5 Kasım 2016 Cumartesi

Yılların bir ‘Cumhuriyet’ okurundan - Meriç Velidedeoğlu

Başta Ergenekon ve Balyoz olmak üzere “Kumpas Davaları”nı izlemek, suçlananların yanı başında olmak üzere kurduğumuz “Simgesel EylemGrubu”ndan Nilüfer Dündar, pazartesi sabahı aradı: “Cumhuriyet’e operasyon yapılıyor, Halk TV’yi açın!” dedi soluk soluğa. 
Biz bu kanalı izleyemiyoruz, ama kısa bir süre sonra, öteki kanallarda yer almaya başladı -bir bakıma- “Cumhuriyet’e Darbe” haberi, “onca yıllık” bir okur -ister istemez- gazetesiyle özdeşleşiyor, bütünleşiyor; gazetesiyle ilgili bu denli olumsuz bir haber duyunca, “aaa...olmaz!” dışında, insanın içinde gittikçe artan, dile getirilmesi zor bir “sızı” beliriyor... 
Kanalları izlemeyi sürdürürken, bir ara Cumhuriyet’in, Babiâli’deki binasını düşündüm; Nadir Nadi, H.V. Velidedeoğlu, İlhan Selçuk, Mehmet Kemal, Melih Cevdet Anday, Sami Karaören her günkü toplantıdalar; gazetede neler yazılacak toplantısı değil bu; ülkede yaşananlarla ilgili görüş alışverişi. 
Yine de bu toplantının oluşturduğu bir ortamda basılır gazete; kuşkusuz, laikliği -çağdaşlığı hedefe koyanlarla, emek sömürücüleriyle, emperyalizmin ülke içindeki maşalarıyla kesintisiz bir savaşımı (mücadeleyi) sürdüren bir doğrultuda ve bir “Devrim Gazetesi” olmanın bilinci içinde. 
Özellikle bu bilincin yıpranması, geçerliliğinin yitirilmesi durumunda gazetenin gerçek sahibi olan “okurlar” devreye giriverirler, çünkü onlar “Cumhuriyet Okurları”dır. 
Ayrıca gazetenin “92 yıllık” tarihinde, karşı karşıya kaldığı tüm saldırılarda, kuşatmalarda, baskılarda gazetesinin yanında olan okuru, “31 Ekim Pazartesi”günü, “hukuku, adaleti” pervasızca çiğneyen bu saldırıda da gazetesinin yanındaydı; “24 saat” nöbette... 
Üstelik bu nöbeti tutanlar arasında, son dönemin Cumhuriyeti’ni eleştiren okuyucuların, dahası büsbütün uzaklaşanların da olması, “2002” yılında Fransa’da yaşananları anımsattı. 
O yıl yapılan “Cumhurbaşkanı” seçimine aday olarak katılan, ne ki ülkeyi başka bir Fransa’ya dönüştürecek olan ünlü “Le Pen”in, “2. tura” dek gelmesi karşısında, her renkteki “sol” birleşerek “J. Chirac”ın seçilmesini sağlamışlardı... 
Okurlarının ve destekçilerinin bu “eylem”ine, Cumhuriyet de, tutuklu yazarlarımızın köşelerini boş bırakarak -bir bakıma- “eylemsel” bir destek veriyor; çizerimiz “Musa Kart” da tutuklananlardan... 

Ayrıca, “Silivri Çadır Tiyatrosu”ndan sonra, “yargı”nın bu “2. gösteri”sini, Musa Kart -şimdilik- sözel olarak ortaya koydu: “Durum karikatürlerimden de komik!”diyerek, gerçekten de öyle FETÖ ve PKKyı eleştiren yüzlerce, binlerce karikatürçizdim!” diyor... 
Değerli dostlar, insan bu denli “maskaralık” karşısında yazıyı noktalayıp, “eylem”e koşmak istiyor; sanırım öyle yapmalı; Cumhuriyet’in bahçesinde olmalı, “eylem” de “yazı” da var “söz” de...
Meriç Velidedeoğlu  CUMHURİYET

3 Kasım 2016 Perşembe

Hangi hukuk? - ALİ RIZA AYDIN / SOL

Cumhuriyet’in 93. yılında düzenlenen etkinliklerde, “hangi cumhuriyet” konusuyla birlikte “cumhuriyet ve aydınlanma” bağlantılı olarak “hangi aydınlanma” konusu da tartışıldı. Sorular, “hangi devlet”, “hangi siyaset” başlıklarıyla artarak devam edebilir. “Hangi hukuk” da tartışılmalıdır.

Üçbuçuk aya yaklaşan OHAL döneminde, on KHK çıkarıldı; on hukuksuz KHK… Eğer “hukuksuz” olmadığı iddia edilirse, “fırsatçı AKP’nin fırsatçı hukuku” diye de tanımlanabilir ama hafif kalır. Yönetim koltuğunda oturan ya da yasama için temsil yetkisi olan herkesin kafasındakinin kağıda dökülmesine hukuk denilseydi, hukuk, egemenin “ölüm silahı” olmak dışında bir işe yaramazdı. 

Güncelin genel tablosuna bakalım:
Cumhurbaşkanı başkanlığındaki bakanlar kurulu, OHAL KHK’lerini çıkarıyor ama ne Anayasa’ya ne de OHAL Kanunu’na uyuyor. KHK maddelerinin çoğunluğu OHAL’le ilgili değil, OHAL dönemiyle sınırlı da değil. AKP’nin,  yapısal değişiklik için her konuyu içine attığı, sermayenin de onay damgası vurduğu kocaman çuvallar, sözde hukuk olarak halkın, emekçilerin üzerine yığılıp duruyor.

Durum hukukla ilgili/ilgisiz herkesin okuyacağı/anlayacağı netlikte iken, Anayasa Mahkemesi “OHAL KHK’leri denetim dışı” (Türkçesi: “AKP varken denetim yapamam”) diyerek, “yaparım” şeklindeki içtihadını yok sayıyor.
TBMM, OHAL KHK’lerini, kendisine sunulmasından itibaren “en geç otuz gün içinde” görüşüp karara bağlaması gerekirken bu görüşmeyi ilk KHK için seksenaltı güne uzatıyor. Bu uzatma için Meclis’in tatilde olduğu (23.8.2016-1.10.2016 arası) günlere sığınıyor. Bu gerekçe geçerli değil ama haydi geçerli sayalım; bu sefer de otuz günlük süre onbeş gün aşılıyor, kırkbeş güne çıkıyor.
           
Hukukta süreler önemli ve bağlayıcıdır. Meclis, bu bağlayıcılığa otuz günlük sürenin komisyonlarda geçmesi gereken yirmi günü için uyuyor ama kalan on günü için uymuyor. Sonuçta, 23 Temmuz günü Resmi Gazetede yayımlanan 667 sayılı KHK, otuz günlük süre aşımı nedeniyle hükümsüz olduğu halde, TBMM İçtüzüğüne aykırı olarak, diğer değişle fiili/keyfi İçtüzük ihlaliyla görüşülüp, hukuksuz olarak yasalaştırılıyor. Bu ihlal ve hukuksuzluk, Yasanın Anayasa Mahkemesi’ne götürülmesi için en temel gerekçelerden biri olmalı.
OHAL KHK’leri, emme basma tulumba gibi; bir yandan yenileri çıkıyor, diğer yandan parlamento onayı veriliyor.   
OHAL dönemi hukuk ve uygulamaları, “hangi hukuk” arayışı için ipucu olabilir mi? OHAL hukuksuzluklarından kurtulma hedefine bağlı olarak, OHAL’siz hukuku savunmak hukuk devletine dönüş için yeterli mi?
Yalnızca OHAL örnekleri esas alınsa belki, ama Anayasa ve hukuka uyulmayan birçok fiili durum ile karşı karşıya olunması, bu fiili duruma düzen istikrarı adına göz yumulması, Türkiye’de yalnızca AKP yönetiminin değil, yasaması ve yargısıyla tüm devletin keyfileştiğini gösterir. Bununla da kalınmaz, düzen içi muhalefetin de bu keyfiliğin içinde bilerek ya da susarak kaybolduğunu gösterir.

