayasadan çıkartılıp çıkartılmayacağı, Kürt sorununda çözüm mü savaş mı istendiği vs. Bunlar büyük siyaset alanını tarif eder.” Sandık'ın tekelinde değildir elbette.
Burada işin “sandık” kısmını bir kenara koyalım. Kabaca, büyük siyasetin mecliste yapılan konuşmalardan, basın açıklamalarından, anayasadan, siyasal bildiri ve protestolardan geçtiğini, sokaktan geçenin ise aranan haklar, korunan ağaçlar, güvenceye kavuşturulan taşeron işletmeler vs. olduğu söylenmektedir.
Buna sınıf ve siyaset ikilemi de eklenebilir. “Büyük siyaset tanımı gereği burjuva siyasetidir, sınıf mücadelesi ise burjuva siyasetinin yapay ve sanal gündemleri ile değil sınıfların gerçek sosyal-ekonomik çatışmaları ile belirlenir.” Böyle de denilebilmektedir.
Bunlar yanlıştır.
Zorunlu din dersine karşı dilekçe veren, milli eğitimin yobazları ile kavga veren bir öğrenci annesi bu ikilemler sisteminde tanımlanamayacaktır!
Oysa o, sokaktadır ve dibine kadar büyük siyasetin gündemine müdahale etmektedir.
Sırtını burjuva hükümetlerine dayayarak sömürü ve vurgunda sınır tanımayan patron, yatları, malikâneleri, Ferrarileri ile sadece mürekkebine dokunabildiğimiz gazete sayfalarındadır. Uzaktadır. Vurgunları ve hükümet partileriyle ilişkileri büyük siyasetin konusudur... Diye düşünürüz.
Milyonluk cipleriyle ailecek fabrikanın otoparkına park ettiklerinde... Cipleriyle, skandallarıyla, aşırı zenginlikleri ve vurgunlarıyla, üç aydır ücretini alamayan işçinin elinin uzanacağı yerdedir. Yumruk mesafesinde!
Üç aydır ücretini alamayan işçi, direnişe geçtiği fabrikanın önündeki çadıra doğru sürülür. Patronların amacı direnişi sokağa dökmek değil, sokağın dışına itmektir. Fabrikanın önündeki çadırda, karda kışta direnmeyi sürdüren işçi de diktiği çadırı sağlamlaştırmayı değil, fabrikanın içine tekrar girmeyi, dışına itildiği sokağa tekrar egemen olmayı ister.
Bu son örneği biraz kurcalayayım ki, kaş yapalım derken göz çıkartmayalım.
Fabrika önünde açılan direniş çadırları, içerde süren sınıf mücadelesinin yeni bir evresidir elbette. Bir kararlılık gösterisi olduğu ise tartışılmaz.
Ama sınıf mücadelesini kitaplardan ve internet “kupürlerinden” değil de içinde yaşayarak öğrenen herkes çok iyi bilir ki, bu direniş çadırları direnişi fabrikanın dışında görünür kılmak için değil, fabrikanın içindekilerde diri tutmak için kurulur. Çadırın önünden geçen belediye otobüslerinden görünen “Direnişimizin 129. günü” pankartı otobüsün içindekiler için belki sadece umut kırıcıdır. Servisten inip turnikeye giren işçi içinse bir hatırlatmadır, bir hesaplaşmadır, bir iç kavgadır.
Burada ikinci tespitimizi tekrarlayalım: Sokak, örgütlenilen, ekmek kavgası verilen, konuşulan, yazılan, düşüncenin, duygunun, tavrın alınıp verildiği mekânlardır. Bu mekânları unutan ya da marjinalize eden sokağı marjinalize eder. Ve bu mekânlar, yani yaşam alanlarımız, alabildiğine politiktir. Politik mücadelenin, “büyük siyasetin” dışarda bırakılarak girileceği yerler değildir. Esasen bu mekânları “sokağın” dışında görenler bu mekânlardan uzak da durmazlar. Nasıl dursunlar, onlar da bu mekânlarda yaşarlar! Yaptıkları “sokağa” bıraktıkları siyaseti, içeriye sokmamaktır.
İki belirlememizi birleştirelim.
Eylemde örgütlülüğü küçümseyen, yaşamı küçümser. Eylem, bir basın açıklamasının ya da mitingin sıkıştırıldığı bir kısa aralıksa, burada hayat yoktur. Suni teneffüs vardır.
Bu mantık, bir mitingin örgütlenmesi sırasında ulaşılan yüzbinlerce insanı değil, miting alanında saydığı kelleleri önemser. Kelleler az geldiğinde “atraksiyon” peşine düşer.
Örgütlülük, mücadelenin yaşamdaki sürekliliğidir. Her türlü örgütlülükten söz ediyoruz. Elbette bağlandığı yer siyasal örgütlülük olarak.
İdeoloji, insanların yaşama bakışlarını, dünya görüşlerini değiştirme mücadelesi, eylemin sonucu ya da eklendiği bütün değil bizzat varlık nedenidir.
Şimdi son nokta...
Bugün.
Umutsuzluğu, karamsarlığı, miskinliği, bezginliği ve hareketsizliği kıracak olan formül de buradan çıkıyor.
“Erdoğan, gitti gitti geldi. Şimdi daha büyük bir karanlığa gömüldük.
Başkanlıktan vazgeçecek sandık, vazgeçmedi! Taksim mitingiyle ona dur dediğini sandığımız Kılıçdaroğlu, Yenikapı ruhuyla halkayı kendi burnuna taktı. Erdoğan, milli mutabakat, uzlaşma, birlik diye başlayıp yine aynı yere gelebildi.
Ve olmadı, olamıyor işte!”
Bu ruh halini kıracak olan, burada pompalanan karamsarlığı gömecek olan, büyük siyasetin taşlarını yerinden oynatmak değil. CHP şöyle değil böyle yapsa, HDP ile CHP şöyle böyle etseler... Anahtar burada değil. Anahtarın açacağı kilit bile bu değil.
Yaşamın kendisine, sınıf mücadelesinin ekranda değil hayatta olduğu yere bakmak gerek.
Şalvarlı gerici ile çarşaflı karısının komşularının burnuna halka takıp takamadığına bakmak gerek. Kılıçdaroğlu'nun burnundaki halkayı bir kenara koyup.
Mustafa Koç'un “aman ne büyük bir modern Türk büyüğü” olduğu konusunda isteyen istediği hayali görsün. Tofaş'ın, Yapı Kredi'nin, TÜPRAŞ'ın, Koç'un TÜPRAŞ'ı alabilsin diye Özilhan'a sattığı Migros'un işçileri gerçektir.
Sokak gerçekse, işte bu gerçeğin içindedir.
Bu gerçeği siyasetin dışına düşürmek, tekilleştirip, atomize etmek, sokağa da sınıf mücadelesine de ihanettir.

MEHMET KUZULUGİL / SOL

Barış pazarı- Meriç Velidedeoğlu

Şu günlerde “AKP” iktidarı, “aman ha barış!” diye kalkıyor, “barış” diyerek oturuyor; halk ise sulandırılmış, pazara düşmüş olanı değil, gerçek bir barış istiyor, hele şehitleriyle yürekleri parçalananlar... 

