23 Ekim 2016 Pazar

Bir Bit Pazarı rüyası - EFE SUBAŞI / BİRGÜN PAZAR

Taksim Surp Agop Hastanesi’nin solundan Dolapdere Caddesi’ne indiğinizde Panayia Avengelistra Kilisesi’ni çevreleyen sokaklarda Cumartesi geceleri Bit Pazarı kuruluyor.

Arda on dört yaşında, uykusu bölük, tırnağı kesik, kafasını karıştıran bin bir soru ve çift çorap giydiği botlarıyla annesinin akşamdan hazır ettiği ekmek arasını da alıp döküldü yollara. Tezgâhı açmaya gidiyor, pazar tezgâhını.
Gece karanlık sokak tenha ama işler mi Arda’ya. Pazar yeri evden on beş dakika yürüme mesafesinde, yol üstünde artık gitmediği okulu var. Okul da yürüme mesafesinde, Arda’nın hayatında her şey yürüme mesafesinde. Okulun önünden geçerken okuduğu sınıfın camına bakacak. Sırtında battal boy siyah çöp poşeti, içinde: Biblolar, tencere, küçük kartpostallar, mum, incil, bir iki satmayan kitap, küçük bir tef, bir de hâlâ yatağının sıcaklığını hatırlatan şu uyku olmasa… Arda parmak uçlarını yalayıp gözlerine sürdü uykusunun açılmasını beklerken okulun önünden aşağı doğru usulca yürüdü.

Kimisinin keyfi kimisinin mecburiyeti

Taksim Surp Agop Hastanesi’nin solundan Dolapdere Caddesi’ne indiğinizde Panayia Avengelistra Kilisesi’ni çevreleyen sokaklarda cumartesi geceleri Bit Pazarı kuruluyor. Evet aslında İstanbul’un en ünlüsü pazar günleri sabah altıda açılan Bomonti bit pazarı ama Bomonti’deki ürünlerin yarı yarıya indirimli fiyatı gece Dolapdere’de satılıyor. Pazarda yarım paket tuzdan son model elektronik cihazlara, seksenli yıllardan kalma oyuncaklardan pahalı marka ayakkabılara kadar envaı çeşit eşya var. Feylosof Sokaktan pazara doğru akıyorum. Bir anda değişiyor bütün atmosfer Dolapdere Caddesi'nin ışıkları ara sokakları aydınlatmıyor. İmkânı olanlar duvarlara ip gerip eşyaları sergilemiş, kimisi yırtık bir muşamba üstüne kurmuş tezgâhını kimisi direkt betona yaymış ne getirdiyse, bu gece yirmi lira kurtarsa yetecek ona. Mirmiran sokaktan ilerliyorum. “Bunu bana on liraya bırak,” “bu mal orji kardeşim, mağazaya gitsen sana bu ayakkapı göstermezler bile. Bak dokun kokla mis gibi ayakkap.“ Konuşmaların olduğu tezgaha yanlıyorum. Tezgâhın üstü marka ayakkabılarla dolu. Tezgâhın sahibi beni görünce “Bak bu kardeşim parlak, bu ayakkabıyı yüz liraya alabilir mi sen söyle” deyip beni de dahil ediyor konuşmaya. “Aynen abi alamazsın” diyorum. Pazarlık yapan adam bir bana bir satıcıya bakıp “ yok almayacağım” diyor, ilerliyor. Adının Dursun olduğunu öğrendiğim ayakkabıcı, ayakkabıyı bana satma uğraşına giriyor. Şimdilik ihtiyacım olmadığını söyleyip savuşturuyorum. Ayakkabıların nerden geldiğini öğrenmenin peşindeyim. Önce “tezgâh benim değil bir arkadaşın yerine bakıyorum” diyor. Sonra yavaş yavaş anlatıyor. “Bu pazarda satılanların yarısı İstanbul’un çöpünden çıkıyor. Kardeşim, burada aslında pazarlığın olmaması lazım. Tamam millet garip anlıyorum. Ama biz de bir şey kazanmıyoruz. Yemin olsun sana perişanız. Bak mahallemizi yıktılar kendi mahallemizde oturamıyoruz ya, var mı böyle bir şey? Bak bu pazara gelen iki çeşit insan vardır. Ben sana anlatayım: İlki Bomonti toptancıları, bunlar bizden ucuza alıp daha pahalıya satarlar. Sonra antikacılar var, indirim için çok caz yaparlar, biz de mecbur yaparız indirim. Böyle senin gibi gelen öğrenciler var. Bak öğrenciye her zaman yardım edeceksin. Allah okuyan adamı sever. Harbiden öğrenciye yaptığım indirim helal olsun. Bir de Zencilerle Suriyeliler gelir. Onların gelişi zorunluluktan. Mağazadan alacak parası olmadığından gelir buradan ne bulursa alır. Ben de iki çeşit dedim de, bir ordu adam geliyormuş buraya” deyip gülüyor ayakkabıcı Dursun.

Tatilden gelen ayakkabılar
Ayakkabıların nasıl temin edildiğini hâlâ tam olarak öğrenebilmiş değilim. Dursun anlatmaya devam ediyor: “Yani şimdi burada bazı tezgâhlarda tatile çıkmış ürünler yok değil. Bunu herkes biliyor ama kardeşim millet aç, bak sen gördün, adam buradan almaya mecbur. Diğeri de işsiz, hiçbir yerde çalıştırmazlar, kara çocuk derler ne oluyor, böyle olunca? Gayri meşruya düşüyor insanlar. Yoksa kim ister bu işlerle uğraşmak. Şükür benim çevrem geniş olduğu için sağolsunlar herkes bana eskiyen ayakkabılarını gönderir. Ben de onları parlatır satarım burada. Kaftiden tatile gelen mal olmaz benim tezgâhımda.” “Tatile gelen”in ne demek olduğunu sonradan öğrendim: Pazarda tezgâhlardan çalınan mallara, tatile gitti, tezgâha konan mallarda çalıntı varsa tatilden geldi deniyor. Ayakkabıcının yanından ayrılıp pazarı dolaşmaya devam ediyorum. Adamın söylediği bütün tipler benimle birlikte pazarı dolaşıyor.

Bit Pazarı rüyâsı

Bence insan keyfi olarak Bit Pazarı’ndan ne alıyorsa kendi geçmişinde de onu arıyordur. Mesela bir kız, pastel rengi eski hırkalar giyip her haftasonu geliyormuş. “Filmlerde aşık olunan kızlar gibi kısa saçlı” Diye anlatmıştı Arda. “Hep oyuncak alıyor demek ki çocukluğunu yaşayamamış” diye de eklemişti gözlerini ovuştururken. Arda’nın iri kahverengi gözleri iki lağım çukuru gibi duruyordu yüzünde. İri, kanlı göz çukurları hoş bir simayı korkunç derecede çirkinleştirecekken, bu muzip Çingene çocuğuna ayrı bir samimiyet katıyordu. Sohbetimiz ilerledikçe İki çay alıp yanına gitmiştim: “Sen Dolapdere’nin isminin nereden geldiğini biliyor musun?” “Bilmiyorum neredenmiş?” “Ben de bilmiyorum. Bir ödev vermişti de okuldayken hoca. Okumak bize göre değil, boş adam işi ama yine de merak ediyorum yani anlıyor musun?” “Anlıyorum Arda, bilmiyorum bilsem söylerdim” demiştim. Bit pazarındaki satıcıların çoğu Çingene. Kürtler, elektronik eşya satımında etkinler. Moğollar, Suriyeliler, Siyahiler de var. Suriyeli bir baba çocuğuna oyuncak araba seçtiriyor. Çocuk kırmızı bir araba seçti. Asfallta geri çekip bıraktı, araba hafif sola yalpalayarak gitti. Çocuğun keyfi yerinde, arabanın sağ ön tekeri yok ama olsun. Bu mutlu sonla biten dramatik görüntüden sonra başka bir tezgâhın başında uyuyakalmış biri olduğunu fark ediyorum. Arda’ydı bu. Bit pazarının en genç esnafıyla henüz tanışmıyorduk. Rüyâsında kim bilir neler görüyordu. Uzun bir sohbetin başlangıcı olacak olan bu tanışma için yanına gittiğimde rüzgar olanca kesiciliğiyle esmeye devam ediyordu Dolapdere’de.