Gerçekler, darbe girişimine sığınan korku dünyası ve gericilikle gizleniyor.
Her gün yaşanan onlarca olay bolca Alman Papaz Martin Niemöller’in hikayesini anlattırıyor. Her şey herkesin gözü önünde yaşanıyor, herkes uçurumdan yuvarlandığımızın ve sonumuzun farkında; her gün birileri demir parmaklıklar arkasına giderken sıranın kendilerine gelmeyeceği inancını taşıyanlar hikayeyi anımsatmayı görev sayıyor. Ama “ne yapmalı” diye sorulan sorulara gerçek adına yanıt veren az, “haydi iş başına” denildiği zaman ayağa kalkan daha da az. Sorun da burada.

Aziz Nesin’in “Ah Biz Eşekler” hikayesi, Alman Papaz’ın hikayesinden daha ağır ve acı anlatır suskunluğu, kafayı kuma gömmeyi. Bugünün Türkiye’si, eşeğin sağ kabasına pençe atılmasını, budundan büyük bir parça koparılmasını çoktan geçti; her taraf kan içinde… Hikayedeki eşekten farklı olarak, ses de çıkmıyor.
Hukuk adına çıkabilecek seslere bakalım:   
“Hangi hukuk” arayışına laiklik ve aydınlanma adına verilecek yanıt; hukukla birlikte, devlete, siyasete ve topluma dinselliğin müdahale etmemesi. Yeterli mi?  Değil…
Değil, çünkü dinsellikten arındırılmış devlet, siyaset ve toplum, sömürü düzeninin müdahalesi altında kaldığı sürece, bu üçlüden ortaya çıkan hukuk da sömürü düzeninin hukuku olacak.
Adına; faşizm, islami faşizm, diktatörlük, saltanat, başkanlık, parlamenter rejim, demokrasi, cumhuriyet, ne denirse densin, yönetim şekillerinin özünde kapitalizm ve emperyalizm varsa, ekonomi politiğinde de sömürü olacak.

Bu öz durdukça, sınıflı toplum yaşadıkça, sömürü sürdükçe, kimi kurumlara ve rejimlere, kimi dönemler örnek gösterilerek sahip çıkmak sistem içi uzlaşmaların belirsiz renklerinden başka anlam ifade etmez. Kapitalist/emperyalist sistem içinde “en iyi örnek” arayışlarına girip “hangi hukuk” sorusunun yanıtını aramak sermaye ve gericiliğin emekçi halka, işçi sınıfına biçtiği rolü değiştirmez, sömürüyü ortadan kaldırmaz.
Tabii ki kazanımlar birikimdir, yol göstericidir. Ama o kazanımlar, “hangi”yi ararken geçmişteki bir tarih dilimini değil, tarihsel süreci ve gerçeği işaret eder.

Devlet, “en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bunun sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece, ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni araçlar kazanan sınıfın devleti” iken hukuk da aynı sınıfın hukuku olur.
“Hangi cumhuriyet” toplantılarının Ankara ayağında Sevgili Tezcan Abay’ın uyardığı gibi, 2016 Türkiye’sinde cumhuriyetin içinden çıkarılacak daha ne kaldı ki? İçinden daha neler çıkarılmalı ki bu cumhuriyet sıfırlandı denilsin?

Aynı uyarı “hukuk devleti” için de geçerli. Hukuk ve yargı adına daha neler yaşanmalı ki, hukuk ve yargı sıfırlandı denilsin?
 “Hangi cumhuriyet, hangi aydınlanma, hangi devlet, hangi hukuk” sorularının yanıtını, sıfırlanmış hallerin geçmişindeki tarih dilimleri arasında aramak; vahşete rağmen gözleri, kulakları ve ağızları kapalı tutmak, canavarın göz göre göre büyümesine izin vermek anlamına gelir.
“Havuç-sopa siyaseti”ne razı olan her kişi, sömürüye hizmet eder; ezilenlerin mücadelesine de kurtuluşa da sekte vurur.

Konu, mülkiyet, sözleşme, özelleştirme, talan, teşvik, birikim, kâr, işsizleştirme, ucuz işgücü, baskı, şiddet, savaş, masumiyet karinesi, ölüm cezası, laiklik olduğu zaman, hukuku hem araç olarak kullanıp hem de üzerinde tepinenlere karşı “hukuksal masumiyetle” mücadeleye girişmek saflığın ve teslimiyetin âlâsı olur.   
Hukuk, sınıfsal karşıtlıkların ötesinde değildir. Eşitsizliğin, özgürlüksüzlüğün, adaletsizliğin herhangi bir dilimindeki “iyi örnek parçaları”, avutur, oyalar ama arayışların gerçek karşılığını vermez, veremez. Sınıfsal mücadele verenler bunu çok iyi bilir.

Çözüm, sömürü düzenini yaratan ilişkilerin içinde değil; o düzeni işçi sınıfının örgütlü gücü ve mücadelesiyle yıkacak olan ilişkilerdedir. Yıkılmalıdır ki, yerine kurulacak eşitleştirilmiş, özgürleştirilmiş, fiili adaleti sağlanmış toplumun ilişkileri kendi hukukunu da yansıtsın.

ALİ RIZA AYDIN / SOL

2 Kasım 2016 Çarşamba

Saat kaç, bilemeyen ülke - AYDEMİR GÜLER

Yaz saati uygulamasının hatırladığım eski bir uygulamasında, o zamanlar adı henüz İstanbul Sinema Günleri’ydi, seansı şaşırmıştık. Yalnız değildim, bayağı kalabalıktık. Şimdilerde bayağı partizanca randevularda devam ediyor şaşırmışlığımız… Biz böyleyken millet ne yapsın?

Ancak 2016 itibariyle durum kategorik olarak farklı. Ülkemiz saatini yılda iki günlüğüne şaşırmakla kalmıyor. Birkaç yıl önce yabancı veya gerçekçi dostlarımdan duyduğum takdirler oluyordu Türkiye’ye dair. Her gelişlerinde havaalanlarını daha da gelişmiş buluyorlardı. Caddeler parlıyor, beton malzemeli de olsa modernite yükseliyordu. Para akıyordu ve parlatıyordu. Törkiş Erlayns mı? Benzeri yoktu… Yerli gerçekçilerimiz ise Türk firmalarının dünya kapitalizminin yükselen yıldızı olduğunu, inşaatta zirveye tırmandığımızı, bankacılık sisteminin güvenilirliğini işaret ediyorlardı. Koca Fransa, bir zamanlar yıldız İtalya’sı ve daha niceleri nal topluyordu, İngiltere bir üçüncü dünya görüntüsü veriyordu… Türkiye’nin çizdiği tablo açısından hiç de haksız değillerdi ve zaten benim burada andığım dostlarım ne AKP’ci, ne kapitalizm hayranıydılar. 

Şimdi meselemiz saatini bilmemek değil. Türkiye dökülüyor!

Kestirmeden söyleyeyim, bu kapitalizmin eşitsiz gelişme yasasının tezahürlerinden biridir. Türkiye, dünyanın “en satıcı” ve hatta neredeyse (AKP’nin ılımlı-uyumlu İslam halini hatırlayın) en bir model yöneticilerine kavuşma şansını yakalayan bir kapitalist ülke olarak parayı çekiyordu. Para? Dünyada ondan çok vardı! Marx’ın, kâr oranlarının eşitlenmesini anlatırken dalga geçtiğini düşünmüşümdür hep; kârlılık hangi sektörde yüksekse sermaye oraya akar ve bu akışın sonucunda belli bir sürede oranlar eşitlenir. Ama dank etmesi zaman alır ve bir dönemin adamı vezir eden sektörü, bakmışsınız rezil etmiş! Yaşananın kitaptaki sade karşılığı budur ve bu gözlem/analiz Marx’ın ayrıcalığı da değildir. Neo-klasik giriş kitaplarında bu akılsızlık böbürlene böbürlene anlatılır.

