10 Mayıs 2017 Çarşamba

Döviz sorusuna manidar yanıt - ÇİĞDEM TOKER

İhtimal o ki, “yüzde 1621 oranında artış” diye bir ifadeyi daha önce görmediniz. Kulağa öyle tuhaf geliyor ki, bir yanlışlık olmasın diye dönüp tekrar okuyor insan. Ocak-nisan döneminde Hazine kasasındaki nakit açığı, geçen yılın aynı dönemine göre yüzde 1621 artarak 26.2 milyar TL’ye çıkmış. Bu hesap, uzun yıllar Hazine müsteşarlığı yapmış bir isim olan Faik Öztrak’tan geldi. Tekirdağ milletvekili Öztrak, Hazine rakamlarını yorumladığında mali disipline neler olduğunu daha iyi görmek mümkün. 

 
Referandum ayı nisanda ise 12 aylık nakit açığı bütün zamanların nakit açığı rekorunu kırmış: 62.9 milyar TL: 
 
Şimdi bu tabloya biraz daha netlik ayarı yapan bir başka gelişmeden söz edelim. Köşenin düzenli okurları anımsar. Hazine’nin bu yılın başında Ziraat Bankası aracılığıyla döviz piyasasında 250 milyon dolar sattığı yolundaki duyumu ve bunun üzerine Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek’e yöneltilen sorulara yer vermiştik. 
 
Bu sorular önemliydi çünkü normal koşullarda Merkez Bankası’nın yapması gereken işlemler Ziraat Bankası’na yaptırıldığı kuşkusu doğmuştu. Yasaya göre Ziraat Bankası, Merkez Bankası’nın mali ajanı. Diyelim ki, bir ilçede -Merkez Bankası şubesi olmayacağı için- Hazine’den çıkan maaş ödemeleri, Ziraat Bankası kanalıyla yapılıp, daha sonra Merkez Bankası’na aktarılıyor. Bu işin, harcama kısmı. Ziraat’in Merkez Bankası’yla “muhabir banka” ilişkisi, gelirler yönünden de benzer nitelikte. Yani X şehrinde toplanan vergiler Ziraat Bankası üzerinden aktarılıyor. 

***

Konunun özü, sahipliği Hazine’de bulunan Ziraat Bankası, ancak Merkez Bankası şubesinin olmadığı yerlerde Hazine işlemleri yapabiliyor. İzmir Milletvekili Aytun Çıray’ın 5 Nisan 2017 tarihli soruları, ayrıntılı ve iktidarın referandum döneminde yaptığı kuşkusu yaratan hesapsız harcamaları da ima ediyordu. Mesela, Merkez Bankası’nın yasal ve teknik altyapısı yeterliyken, satışın niye Ziraat aracılığıyla yapıldığı, işlemin bir defalık olup olmadığı, sebebin, siyasi mi yoksa ekonomik mi olduğu, eğer bir zarar ortaya çıkarsa, bu zararı Ziraat’in mi Merkez Bankası’nın mı üstleneceği gibi...
Her biri diğerinden önemli sorulara, (vergilerimizi ilgilendirdiği için) beklenenden kısa bir sürede yanıt gelmiş. Hazine Müsteşarı adına Kamu Finansmanı Genel Müdür vekili Mehmet Emre Elmadağ’ın imzasını taşıyan yanıt, kısa ama fazlasıyla manidar. 
 
4 Mayıs 2017 tarihli yanıtta, Merkez Bankası’nın Hazine’nin mali ajanı olarak hareket ettiği bilgisi tekrarlanıyor. Keza, yasaya göre Ziraat’ın, eğer Hazine isterse, gerek yurtiçi gerekse yurtdışında her türlü Hazine işlemlerini yapabileceği veya yaptırabileceği vurgulanıyor.
 
İkinci paragraf şöyle:
“Bu kapsamda operasyonel ihtiyaçlar çerçevesinde Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası ile Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankası A.Ş arasındaki yurtiçi muhabirlik hizmetleri anlaşması dahilinde ve Hazine Müsteşarlığı ile eşgüdüm içerisinde, zaman zaman yurtiçi muhabir banka aracılığıyla da işlemler gerçekleştirilebilmektedir.”
 
Sorularda net olarak ifade edilen dövizin tutarı, müdahale sayısı, müdahale zamanı, sıklığı anılmıyor. Ama bu genel cevaptan, soruların birçoğunun teyit edildiği yorumunu çıkarabiliriz. Eğer Ziraat Bankası gerçekten döviz piyasasına müdahale etmemiş olsa, cevabın bu berraklıkta verilmesinin önünde ne engel vardı? Belli ki ayrıntıya girme cesareti gösterilmese de yapılan işlemler bütünüyle cevapsız bırakılmak da istenmemiş. Hazine’nin kurumsal olarak kendisini pek konforlu hissetmediği verilen cevaptan hissediliyor. Yanı sıra, piyasa müdahalesinde ağırlık merkezinin Merkez Bankası’ndan Saray’a doğru kaydığı da anlaşılıyor.
 