EFE SUBAŞI / BİRGÜN PAZAR

Laik burjuvazimizin kabuk değişimi - TAYFUN ATAY

Koç Holding Yönetim Kurulu Başkanvekili Ali Koç, Washington’da “Kur’an Sanatı” sergisinin açılışında konuşuyor:
“İslâm hoşgörü dinidir. İnsani değerleri, sevgiyi, birliği yüceltir. Ancak maalesef bugün Müslümanlığın Batı’da algılanışı, bu hümanizm ve hoşgörü anlayışından çok uzak. İslâm dininin ve 1.7 milyar Müslümanın terörle ve şiddetle bağdaştırılmaya çalışılması elbette bizleri hem üzüyor hem de kaygılandırıyor” (Cumhuriyet, 21 Ekim 2015).
Doğan Holding Yönetim Kurulu Üyesi, Hürriyet Gazetesi Yönetim Kurulu Başkanı Vuslat Doğan Sabancı konuşuyor: “İslamofobi zehirdir ve yenmek gerekir. DAEŞ ve El Kaide gibi örgütler İslâm’ı ve Müslümanlığı temsil etmez. İslamofobi endişesi esasen Batı karşıtlığını da körüklüyor. Bu kavramın kullanılmasıyla nefret söylemi de yaygınlaşıyor, o yüzden bu kavramın ve yarattığı endişenin mutlaka ortadan kaldırılması lâzım” (akt. Fikret Bila, “İslamofobinin Politik Sorumluluğu”, Hürriyet, 22 Ekim 2016). Sabancı ailesinin 3’üncü kuşak temsilcilerinden DEMSA Holding kurucusu Demet Sabancı, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından Türkiye’ye yönelik yurtdışı algısını değiştirme ihtiyacına binaen konuşuyor:
"Ne yapılsa az gelir. İçine itildiğimiz durumu herkes kendi alanında dünyaya anlatmalı. Ben şahsen bu süreçte maksimum gayret göstermeye çalışıyorum. Sanırım küresel bir güç mücadelesi yaşanıyor ve Suriye bunun için sadece bir gerekçe. Türkiye’nin güçlü durması lazım. Bana göre dışarıda yapılacak her türlü çalışma önemli ama asıl çabayı vatandaşlarımızın birlik ve beraberliği için göstermeliyiz” (akt. Elif Ergu, “Cumartesi Sohbetleri”, Hürriyet, 22 Ekim 2016).
***
Doğuşunu, serpilmesini ve kökleşmesini Kemalist Cumhuriyet’e borçlu laik burjuvazimizin post- Kemalist ve neo-Osmanlıcı “Yeni Türkiye”ye intikalinin tiradı olarak kayıt düşülebilecek sözler bunlar. Bir bakıma “Yeni Türkiye”nin laik burjuvazi nezdinde de kurumsallaştığının, yerleşikleştiğinin, kaçınılamazlaştığının işareti sayılacak ifadeler aynı zamanda… Söylenenlere kategorik olarak itirazımız mı var, hayır. Söyleyenlerin kötü niyetli olduğunu mu düşünüyoruz, hayır. Yapmaya çalıştıklarına karşı mı çıkıyoruz, ona da hayır. Sadece söylenen söze ve söyleyenlere değil, “söyleten” duruma ve söyletenlere bakmak önerisiyle kaleme alıyoruz bu yazıyı...
***
Çok değil 3.5 yıl öncesinde Gezi olayları patladığında da.. Sonrasında 17-25 Aralık süreci yaşanırken ve 30 Mart 2014 Yerel Seçimleri’ne yol alınırken de… Ardından Cumhurbaşkanlığı Seçimi ve 7 Haziran 2015 Genel Seçimleri döneminde de… Aynı laik burjuvazimizin böylesi İslamofobi-karşıtı bir söylem pratiği ile karşımızda olduğunu söyleyebilir miyiz? Hayır.
Aksine, belirttiğimiz zaman kesitinde İslamofobi eleştirisinden ziyade bir dinbaz iktidarın “İslamofaşizan” pratiğinden şikâyetçi oldukları ileri sürülebilir. Türkiye’nin 2002’den başlayarak yurtdışında yaygınlaşmış “ılımlı İslâm” algısının özellikle Gezi sürecinden sonra tuzla buz oluşuna karşı çıkan değil, bunu tasdikleyen bir tavır sergiledikleri iddia edilebilir. Hatta İslamofobi eleştirisi yapmak yerine, bir tür “yerli-İslamofobik” duygu ve itkiyle hareket ettikleri kaydedilebilir.
***
yazdım: İslamofobi ve İslamofaşizm ikiz kardeştir. “Siyam İkizleri” gibi birbirini besleyen ve birbirinden beslenen ikiz kardeştir onlar... Bu nedenle esas yapılması gereken, onları her daim birlikte sorunsallaştırmaktır. Çünkü sadece İslamofaşizmin üzerine gittiğinizde İslamofobinin; yalnız İslamofobiyi lânetlediğinizde de İslamofaşizmin ekmeğine yağ sürersiniz. Bir dönem başka umutlar, öngörüler ve hesaplarla İslamofaşizmin ayak seslerinden dem vurup da sonra hesap dönünce onu paranteze alarak İslamofobiye vurmaya başlarsanız olmaz. Samimi de olmaz, inandırıcı da olmaz, ikna edici de olmaz. Gezi’de ve 7 Haziran’da İslamofobi karşıtlığından eser yokken 1 Kasım tekrar-seçimi ve 15 Temmuz darbe girişiminin sonucu beliren yeni politik iklimde İslamofobiyi dilimizden düşürmüyorsak, elbette buna düşülecek bir şerh vardır. Demek ki yeni dönem, yeni normal, “Yeni Türkiye” artık sizin üzerinizde hükmünü tam mânâsıyla icra etmektedir. O yüzden Türkiye’nin tanıtımını yaparken; “İslâm hoşgörü dinidir” derken; “İslamofobi zehirdir” hükmünde bulunurken... Batı’ya bunlar üzerinden iğneyi batırıyor... Ama çuvaldızı batırmanız gerekene batırmayıp avucunuzun içinde sıkı sıkı saklıyorsunuz!..
***
Somutlaştıralım!.. Vuslat Doğan Sabancı yukarıda kaydedilen sözleri sarf ettiği, Doğan Grubu’nun Atlantik Konseyi ve Smihtsonian Enstitüsü’yle birlikte Washington’da düzenlediği İslamofobi konulu panele ilahiyatçı-felsefeci ve bu memlekette İslâm’ın en modern- liberal yüzlerinden Prof. Mehmet Aydın’la beraber gitmiş. Aydın da panelde bir konuşma yapmış. Mehmet Aydın AKP’nin Türkiye siyasetine “ılımlı” bir başlangıç yapıp “liberal İslâm” ümidiyle dünyanın ufkunda belirdiği dönemde devlet bakanlığı yaptı.
Sonra sessiz sedasız kayıplara karıştı. Çünkü ülkede kendisini garantiye alıp dinbaz-mutaassıp yeni bir “inşa dönemi” başlatan AKP’de artık onun fikriyatı hükümsüzdü. İktidar bünyesinde “akıl hocalığı” olarak onun bıraktığı boşluğu Müslümanlığın farklı olanı hoş görmesinin mümkün olmadığını ileri sürüp farklılıklara ancak “tahammül” edebileceğini savunan, İslâm’ın laik demokrasiyle bağdaşmadığını söyleyen Prof. Hayrettin Karaman doldurdu.
O da kesmez oldu, Shakespeare’i “Şeyh-pir”leyen Kadir Mısıroğlu’na açıldı dinbaz iktidar sofrası... Vuslat Hanım, “İslamofobi zehirdir” derken Türkiye bağlamında bu zehri besleyen tasarruflara nasıl imza atıldığını da olup biteni hayli “içeriden” bilen Mehmet Aydın’a anlattırsaydı ya o panelde!.. HHH Türkiye’de burjuvazi zayıftır, çünkü varlığını bürokrasiye borçludur. Cumhuriyet’i kuran laik bürokrasi, laik burjuvaziyi yarattı, önünü açıp gürbüzleştirdi ve bir parça gecikmeli olarak da kurumsallaştırdı. (TÜSİAD 1971’de kuruldu.) Ama hiçbir zaman devlet karşısında daha etkin bir konuma getirmedi. Yani Türkiye’de devletin bir burjuvazisi oldu. Burjuvazinin, kendisine tâbilik anlamında bir devleti oldu demek o kadar kolay değil. 12 Eylül darbesini izleyen 1980-sonrası süreçte Türk-İslâm Sentezi ideolojisi doğrultusunda giderek muhafazakârlaşan bürokrasi, Özal’ın virtüözlüğünde ve zamanla çevreden merkeze doğru hareketlenecek şekilde bir dindarmuhafazakâr burjuvazi yarattı. Ve onu kısa zamanda kurumsallaştırdı. (MÜSİAD 1990’da kuruldu.) Bu “Müslüman burjuvazi” de devlet karşısında hiçbir zaman daha etkin konuma gelmedi. Ama AKP’nin “Yeni Türkiye”sinde başlangıçta rahatsız ve direniş içindeki laik burjuvazi karşısında iktidara hayati bir destek verdi. Gezi süreci aslında bu ülkede kültürel (yaşam-biçimi) olarak iki parçaya keskince bölünmüş toplumun, iki ayrı burjuvazi üzerinden de seyreden bir çatışmasıydı.
***
Gezi olaylarından bugünlere yaşananlar, laik kesimin ekseriyetinde olduğu gibi laik burjuvazimizde de belli ki bu iktidarın bir “yenilmez armada” haline geldiği algısını çaresizlik ve karamsarlık içinde iyiden iyiye pekiştirmiş durumda. O yüzden Türkiye’nin yurtdışı algısını değiştirmeye, bu algının “içeri”den ve iktidardan kaynaklanan nedenlerine parmak dudağa götürülüp “Şıışşşt” çekilerek girişiliyor. O yüzden
İslamofobi’ye vurgu yapılıp karşı durulurken onu besleyen ve sadece IŞİD’le, El Kaide ile sınırlanamayacak şekilde “içimizden” de kaynaklanan İslamofaşizan tasarruflar, pratikler, görüşler kamufle ediliyor. Ve o yüzden Vuslat Hanım, “İslamofobi zehirdir” derken, o zehrin aslında kendi içimizden de membalandığını... Mutlaka biliyor, görüyor da... An itibarıyla bilmemezlikten, görmemezlikten geliyor.