Türkiye de şişti, doldu, taştı ve çöküyor.

Keşke kapitalizm ve onun kâr edenleri kendi başlarına çökselerdi! Ne yazık ki, hayat böyle değildir ve kapitalistler beraberlerinde bütün toplumu bataklığa çekerler. En basiti, işsizlik de taşar. Ona lümpenleşme eşlik eder. Şık şıkıdam, elegan ve eğitimli, gayet modern kapitalistler asla viski alamaz duruma düşmeyeceklerdir. Ama onlar, düşen karlar karşısında ağlaşırken ve hem birbirlerinin, hem de istihdam ettikleri yoksulların kuyusunu kazarken, örgütlenmek yerine lümpenleşme yoluna giren emekçiler insanın en insanlık dışını resimlerini yaratırlar. Bali çeker, sokağa düşen çocukları. Üstünlüğünü cinsel eyleminde tatmin etmenin dibine vurur ve kediye köpeğe göz koyarlar en sapkınları. İşsizlerin, toplam nüfuslarından göçmenleri ve kadınları kovmaya kalkmaları emekçilerin en kolay gericilik pratiğidir. Göçmenleri milliyetçilikle kovalamaya, kadınları dinsel taassupla eve kapamaya, dövüp tecavüz etmeye meylederler. Hep birlikte biat ettiklerinde onları kurtaracak güçlü otorite aramaya koyulurlar.

Örgütlenmeye ve insanlıklarını korumaya yönelenler aynı anda hem onları bataklığa iten kapitalistlerle, hem de bataklığa çeken sınıfdaşlarıyla mücadele etmek zorundadırlar.
Olan budur ve Türkiye’nin 21. yüzyıl başında hızla tanıştığı (post-)modernitenin sonuna gelinmiştir. Törkiş erlayns’ın itibarının peşine takılan havayolu şirketleri rötar rekortmenidir. Havalimanlarıysa dökülmektedir. Duble yol şampiyonası çoktan bitmiş, iş “şuraya bi tünel açsak be başkan, bizim emmioğlu aç kaldı aylardır”a dönmüştür. Teknoloji geyiğinden kırılan enerji tekelleri, gözlerini yeni saat sistemi sayesinde birkaç ayı kurtarmaya dikmiş olabilirler. Hükümet belki buna yatıyordur, belki de gerçekten tasarruf peşindedir. Ama sonuç gariptir; tasarruf olsun diye zamanında yaz saati uygulamasına geçen Türkiye'nin mevcut hükümeti, adına kış saati dedikleri uygulamayı kaldırayım derken Türkiye'ye gerçek saat dilimini terk ettirmiştir! Konut sıkıntısına çare diye masaya sürülen TOKİ’nin açtığı yoldan ayrıcalıklı trafik canavarları olarak çıkan beton araçları ve hafriyat kamyonları büyük kentlerde insan ezip duruyor!

Bu örnekler ve sizin ekleyebileceğiniz niceleri koskoca bir pakettir. Kapitalizm daha kârlı diye imamlara emanet edildi. Ne cumhuriyet kaldı, ne laiklik, ne kadın özgürlüğü, ne insan hakkı…

Saat kaç, bilmeyen bir ülkede yaşanabilir mi? Ne demiş Engels: Özgürlük zorunluluğun bilincidir… Zorunluluk örgütlenmek ve mücadele etmekten başka ne olabilir?

Aydemir Güler
SOL

Tehlikeye karşı ne yapacaksınız? - ÖZGÜR MUMCU

Cumhuriyet’in kuruluş yıldönümünden iki gün sonra Cumhuriyetle yaşıt bu gazeteye yapılan saldırının amacı açıktır.

Bir rejim değişikliği sürecindeyiz. Bu sadece basit bir otoriterleşme ya da baskıcı yönetim meselesi değil. Şartların olgunlaştığına inanan siyasal İslamcı irade, soğuk savaş yıllarında düşlerini kurduğu düzeni oturtuyor.

Bu yeni düzen için saha temizliği gerekiyor. Darbe girişimiyse iktidara bu temizlik için gerekli zemini sağladı. Karşımızda hasım gördüklerini imha ettikçe büyüdüğünü ve durursa düşeceğini zanneden bir yapı var. Ancak krizle, çatışmayla, gerginlikle ve muhalefeti yok ederek var olabiliyor.

Bu sebeple Cumhuriyet’e yönelik bu saldırı yeni rejimin ne ilk ne de son hamlesi olacak. Ancak bunun bir kırılma noktası olduğu da ortada. Memleketin kurucu değerlerinden şehvetle nefret eden bir kadro, devletin her unsuruna hâkim. Bu şehvetli nefretin odağına Cumhuriyet gazetesini yerleştirmesi ise şaşırtıcı değil.
 
Üzücü olan bu saldırıya alkış tutan, iktidarın yarın suratına sırıtıp sırtına tekmeyi basacağı ahmakların siyasal İslamın heybesinde ekmek kırıntısı kemirmeyi marifet bilmesi.
Cumhuriyet Vakfı’nın üyeleriyle, Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu, Aydın Engin ve Kadri Gürsel’i gözaltına alan bu irade aslında memleketin kurucu değerlerini benimseyen bütün kesimleri gözaltına almayı arzulamakta.

Bütün bu yerli ve milli laflarının altında yatan bellidir. İktidarın karşısında boyun eğmeyen herkes ona göre gayri milli. Yani toplumun neredeyse yarısı temizlenmesi gereken yabancı bir madde.

Kendisi gibi olmayanları düşman kuvvetler olarak değerlendirdiği için bu derece zalim, aceleci, aldırmaz ve hoyrat bir güç her yere saldırmakta.

Cumhuriyet’e saldırarak ise kritik bir eşik zorlanıyor. Şayet yeterli toplumsal tepki gelmezse sırada Cumhuriyet’in kendisi var.

Bunun lamı cimi yok. Her şey gün gibi ortada.

Artık sorulması gereken soru “tehlikenin farkında mısınız” değil. Şu anda tek soru şu: “Tehlikeye karşı ne yapacaksınız?”
Bugün kendinize sadece bunu sorun.

Tehlikeye karşı ne yapacaksınız?

Özgür Mumcu
CUMHURİYET

Suya sabuna dokunmanın bedeli - TAYFUN ATAY

Bizi karşılıksız seven, canından parça bilen, kalbimizden, dürüstlüğümüzden, niyetimizden emin, o yüzden iftihar eden, duasını eksik etmeyen… 
Ama yine de bu halkın iktidarlar, muktedirler, mütegallibeler, zalimler, diktatörler karşısında yüzlerce yıllık öğrenilmiş çaresizliğini en çarpıcı acılıkla özetleyen deyişle… 
“Aman sen yine de suya sabuna dokunma” diyenlerimizin sözünü dinlemememin bedelini ödüyoruz. 
Suya sabuna dokunmanın yunmuş-yıkanmışlık, temizlik-tertemizlik, paklık-pirüpaklık olduğunu bildikleri halde… 
Karşımızda suya sabuna dahi dokunamayacak kirlilikleriyle gemi, üstelik “Din” diye diye azıya almışlar olduğunu bildikleri halde… 
Ahlâkımızdan, namusumuzdan, haklılığımızdan asla tereddütleri olmadığı halde… 
Ahlâksızlığın, namussuzluğun, nâhaklığın kararttığı memleket havasında güvercin ürkekliğiyle yaşar hale gelmiş sevenlerimizin sözünü dinlememenin bedelini ödüyoruz. 
Suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz.