Bu doğrultuda bir barış isteği de, “ABD”den, Nobel Kimya Ödüllü “Prof. Dr. Aziz Sancar”dan geldi; “Nobel’i vermeye hazırım, yeter ki ülkeme ‘barış’ gelsin!” diyerek yürekten kopan bir sesle katıldı halkımızın barış isteğine. (8.10.2016) 
Ayrıca bu konuda da örnek aldığı kişinin “Atatürk” olduğunu video konferans yoluyla bize duyurdu.
 
Böylece Prof. Dr. Sancar, Atatürk’ün “85 yıl” önce, “20 Nisan 1931” günü yaptığı“evrensel” çağrı “Yurtta barış, dünyada barış!” vurgulamasını da anımsatıyordu.
Ne var ki bu barış çağrısı, “51” yıl sonra “1982”de cezalandırılıyordu ünlü “Barış Davası” ile böylece “barış”, “barışa çağrı” açıkça “suç” sayılıyordu; bu suçu işleyenler arasında olup, bu dava ile mahkûm edilen “Ataol Behramoğlu”nunMaltepe Askeri Cezaevi’ndeyken yazdığı şiirleri, hafta başında, köşesinde yayımlandı, umarım kaçırmamışsınızdır. 
Değerli dostlar bu barış isteği, barıştan yana oluş, binlerce yıldır sürüyor, savaşın“nedeni”ni, “2400 yıl” önce, Yunanistan’ın altı yıldır birbirleriyle savaşan Atina ve Isparta halkına, bu savaş dolaysiyle iyice bunalan, çoğunluğu kömür işçisi olan“Akharnai” kentinin emekçileri: “Savaştan yalnızca sorumsuz birkaç kodaman yararlanmaktadır!” diyerek ortaya koyar.
 
Emekçilerin bu haykırışını, o günleri onlarla birlikte yaşayan ünlü ozan“Aristophenes”, “Akharnaililer” adlı tiyatro oyununda böyle duyurur. 

Ve bu tiyatro oyunu, “Atina-Isparta Savaşı”nın en acımasızca sürdüğü sırada Atina’da sahnelenir; oyun izleyiciler tarafından coşkun alkışlarla karşılanır; üstelik“yönetim”, ne oyunu engeller ne de yazarını tutuklar... 

“Barış” konusuna, günümüze yakın bir tarihe dönerek bakalım dersek, “20. yy”ın başında, “1915”in “20 Mayıs” günü, Almanya’nın en büyük “altı sermaye örgütü”“Başbakan Hollweg”e bir dilekçeyle başvurarak, “yayılımcı bir savaş politikası izlemesini isterler; istekleri parlamentoda kabul edilir; Birinci Dünya Savaşı”nın sonu -Akharnaililer gibi söylersek- “altı kodamanın istediği” gibi olmaz. 
“1932”nin Kasım’ında “barış”, Almanya’nın yine gündemindedir; ülkenin önde gelen sanayicileri, bankerleri, büyük toprak sahipleri “Devlet Başkanı Hindenburg”a mektup gönderirler, “Hitler”in yönetiminde bir hükümetin kurulmasını isterler; demek ki “kodamanlar” yine bir tarih (!) yazacaklardır... 

Bilindiği gibi bu süreç, İtalya’da da “Mussolini” önderliğinde benzer biçimde yaşanır; Hitler’in de, Mussolini’nin de isteği, istenci (iradesi) “yasa” niteliğindedir; dolaysiyle “insan hak ve özgürlükleri”nin bir anlamı yoktur; bakanlar, onların buyruklarını yerine getiren görevlilerdir; her ikisi de “sorumsuz”dur; olsa olsa“Tanrı”ya karşı sorumlu olabileceklerinden söz edilir; konuşmalarında “Tanrı”ya yer verdikleri de bilinir, tıpkı bizimkilerin “yerli yersiz” kullandıkları “Allah korusun!”, “Rabbimin izniyle!” de olduğu gibi... 
Mussolini, kabinesindeki “Damat Bakan Ciano” dolaysiyle şu günlerde bize daha da yakındır. Çünkü “AKP” hükümetinin “Damat Bakanı”nın ekseninde düzenlediği“Dünya Enerji Kongresi” dolaysiyle, “TV” ekranlarını doldurdu “Damat Enerji Bakanı Berat Albayrak”... 

Bilindiği gibi Albayrak, hem “enerji sektörü”nde TICARET” yaptığı hem de bu sektörün bir “Bakan”ı olduğu için - Akharnai”lilerin diliyle- “Kodamanın da kodamanı!”... 
Üstelik “usta bir kodaman”; “barış, barış” diyerek hem doğal enerji kaynakları, hem de “nükleer enerji” üzerinden, “Barış Kalkanı” arkasında iş yürütüyor, bu konuların dünya tacirlerine, kurtlarına, kuzu kuzu sesleniyor, “enerji konusuna yaklaşımınız,‘barış’a katkı sağlayacak’ bir bağlamda olmalı!” diyor; ardından bunun nasıl olacağını, çözümü de belirtiyor; “kuzu kuzu” sesleniyorsa da çözümün “küresel çevre kirliliği”ni önleyecek bağlamda olmayacağı dünden belli; dolaysiyle “enerjiyi paylaşalım”, ama öyle paylaşalım ki “BARIŞ (!) getirsin... “Barış” dillendirildiğine göre “olmaz!” demek olası mı?
 
Bu çözüm önerisi, Albayrak’ın, dünya lideri kayınpederine uygun bir “damat” olduğunu, dünya âlem huzurunda kanıtlamış olmuyor mu? 

Dünya taciri “kurtlar”a gelince, öylece dinliyorlardı... 

Üstelik “kayınpeder Cumhurbaşkanı” Erdoğan’ın, “Ortadoğu’ya barış getirmek için paylaşalım!” çağrısını da öylece dinledi onca “kurt” (!).

Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

Proje okulları... 10 yıl sonrası...- ÖZLEM YÜZAK

Haber şöyle: Kadıköy Anadolu Lisesi öğrencileri 70 öğretmenlerinin sürgüne gönderilmesi üzerine bu sabah derslere girmeyerek oturma eylemi yaptı. Okul müdürü ise öğrencileri disiplin cezası ve devamsızlıkla tehdit etti.
 
Liseliler, eylemin nedenini, ‘Okulumuzun 3 yıl önce proje okulu ilan edilerek, kulüp faaliyetlerimizin, festivallerimizin yapılamamasına neden olunması ve bu uygulama ile KAL ruhunun yok edilmeye çalışılmasıdır’ şeklinde ifade etti. 

Şimdi şöyle birkaç yıl ileriye gidelim isterseniz... 10 yıl sonrasına. Yani 2026 yılına.. 
Son elde kalan iyi, köklü okulların da proje okul adı altında imam hatip versiyonlarına dönüştürülmesi ile, tam da iktidarın istediği şekilde dindar ve kindar nesillerin yetişmiş olduğu Türkiye’ye bir göz atalım. 10 yıl sonra Türkiye nüfusu 82 milyon. Suriyelileri de ekleyin 85 milyon. Dindar, kindar, milliyetçi, muhafazakâr ve eğitimsiz bir nüfusun büyük çoğunlukta olduğu bir ülke... Peki, ne yapacak bu insanlar? Nasıl iş bulup çalışacaklar? Nasıl yaşayacaklar? Evrensel değerlerden ve çağdaş eğitimden uzaklaşıldıkça opera, bale, klasik müzik, caz, sanat galerileri, müzeler... onlara ne olacak? 10 yıl sonra okullarda başı açık eğitim görmek isteyen öğrenciler hiçbir baskı görmeden okuyabilecekler mi? 