TAYFUN ATAY
Cumhuriyet

22 Ekim 2016 Cumartesi

Aynadaki darbeci…- ORHAN GÖKDEMİR

Darbe komisyonu kurdular. Başında Reşat Petek var. Malum kim AKP’li kim cemaatçi görünüşlerinden ve fikirlerinden ayırmak mümkün değil. Ben komisyonun başına geçirilinceye kadar arkadaşı cemaatçi sanıyordum. Çünkü ne zaman TV’de görsem “Hoca Efendi”yi savunurken görüyordum. Şimdi Hoca Efendinin darbesini araştırıyor.
Darbe komisyonu kurdular, bir takım askerleri çağırdılar. AKP’li vekilleri dâhil ettiler askerlere. Profesör Nevzat Tarhan bile var komisyonun dinleyecekleri arasında. Sanırım Kuleli Lisesi anılarını anlatacak komisyona. Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş, eski Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu var. Doğal. Bir bakıma mesele bütünüyle dini bir ayin gibi görünüyor. Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'in danışmanı Aleksandr Dugin ve cemaat gazetecisi Hüseyin Gülerce var. Recep Tayyip Erdoğan’ın eniştesi Ziya İlgen var ki bence çağrılan en önemli kişi. Cemaatin darbesinden korkup AKP’ye sığınan bizim Nedim Şener de var. Davetlilere bakınca enişte hariç, olup biteni “efradını cami ağyarını mani” anlatacak tek kişinin o olduğunu teslim etmeli. Eski içişleri bakanı Efkan Ala’yı dinleyecekler örneğin. Bildiği bir şey olsa darbeden önce bildirmesi gereken adamlar çoğu. Teşebbüs gününe kadar sahip olmadıkları bilgileriyle komisyona gelip aydınlatacaklar darbeyi.
Oysa çağrılanlarının dışında herkes biliyordu bir darbenin gelmekte olduğunu. Dış basında bir sürü haber yorum çıkmıştı. Ben dahi soL’da Haziran ortalarında bir yazı kaleme aldım, dilimin döndüğünce gelen fırtınayı anlattım. Ki anlamam bu darbe işlerinden!
Haliyle pek renkli görüşmeler oluyor darbe komisyonunda. Mehmet Ağar ve “Soğancı Paşa”nın anlattıkları darbe planına açıklık getirmese de geçmiş dönemin ülkeye gericiliğe teslim etme planı hakkında pek çok açıklık getiriyor.

***

“Bir sabah uykusunda
Polisler saldırdılar
Demircioğlu Vedat’ı
Coplarla öldürdüler
Coplarla yumruklarla
Vurdular öldürdüler”
Ağıt Ruhi Su’nundur. Vedat’ın suçu Amerikan ordusunun Boğaz’a demirleyen 6. Filo’sunu protesto eylemine katılmaktı. Ağır suç. Polis tarafından dövüldükten sonra kaldığı yurdun ikinci katından atıldı. 1960’lı yıllardaki ilk kayıplarımızdan biridir. Türkiye 60 yıldır bu sahneleri izlemeye, tanık olmaya devam ediyor. Bizim polis müdürlerimiz, MİT görevlilerimiz şarkıcı, türkücü, film artistinden daha ünlüdür. Şükrü Balcı, Hiram Abas, Mehmet Eymür, Mehmet Ağar… Neden ünlüler bu kadar? Çünkü hayatları solcu kovalamakla geçmiştir. Operasyonlar, infazlar, katliamlar, işkenceler… Bu ülkeyi solcuların ve örgütlerinin çok tehlikeli varlıklar olduğuna inandırdılar. Kıstırdıkları yerde sıktılar kafalarına kurşunu.
Ama tuhaf bir şey oldu geçtiğimiz günlerde. Mehmet Ağar, Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu’na gidip “Sol örgütler bizim sandığımızın tersine, zararsız, eline bıçak almamış insanlar çıktı” dedi. “Kabul etmek lazım ki temiz fikir adamlarıydı. SSCB dağılınca da zaten TKP desteği çekildi. Solcuların şiddete bulaştığı önyargısını yıllarca gözümüzde büyüttük” diye ekledi. Son 60 yılın ve kendi tarihinin topyekûn inkârıdır bu. Bir yalan üzerine kurulu tarihin, bir yalana dayanarak yapılan ağır zulümlerin somut delilidir aynı zamanda.
“Neden vurdunuz, öldürdünüz ülkenin en parlak çocuklarını peki” diye soran oldu mu bilmiyorum. Sorsalar, ülkenin nasıl olup da siyasal İslamcının siyasal İslamcıya darbe yapmaya kalkıştığı ağır bir karanlığa düştüğünü şıp diye anlayıverirlerdi.