***
Gazetemize darbenin hemen ardından adeta yaralarımızı sarma yolunda birbirimize sokulduğumuz büroda duayenimiz Orhan Erinç bir anısını paylaştı. 1961’de çalıştığı gazetede, bir dönem yazı yazan Necip Fazıl Kısakürek’le ilgili… 
Necip Fazıl gazeteye “Büyük Doğu”ya gönül vermiş İslâmcı gençlerle gelir, faksın dahi olmadığı o günlerde yazısını bir odada yazar, bırakır ve yine “Büyük Doğu”lu gençler eşliğinde gidermiş. 
Bir gün Orhan Abi, kapıda Necip Fazıl’ın yazısını bitirip çıkmasını bekleyen gençlere dayanamamış, sormuş: “Yahu bu adam kumar da oynuyor, içki de içiyor, siz buna nasıl bu kadar adadınız kendinizi” diye… 
Cevap net gelmiş: 
“Olsun, İslamiyet’e hizmet ediyor ya!..”

***
Başlı başına bu anıyı zikretmek dahi suya sabuna dokunmaktır!.. 
Peki, bu bakımdan bugün değişen bir şey var mı?.. 
Yok. 
Baksanıza CHP milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan’ı Aydın’da bir restoranda ayağından vuran saldırgan, “kişiyi hürriyetinden yoksun bırakmak, zorla alıkoymak ve çeksenet tahsilatı yapmak”tan sabıkalı şahıs kendini nasıl savunmuş: 
“Arkadaşımla yemek yiyorduk. Bülent Tezcan ve yanındakiler de aynı mekâna geldi. Cumhurbaşkanı hakkında konuşuyordu. O sırada aklıma HDP kongresine katıldığı ve saygı duruşunda bulunduğu geldi. Dayanamadım ve yanına gittim, ‘Reis hakkında düzgün konuş’ dedim. O da bana ters bir cevap verdi, ateş ettim.Alkollüydüm.” 
Budur!.. 
Ve hiç suya sabuna dokunmanın; “Kafa kıyak gençlik istemiyoruz” diye mangalda kül bırakmayan lidere çek-senet mafyalı ve alkollü bu adanmışlık karşısında “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu” diye sormanın âlemi yok. 
Hem zaten ne deseniz cevap yine net olacaktır: 
Olsun, “Reis”e hizmete ediyor ya!..

***
Ama işte dayanamıyor ve böyle insan olunmaz, böyle Müslüman da olunmaz diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
“Olsun, alnı secdeye değiyor mu, değiyor” demeyip alnı secdeye değse de hırsız hırsızdır, arsız arsızdır, tacizci tacizcidir diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Din adına kalpleri çalıp, ruhları teslim alıp, paraları sıfırlayıp,HESAPLARI“offshore” layıp bu topraklarda dini de var olduğuna pişman ettiniz diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Sınır ötesindeki kirli iç savaşta bir o kadar kirli operasyonlara bulaştınız; ülkeyi hem içerde hem dışarda savaş cehennemine boğup cehennem ateşinde iktidarınızı pekiştirdiniz diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Etle tırnak olduğunuz bir yapıyla kanlı bıçaklı olunca şimdi mağduru oynarken aslında “mesul” olduğunuzu unutturmak için OHAL’i de fırsat yapıp size muhalif herkese cadı avı başlattınız diyerek suya sabuna dokunmanın bedelini ödüyoruz. 
Bu memleket bu faşizan dinbazlığı hak etmiyor diyerek her şeye rağmen hâlâ temiz, tertemiz bir Türkiye var kılma inancı ve inadıyla suya sabuna dokunmaya devam etmenin bedelini ödüyoruz. 
“Cumhuriyet” olmanın, olmaktan vazgeçmemenin bedelini ödüyoruz.

Tayfun Atay
CUMHURİYET

1 Kasım 2016 Salı

Koşar adım faşizm-OĞUZ OYAN/SOL

RTE'nin ve AKP'nin acelesi vardı. Ya hızlanacaklar ya da yeni rejim inşasının tökezlemesine tanık olacaklardı. Başarısız bir darbe girişimi kadar arzuladıkları başka birşey yoktu. Bunu Ergenekon/Balyoz sahte davası ve 2007 e-muhtırası ile deneyimlemişler ve bu sayede epey yol almışlardı. Dolayısıyla 15 Temmuz ilaç gibi gerekliydi. Şimdi koşar adım gitmek için tüm koşullar birleşmiş durumda.

15 Temmuz, tüm muhalefetin sindirilmesi, Meclis'in önemsizleştirilmesi ve Anayasal yargının da tam olarak yedeğe alınması için bir sıçrama tahtası olarak kullanıldı. Kendini bir süre daha ancak AKP'nin yörüngesine girerek var edebileceğini gören, üstelik içte ve dışta kendi savaşçı tarzını uygulayan AKP'ye karşı muhalefet alanı kalmamış olan MHP, safını çabuk belirledi. O kadar ki, kendi konumlanmasını meşrulaştırabilmek adına, anamuhalefete muhalefet etmeyi de gönüllü olarak üstlendi.  Şimdi muhtemelen "AKP'yi dengeleyen anahtar parti" olarak prim yapmaya meyledecek: AKP'nin Anayasa taslakları arasında kendine göre "ehven-i şer" olana (büyük olasılıkla başbakanı da koruyan yarı-başkanlık sistemine) geçit vererek, devleti ve rejimi kollayan parti payesini elde etmek isteyecek. Bütün bunlar, milliyetçilik kozunu da iktidar çoğunluğuna kaptırmış, dolayısıyla siyasi varlık nedenini büyük ölçüde yitirmiş bir partinin son savunma manevraları.

Ana muhalefet ise, başlangıçta elinde olan iktidarı olan bitenden sorumlu tutma fırsatını kullanmayarak yani cepheden saldırma cesaretini gene gösteremeyerek, üstelik içte ve dışta sıkışan iktidarın kendi desteğine ihtiyaç duyarak frene basacağı yönünde yanlış bir tahlile dayanarak (muhtemelen Abdullah Gül ve Mesut Yılmaz'dan gelen telkinlere de kapılarak), "milli mutabakat" ve "Yenikapı ruhu"na kolayca teslim oldu. Bunun yanlış yol olduğunu kendi tabanından önce iktidarın nobran davranışları göstermekte gecikmedi. Şimdi CHP liderliği istediği kadar hırçınlaşıp bu zülden kurtulmaya çalışsın, "taş yerinde ağırdır" özdeyişinin geçerliliğini değiştiremez. "Meclis bombalanırken beyefendi Marmaris'te tatildeydi" gibi yanlış yüklenmelerle karşı tarafa yeni saldırı malzemeleri sunan amatörlüklerle de kendi inandırıcılığını daha da sarsar.

Özetle, 15 Temmuz'dan AKP iktidarı şu kazanımlarla çıktı:
- OHAL rejimi altında TSK'da, yargıda, eğitimde ve tüm kurumlarda normal koşullarda yapamayacağı bir ayıklamaya gidebildi. Darbe bahanesiyle tüm muhalifleri hedef alabildi.
- KHK'lerle TBMM'yi devre dışı bırakarak OHAL çerçevesini çok aşan yapısal düzenlemelere girişti.
- Anayasa Mahkemesi'ni, kendi eski içtihatlarına bile sahip çıkamaz duruma düşürerek KHK'leri meşrulaştırdı.
- Savaş çığırtkanlığını daha fütursuzca yapabileceği, Meclis'te iki muhalefet partisinin de desteğini alarak savaş tezkeresini geçirebileceği bir ortamı oluşturdu ve gereğini de hemen yapmakta gecikmedi. Savaş iklimini kullanarak, ucuz milliyetçilik yaparak, içerdeki baskılarını çoğaltma ve siyasi tabanını MHP seçmenine doğru genişletme fırsatını da geliştirmiş oldu.
- MHP'yi yedeğine alarak Anayasa değişikliğinin ve başkanlık rejiminin Meclis'te onaylanacağı koşulları güvenceye aldı.
- Kürt siyasi hareketini, darbeye karşı tavır almasına karşın, içerde iyice etkisizleştirdi, muhalefet alanını daralttı.
- CHP'yi başlangıçta yanına çekerek onun tutarlı ve güçlü bir muhalefet çizgisi izleme ihtimalini berhava etti; daha sonraki sertleşmelerinin ise bir tutarsızlık olarak anlaşılmasını kolaylaştırdı.
- Nihayet, muhalif medyayı ve yazarları susturarak, baskı altına alarak, "dikensiz gül bahçesi" oluşturma yolunda büyük bir mesafe daha aldı.