Dünyanın 18. büyük ekonomisi olup da bir partinin tek başına iktidar olmasına karşın insani gelişme endeksinde sürekli gerileyen bir ülkeyiz. OECD ülkeleri arasında da toplumda eşitsizliğin en kötü olduğu üçüncü ülke. Peki, bu ülke bu insan profili ile ne yapacak? Bundan iki sene önce Malatya’da bir grup ortaöğrenim öğrencisi ile sohbet etme imkânı bulmuştum. Türkiye’nin hangi kıtada olduğu, komşularının kim olduğu, örneğin Bangladeş ya da Cezayir’in nerede olduğu gibi sorulara bile yanıt alamadığımı söylesem... Malatya sadece bir örnek, emin olun ki İstanbul, Ankara gibi büyük kentlerde de bu soruların yanıtını bilmeyen aynı yaşta öğrenciler var.
 
Boğaziçi Üniversitesi Sosyal Politikalar Forumu’nun Prof. Ayşe Buğra liderliğinde hazırladığı 50 sayfalık rapor dehşet verici bir Türkiye tablosu ortaya koyuyor. 
Türkiye’deki çalışma koşulları, ölümlü iş kazaları, sendikal haklar ve tabii eğitim... Eşitsizliklerin en yoğun olduğu Türkiye’de eğitim kalitesinde çıtayı üstte eşitlemek yerine altta eşitlemek de bir fikir tabii.

Bu eğitimsizlikle Sanayi 4.0
Ancak göz ardı edilen bir husus var. İçinde bulunduğumuz dijital çağ, bilgi ve nitelikli insan odaklı. Sanayi 4.0 kapıda. Standart işçiliğin yerini uzman mühendislere bırakacağı bir dönemdeyiz. Artık üretimin süreçlerini insanlar değil makinelerin denetleyeceği, birbirini anlayan makinelerin sürece hâkim olacağı bu dönemde iş çevrelerinin istihdam kriterleri de değişiyor ve çıta gitgide yükseliyor. Eğitim süreçlerinden istenen insan profili; nitelikli, disiplinler arası etkileşimle düşünebilen, yetenekli, eğitim hayatında iken iş tecrübesi kazanmış iletişimi güçlü, dil bilen ve diğer birçok meziyeti üzerinde taşıyan insan profili. Ezberci eğitim değil yani... Bireysel yeteneklerin geliştirilebileceği, iş hayatına da entegre olabilmiş okul yapılanmaları.
 
Hayvanat bahçesi müdürünün TÜBİTAK’a müdür yardımcısı olması ile mi gerçekleşecek bu? Ya da televizyonda bir tartışma programında bir akademisyene yöneltilen “sen çağdaş mısın” sorusuna “Hayır ben çağdaş değilim. Müslümanım” yanıtı verenler ile mi? 
Liseli gençler, okullarının başına gelecekleri daha aylar önceden görmüş ve tepkilerini eylemlerle göstermişlerdi. İşin en acısı, o zaman bu tepkileri kitlesel hale getirebilmiş olsaydık, ana muhalefet partisi bu konuyu gerçekten sahiplenmiş olsaydı belki de bu noktaya gelmeyebilirdik.

Özlem Yüzak
Cumhuriyet

13 Ekim 2016 Perşembe

WHITE ROSE(WİTTE-ROOSE) - Ali Mahir Akarsular

WİTTE ROOS : İSTANBUL'UN GÖBEĞİNDE BİR AŞK ÖYKÜSÜ .....
Hollanda’nın yurt dışındaki en eski binalarından Witte Roos’un hikayesinin yaşandığı bina, İstiklal Caddesi’nde Hollanda Başkonsolosluğu olarak kullanılıyor. Yapım yılı 1612, asıl en önemli özelliklerinden birisi ise trajik bir aşk hikayesine konu olmuş olması…

Beyoğlu’nun tüm o karmaşası içinde sizi tarihte yolculuğa götüren başkonsolosluk binası adeta bir İtalyan yapısına benzemektedir. Binanın yanındaki merdivenlerden inerseniz, eski taşlarla örülü mahsen geçidine ulaşabilirsiniz. Adı “Deve Geçidi” olan geçidin başlangıcındaki duvarın üzerinde “Beyaz Gül” heykeli ile karşılaşabilirsiniz. Bu heykelin hikayesi ise yüzyıllar önce yaşanmış bir aşk hikayesidir.
OSMANLI - HOLLANDA PARLAMENTOSU İLİŞKİSİ
Yıl 1727, Osmanlı Devleti tahtında 3. Ahmet var. Lale Devri hüküm sürerken, Osmanlı’da zevk ve sefa şeklinde her gün onlarca davet veriliyor, lüks ve şatafat içinde yaşanıyor. Bu sıralarda Hollanda’nın İstanbul elçisi Jacbus Colyer, Beyoğlu’ndaki elçilik sarayında vefat ediyor ve yerine Cornelis Calkeon geçiyor. İşte ne olduysa Calkeon’un İstanbul’a gelmesiyle oluyor.
Calkeon, 31 yaşında, genç ve asilzade birisi, ailesi Akdeniz’de ticaret yapan, fabrikalar işleten Hollanda’da çok zengin bir yaşama sahipken bu saraya gelince, onlarca odası ve şatafatlı ortamda kendisini sıkışmış hissediyor ve derdini etrafındaki insanlara anlatıyor. Leiden’da hukuk eğitimi almış Calkeon, İstanbul’da kısa sürede sevilen biri oluyor. Nevşehirli Damat İbrahim Paşa ve Hekimoğlu Ali Paşa gibi yüksek makamlı vezirlerle iyi ilişkiler de kuruyor.
İyi ilişkileri sayesinde Osmanlı’daki konsoloslukların sayısını da arttırıyor. Bir gün çocukluk arkadaşı Lady Isabella’ya bir mektup yazıyor: “Evim oldukça konforlu, ana bölüm tek yaşayan bir erkek için çok geniş. Üstelik bu ülkenin alışkanlıklarına göre evlerde erkek ve kadın bölümleri ayrı. Varlıklı bir erkek olarak benim, kadın bölümlerini de kullandığımı tahmin edebilirsiniz. Ancak, üzüntüyle belirtmeliyim ki buraları tek başıma kullanamıyorum.”
AŞK HİKAYESİ
Calkeon’un bu yalnızlığı fazla sürmüyor. Beyaz Gül’e aşık oluyor. Bazı kaynaklara göre, Beyaz Gül Osmanlı Sarayı’ndan çıkartılmış Çerkez bir cariye, bazılarına göreyse elçinin Türk bir arkadaşının esir pazarında satın aldığı bir cariye. Elçi cariyeyi bir davette görüp aşık oluyor. O günden sonra Calkeon ile Beyaz Gül’ün aşkı başlıyor; ama bu aşk gayri meşru olduğu için dedikodular alıp başını gidiyor. Kimseye kulak asmadan kışları Beyoğlu’ndaki elçilik sarayında, yazları ise Belgrad Ormanları’ndaki kır evinde aşklarını yaşıyorlarmış. Beyaz Gül’ün bembeyaz bir teni ve çok güzel bir yüzü olduğu için elçi onu “Koyu Gül” olarak çağırırmış. Kadının sesinin tokluğu ve çok güzel şarkı söylemesi de bu lakabı takmasının asıl nedeniymiş.
Bu aşk, enfiye kutusunda resmediliyor, yarı çıplak aşk tanrıçası bir hindiyi kucaklıyor. Hindi, elçiyi temsil ederken, cariyeyi aşk tanrıçası temsil ediyor. Calkeon, aslında hindi anlamına geliyor.Bu kutu, şu anda Calkeon ailesinde bulunmaktadır ve her şeyiyle bu gayri meşru aşkı anlatmaktadır.
AŞK CEZASIZ KALMIYOR
17 yıllık görevine 1744’te son verilen Calkeon, Dresden’e sürülüyor. İstanbul’dan ayrılan elçi, sevgilisini arkada bırakıyor ve hayatı boyunca hiç evlenmiyor. Beyaz Gül’ü hiç unutamıyor ve onla yazışmaya devam ediyor. İstanbul’a yeniden atanmak için ilgili makamlarla görüşmeye devam ediyor. 1764 yılında isteği kabul ediliyor ve İstanbul’a yeniden atanıyor. Beyaz Gül, her gün elçiliğin olduğu yere gidiyor ve kendisini bekliyor. Fakat İstanbul’a dönüş yolunda Calkeon aniden rahatsızlanarak vefat ediyor. ve Amsterdam’a defnediliyor. Beyaz Gül de bu acıya dayanamayarak sarayın önünde aniden ölüyor ve Beyaz Gül’ün anısına taş bir heykel yapılarak elçilik sarayına koyuluyor.
BEYAZ GÜL'ÜN RUHU SARAY KORİDORLARINDA
Hollanda Sarayı sakinlerine göre Beyaz Gül’ün ruhu hala saray koridorlarına geliyor, burada yürüyor, ayak sesleri duyuluyor, açılıp kapanan pencerelerle varlığını hissettiriyor.
2013 yılında, Calkeon ve Beyaz Gül’ün aşkı bir dans gösterisiyle Hocapaşa Kültür Merkezi’nde gösterisiyle sahneye taşınıyor.
14 Şubat’ta aşıkların Beyoğlu’ndaki heykele çiçek bıraktıkları bir aşk merkezi görevini üstleniyor burası.
1941 yılında, Hollandalı yazar C.Van Zeggelen, Calkeon ailesi ile görüşerek onların elindeki bilgilerin ışığında Calkeon’un İstanbul elçiliğini ve Beyaz Gül ile olan aşkını anlatan “Asil Beyefendi” isimli bir romanı yazıyor .....
İşte böyle dostlar, bu dünyadan iki kavuşamayan aşık daha yaşayıp göçmüş. Calkeon ve Beyaz Gül ... Onlar erememiş muradına, biz de çıkmayalım kerevetine .....
Ali Mahir Akarsular
(Alıntı)