***

Eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök komisyonun ikinci sürprizi. Gitti, 17-25 Aralık yalanını çürüttü. 2004 yılında uyardıklarını, ancak hükümetin hiçbir şey yapmadığını söyledi. Tuhaf şeyler de anlattı arada. “Fethullahçı değilim” dedi örneğin. "Ben de inançlı bir insan olduğumu hiçbir zaman saklamadım; onun için de başıma çok sıkıntılar geldi. Ama bir defa makamımda namaz kılmamışımdır, kimse de görmemiştir. O ayrı, o ayrı... Namaz kılan arkadaşlarımız vardı harp okulunda ve bize bir salon tahsis edilmişti orada namaza kılıyorduk" diye ekledi. İnanmayacaksınız, Genelkurmay Başkanı namaz kıldığı için ordu içinde çok sıkıntı çektiği iddiasındaydı.
Ama asıl önemlisi ifadesine göre Nurcuların orduya sızdığından 1957 yılından beri haberi vardı. Yakalarlarsa atıyorlardı onları. Ama kör talih, “Fetullahçılık suçtur” diye bir kanun yoktu. O yüzden kasaptaki ete soğan doğramamıştı. Bunu babaannesinden öğrendiğini altını özenle çizerek anlattı. Zaten genelkurmay başkanımız ne biliyorsa babaannesine borçluydu. Öğrendiklerini komisyonda sıraladı; İnsanların kafasındaki tarla olgunlaşmadan tohum ekilmez. Avcı, ördeği ürkütmeden yaklaşmalı. Bir şeyi yaparken yavaş yavaş usulüne uygun olarak yapmalısınız…
Bu babaanne yadigârı tekerlemeler arasında yeni bir milat veriyor sabık Genelkurmay Başkanımız; 2004’de hükumet devletin Gülenist çete tarafından ele geçirildiği bilgisine sahipmiş. Yetkililere bilgi verilmiş ve önlem alınması istenmiş. Altında kimlerin imzası var? Recep Tayyip Erdoğan, Hilmi Özkök, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener, Mehmet Ali Şahin, Cemil Çiçek, Vecdi Gönül, Abdülkadir Aksu, Aytaç Yalman, Özden Örnek, İbrahim Fırtına, Şener Eruygur. Almışlar mı önlem. Hayır? Zaten sabık Genelkurmay Başkanımız da seyretmiş örgütlenmelerini.
“Peki, siz 60 yıldır İslamcı çetelerin devlete, orduya sızdığını biliyordunuz, neden önlemediniz” diye soran oldu mu bilmiyorum. Sorsalar, ülkenin nasıl olup da siyasal İslamcının siyasal İslamcıya darbe yapmaya kalkıştığı ağır bir karanlığa düştüğünü şıp diye anlayıverirlerdi.

***

Biri bir dönemin en yüksek polis müdürü, adalet ve içişleri bakanı. Diğeri ordunun en yüksek komutanı. İlkinin ömrü solla mücadelede geçti, oysa söylediğine göre mücadelesi koca bir yalandan ibaretmiş. İkincisinin vazifesi laikliği korumaktan ibaretti. Öyle söylüyorlardı. Kışladaki mescitten çıkmamış hâlbuki. Buna rağmen “inancım yüzünden eziyet gördüm” deyip yakınıyor. Kendisini özgür hissetseydi ne yapacaktı, bilemiyoruz. Sıkışınca babaannesine koşmuş. Nurcuları görmüş aldırmamış. Fethullahileri görmüş, söylemekle yetinmiş. Böyle böyle altını oymuşlar laikliğin. Böyle böyle yıkmışlar cumhuriyeti. Ve elde kalan ne varsa götürüp Fethullahilere teslim etmişler.
Çünkü aslında eline çakı bile almamış insanların ülkeye aydınlık getirme ihtimalinden ürkmüşler. Öğrencinin yürümesinden, işçinin direnmesinden, solun dik durmasından, eğilmemesinden korkmuşlar. Toplanıp, fısıldaşarak toplumun İslamileştirilmesinin tek çıkar yol olduğuna karar vermişler.

***

Cumhuriyete, laikliğe darbe yapanlar kendi aralarında toplanıp, İslamcının İslamcıya yaptığı darbeyi soruşturdu. Cevap var mı? Yok. Çağırdığınız insanlar nereden bilecek o sorunun cevabını?
Bir yanlışlıklar komedyasıdır yakın Türkiye tarihi. Bir hatalar bileşkesidir. Sanki Hacivat ve Karagöz’ü klonlamışlar ve devleti teslim etmişlerdir. Hacivat Karagöz’e söylemiş anlatamamış, Karagöz Hacivat’ı dinlemiş anlamamıştır. E anlamazsan yersin tokadı. 15 Temmuz’da yenilen tokat odur.
Darbe komisyonu kurdular. Reşat Petek’i geçirdiler başına. Hâlbuki gerçekleşmedi darbe, engellendi yapılacakken. Bu demek ki darbe olmadı. Olmayan darbeyi araştırıyor Reşat Petek’in başkanlığındaki komisyon. O sırada olmayan darbeye dayanarak darbe yaptı iktidar. Devlette kendine biat etmeyen kim varsa attı. Hoşlanmadığı kim varsa tuttu. Kimden şüpheleniyorsa malına el koydu, işine engel oldu. Darbe olduğu iddia edilen 15 Temmuz’u bayram ilan edip tatil yaptı haliyle.
Mehmet Ağar ve Hilmi Özkök’ün anlatmasına gerek yok, bizzat varlıkları anlatıyor darbeyi zaten. Biri solu, solcuyu tepelemiş, öbürü dinbaza yobaza göz yummuş. Birlikte götürüp teslim etmişler ülkeyi.

***

“Gencecik çocuklardı
Belki siz de gördünüz
Ellerinde pankartlar
Yolda gidiyorlardı
Özgürlük istiyorlar
Özgürlük diyorlardı…”
Vurdular özgürlük isteyen Demircioğlu Vedat’ı. Kana buladılar özgürlüğü. Yıktılar cumhuriyeti, laikliği kaldırıp attılar.
Komisyon kurup darbeyi, darbeciyi araştırıyorlar şimdi. Abesle iştigaldir. Aynaya bakın

Orhan Gökdemir
SOL

21 Ekim 2016 Cuma

Dış politikamız Arapsaçı - SAVAŞ SÜZAL

Hamdolsun Musul harekâtı da başladı. Ben Musul'da büyük bir direniş olmasını beklemiyorum. Hem Saddamcılar hem de Türkmenler, halkı IŞİD'e karşı ayaklanmaya çağırıyor. Ve Washington'da sonsuz temaslarda bulunan AKP'nin beyin takımı, paldır küldür, koştura koştura gittikleri Amerikan başkentinden aldıkları yanıtları açıklamadan geri döndü. Bu görüşmelerin ardından ilk açıklama Savunma Bakanı'ndan geldi. "Musul operasyonuna katılıyoruz" dedi. Sanırsınız hududa yığılan Türk birlikleri Musul'a gidiyor.