***
İktidarın Cumhuriyet Gazetesi'ne topyekün saldırısı, işte bu son başlıkta, medyanın baskılanması konusunda yeni bir eşiğe işaret ediyor. Bundan böyle hiçbir muhalif yayın organı, sosyal medya dahil, güvende olmayacaktır. Cumhuriyet'in 93. yılını kutlama törenlerinin hemen ertesinde, Cumhuriyet ile yaşıt (92. yılın kutlayan) bir gazeteye yapılan saldırı, hiç kuşkusuz Cumhuriyet'e yapılmış gözükara bir saldırıdır. Cumhuriyet Gazetesi içindeki birkaç yıldır şekillenmiş olan yeni yapılanmaya eleştirel gözle bakanların da bu konuda hata yapmamaları gerekir; iktidar, böyle yarıklardan daha kolay sızarak ele geçirme operasyonunu meşrulaştırmaya girişecektir. Nitekim, iktidarın yargısı Cumhuriyet Gazetesi Vakfının Genel Kurulu'ndaki oylamayı bile iddiaları arasına almış durumdadır.

***
Eğer bu ülkede hala demokrasi mücadelesi yapılabilecekse, bunun aydınlanma ve laiklik mücadelesinden ayrılamayacağını ve bunun da Batı'dan medet umularak yapılamayacağını anlamak gerekiyor. Dolayısıyla demokrasi mücadelesi eğer olacaksa, bu, AKP'nin dizginlendiği bir siyasal ortamın değil AKP'siz bir Türkiye'nin hedeflenmesiyle olabilecektir. Bu da, AKP öncesine dönüş gibi bir imkânsızlığın peşine düşerek değil, yeni bir Cumhuriyet yaratarak olabilir ancak.

***
Dün Cumhuriyet Gazetesi Ankara Bürosunu ziyaret ettiğimde, umutsuzluğu ve umudu bir arada gördüm kitlelerde. Umutsuzluğa yer olmamalı. Umudumuz, ele geçiremedikleri tek mevzi olduğu için en büyük gücümüzdür, onlar da bu nedenle umudun düşmanıdır.
Sonsözü Nazım'a bırakalım; bize 6 Aralık 1945'den sesleniyor:
"Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :
- çürüyen diş, dökülen et -,
bir daha geri dönmemek üzre yıkılıp gidecekler.
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
bu güzelim memlekette hürriyet..."

Oğuz Oyan/SOL

31 Ekim 2016 Pazartesi

Cumhuriyet Bayramı hediyeleri (!): Cumhuriyet’e son darbeler, - RIFAT OKÇABOL

AKP iktidar olur olmaz Cumhuriyet’in temellerini oluşturan değerlere ve kurumlara karşı olduğunu göstermişti. 2007 yılına kadar Cumhurbaşkanı A. N. Sezer’in ve 12 Eylül 2010 Anayasa değişikliğine kadar da yargı organlarının hukuk, laiklik ve bilimsellik konularındaki duyarlılığı nedeniyle istediklerini gerçekleştirme olanağı bulamamıştı. 2007’de A. Gül Cumhurbaşkanı olmasıyla ve Anayasa değişikliğinden sonra, (651, 652 ve 653 sayılı KHK’lar, 4+4+4 ve dershane yasası ile yönetmelikler gibi) piyasacı ve gerici yasal değişiklikleri büyük ölçüde hızla gerçekleştirilmişti. Fetöyle birlikte Balyoz ve Ergenekon gibi uyduruk davalarla silahlı kuvvetler iyice yıpratılmış, tüm kurum ve kuruluşlarda kadrolaşılmıştı.

Yasa değişikliklerine ve kadrolaşmaya karşın, hâlâ bazı eğitim kurumlarında laik ve bilimsel değerlere öncelik veren öğrencilerin yetişmesinden rahatsız olan AKP, proje okulu uygulamasıyla, okullardaki laik ve bilimsel uygulamalara tümden son vermeye soyunmuştu. AKP, 15 Temmuz darbe girişimini OHAL ilan etmek için kullanmış, OHAL uygulamalarını da, her istediğini gerçekleştirme uygulamalarına dönüştürmüştür. Öyle ki, insanlarda, 15 Temmuz darbe girişiminin AKP’ye karşı bir girişim değil AKP’yi diktatörleştirme girişimi olduğu kuşkusu artmaya başlamıştır. 

OHAL uygulamalarıyla önce Cumhuriyet rejiminin kurulmasında büyük emeği geçen silahlı kuvvetler, anlamsız ve acayip bir yapıya sokulmuştur. Silahlı kuvvetlere son darbe 28 Ekim günü garnizon komutanlarının, resmi bayram kutlama protokolünden çıkarılmasıyla ve 29 Ekim’de Anıtkabir’e giden subayların üstlerinin, hem de astları tarafından, aranması ile vurulmuştur. Daha da hazin bir durum ise o subayların bu durumu içlerine sindirmeleri olmuştur.

Cumhuriyet Bayramı’nda çıkarılan bir KHK ile daha öce meslekten uzaklaştırılan 100 bin dolayında emekçiye ek olarak 1.267 akademisyen daha meslekten çıkarılıp bazı yayın organları daha kapatılmıştır. Bu uygulama, ihraçların ve bazı yayınlara son verilmesinin Fetöcü hedefi aşıp muhaliflere de yöneldiğini göstermektedir. Bu ihraçlar, topluma, “muhalefete izin yok” mesajı vermektedir. Bu tür ihraçlar yanında, açığa alınan personel hakkındaki 3 aylık karar verme süresinin bir KHK ile OHAL bitimine dek uzatılması da, hukukun muhalifler için uzun süre işletilmeyeceği anlamına gelmektedir.

Yine Cumhuriyet Bayramı’nda çıkarılan bir KHK ile rektörlerin, YÖK tarafından önerilecek üç profesör arasından Cumhurbaşkanınca atanacak olması, AKP’nin halk egemenliğine tahammül edemediği gibi bilimin egemenliğine ve özerkliğine de tahammül edemediğini göstermektedir. 
  