AKP’nin açmazları ve olanaklar - İLKER BELEK

15 Temmuz arkasında bir şekilde ABD’nin bulunduğu bir darbe girişimiydi. Başarılı olamadı. Ancak başarısızlık Türkiye’nin kurtuluşu anlamına gelmedi.
Darbe sonrasında AKP kendi darbesini yürürlüğe koydu. Daha 16 Temmuz’un ilk saatlerinden itibaren, yaşanacaklara dikkat çekmeye çalışmış ve AKP’nin FETÖ bahanesiyle başlatacağı geniş kapsamlı saldırıya odaklanılması gerektiğini söylemiştik.
Saldırı çok boyutlu ve giderek ilerici, demokrat, sol aktörlerin tümünü hedefe yerleştiren bir doğrultuda devam ediyor.
Buna karşılık süreç AKP açısından önemli kırılganlıkları içinde barındırıyor, bu nedenle yönetemezler diyoruz.
1-Türkiye ekonomisi batakta. Cari açığın finansmanı düzenli para girişini gerekli kılıyor. Petrol fiyatları yükselişte. Amerikan FED faiz artırımına başlayacak. Türkiye ekonomisi üretmiyor. Sıkışıklık pek çok koldan ilerleyerek devam edecek.
Bunlar Putin’den medet umuyorlar. Ancak O’nun derdi Mavi Akım projesiyle doğal gaz sevkiyatında Avrupa ile arasına giren Ukrayna’yı çevresinden dolaşmak ve Türkiye’ye 3. nükleer santralini pazarlamak. Dolayısıyla AKP’lilerin Enerji Zirvesi’ne sıkıştırarak büyük başarı olarak duyurdukları işler Putin’in ajandasıdır. İstediklerini elde etmiş olarak Moskova’ya dönüyor.
2-AKP dinci bir parti. Türkiye’de İslami bir rejim kurmak istiyor. Ancak bu çağda halk sınıflarını dinle kontrol etmek olanaksız. Ekonomi yeni istihdam yaratamıyorken, mutlaka, sınıfsal sorunları örtmenize yarayacak ekonomik bir avantajınızın olması gerekir. İslam coğrafyasında var olan kaynak Türkiye’de yok: Petrol ve doğalgaz.
3- Aklı, bilimi yok saymak, kadınları aşağılamak, Sünni İslam dışındaki diğer inanç sistemlerinin tamamını ezmek zorundalar. İslamcı rejim hedeflerine başka türlü ulaşamazlar. Din siyasetleri ve siyasetleri de dinleridir. Ayrımcı olmak zorundalar. Bu gerçeği herhangi bir biçimde saklayamazlar. Hareket alanları sınırlı ve niyetleri her daim dillerine vurmaya mecbur. Erdoğan’ın Musul konusunda verdiği ilk röportajda bu medeniyetler merkezinin Sünnilere ait olduğunu söyleyivermesi ibretliktir.
4- Dar bakış açıları, insanlık ve bilim dışı ontolojileri nedeniyle böyle davranıyorlar ve bir doğrultuya mecbur kalıyorlar. O doğrultu Musul’un bir şekilde kontrol altına alınmasını göstermektedir. Öyle pervasızlar ki neredeyse ağızlarından çıkanı kulakları duymuyor. Söyledikleri her laf büyük güçler arasındaki sessiz mutabakatı, bölgedeki mezhebi, etnik çeşitliliği yok sayma karakteri sergiliyor. Musul konusunda Irak merkezi yönetiminin net tepkisine neden olan şey budur. Ve yine aynı nedenle ABD dışişleri “Musul’da ne olacağına Irak başbakanı karar verir” açıklaması yapmak zorunda kalmıştır.
5- Mecburiyetleri ne uluslar arası alanda ne de iç politikada herhangi bir mutabakatın sağlanamayacağının göstergesidir.
6- Bütün bu nedenlerle bir diğer mecburiyetleri ABD’nin gösterdiği yoldan, çizdiği sınır içinde ilerlemekten ibarettir. Putin’den özür karşılığında ve IŞİD’in sınır geçişlerini engellemek adına Cerablus’a kadar ilerleme görevi verilmiş ve yine niyetleri ve ağızları durmayınca askerleri durdurulmuştur.
7- Bu dönemde ABD ile Rusya’nın birbirlerinin ayaklarına basmasını beklememek gerekir. Irak ve Suriye’nin fiilen parçalanması noktasında anlaşmış görünüyorlar. AKP’nin rolü de bu anlaşma sınırları içindedir.
8- Fazlasında diretirlerse bir kez daha aynı riski üzerlerine alacakları kesindir.
9- Tam bir tıkanıklık yaşıyorlar. Gidecekleri yol, alacakları mesafe bulunmuyor. Bu nedenle bütün şiddetlerini içeriye akıtıyorlar, korkutmaya çalışıyorlar. Ancak bu tutumları, kendiliklerinden tükenecekleri ya da yerlerine tercih edilecek aktörün daha fena davranmayacağı anlamına gelmiyor.
10- AKP’nin zayıflığı ve değişik konulardaki tercihlerinin yaratacağı çatlaklar solun halk sınıflarını örgütlemesi bakımından olanaklar sunuyor. Bunun değerlendirilebilmesi öncelikle ilkesel duruşu şart koşuyor. Antikapitalizm ve antiemperyalizm içerikli bağımsız bir mücadele hattını güçlendirmek, işçi sınıfının içine gömülmek gerekiyor.