                Sonra oturup haberleri izledim. Türkiye meğerse kara kuvveti ile değil, havadan bombalamalara katılacakmış. Yani yeni bir şey değil. Suriye üzerinde de, Rusların ve Amerikalıların izniyle yaptığımız bir dizi operasyon var. Rus uçağı düşürüldükten bir süre sonra Türk savaş uçakları uçamadılar. Şimdi de, baldırı çıplak kukla Irak hükümetinin izni ve Kürtlerin talebiyle onaylanan ve masraflarını senin, benim ödediğim bir olay. Yandaş basında gidişlerini okuduğunuz ama dönüşlerinde ne cevap aldıkları açıklanmayan ve daha önce Bağdat'a giden Türk heyeti de maalesef hüsranla döndü. Irak, istemiyoruz dedi çıktı.

                                                       ***
                Bunlar dışında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Akar Washington'a gitti, biliyorsunuz. Ben 35 senedir böylesine ilk defa tanık oldum. İki ülke askeri yetkilileri, ABD Savunma Bakanlığı Pentagon veya başka bir askeri tesiste değil de, bizim Washington büyükelçiliği konutunda görüşmüşler. Böylesine bir tutuma, bugüne kadar hiç tanık olmadım. İki asker sanki ev gezmesine gider gibi bir tutum. Hem de her türlü görüşme ve konuşmanın kaydedildiği bir ortamda. Neden acaba? Akar'a hükümet fazla güvenmiyor mu?

                Bu görüşmeden de bir sonuç alınamadığı gün gibi ortada. Biliyorum Türk milleti böyle ülke kaderini ilgilendiren basit konularla ilgilenmez, siz başkanlık, FETÖ falan gibi önemli konularla ilgilenin. Ekonomiyi Amerikan Merkez Bankası'na, savunmayı, Washington ve Brüksel'e, ruhani işleri de Cidde ve Katar'a uyumlu götürüyoruz. Bu arada Halep'teki El Nusra'nın çekilmesi konusunda Ruslarla anlaşıldı. Bu yüzden Rusya ve Suriye, Halep'teki ateşkesin süresini biraz daha uzattı. Bunun anlamı, Halep'in Suriye birliklerinin kontrolüne geçmesinin an meselesi olduğu.

                Bu konularla ilintili son haber ise ABD Savunma Bakanı Carter, 20-27 Ekim tarihleri arasında Türkiye, Birleşik Arap Emirlikleri, Fransa ve Belçika'yı ziyaret edecek. Pentagon, bu hafta içinde Türkiye'de olacak olan Amerikalı bakanın Musul ve Suriye konularını görüşeceğini açıkladı. Carter, hafta sonunda da Belçika'daki NATO Savunma Bakanları toplantısına katılacak. Carter'ın Türkiye temaslarında, yeni bir kazığın cilalanarak bize sunulacağından kuşkum yok. Bu kazıklar, PKK ve PYD olabilir. İşin kötüsü yabancı ajans ve basında artık Türkiye'nin bu konuda ne dediğine yer verilmemesi.

                                                            ***
                Biraz önce ekonomi dedim de aklıma geldi. IMF, yani şu bizim yetkililerin, borç para almadıkları ama borç para verdiklerini açıkladıkları Uluslararası Para Fonu yetkilileri, 4. Madde (article 4) görüşmeleri için Türkiye'ye geliyorlarmış. Bu maddeyi, ekonomik kriz günlerinde çok sık duymuştuk. Bu madde çerçevesinde verilen rapora göre Türkiye borç para alırdı. Bu kez de bu haddini bilmez IMF görevlileri, Enerji Bakanımızın "vız gelir tırıs gider dediği" Türk ekonomisi ve maliyesini ve rakamlarını denetleyeceklermiş. Bak şu kendini bilmezlere. Bu arada IMF, kamu borcu artan ülkelerin listesini yayınladı. İlk 30 arasında Türkiye de var. Ötekilerden farkımız, kişi başına düşen milli gelire oranı.

                Şimdi tam da Başkanlık gibi ulvi ve gündem oluşturan bir konu varken nereden çıktı bu IMF demeyin. Uzun süredir taşıma suyla bu kurumun ortaya çıkması önlenmişti. Ama artık taşınacak su falan kalmadı. 17.5 milyar dolarla tarihin en büyük borçlanmasını yapan Suudi Arabistan da IMF'ye kredi için başvurmuş durumda. Neler oluyor diye merak ediyorsanız, bizim borazanları değil yabancı basın ve televizyonları izleyin.

Savaş Süzal/YENİÇAĞ
Kaynak: Dış politikamız Arapsaçı - Savaş SÜZAL

Sendikal sefalet notları-(1-2): Hükümet kapısında bekçilik - ALPASLAN SAVAŞ

Dünyanın neresinde üyesi olduğu sendikadan kurtulmak için işçi üretimi durdurur?
Valla bizde oluyor.

Geçtiğimiz yıl Oyak Renault’ta başlayan protestolar patronların tüm çabasına rağmen yatışmamış sonunda şalter inivermişti. Onu Tofaş izledi. Sonra Coşkunöz, Mako, Ototrim, Ford Otosan, Türk Traktör… Birini bitirdiler, diğeri başladı. On binlerce işçi iş bıraktı.
Hak arayan işçilere genelde polis copu, biber gazı falan bilinen “ıslah” yöntemidir ya… Bu fabrikalarda işçi önce sendikayla ıslah ediliyor. Nitekim geçen sene de “sendikacılar” sopaları aldılar ellerine, Bursa Organize Sanayi’nin içinde açıklama yapan işçilerden yakaladıklarını indirdiler.

Ama bu kez hesap tutmadı, bardak taştı, işçiler bu sendikadan kurtulmak için birlik oldu. Şalteri indirdi, hem patrondan düşük ücretlerine zam istedi, hem de “bu sendika kılığındaki şebeke gitsin” dedi.

Bahsettiğimiz sendika Türk Metal. Türk-İş’in genel sekreterliği bu sendikada. Türkiye’nin de üye sayısı en fazla olan işçi sendikası.

Şu yanlışı da hemen düzeltelim. Her ne kadar tabelasında “işçi sendikası” yazsa da aslında bu bir patron örgütü. İşçiler fabrikada şefe amire yakın olan arkadaşlarına “patronun adamı” derler. Bunlar onlar işte. Patronun adamları…

12 Eylül darbesinin ardından DİSK ve bağlı sendikalar kapatılınca metal patronları işçileri kontrol altında tutmak için bu sendikayı fabrikalarının kapısına bağladılar. Cuntacıların yaptığı yasaya konan bir maddeyle bu sendikayı bir gecede onlarca fabrikada yetkili sendika yaptılar. Abartı yok; işçiler bir sabah kalktılar ve baktılar ki bu sendikanın üyesi olmuşlar. Operasyonu MESS yönetti. Ülkeyi Özal ile, fabrikalarındaki işçileri de bu şebekeyle yönettiler. Otuz küsur yıldır da öyle devam ediyorlar.