Bilindiği gibi 12 Eylül 1980 darbecilerinin uygulaması da bu doğrultudaydı. YÖK’ün önerdiği 4 adaydan birini Evren, rektör olarak atıyordu. Ancak o yıllarda ve özellikle 1983-2008 yılları arasında YÖK, (günümüzdeki gibi) tek vücut halinde değildi. Geçmişin YÖK üyeleri ağırlıklı olarak piyasacı ve gerici olsalar da, aralarında hükümetin atadığı üyelerle cumhurbaşkanlarının atadığı üyeler arasında küçük de olsa bazı farklar ve iktidar yanlısı olmayan üyeler vardı. Oysa 2008’in ilk aylarından itibaren YÖK, tamamen AKP’leşmiştir ve YÖK’te (diğer kurumlarda da olduğu gibi) AKP’nin laiklik ve bilimsellik anlayışına mesafeli duran tek bir üye yoktur. 2008’den bu yana, üniversitelerinde seçilen altı kişiyi YÖK üçe indirirken tek ölçüt, genellikle rektör adaylarının AKP’ye yakınlığı olmuştur. OAHL ile yapılan bu son değişiklik, AKP’nin, rektör adaylarının üniversitelerinde seçimle belirlenmesine ve birkaçında da olsa üniversite seçimlerinde istemedikleri kişilerin yüksek oy almasına bile tahammül etmemesinin sonucudur. Çünkü atanan yandaş rektörler üniversitelerini AKP’leştirmek için canla başla çalışsalar da, hâlâ özerkliğe, laiklik ve bilimselliğe özen gösteren rektörler, üniversiteler ve akademisyenler bulunmaktadır. Örneğin Boğaziçi Üniversitesi rektör adayı belirleme seçimlerinde, bir adayın oyların yüzde 86,5’uğunu alması, onlar için yeterli olmamaktadır. Onlar için, 300-500 akademisyenin yıllardır beraber çalışıp tanıdığı kişiler arasından rektör adayı belirlemesi kaos yaratırken, 21 kişilik olan AKP’leşmiş YÖK’ün, 200 kadar üniversite için 600 aday belirleyecek olması, nasıl oluyorsa kaos kaynağı değildir! Çünkü onlar için önemli olan, her istediklerini yapacak yandaş rektör atamaktır; böylece “Hedef 2023”e ulaşmak, onlar çok daha kolay olacaktır.
Bu noktada önemli olan, cumhuriyet değerlerine sahip çıkanların ne yapacağıdır!

Rıfat Okçabol
SOL

Başkanlığın rengi, son KHK ile iyice belli oldu - ORHAN BURSALI

Cumhurbaşkanlığı cephesinde beklenen olayları yaşamaya başladık. Son iki Kanun Hükmünde Kararname ile ülkedeki demokratik haklar ve özgürlükler biraz daha kısıtlandı; nefes alma yollarının mengenesi biraz daha sıkıştırıldı. Demokratik devlet yerine güvenlik devleti yetkileri artırıldı. “FETÖ’cü, solcu, PKK’li” damgası vurularak, binlerce kişi daha devletin kapısının önüne kondu. Buna karşılık bazı göreve iadelere yer verildi. Terörün, geniş temizlik için fırsatçılık yarattığı kanısı yaygın.
Gelen feryatlara bakıyorum, başka bir şey düşünemiyorum.
Mesela:
“Bugün 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı. Benimse bayramım buruk yüreğim yanık. İki oğlumla okula gittik. Biri 1. sınıf diğeri anaokulu. Bilmiyorlar ki anneleri göz yaşlarını içine akıtıyor. Bağırmak istiyorum, bağıra bağıra haykırmak... Asla hiçbir terör örgütü, dini grup, cemaat, siyaset.. vb hiçbir zaman karışmadım. Ama ihraç edildim. Allah biliyor sabret. 37 yıl öğretmenlik yapmış babanın öğretmen kızı Gülşen Bulut, her bayramı okulda coşkuyla kutlayan... İmtihan çok zormuş. YANIYORUM… Cumhuriyet Bayramınız kutlu olsun.”

Üniversitelere 1981 darbesi düzeni

KHK’lerin en önemli maddelerinden biri, üniversitelere rektör atama konusu. 1980 askeri darbecilerinin 1981 yılında aldıkları kararla rektör atama yetkisi “Cumhurbaşkanı’na” verilmişti. Yani darbeci Kenan Evren’e. 1992’de ise bir düzeltme yapılmış, üniversitelere sandık konmuş, en çok oy alan 6 aday arasından YÖK üçünü Cumhurbaşkanı’na sunar olmuştu. Bu bile komik bir seçimdi, çünkü akademiyanın tercihi genellikle rektörlüğe gelemiyordu.
Şimdi Evren gibi Cumhurbaşkanı, YÖK’ün önerdiği 3 kişi arasından rektörü atayacak. YÖK seçmezse kendisi seçip atayacak. Boğaziçi Üniversitesi Rektörü’nü Beştepe 4 aydır atamıyor. Mesele anlaşıldı. Kısa bir süre önce Cumhurbaşkanı rektörleri Beştepe’ye toplamış ve yüzlerine üniversitelerden rektörlük seçimini kaldıracağını söylemişti.
Burada temel soru, RTE ve adamlarının, örneğin seçilmiş Boğaziçi Üniversitesi (BÜ) Rektörü’nden duydukları rahatsızlık nedir? FETÖ’cü müdür yoksa PKK’li mi? Yoksa CHP’li mi? Rektörün belki de AKP’li olmadığına, demokrat bir insan olduğuna ilişkin kanaatleri veya duyumları, onu atamamak için yeterli bir neden oldu...
Beyefendi, acaba BÜ için nasıl bir rektör planlıyor? Üniversitenin nesinden şikâyetçi? Bilimsel araştırma düzeyinden mi, eğitimin kalitesinden mi, nesinden? Eğer böyle gerekçeleri varsa, BÜ’ne gelinceye kadar en az 180 üniversite sayabilirim kendisine... Öyleyse niyet başka.. Nasıl ODTÜ ve bilimsel niteliği konumu ile bir sorunu varsa, BÜ ile de aynı sorunları yaşıyor olabilir.

‘Benim gibi düşünecek biri’

RTE acaba neden her üniversitenin başına kendi gibi düşünecek ve davranacak birisini atama ihtiyacı duyuyor?
Üniversitelerin iki önemli görevi var: Kaliteli bir öğrenim ile ülkenin ihtiyacı olan kaliteli insanlar, uzmanlar yetiştirmek. Ve tercihen yüksek değerli bilimsel araştırmalar yapmak. Buna, mahalli ve merkezi ülke sorunlarına çözümler önermeyi de katabilirsiniz.
Bunlar ancak özgürlükler ve liyakat temelinde gerçekleşebilir. Özgürlükleri boğarak ve akademiyanın bıyık altından güleceği ve liyakatını kabul etmeyeceği yöneticiler atayarak ülkeye ancak zarar verirsiniz.
Ama bu yazdıklarımız kimin umurunda? Düşüncelerde, bilimsel kriterler değil, kafalardaki toplum mühendisliği şablonları olduğu sürece, bu ülke ve üniversiteler daha çok çekecek.
1980 Anayasası’na her gün küfür et, sonra gel o dönemin askeri muktedirine verilen yetkilerin aynısını üstlen... Bunun tek izahı olabilir; örtüşme. Farklı izahları dinlemeye hazırım. RTE, BÜ’ye seçilen rektörü atayarak da bizim ağzımızın payını verebilir!

‘ABD ile yüzde 90 aynı olacak’ 

AKP yetkilisi Şentop “Başkanlık önerimiz, yüzde 90 ölçüde ABD sistemiyle aynıolacak” diyor.
Bu aldatıcı bir kıyaslamadır. Yüzde 90 hatta yüzde 98 örtüşebilir, fakat öyle iki maddede ayrışırsın ki, karşımıza diktatörlüğe giden yetkilerle donatılmış bir anayasa çıkartırsın.
Başkana kanun çıkarma yetkisi verecek misiniz?
Sanırım evet. Ve özellikle devlet kurumlarına, yargıya vb her şeyi belirleyici atama yetkisi de vereceksiniz. Tek adamın Meclis üzerinde üstünlüğünü önereceksiniz. Sonra da buna kuvvetler ayrılığı diyeceksiniz. Sanırım birazdan böyle bir öneri önümüze düşecek.

NOT: Bülent Tezcan’a çok geçmiş olsun. Ortalık siyaseten katil ruhlularla kaynıyor. Tetikçiler her an hazır ve nazır...