İlker Belek
SOL

Otoriter rejimlerin üniversite rüyası- Emre Kongar

Her otoriter iktidarın rüyası üniversiteleri tam denetim altına almaktır! 
Oysa üniversiteler, bilim, kültür, edebiyat ve sanat merkezleri olarak ancak özgürlük içinde gelişebilirler... 
Bu nedenle de herhangi bir siyasal iktidarın veya katı bir ideolojinin emrine girdiklerinde solarlar... 
Bu anlamda üniversiteleri siyasal ve ideolojik olarak denetim altına almak olanaklı değildir: 
Çünkü siyasal ve ideolojik denetim altına aldığınızda, o kurum artık üniversite olmaktan çıkmıştır!

***
Otoriter iktidarlar üniversitelerden iki şey bekler: 
1) Ekonomik ve askeri güçlerini arttırıcı katkılar. 
2) Haklılıklarını kanıtlayacak, seçmen desteğini arttıracak, iktidarlarını pekiştirecek yaklaşımlar. 
Oysa, özgürlükleri yok edilen üniversiteler, ancak özgür ortamda gelişebilecekleri için, her iki alanda da geri kalırlar...
***
Türkiye’de de üniversiteler, hem toplumu geri bıraktıran, hem de bunu yapan iktidarları da güçsüzleştiren bu ilkel yaklaşımdan çok çekmiştir: 
Üniversitelere saldırıların üç kaynağı vardır: 
1) Askeri darbeler. 
2) Askeri darbelere ortam hazırlamak için kışkırtılan gençlerin şiddet eylemleri. 
3) Demokrasiyi sadece kendi seçmenlerinin iradesi zanneden ve üniversiteleri de buna uymaya zorlayan sağcı iktidarlar. 
Bir yandan askeri darbe dönemlerinin otoriter yönetimleri, öte yandan, askeri darbelere ortam hazırlamak için kışkırtılan öğrenci/gençlik terörü... 
Sanki bunlar yetmiyormuş gibi bir de sağ iktidarların baskı ve müdahaleleri... 
Türkiye’de üniversiteleri sürekli olarak yıpratmıştır: 
Askeri ve sağ sivil iktidarlar, öğretim üyelerini üniversiteden uzaklaştırırken,siyasal ve ideolojik gruplar, özellikle de sağcılar, işledikleri cinayetlerle en değerli beyinleri katletmişlerdir!
***
Şimdi yeni bir Post Mortem Darbe dönemi yaşıyoruz: 
Bu dönemde, artık öğretim üyeleri üniversiteden uzaklaştırılmakla kalmıyor, bildiri imzaladıkları için bile haklarında soruşturma açılıyor, doğrudan hapse de atılıyorlar. 
YÖK Başkanı’nın açıkladığına göre, 2016-2017 akademik yılının açılışı, 18 Ekim’de,“Tek Adam Yönetimi”ni simgeleyen Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nda, bütün rektörlerin, üniversite yöneticilerinin ve başarılı öğrencilerin katılımıyla düzenlenen bir törenle yapılacak ve bu tören bir gelenek haline getirilecekmiş. 
Bu kararı verenleri kutlamak gerek: 
12 Eylül 1980 askeri darbe döneminde YÖK’ü kuran ve tüm üniversiteleribirbirine eşitleyerek ilkokul derekesine indiren Evren ve Doğramacı bile bunu akıl edememişlerdi!

Emre Kongar
Cumhuriyet

Trump’ın Törkiş başkanlık hayali - Nilgün Cerrahoğlu

Son Clinton-Trump tartışmasını izlerken, “Türk tipi” başkanlık düşünün Washington’a sirayet ettiğini düşündüm... Ülke sorunları yerine yalnız hakaretler ve suçlamaların konuşulduğu tartışmada, Trump, seçilmesi halinde Clinton’ı kodese attıracağını ve rakibinin “mail skandalını” araştırması için bir “özel savcı”görevlendireceğini söyledi. 

Hillary’nin mail skandalı biliyorsunuz dışişleri bakanı olarak çalıştığı 2009-2013’teki elektronik yazışmaları içeriyor. Yazışmaları resmi bakanlık e-postası yerine kişisel hesabından yapan Hillary Clinton, devlet denetiminden kaçırdığı belgeler için o gün bugün hedefte. FBI gerçi eski bakanın yargılanmasını gerektirecek bir durum olmadığını söyledi ama kamuoyu tatmin olmuş değil. Gizemli “mail”lerin gölgesi Hillary’i izliyor. Ödemediğini itiraf ettiği vergiler ve belgelenen cinsel taciz skandalları yüzünden başı dertte olan Trump, dikkatleri dağıtıp üste çıkmak için, “Beyaz Saray”a seçilirse adalet bakanı ve savcılar eliyle siyasi rakibini “hapse attırmakla” tehdit ediyor. 

“Kazanırsam, adalet bakanımdan senin durumunu incelemesi için özel bir savcı atamasını isteyeceğim!” diyor Trump. 

Buna “Hukuk iyi ki ülkede Trump gibilerin elinde değil!” yanıtını veren Clinton’ın sözlerine eski reality-şovcu işadamının cevabı; “(Hukuk benim elimde olsa) sen hapiste olurdun!” şeklinde. Bu sözleri duyar duymaz aklıma Burhan Kuzu’nun“Zavallı Obama” yakınması geldi... Trump seçilirse ABD’deki denge-fren mekanizmaları tümüyle iflas edeceğinden bu “zavallılık” durumu demek ki artık ortadan kalkacak.

Hitler, Mussolini gibi
 
Trump bizdeki Törkiş sistemin hedeflediği astığı astık kestiği kestik kararlara imza atabilecek. Hasımlarını hiç düşünmeden içeri tıkabilecek. Trump’ın bu çıkışları halihazırda alay konusu. Ancak sayıları henüz az olsa da panikleyenler de var.“Trump’ın Clinton’ı hapsetme vaadi Amerikan demokrasisine tehdittir”, “Trump’ın Clinton’ı hapsetme tehdidi demokratik kurumları hedef alıyor” başlıklarıyla konuyu işleyen “Atlantic” ve “New York Times” (NYT) gibi yayın organları, ABD’nin ilk defa bu tür bir tartışmaya tanık olduğunu söylüyor. 

ABD’de böylesi bir antidemokratik savrulmanın somut ihtimalleri hakkında siyasi bilimcilerden görüş alan NYT, bu çeşit sapmaların “ancak hibrit rejim tabir edilen demokrasi-diktatörlük arası Türkiye gibi ülkelerde yaşanabileceğine” parmak basıyor. Ancak demokratik kurumlara inancı baltalayan retoriğin her halükârda çok tehlikeli olduğuna dikkat çekiyor. Bazı siyasi bilimciler Türkiye benzeri örnekleri bir yana bırakıp Hitler, Mussolini’nin yükselişini hatırlatıyorlar. “Demokrasimiz sanıldığından çok kırılgan” diyorlar. 