Otomotiv devlerinde geçen sene yaşanan eylemler, işçilerin bu düzene patlamasıydı aslında. İsyan bir süre sonra patronların müdahalesiyle yatıştırıldı. Şimdi fabrikalarda bu şebeke kapıya bağlı beklemeye devam ediyor.

Bir tek Oyak Renault’da beceremediler bu işi. Oysa en ağır saldırıyı Oyak Renault işçileri yaşadı. Bu yılın Mart ayında beş yüzün üzerinde çıkış yapılmasına rağmen, işçiler bu şebekeye dönmedi. Şimdi iş yeniden başa düşmüş durumda patronlar için. Müdürler, şefler sahada… İşten atma tehdidiyle baskılar yoğunlaştırılmış durumda.

Türk Metal ise, müdürünün parmağı burnuna doğru sallanan işçinin korkup kendisine yeniden dönmesi için bekliyor. Arada bir de çağırı yapmayı ihmal etmiyor “yuvanıza dönün” diye.

Geçen hafta toplanan bir şube kongresinde konuşan sendikanın genel başkanı, bir önceki başkanın Ergenekon’dan içeride yatmasına atıfta bulunarak, “15 Temmuz’da darbeye teşebbüs edenler bize kumpas kuranlardı. Ergenekon kumpasıyla Türk Metal’i ele geçirmek istediler. Olmadı… Bu sefer geçen yıl işyerlerinde yarattıkları kaosla bölmek istediler” diyor.
Düşük ücret, güvencesiz çalışma, sağlıksız koşullar, ölümüne çalışma… Buna isyan eden işçiyi “fetöcü” diye suçla. Kumpas kurmuşlar beylerimize… Sefalet derken, az bile söylemiyor muyuz?

Sadece Türk Metal değil, Türk-İş’in bütünüyle hali budur. Türkiye’nin en eski konfederasyonu tamamen bir patron şebekesine dönüşmüş durumdadır.

Peki, çaresiz mi işçiler? Hiç değil. Çare örgütlenmekte. Fabrika fabrika örgütlenmekte. Farklı fabrikalarda birlikte örgütlenmekte. Bu kez kendiliğinden patlamaya havale etmeden örgütlenmekte… Bunu yapacağımızdan emin olabilirler.

 Sendikal sefalet notları-(2): Hükümet kapısında bekçilik

Türkiye’de çalışma yaşamının kuralsızlaştırılmasında AKP’nin patronlara yaptığı hizmet çok büyüktür. Birçok esnek ve güvencesiz çalışma biçimi AKP döneminde “yasal” statüye kavuşturuldu ve alabildiğine yaygınlaştı. Son olarak kiralık işçilik eklendi listeye.
Yasal statüye kavuşturuldu dememe bakmayın, özel sektörde de kamuda da uygulamada yasal sınırları kimse dikkate almadı. En fazla “sınır ihlali” ise taşeron işçisi çalıştırma konusunda yapıldı.

AKP, 2003 yılında değiştirdiği İş Kanunu’nda taşeron işçisi çalıştırmayı düzenledi. Bu düzenleme, aynı zamanda taşeron işçisi çalıştırmanın sınırlarını da belirledi. Buna göre sadece asıl işlerin dışında kalan yardımcı işlerde taşeron işçisi çalıştırılmasına izin verildi.
Buna rağmen kamu kuruluşlarında yıllar boyu asıl işte taşeron işçisi çalıştırıldı. Kadrolu işçilerin haklarına sahip olması gereken bu işçiler daha düşük ücretlerle, sosyal haklardan mahrum, çoğu zaman kıdem tazminatları gasp edilerek çalıştırıldılar.

Bu konuda yapılmayan sahtekârlık kalmadı. Örneğin hastaneye hasta bakıcı ihtiyacı var; açıldı 100 kişilik temizlik işçisi alımı ihalesi, kazanan firmadan temizlik işçisi değil, hastabakıcı alındı. Böylece hastanenin asıl işleri arasında olan hasta bakıcılık işinde temizlik kadrosundan hasta bakıcı, hemşire çalıştırıldı.

Aslında yasaya göre bu işçilerin her biri iş başı yaptıkları tarihten itibaren ilgili kamu kuruluşunun kadrolu işçileri idi. Bu kuruluşlarda yıllardır toplu iş sözleşmesi yetkisine sahip işçi sendikaları ise bu konuda kılını kıpırdatmadı. Bırakın taşeron işçisini örgütlemeyi, en ufak sorunlarıyla bile ilgilenmediler.

Sonra kamudaki taşeron işçileri haklarını öğrenmeye ve ufak ufak harekete geçmeye başladı. Birçok işçi çalıştığı kuruma dava açtı. Bu davaların çoğunu kazandılar ve işe başladıkları günden itibaren kadrolu işçi sayıldılar. Aradaki fark kadar ücret, sosyal hak ve parayla ölçülebilir diğer haklarını aldılar.

Bunları yaparken sendikalar yanlarında değildi. En çarpıcı örneği Yol-İş’tir. Binlerce taşeron işçisinin asıl işte çalıştırıldığı Karayolları Genel Müdürlüğü’nde bu sendika, taşeron işçilerinin hakları için mücadele etmek yerine, kadroya alınmaları için onlara, dönemin Başbakanı Erdoğan’a yalvaran mektuplar yazdırdı. Hem de geçmişe dönük alacaklarından vazgeçmeyi taahhüt ederek.

Sonra iki seçimli 2015 yılı geldi. Önce taşeron işçisine kadro müjdeleri verilmeye başlandı. Yandaş sendikaların düzenlediği etkinliklerde Başbakan’a şovlar yaptırıldı. Seçimlerden sonra ortada ne kadro, ne güvence vardı.

Yetmedi, bu sefer “taşeron işçisine sendika” balonu şişirildi. Bir yönetmelik çıkarıldı. Yönetmelikte kamu kuruluşlarında çalışan taşeron işçilerinin sendikalaşması kolaylaştırıldı. Yine yönetmelikte onlar adına bağıtlanacak toplu iş sözleşmelerinin, taşeron firmanın ihale sözleşmesiyle arasında oluşacak farkın devlet tarafından karşılanacağı düzenlendi. Ardından yandaş sendika operasyonu başladı. Daha yönetmelik Resmi Gazete’de yayınlanmadan Hak-İş Konfederasyonu’na bağlı sendikacılar kamu kuruluşlarında Genel Müdürler gözetiminde toplantılar yapmaya başladı. Kiminde Türk-İş devreye sokuldu. İşçiler bu sendikalara üye yapıldı. Kazara hükümetin istemediği bir sendika yetki aldıysa, o taşeronun işkolu değiştirildi, yine yandaş sendikaya yönlendirildi.

Zaman ilerledi, taşeron işçilerinin toplu iş sözleşmeleri için süre uzadıkça uzadı. İhale süresi dolan taşeron firmalardaki işçilere “geçmiş olsun” dendi. Onlar ne sendika, ne sözleşme görebildiler. Diğerlerinde ise sendikalarla Bakanlık anlaştı, toplu iş sözleşmeleri Yüksek Hakem Kurulu’na (YHK) gönderildi. YHK’dan tüm taşeronlar için tek tip sözleşme geldi.

AKP’nin seçim operasyonundan Hak-İş’e bağlı sendikaların payına binlerce taşeron işçisinin üyeliği düştü. İşçinin bir yevmiyesi, yani ücretinin yaklaşık yüzde 3’ü oranında kesilen aidatla birlikte.