Orhan Bursalı
CUMHURİYET

30 Ekim 2016 Pazar

Cumhuriyeti Yok Edemediler - GÜRAY ÖZ

Eskiler, yani bizden daha yaşlı olanlar, uluslaşma sürecinin parçası olan Dil Devrimi’nin yeni sözcüklerini kullanmaya özen gösterir, aynı zamanda karşılığı henüz bulunamamış ya da yerleşmemiş sözcüklerin eskilerini de öyle rastgele değil yerli yerinde kullanmaya özen gösterirlerdi. “İdrak” bunlardan biridir. “Cumhuriyetimizin 50 yılını idrak ettik” derlerdi örneğin. Yani “anladık, kavradık, ona ulaştık, onu algıladık” derlerdi.

***
İktidar sahipleri ve kimi liberaller değil ama bizler Cumhuriyetin 93. yılını idrak ettik. Yeminli düşmanlarının, “zamanın ruhuna” uymayı çağdaş olmakla karıştıranların idrak etmelerini beklemiyoruz. Çünkü onlar uluslaşma sürecinin sıkıntılarını değerlendiremiyor, tuhaf özgürlük anlayışlarıyla hedefe doğru gidişin temel taşı olan laikliği kavramakta zorlanıyorlar. Aklın özgürlüğünü, laikliği savunanları “laikçi” diye küçümsemeleri bundandır. Özellikle de kör inancın kapattığı kadının kapatılışını “özgürlük” diye savunurken gerçek özgürlüğü yalnızca kendileri için icat edilmiş saydılar.

***
Uluslaşma sürecini yaşayan Cumhuriyetin gelişme ufku demokratikleşme yönündeydi. Bunu daha kurtuluş yıllarında, daracık bir alana sıkışmış topraklarda, 30’u aşkın yörede topladığı kongrelerle göstermişti. Cumhuriyet o kongrelerin devamıdır. Genç Cumhuriyetin kendini toparlamaya çalıştığı dönemin sınıfsal kavgalarının gerçekçi bir haritasını ise Nâzım Hikmet Memleketimden İnsan Manzaraları adlı destanında anlatır. Kapitalizm güçlendiğinde, emperyalistlere karşı mevziler tek tek terk edildi, demokratik bir Cumhuriyet yerine, kendini sınırlamış, kapıları gericiliğe ardına kadar açılmış, inişli çıkışlı bir düzen egemen oldu.

***
Ama savaş bitmedi. Laiklik ve kadın hakları temelinde gelişme perspektifine sahip, demokratikleşme potansiyeli taşıyan Cumhuriyet yıkılmadı. O nedenle işe sıfırdan başlamayacağız. Yaşam biçimini, insan haklarını, düşünce özgürlüğünü, örgütlenme hakkını, işçi, emekçi sınıfların şimdi ellerinden alınmış olsa bile bilinçlerinde, toplumsal hafızada yaşayan kazanımları hayat bulacak. Büyük bir şımarıklıkla “tamam, teslim olun artık” diye efelenenler kazandıklarını yitirmek üzere oldukları korkusuyla, telaşıyla hırçınlaşıyorlar. Ellerinden kayıp gidiverecek bir zaferin korkulu sarhoşluğu içindeler.

***
Bu nedenle kimi arkadaşların “iş bitti, sıfırdan başlayacağız” saptaması yanlış anlaşılabilir kaygısı taşıyorum. Belki bu arkadaşlar bundan sonra eski dönemlerin hatalarından, kusurlarından kurtulma fırsatı olarak yeni bir Cumhuriyet tarif ediyorlar. Ama toplumlar fabrika ayarlarına döndürülmüş telefonlara, formatlanmış bilgisayarlara benzemez. Ne tarihe böyle bakılabilir ne de gelecek “redd-i mirasla”kurulabilir. Tarih böyle gelişmiyor, böyle yapılmıyor. Kısacası, Cumhuriyeti korumak, laiklik karşıtlarıyla her alanda savaşmak edilgen bir tutumu değil arkadaşların her zaman kanıtladıkları gibi devrimci bir ruhu ifade eder.

***
Demek ki mahallede, sokakta, okulda, fakültede, yazarak, çizerek, konuşarak, neredeysek orada “sathı müdafaa etmenin” her anlamda demokratik yollarını bularak devam edeceğiz. Bu, eskinin tarihsel bakılmadığı için sürekli gündeme getirilen “kusurlarını” değil, kazanımlarını tartışarak başarılabilecek bir iştir. Cumhuriyetin canını çok yaktılar, çok eksilttiler, çok kayıp var ama İsmet Özel’in en devrimci şiirinde dediği gibidir; “ölüyoruz, demek ki yaşanılacak.”

Güray Öz
CUMHURİYET

Osmanlı’yı diriltecek hiçbir güç yoktur - ORHAN BURSALI

İktidar sahipleri Cumhuriyet Bayramı’nı seviyor mu? Başka yapacakları hiçbir şey yok, sahiplenecekler. Cumhurbaşkanı en büyük kazanım demek zorunda kaldı. Kendi geçmişi, kimliği ve bulunduğu yer şüphesiz ki ona bunu söyletiyor. Hayatın en gerçek anıdır bu. 
Cumhuriyet, imparatorlukla birlikte padişahlığın da çöküşü ile kuruldu. Padişahlıkla birlikte hilafet de çökmüştü. Hayatın en gerçek bir başka anıydı. Milli Kurtuluş Savaşı “vatanı kurtarma” savaşından çok öte bir şeydi. Vatan kurma savaşıydı. Evet Osmanlı’nın kökeni Türklerdi, Avrupalılar hep Türk derlerdi. Ama Osmanlı “Türk”değildi. Daha çok bir milletler topluluğunun yönetimiydi. 

Osmanlı İmparatorluğu’nu çökmekten, padişahlığı yok olmaktan hiçbir şey kurtaramazdı. Hiç... bir... şey. 
İlk tarihsel kanıt, tüm imparatorlukların bir şekilde yok olmaya mecbur olduklarıdır. 
Bu olay, yüzyıllar boyunca bir imparatorluğun yerini diğerinin alması şeklinde gerçekleşti. 
İkinci tarihsel kanıt, tüm imparatorlukların çökmesi ve yerlerini ulus devletlere bırakması kaçınılmazlığıdır. 
Bu adeta bir toplumsaltarihsel determinizm biçiminde gerçekleşti.

Çoktan çökmüştü Osmanlı


Osmanlı belki de 100 yıl daha çok yaşayan bir imparatorluk oldu. Ayakta kalması için hiçbir neden kalmamıştı. 
Avrupalılar bilimsel, teknolojik, savaş sanatı ve silahları, ekonomi ve ticaret.. yani bir büyük gücü ayakta tutacak ne varsa Osmanlılardan katbekat üstün duruma gelmişlerdi. 
Tekrar ediyorum: Osmanlı’yı ve padişahlığı yok olmaktan hiçbir şey kurtaramazdı. 
Tanzimat’lar, hem imparatorluğun hayatını uzatmak ve 
o dönemin “çağdaşlığını” yakalamak hem de padişahlığın yerine adım adım Cumhuriyetin temellerinin atılması süreçleridir. 
Kurtuluş Savaşı öncesi padişahlık şeklen vardı. İrade çoktan Cumhuriyetçilerin eline geçmişti. Cumhuriyet, nitelik ve yönetim biçimi olarak zaten vardı. 
Kurtuluş Savaşı süreçlerini padişahlık yönetmedi. Cumhuriyetçiler her şeyi kurdu, 29 Ekim’de de şeklen ilan edildi. 
Meclis’te buna karşı çıkanlar, nasıl bir tarihsel süreçte yaşadıklarının bilincinde olmayan, kendine güvensiz, kafası özgür olmayanlardı. 
 