Yaşananlardan çok sayıda ders çıkarmak mümkün. Birincisi Başkanlık sistemi ABD’de bile bu kerte otoriterleşme riskindeyse, gerisini hesap edin. Kampanyada skandaldan başka hiçbir şey konuşulmadıysa, demokratik tartışmanın ne denli gerilediğini anlayın. Obama’nın 2008 kampanyası bile demokratik değerler açısından ışık yılı uzaklığında. O kampanyada internet “taban örgütlenmesinde”örnek olmuştu. Fon toplamada ve tabanı bir araya getirmede etkili bir demokratikleşme aracı olmuştu. Beyaz Saray’a “Yes we can/Biz yapabiliriz!”sloganıyla çıkan Obama, sırf bu nedenle bir yol açmıştı. Bugün umut vaat eden tek slogan yok. Varsa yoksa tencere dibin kara, seninki benden kara kavgaları... 

Sekiz yılda fark edilebilen bu irtifa kaybı tüm sisteme olan inandırıcılık kaybını da beraberinde getiriyor. Büyük medya gerçi Hillary’yi destekliyor ama inandırıcılık kaybı yüzünden medyanın seçmen davranışı üzerinde eski etkisi yok. Sosyal ağlardaki tartışmalar daha belirleyici... 
Ama sosyal ağlar da “yankı odaları/echo chambers” denilen bir kutuplaşma içinde. 
Trump’ın “yankı odası”ndaki yandaşlar burada, bizim “Kabataş yalanı” misali her asılsız argümanı sırf kazanmak adına öne sürüyorlar. Buna işte “post gerçek”siyaseti deniyor. “Post gerçeklerin” kampanyasında, siyasi argümanların gerçekliği önemli değil. Önemli olan sırf alınan “tık” sayısı oluyor. Büyük medyadaki kamuoyu yoklamaları, bugün yapılması halinde Clinton’un yüzde 87 olasıklıkla başkan olacağını gösteriyor. Ama Trump’ın “yankı odaları” bu rasyonel hesaplar dışında tutulduğundan '68er sürpriz mümkün.

Nilgün Cerrahoğlu/Cumhuriyet

12 Ekim 2016 Çarşamba

Kadınlarını artık hiç sevmeyen ülke - MİNE SÖĞÜT

Dün “Dünya Kız Çocukları” günüydü.
Tüm dünyada kız çocuklarının nasıl tehlikelere maruz kaldığına dair raporlar yayımlandı. 
Erkenden evlendirilen kızlar... Aile içi cinsel tacize uğrayan kızlar... Ağır ev işlerinde çalıştırılan kızlar... Okula gönderilmeyen kızlar... Çocuk yaşta anne olan kızlar... Sünnet edilen kızlar... Erkek egemen toplumlarda hiçe sayılan kızlar... 
Dünyada bu raporlar yayımlanırken biz sosyal medyada dolaşan amatör bir kısa filmi seyrediyorduk.
 
Filmi Kayseri Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi öğrencileri, öğretmenleriyle birlikte çekmişti. 
Filmde başörtülü bir genç kız, Merve, onu günaha sokmaya çalışan şeytana direniyor, her seferinde “Hayır yapmamalıyım çünkü ben bir imam hatipliyim” diyerek doğru yolu buluyordu. 
Şeytanın cebindeki günahlar sırasıyla şunlardı: 
Telefonda erkeklerle mesajlaşmak, kafelerde erkeklerle tanışmak ve Müslümanlık dışı kısacık etek giymek. 

İlk iki “günah”ı uzun uzun tartışabiliriz. 
Evdeki kız çocuğunun telefonda erkek arkadaşlarıyla mesajlaşmasına veya kafelerde erkeklerle tanışmasına şiddetle karşı çıkabilecek yığınla ebeveyn olduğu gerçeği bu ülkenin ayrı bir sorunu. 
Ama Merve yine kendisi gibi başörtülü olan tezgâhtarın elinde tuttuğu diz altı uzunluğundaki etekle, bileklerine kadar inen etek arasında seçim yaparken kan ter içinde büyük bir ahlak bunalımı yaşıyordu. Neticede şeytana uymayıp, bir imam hatipli olduğunu hatırlıyor ve diz altı eteği değil bileğe kadar inen eteği alıyordu. 
Eğer bu kısa filmi bundan on sene önce izleseydik, muhtemelen amatörlüğüne ve mesaj kaygısına gülüp geçerdik. 
Ama biz bu filmi, tüm devlet okullarının ardı ardına “imam hatip”lere çevrildiği bir ülkede, yeni eğitim politikası seferberliğiyle hızlanan şu karşıdevrim günlerinde izledik. 
Bu ülke artık... 
Kız çocuklarını ağır bir psikolojik baskıyla varlığından utanmaya, cinsel kimliğinden tedirgin olmaya, toplumsal hayatın içinde korkularla yaşamaya eğiten okullarıyla övünen bir iktidarın hâkim olduğu bir ülke. 
Çocukların karanlık ideallere nefer kılınmaya çalışıldığı bir ülke. 
Okullarda beyinlerin kirli sularla yıkandığı bir ülke. 
Kız çocuklarıyla erkek çocuklarını değil aynı sınıfta mümkünse aynı binada bile okutmak istemeyen bir ülke. 
Resmi ve gayri resmi politikalarıyla küçücük kız çocuklarını eve kapanmaya erkenden ikna etmeyi marifet sayan bir ülke. 
Onları günahlardan müteşekkil tehditlerle erkeğin gölgesinde silik bir varlık olmaya eğiten bir ülke. 
Değil şort, diz altı etek giymeyi bile günah sayacak kız çocukları yetiştirmeyi hedefleyen bir ülke. 
Kadını hiçe saymak için toplumsal rolünü en baştan en rezil cümlelerle yazmaya ant içmiş bir ülke.
***
Etrafınızdaki kız çocuklarına bir bakın. 
On yaşındakilere bakın, on bir, on iki, on üç, on dört, on beş, on altı... 
Çocukluktan genç kızlığa geçişin nasıl bir macera olduğunu düşünün. 
O tatlı maceranın tam orta yerinde mutluluğundan, hayallerinden, neşesinden, özgürlük bilincinden sökülüp korkularla ve utançlarla donatılmış kapkaranlık bir deliğe sıkıştırılan bir kız çocuğunun hikâyesinde dünyanın bütün kötülüklerini göreceksiniz. 
Cumhuriyetin en büyük artısı kadınları sevmesi ve kız çocuklarını eşitlikçi bir anlayışla kollayıp büyütme idealini topluma yaymasıydı. 
Bugünkü iktidarsa kadınları hiç sevmiyor... 
Ve kız çocuklarını en narin duygularından tutup hırpalamayı marifet biliyor.

Mine Söğüt
CUMHURİYET

11 Ekim 2016 Salı

Allah deyip ötesini bırakma... Daha 'para' diyeceksin! - ÖZGÜR ŞEN

“Allah de ötesini bırak”, “Allah de ötesini bırak-2”, “Allah'a koşun”, “Bana Allah yeter”, “Rabb'in için sabret”... Bunlar Uğur Koşar'ınÇOK SATAN kitapların isimleri. Çok satan derken Türkiye gibi kitap piyasasının pek derin olmadığı iddia edilen bir ülkede, yazarına milyonlar kazandıran kitaplardan söz ediyoruz. Koşar, kazandığı milyonları yerken eşiyle davalık olmuş ve magazin basınının diline düşmüş. Bu kadar çok sattığına göre bir kesim belli ki bu kitapları iyi tanıyordu, ama Türkiye'nin bu kitapları, yazarını ve kazandığı parayı duymasına, bir boşanma davası vesile oldu.