YHK’dan gelen tek tip sözleşmeyle taşeron işçilerinin ücretleri de yükseldi elbette. Ama onlar sendikaların kestiği aidattan bile daha düşük zam aldılar. Yüzde 1!
Yani sendikalı olduktan sonra taşeron işçilerinin ücreti önceki ücretlerinin altına düştü.
Şaka değil… Sendikal sefalet.

ALPASLAN SAVAŞ
SOL


Ahmet Taner Kışlalı’yı ve Cumhuriyeti anmak - EMRE KONGAR

Bir yandan Başkanlık Rejimi atılımı, öte yandan Cumhuriyet’e ve Cumhuriyet değerlerine karşı sistematik bir yıpratma kampanyası:
Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir saldırı altında!

                                                             ***
Cumhuriyet değerleri denince akla gelen isimlerin başında yer alır Ahmet Taner Kışlalı!
Nitekim Türkiye Cumhuriyeti’ni geriye götürmek isteyen faşist katiller tarafından Cumhuriyetçi, Demokrat, Atatürkçü kimliğinden dolayı öldürülmüştür!

Atatürkçü Düşünce Derneği, sevgili dostum Aziz Kışlalı’yı katledilişinin 17.yılında anıyor: 
Bugün saat 09.30 da, Çayyolu’nda Engürü Sitesi’ndeki evinin önünde toplanılarak mezarına gidilecek.
Saat 18.00’de de Çankaya Belediyesi Çayyolu Ek Hizmet Binası Toplantı Salonu’nda da bir panel ve bir dinleti var.
Panele Uluç Gürkan (Gazeteci-Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Bşk. Yrd.) ve Işık Kansu (Cumhuriyet Gazetesi yazarı) katılıyor; dinletinin sanatçıları ise soprano,Damla Kışlalı ve piyanoda, Melahat İsmayilova. 
Atatürkçü Düşünce Derneği’ni bu anlamlı anma töreni için kutluyorum.

                                                            ***
Ankara valisinin toplantıları yasaklamasına rağmen kutlanacak olan Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla “Pembe Köşk” olarak bilinen İSMET İNÖNÜ EVİ, 29 Ekim - 4 Aralık 2016 tarihleri arasında her gün saat 10.00-12.00 ve13.00-17.00 arasında okullara ve halkın ziyaretine ücretsiz olarak açılıyor. 

Pembe Köşk’te senede iki defa yapılan sergilerde hep güncel konular seçiliyor. 
Bu sene de, Türk Eğitim Sistemine yapılan saldırıların güncelleştirdiği eğitim sorunlarımız dolayısıyla Kurtuluş Savaşı döneminde başlayan ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında devam eden eğitim çalışmaları ele alınmış. 
Açılan sergi “Genç Cumhuriyetin Eğitim Mucizesi” adını taşıyor. 
Bir de çok çok önemli bir konuşmacı var: 
Bu mucizeyi bizzat kendi yaşamış, hocaların hocası, benim de hocam olan,Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat 27 Ekim Perşembe günü saat 17.00’de “Cumhuriyet Eğitim Politikasının Atılımları” konulu bir konferans verecek. 
Bu etkinlikler için, Başkan Özden Toker’in şahsında İnönü Vakfı’nı kutluyorum.

                                                            ***
Keşke Ankara’da olabilseydim ve hem Ahmet Taner Kışlalı’yı anma törenlerine, hem de Nermin Abadan Unat’ın konferansına katılabilseydim... 
Ne kadar uğraşırlarsa uğraşsınlar, insanlık çizgisinde, tarih önünde, haklı ve doğru olduğu için, Atatürk ve arkadaşlarının kurduğu Cumhuriyeti ve Demokrasiyi kimse çağdaşlık yolundan geri çeviremeyecek!  

EMRE KONGAR
Cumhuriyet

Böyle bir ‘yalan’ nasıl söylenir?- Meriç Velidedeoğlu

Ortadoğu iyice altüst edilip bir cehenneme döndürülürken, Türkiye’nin de bu kaosun içine çekilmemesi düşünülemediği gibi, “AKP” yönetiminin içerde de bu durumu tam bir “fırsat” olarak kullanmaması da düşünülemezdi. Üstelik bu kez “fırsat üstüne fırsat” da çıkmıştı, MHP lideri “Bahçeli”nin “Başkanlık” önerisiyle... 
Ayrıca, “Cumhurbaşkanı” Rize’de, “Başbakan” Yozgat’ta, “Adalet Bakanı”Ankara’da -parlamentonun sıfırlandığı- bir “Başkanlık” rejimini dile getirdiler.(15.10.2016)İçlerinden “Adalet Bakanı Bozdağ”, Türkiye’nin bu sistemi bildiğini, çünkü“Atatürk” döneminin, “fiili bir başkanlık sistemi” olduğunu, “bu dönemdekibaşbakanların İsmet İnönü dışında kaç tanesinin adını sayabiliyorsunuz” sorusuyla -başkanlığın neredeyse “diktatörlük” düzeyine vardığını- kendince ortaya koydu... 

Ardından, o dönemde, “zaten ‘Allah’ demenin yasak olduğu bir Türkiye vardı”sözleriyle hükümet sözcüsü “N. Kurtulmuş” da katıldı bu “sohbet”e... 
Değerli dostlar, şu günlerde iyice bataklığa saplanan ülkemizin gündemini, böyle dinsel içerikli iftiralarla, yalanlarla saptırmak, halkı oyalamak isteyen iktidara yanıt vermek gereksizse de izninizle, bu konuda şu kadarını anımsatalım, sözcü“Kurtulmuş”tan başlayarak. 
“96 yıl” önce, Anadolu’da yeni seçilmiş milletvekilleri, ayrıca Padişah’ın kapattığı“Mebusan Meclisi”nin, Anadolu’ya geçen milletvekilleri, “Atatürk”ün çağrısıyla,“1920” yılının “23 Nisan Cuma” günü “Ankara”da toplandılar. 
Cuma namazı “Hacı Bayram Camii’nde kılındı, kurban kesildikten sonra ilk“Türkiye Büyük Millet Meclisi”, en yaşlı üye olan Sinop Milletvekili “Şerif Bey”in,“Allah’ın izniyle” diye başlayan ve “Allah” sözüyle biten bir konuşmasıyla açıldı; ayrıca “Atatürk”ün bu açılışa yaptığı çağrılar da böyle başlıyordu.
 
Sözcü “Kurtulmuş”, bu açılış konuşmasının içinde kaç kez “Allah” sözünün geçtiğini öğrenmek istiyorsa, “TBMM Zabıt Ceridesi”nin (Tutanak Dergisi) “Devre I, Cilt I”in ilk “20-25” sayfasına, şöyle bir “5-10 dakika” göz gezdirse gerçeği görebilir; belki yüzü bile kızarabilir... Dahası “Atatürk dönemi”nin bütün bu Meclis tutanaklarında, “Allah”ın ne denli anıldığını da öğrenebilir... 

Yine bir ayraç açıp, Arapça “Allah” gibi, Türkçede de “Tanrı” sözü bulunduğunu, her dilde böyle olduğunu vurgulamaktan, özellikle de Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın pek sık kullandığı “Rab’bim”in köküne, etimolojisine, Kurtulmuş “bir baktırsa”demekten insan kendini alamıyor; ayrıca Fransızların “haham”a neden “rabbin”demelerini de bir araştırtsa...
Evet ayracı kapatıp, Atatürk dönemine bakalım; Meclis açıldıktan sonra,“TBMM’den başka hiçbir ‘mevki’milletin yazgısında etkin olamaz!” gibi vurgulamalarla, “Meclis”in yerini her fırsatta ortaya koymuştur “Atatürk”; ne ki,“Meclis”te bu durumunu daha ilk adımda, Meclis’e “Başkan” seçiminde açıkça ortaya koyar; iki gün süren konuşmalardan, Atatürk’ün yaptığı açıklamalardan sonra, “Atatürk”, Meclis’e “Başkan” seçilebilir. 