Abdülhamitçi olan Cumhuriyetçi olamaz
 
Evet gerçek bu. Bu yönetimin kafası, dünyayı kavramaya yetmiyor. 
Osmanlı’nın devamıyız, Yeni Osmanlıyız diyenlerin, Abdülhamitçilik cakası satanların dünyayı anlamaları sıfır. 
Ne Abdülhamitçi olabilirler, ne Osmanlı’nın kaybettiği toprakları geri alabilirler. Bu aslında Osmanlı’nın asla çökmemiş olduğuna ilişkin bir halüsinasyondur. 
İktidarı uyandıracak olan, ancak büyük bir bela olabilir. 
Fakat başlarına gelecek bir bela ne yazık ülkenin tümünü derinlemesine etkileyecek ve Kurtuluş Savaşı’nın tüm kazanımlarını bile tartışma konusu yapacaktır. 
Zaten Lozan’ı tartışmaları da budur. Sözde Osmanlı’yı mezarından diriltecekler. 
Ne Abdülhamitçi olabilirler, ne Lozan’ı reddedebilirler, ne Musul da Musul laflarının bir karşılığı olabilir... 

Ne de ÖSO’nun arkasında, Esad’ı çökertebilir ve Suriye’de kendilerine bağlı bir askeri ÖSO bölgesi ve yönetimi kurabilirler. ÖSO, Suriye’den “pay alma” örgütlenmesidir. Kurulmasını bekledikleri “masa” da bu güçle “hak sahibi” rolü oynamanın adıdır. 
Bu tehlikeli bir oyundur. Suriye’nin birliğini değil parçalanmasını hedef alma girişimidir. İyi niyetli bir ÖSO’nun yapacağı tek şey, Suriye yönetimi ile ittifak ve birlikte harekettir. Tersine ÖSO ile Suriye güçleri, karşılıklı askeri cephelerdir.

Kazançlı mı çıkmak istiyorsunuz?
 
İktidar uçaklarını Suriye’de bağımsız uçuramıyor yine... 
Ruslar, bu kez Suriye’yi öne sürerek, vururuz dedirtiyor. 
Suriye’den hak sahibi olma politikası, bu ülkeyi parçalar ve buradan korkularınız gerçek olur. 
Bunu görmüyor musunuz? Görüyorlar da son kartlarını oynuyorlar. Son karttan sonra Esad ile işbirliği var. Kucaklaşacaklar, oradaki hayatın tek gerçeği bu. 
Şu gerçeği, olguyu anımsatayım: Bu kucaklaşmayı ne kadar erken yaparsanız o kadar fazla kazancınız olur. Ne kadar geç, o kadar büyük kayıp. 
Ankara’da bunu görecek kimse yok mu? 
Bırakın hayalleri, Cumhuriyete sahip çıkın. Bu ülkeyi bize armağan edenler; çok yaşayın, ebedi yaşayın...

Orhan Bursalı
CUMHURİYET

Cumhuriyet uzun bir yürüyüştür - ALİ SİRMEN

Sesinden de belli oluyordu ki, yıllar aziz sınıf arkadaşımın okul sıralarındaki enerjisini, azmini solduramamıştı. 
Tok sesi telefondan taşıyor, sanki dalga dalga odayı kaplıyordu: - Biz bu Cumhuriyeti sokakta bulmadık! Cumhuriyet, eninde sonunda kendine yönelen tehdidi ezer geçer. İnan bana! - Seni ve senin gibileri görünce tabii ki inanıyorum, hiç kuşkun olmasın, dedim. 
 
Haklıydı. Biz bu Cumhuriyeti sokakta bulmamıştık, kendiliğinden bir anda oluşmuş da değildi. Salt bir adamın iradesinin ürünü olarak gelmemişti ki, başka bir adamın iradesiyle yok edilebilsin. 
Uzun bir yürüyüştür Cumhuriyet, muştuları 1923’ten çok daha gerilere giden... 
Tarihe iyi bakanlar, saltanatın Taif zindanında öldürttüğü Mithat Paşa’da (1822- 1884) Cumhuriyetin ilk müjdecilerinden birini görürler. 
Ve 1884’te, Mithat Paşa’yı Taif’de boğduran saltanat ne akıbetini önleyebildi ne de Cumhuriyet’i engelleyebildi. 
Çanakkale destanını kanıyla canıyla yazan öğrenci- asker şehitlerdi Cumhuriyet’in habercileri. 
Fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, eğitimci şairdi, Cumhuriyetin habercisi.

***
Önce her biri kendi yöresinde, işgale, istilaya, zillete karşı direnmek için bir araya gelen, yerelden bölgesele sıçrayan, oradan ulusala geçen, bağımsızlık ve istiklal ateşini, Anadolu’nun dört bir yanında çoban ateşleri gibi yakan 29 kongreden süzülüp gelmişti Cumhuriyet.

Cumhuriyet, halk iradesinin ifadesi olan savaş içinde tohumu atılmış, filizlenip gelişmiş savaş demokrasisinin imbiğinden geçerek, her gün kendi doğumunun muştusunu vermiş bir ulusun uzun yürüyüşüdür. 
Bağımsızlık ve özgürlük azminin haykırıldığı, milli iradenin yurdun dört bir yanında tutuşturduğu çoban ateşlerinin eseridir Cumhuriyet. 
O bağımsızlık ve özgürlük savaşını verirken, varlığının bilincine varmış, bir yandan oluşurken öte yandan aynı zamanda savaşan, savaştıkça oluşan bir ulusun eseridir.
Cumhuriyet, bir mazlum milletin kendi sınırlarını da aşan bir meydan okuyuşudur. 
O meydan okuyuş, Rönesansın, Aydınlanma’nın, Fransız Devrimi’nin kazanımlarının Avrupa dışı, Batı dışı, Hıristiyan dünyası dışı bir ülkede de, yaşama geçirilebileceğini, yani insanlığın bu kazanımlarının ve değerlerinin evrensel olduğunu haykırıyordu. 
Böyle olunca da Cumhuriyet’in zaferinin de, bozgununun da evrensel olması kaçınılmazdı. 
Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti’nin anlamı, bir ulusun, bir toplumun sınırlarını çok aşıyordu.

***
Cumhuriyet, kuldan yurttaş, giderek özgür birey yaratmaya yönelik bir evrensel devrimdir. 
Bugün Cumhuriyet’in, tarihinin, önderlerinin, değerlerinin, ilkelerinin tartışma konusu edilmesinde, kimileri tarafından yadsınmasında bir anlamda şaşıracak bir yan yoktur. 
Bütün devrimlerin kaderidir bu. 
Bastille Hapishanesi’nin basılmasından 200 yıl sonra, 1989’da Fransa kendi 1789 Devrimi’ni tartışıyordu. “Devrim olmasaydı, daha iyi olurdu” diyenler çıkıyordu; kurumları, kahramanları, olaylarıyla enine boyuna yadsınılıyordu Fransız Devrimi. 
Bu olgu Fransız Devrimi’nin hâlâ canlı olduğunun kanıtıydı. Hiçbir devrim, bir kerede kazanılıp sonra kulağının üstüne yatarak korunmaz. 
O yaşayan bir olgudur ve ancak hak edilirse korunabilir. 
Devrimin kazanımlarının hak edilmesi, ancak, her an savunulmasıyla mümkündür. 
Bütün devrimler gibi Cumhuriyet de ancak her gün yeniden hak edilmek için savaşmakla korunabilir. 
Her devrimin, her zaman karşıtları, Cumhuriyet’in de bütün devrimler gibi her zaman yıkmak isteyenleri olacaktır. 
Bunlarla karşılaştığımızda unutmayalım ki biz bu Cumhuriyet’i sokakta bulmadık, birden kendiliğinden de oluşmadı. 
Cumhuriyet uzun bir yürüyüştür, durmadan, bıkmadan, usanmadan sürdürülecek, bir uzun yürüyüş. 
Kim bu yürüyüşün zahmetsiz, tehlikesiz, kolay ve rahat olacağını iddia etti ki?...

Ali Sirmen
CUMHURİYET