Uğur Koşar'ın AKP Türkiyesi'ne çok yakıştığı, yakışmanın ötesinde AKP Türkiyesi'ni temsil eden figürlerden birisi olduğu, Koşar'ın portresinin siyasal islamın fotoğrafını çekmek için güzel bir fon teşkil ettiği muhakkak.

Türkiye'de "Allah" diyerekPARA KAZANMAK AKP'nin zamanında başlamadı ama AKP, "Allah" diyerek para kazanmaya özel bir boyut kazandırdı.

AKP'nin her "Allah" diyeni zengin yapması düzenin kuralları gereği imkânsızdı ama AKP "Allah" demeyi zengin olmanın önemli koşullarından birisi haline getirdi. İnternetten bulduğu dini hikayeleri, ayet ve hadislerle harmanlayıp kitap yazan bu pespaye adamın yaptığı iş, diğer zenginleşme öykülerinin yanında oldukça masum kalıyor aslında ve tam da bu nedenle, diğerlerinin yanındaki göreli masumluğu sebebiyle islamcılığın portresi için güzel bir örnek. Öyle bir ülke düşünün ki, dinsel duyguların bu denli ucuzca sömürülmesi ve paraya tahvil edilmesi bile AKP'nin patronlarla çevirdiği esas dolapların yanında önemsiz kalıyor. Türkiye'de parayla din arasında kurulan ilişki öylesine kanıksanmış ki, bu ucuz din ticareti ve zenginleşme hikâyesi kimseyi şaşırtmıyor.

Dinin siyasetle, siyasetin parayla ve paranın dinle kurduğu ilişki Türkiye'de çok derin, çok boyutlu artık.

AKP'nin köklü bir şekilde dönüştürdüğü Türkiye'de patronların dinle kurduğu ilişki, AKP'nin onları temsil eden bir parti olması nedeniyle siyaset sahnesine daraltılamaz. Din Türkiye'de hepimizin her gün onlarca örneğini gördüğümüz şekilde, siyaseti ve toplumsal yaşantıyı köklü bir şekilde dönüştürdü, doğru. Ama aslında piyasanın istekleri doğrultusunda yapılan bu dönüşüm, doğal olarak piyasanın kendisini de bir değişime tabi tuttu. Türkiye'de patronların ve patronluğun yapısı değişti.

Mesele, dindar ve AKP'ye yakın yeni zenginlerin ortaya çıkmasından veya bazı isimlerin "Allah" diyerek daha da güçlenmesinden ibaret değil. Asıl sorun, paranın mutlak tahakkümünde olan bir düzenin bu dinselliği piyasanın kuralları içerisinde etkili bir şekilde kullanmanın bir yolunu bulması; piyasa ve paranın, dinsellikle olan bağlarının güçlenmesi ve dinin piyasaya entegrasyonunun tamamlanması...
Laik geçinen, seküler görünümlü patronlar, siyasetin ve toplumsal yaşantının gericileşmesinden, dinselliğin işçileri kontrol altında tutmasından mutlu oldukları kadar, bu dinselleşmenin piyasanın genel kurallarıyla çelişmeyecek şekilde işlemesinden de memnunlar. Servet birikimi ve sömürünün mekanizmaları, Allah diyen patronlar önceliklendirilse dahi, eksiksiz işletilip soyulan, emeği çalınan her durumda yine emekçi halk olunca, Allah diye kitap yazıp zenginleşen din simsarı soytarıya kimse takılmıyor.
Kimse Uğur Koşar'ın kitaplarında yazdığı gibi Allah deyip ötesini bırakmıyor. Ama para deyip de ötesini bırakan da yok... AKP Türkiyesi ikisini aynı anda, memlekete acı veren bir uyumla söylemeyi öğrendi.

Türkiye'de paranın ve piyasanın dinle ilişkisi kopartılamaz artık. AKP bunu başardı ve bu kopmaz ilişki, paranın ve piyasanın asıl belirleyici olmasıyla hiç çelişmiyor.
Dolayısıyla piyasanın kuralları işlediği sürece, piyasa hem siyasete, hem de toplumsal yaşantıya dinsellik zerk etmeye devam edecek. Laiklik ve aydınlanma mücadelesi işte bu nedenle paranın saltanatının yok sayıldığı bir yaşam tarzı mücadelesine indirgenemez. Yine aynı nedenle siyasetin ve toplumsal yaşantının dinden arındırılması ancak piyasanın belirlemediği, paranın saltanatından kurtulmuş bir ülkede mümkündür.

Özgür Şen
SOL

Anadolu'ya Yeniden Yerleşmek - OĞUZ OYAN

Başlıktaki çarpıcı önerme değerli İslam ve Türk sanat ve mimarlık tarihçimiz Prof. Doğan Kuban'a ait. Ülkede mekan kullanımını yeniden düzenlemeyi önermek, kuşkusuz çok iddialı bir iş. Yapılabilirliği zaman ilerledikçe ve nüfus İstanbul'a ve kıyılara yığıldıkça zorlaşan, ama aynı ölçüde de haklılığı giderek büyüyen bir önerme bu. Peki, Kuban'ın dayandığı gerekçeler ve sunduğu çözümler nelerdir? 15 Eylül 2016 tarihli yazısından alıntılar yapalım (Orhan Bursalı da Cumhuriyet'teki köşesinde bu yazıdan geniş alıntılar yapmıştı):

"İstanbul ülkeyi çökertecek, kalkınmaya engel olacak noktaya ulaştı. İstanbul ulaştığı megalopolis boyutlarıyla, ülkenin vücudunun taşıyamayacağı bir koca kafa haline dönüşen, ekonomik etkinliğin yurt yüzüne dengeli yayılmasına engel olan ve Anadolu halkının topraklarını terk ederek ülke tarımını dış dünya pazarına dönmeye zorlayan, ve sonuçta uluslararası sermayenin aşağı düzeyde bir ortağı olarak fakir halkı tüketici olmaya teşvik eden, giderek Türkiye’nin sömürülen bir topluma dönüşmesine neden olacak bir emme basma mekanizması olarak çalışmaktadır. (...)

Dünyada nüfusu 20 milyona ulaşmış bir kentin sağlıklı yaşamını gerçekleştirebilen bir planlama yöntemi henüz keşfedilmedi. (...) Megalopolis hastalığı sınırsız kapitalizmle nüfus artışının karıştığı, çaresiz bir ‘hipertrofi’ olarak çok vurgulanan fakat çare bulunamayan bir fakir ülke hastalığıdır. Ülke ekonomisinde yarattığı dengesizlik yanında, toplumun en zengin katlarıyla en fakir katlarını yan yana getirdiği için toplumsal ayrışmanın da mekanıdır. Yaşam olanakları birbirlerinin zıddı olan insanlar birlikte yaşamasalar bile birbirleriyle dirsek teması içindedirler.(...) 