Benzer bir durum “Sakarya Savaşı” sırasında “Başkomutan” seçiminde de yaşanır; ordunun cephede düşmanla karşı karşıyayken, anında karar alınması gereken, olağanüstü, yaşamsal durumlarda zaman kaybetmemek için,
Atatürk,“Meclis’in yetkileri”ni “Başkomutan” olarak üzerine alması gerektiğini bildirince, birkaç milletvekili, “Başkomutanlık Meclis’in özündedir” diyerek direnir; kimi milletvekillerinde de duraksamalar görülünce, bu çekinceleri giderecek kuralları içeren bir “önerge” Meclis’e getirilip Atatürk’ün Başkomutan olması onaylanır. 

Bu iki olay bile Atatürk döneminin nasıl bir “fiili başkanlık sistemi” olduğunu gösterirse de, yeni bir “Seçim Yasası” yapılması sırasında yaşananların Atatürk’ün nasıl bir “savaşım” içinde olduğunu ortaya koyar.
 
“Meclis”e sunulan bu yasa tasarısına, milletvekili olabilmek için, o bölgede en az “5 yıl oturmuş” olmak ya da o günkü “Türkiye sınırları içinde doğmuş” olma koşulunu koymak isteyen kimi milletvekilleri, bu koşullara sahip olmayan Atatürk’ün vekilliğini “önlemek” için kolları sıvarlar...

Halk bu durumu öğrenince, Meclis’e telgraflar yağar; içlerinden en ilginci, bugün Atatürk’e “ayyaş” diyen bir milletvekili çıkaran “Rize”den, Rizeli bir yurttaştan gelir; bu önergeyi verenler arasında olan “Rize Milletvekili”ni hem “lanetler”, hem de milletvekilinin, “vekilliğinin düşürülmesi”ni ister... 


Bilmem ki ne dersiniz?

Meriç Velidedeoğlu
CUMHURİYET

20 Ekim 2016 Perşembe

Madam gibi ölmek...- ZEYNEP ORAL

Üzerinde çok konuşuldu, yazıldı çizildi, ancak vurgulamak istediğim kimi noktalar var. Erdoğan’ın Trabzon Havalimanı’ndaki konuşmasının her tümcesi çok ciddi sorunlar içeriyor. Ben özellikle “Bir adam gibi ölmek var, bir de madam gibi” faslına döneceğim. Önce o tümceyi önü ve arkasıyla okuyalım: 
“Dünyanın makamları nerede kalıyor? Burada kalıyor. Paran pulun her şeyin nerede kalıyor? Burada kalıyor. Cumhurbaşkanı olsan ne yazar, başbakan olsan ne yazar, multimilyarder olsan ne yazar? Hepsi geçici. Ne diyordum size hatırlayın, biz bir gün ölmeyecek miyiz? Öleceğiz. Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var. Ölelim ama adam gibi ölelim. Sonra bizi defnedecekleri yer ne kadar? İki metreküp değil mi? Oraya gömecekler.” 
Üslubun “inceliği, zarifliği, seviyesi, derinliği” bir yana; Saray’da yaşayan, multimilyarder, yani büyük servet edinmiş, şatafatlı yaşamı yeğlemiş; koruma ordusuyla dolaşan, zırhlı arabalardan inmeyen, bir kente geldiğinde trafiği durduran kişi söylüyor... Karşısındakini aptal yerine koyan, gülüp geçeceğimiz tümceler... 

Ama gülüp geçemeyeceğimiz yanı da var bu söylemin.

Nefret dilini hep yeniden üretmek 
“Bir adam gibi ölmek var, bir şey söyleyecektim ama onu söylemeyeceğim, bir de madam gibi ölmek var.” 
O aradaki söylesem mi söylemesem mi tereddüdü vahim... “Yani ben daha neler söylerim de, kendimi tutuyorum” anlamında... İnsanın “ya bir de tutmasa” diyeceği geliyor. 
Bu cümle kendi başına nefret dilidir. 
Eril dildir. Cinsiyetçi dildir. Kurgusu, erkeklik, erkekliğin üstünlüğü üzerine yapılmıştır. Ayırımcı dildir. Kadın düşmanı dildir. 
Bu dil, ırkçı bir dildir. Cinsiyet kadar ırk ve din ayırımcılığı da yapmaktadır. Rum, Ermeni, Yahudi kadınları aşağılayan dildir. Müslüman olmayan kadını aşağılamak, Müslüman kadını aşağılamaktan farksızdır. 
Bu dil, kadının ölümünü bile aşağılayan dildir. Bu dil, yaşamı değil, ölümü yücelten ve kutsayan bir dildir. (Nene Hatun’lara gitmeye gerek yok, Türkan Saylan’danGülbahar’a, 15 Temmuz’da ölen kadınlara dek binlerce örnek var...) 
Bu dilin ülkenin başındaki tarafından sık sık kullanılması, sokaktaki adamın kullanmasından bin kez daha tehlikelidir. 
Çünkü örnek oluşturur. Özendirir. Ayırımcı bir algıyı yeniden ve yeniden yayar, çoğaltır ve kanıksatır. Değerler hiyerarşisini sıfırlar... Sonuç olarak nefret dili sistematik bir biçimde kendi kendini üretir. 

Tüm kadınlara hakaret 
Nefret dilinin hep yeniden üretilmesi, toplumdaki ayırımı, ayrışmayı, fay hatlarını, uçurumları, düşmanlıkları, kin  öfke  intikam tutkularını, düşmanlığı ve şiddeti körüklemekten başka bir şeye yaramıyor. (Kadın cinayetlerinin artmasından, şiddetin kanıksanmasına, toplumun sinir krizleri geçirmesine uzanan bu yelpazeyi yaşıyoruz zaten!) 
Erdoğan’ın bu sözleri üzerine yanında bulunan Emine Erdoğan’ın gülmesi... Bu da çok vahim... Yani bu nefret diline, bu kadın düşmanı dile, gülebiliyor. 
Bizler, bir kadına yapılan hakaret, taciz, tehdit, saldırının, tüm kadınlara yapılmış sayıldığını biliyoruz. Ama aynı zamanda tüm kadınlara yönelik genel bir aşağılamanın tek tek her kadını da hedef aldığının bilincindeyiz. Yani 
o hakareti ya da saldırıyı yapanın annesini, eşini, kız kardeşini, kızını da hedef alıyor. 
Dinleyiciler arasında kadın var mıydı bilmiyorum. Ama var idiyse, hiç kuşkusuz onlar da gülmüşler, alkışlamışlardır. Yani onaylamışlardır. 
Bu onay, söylemeye gerek var mı, şiddeti normalleştirmek, kanıksatmak ve çoğaltmaktan yana işlev görüyor. 

Şiddetin kanıksandığı, “normalleştiği” ortamlarda, şiddetin çoğaldığını bilim insanları çoktan ortaya koydu. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp! 
Cehaletin prim yaptığı ülkemizde bu söylediklerim neye yarar doğrusu onu da bilemiyorum...

Zeynep Oral
CUMHURİYET