Toplumsal hipertrofinin sonucu, ahlaksız ve dengesiz toplumdur. (...)  Megalopolisler uygarlığın ortadan kaldırmaya çalıştığı bütün kötülükleri içerirler. Büyüklükleri oranında suç yuvalarıdır. (...) Bu dünyanın her yanında aynıdır. Dünyanın büyük kentleri toplumları kanatan yaralardır. Kuşkusuz Lagash ya da Karaçi ile Paris aynı değil. Paris her zaman büyük olan ve örgütlenmesi yüzyılları bulan bir dünya kenti. Diğerleri, kendi çıkardıkları toz duman arasında boğulan aglomeralar. Çünkü kaşla göz arasında büyüyüverdiler. (...)
Kaldı ki bu büyük aglomeralar fiziksel planlama ile düzenlenecek yerleşmeler değildir. Zaten bu büyüklükte planlamanın birkaç yıl içinde gerçekleşmesi de ekonomik olarak olanaksızdır.
Bu kentler, bir yandan sınırsız bir spekülasyonun doymak bilmez iştihasına sunulmuşken planlanamaz. Tek çare halkın planlı olarak yurt yüzeyine yeni yaratılacak sanayi merkezlerine, zaman içinde yerleştirilmesi ve ülkenin ekonomik dengesizliğinin önüne geçilmesidir. Spekülasyonu engelleyemesek de, kontrol edilebilir büyüklükte yerleşmelere transfer ülke ekonomisinin giderek çökmesine engel olabilir. (...) Anadolu’ya yeniden yerleşmemiz gerek!"

***
Bu çok iddialı önerinin uygulamaya konulduğu varsayımı altında bile İstanbul'un Türkiye'nin en büyük kentsel yerleşkesi olarak kalacağı açıktır. Mesele çılgınca bir şişmeye dur denilmesi ve ülke ölçeğinde dengeli bir mekan düzenlemesine geçişin planlanabilmesidir. Oysa şimdi yapılanlar, üçüncü köprü ve üçüncü havalimanıyla kentin sulak alanlarının, yeşil örtüsünün ve hava akımlarının tahrip edilmesi ve giderek yeni mekanların imara açılmasıdır. Eğer yapılabilirse İstanbul Kanalı projesi bütün bunların üzerine tüy dikilmesi anlamına gelecektir. Yapılması planlanan Çanakkale köprüsüyle birlikte Marmara bölgesinin bir bütün olarak en yoğun ekonomik etkinlikler bölgesi olarak daha da öne çıkması gerçekleştirilmiş olacaktır. Gerçi Osmanlı döneminde de Marmara bölgesi bu vasfı taşımıştır ama bugün aşırı yoğunlaşan sınai-ticari faaliyetleri bu bölge daha ne kadar taşıyabilir? Daha önemlisi, bölgeler arası dengesizliklerin bu boyutlarda açılmasının sonuçları sindirilebilir mi?

***
İstanbul'u kendi karşılaştırmalı tarihsel gelişmesi içinde kavramaya çalışarak yanıt arayalım. İstanbul, 16. yüzyıldan itibaren üç yüzyıl boyunca Avrupa'nın en kalabalık şehri olmuştur. İstanbul'un nüfusu 1478'de 98 binden 1520'de 400 bine çıkmaktadır. Braudel'e göre, Batı Avrupa'da 16. yüzyılda "eşdeğeri bulunmayan" Napoli'nin nüfusu 1595'te ancak 280 bine ulaşıyordu. Braudel, "16. yüzyıl sonunda Batılıların deyişiyle dahi" 700 bin kişiye ulaşmış (Barkan'a göre 800 bin) olan İstanbul örneğini verirken "1581 Martında, Mısır'dan gelen buğday yüklü 8 gemi onun sadece bir günlük yiyeceğini sağlıyordu" tespitini yapmakta ve yüzyıl sonra durumun ağırlığını koruduğunu belirtmektedir. Antik Roma kentinde olduğu gibi bu kentin ürettiğinden fazla tükettiğini vurgulamak için de "Başkent, zenginlerin imtiyazından yararlanmaktadır. Başkaları onun için çalışmaktadır"  notunu düşmektedir. (F. Braudel, La Méditerranée et le Monde Méditerranéen à l'Epoque de Philippe II, 3. baskı, 1. Cilt, Librairie Armand Colin, Paris, 1976, s. 316-321). İstanbul, 19. ve 20. yüzyıllarda Avrupa'nın gene en büyük kentleri arasında yer almakla birlikte, en büyük nüfus barındıran kenti olma özelliğini yitirecektir. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren maruz kaldığı kırsal göç ve nüfus baskısı bu kentin hızla azmanlaşmasına yol açarken, 21. yüzyıldan itibaren de yeniden Avrupa'nın en kalabalık şehri olmasını sağlayacaktır. Bu defa 16-18. yüzyıllara kıyasla önemli bir farkla: 20. yüzyıldan itibaren İstanbul aynı zamanda Türkiye'nin en önemli sanayi kenti olma vasfını kazanacak, buna diğer ekonomik faaliyetler de eklenince ulusal gelirin önemli bir bölümünün yaratıldığı kent olacaktır.

Peki ama nereye kadar?
1994'te Refah Partisi adayı olarak İstanbul Belediye Başkanı seçilen Tayyip Erdoğan'ın başlangıçta buna verdiği yanıt, doğru danışmanların katkısıyla, İstanbul'un daha fazla büyümesine yol açacak üçüncü köprü gibi yatırımlardan ve  yeşil/sulak alanlarının tahribinden kaçınılması yönündedir. Ama kıble bir kez ranta, inşaatçılığa, talandan pay kapmaya dönünce, bütün bu içselleştirilmemiş konumlanışlar saman alevi gibi sönecektir.
Bu tarihten biraz önce, 1989'da büyük bir yerel yönetim zaferi kazanan ve izleyen genel seçimleri de kazanmaya talip olan SHP'nin önerisi daha radikaldir. Bizim de içinde bulunduğumuz bir komisyonun, ilk versiyonunu 1988'de nihai versiyonunu 1989'da tamamladığı "Anti-Enflasyonist Ekonomik Program"a göre,  İstanbul'un ekonomik ve demografik yükünün yeni sanayi eksenlerinin oluşturulması yoluyla dağıtılması önerilmiştir. Bu öneri, 1991 yılının SHP seçim bildirgesinde daha güçlü bir biçimde yer almıştır.
CHP'nin "Seçim Bildirgesi Kasım 2015" metninde ise, "Merkez Türkiye Projesi" kapsamında "Anadolu'da yeni kurulacak lojistik ve yüksek katma değerli üretim odaklı akıllı şehir" projesi önerilmektedir. Bu projeyle Türkiye orta teknoloji tuzağından çıkarken, komşu ekonomileri, pazarları ve kültürleri birbirine bağlayan bir barış coğrafyasına dönüşecektir.
1989-1991 ve nihayet farklı bir yaklaşım olsa da çeyrek yüzyıl sonraki 2015 önerileri: Anamuhalefet, uygulayamasa da bazı çıkış önerileri sunmuştur. Peki uygulama olanağı bulunsaydı bugün hala bir çıkış var mıdır yoksa tren kaçmış mıdır? Çeyrek yüzyıl öncesine kıyasla kuşkusuz büyük ölçüde kaçmıştır; özellikle de İstanbul'un ağırlığını azaltma konusunda. Peki hala umut var mı? Umutsuz yaşanmaz diyerek şimdilik noktalayalım.

OĞUZ OYAN
SOL