Merkez Bankası için anılan “amaç ve araç bağımsızlığı”nın sahipliği Hazine’de, dolayısıyla “siyaset kurumunda” olan Ziraat Bankası’nda bulunmadığını anımsatalım. Ve tabii en büyük ve en köklü kamu bankasının Türkiye Varlık Fonu kapsamında olduğunu da.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Bizi kitabın şerrinden koru ya Rabbi!’ - TAYFUN ATAY

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Haliç Kongre Merkezi’nde düzenlenen 17. Uluslararası Münazara Turnuvası’nın ödül töreninde yaptığı konuşmada okumanın, araştırmanın, muhakeme ve mukayese etmenin önemine değindikten sonra, “Okuma derken 140 karakterlik sosyal medya okumalarından bahsetmiyorum” diye eklemiş. Arama motorlarındaki kaynağı belirsiz bilgi kırıntılarını da malumatfuruşluk (bilgiçlik taslama) olarak niteleyip sözü gerçek anlamda okumaya, yani “yazılı kültür”e getirmiş.
Herkesin altına imza atacağı şu ifadelerine bakalım onun:
“Batı’da onar bin, onar bin, hatta yüzer bin, yüzer bin basılan kitapların bizde bin, bin basılması ve doğru dürüst satılmaması üzerinde çok düşünmemiz gerekir diye düşünüyorum. Elimizdeki cep telefonlarının görünürlüğü kadar kitapların görünürlüğünü sağlamadan bu meseleyi çözemeyiz. Kendimizi kandırmayalım. Ülkemizdeki mesele, kitap bulamama, kitaba ulaşamama değil, kitap okumama sorunudur.”



Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerini gazetelerde okuduğumuz aynı gün Cumhuriyet’te yer alan bir başka haber, Belge Yayınları’na yapılan polis baskınında 2200 kitaba el konulduğunu bildiriyordu!..
40 yıllık yayınevinin, bandrol yasası olmadığı 1970’lerde ve 80’lerde basılmış kitapları herhangi bir toplatma kararı bulunmadığı halde “bandrolsüz kitap” bahanesiyle, adeta baskın basanındır dercesine toparlanıp götürülmüş. 

***

Cumhurbaşkanı’nın “Kendimizi kandırmayalım” deyişinden hareketle açalım tartışmanın önünü!..
Evet, kendinizi kandırmayınız! Kitabı böyle sözde önemser görünseniz de özde önemsemek şöyle dursun, kitabı da, kitap okuyanı da, kitap yazanı da tehdit ve tehlike saydığınız, hissettiğiniz, addettiğiniz ortada.
Batı’da onar bin, yüzer bin basılırken bizde biner biner basılan kitaplardan bahsediyorsunuz da işte biner biner polis tarafından da toplatılıyor o kitaplar. Onar, yüzer bin basıldığında bu, polisin işini zorlaştırmaktan, külfeti artırmaktan öte ne işe yarayacak ki?!
Evet, kendinizi kandırmayınız! Değil mi ki “Bizleri bilhassa okumuşların şerrinden muhafaza eyle ya Rabbi” diyen imamların dualarına âmin dediniz.
Değil mi ki okuma oranları arttıkça kendisini hafakanlar bastığını söyleyen, cahil ve okumamış halka daha çok güvendiğini belirten yandaş üniversite yöneticileriniz, akademi bürokratlarınız var.
Değil mi ki iktidarınızın temeli, kitabî öğrenme, değerlendirme, çözümleme, muhakeme ve münazara etme takatine sahip olmayan, şifahî, hamasî ve sathî bilgiyle yetinen okumaz-yazmaz kitlelere dayanıyor en çok.
Referandum sonuçları göstermedi mi? Sadece AKP’ye karşı olan değil, ama AKP’li eğitimli kesimden bile “Hayır” oyları fışkırdı.
Demek ki eğitim düzeyi arttıkça, kitapla ilişki sıklaştıkça, seyrin sarhoşluğundan okuma ile ayıktıkça AKP’nin de, onun reisinin de işi zorlaşmakta.
Eğitim düzeyi düşükse, kitapla aramız yoksa, seyrin ezici hâkimiyeti geriye sadece 140 karakterlik mesajları okumaya yetecek enerji bırakıyorsa, orada bu iktidarın eli güçlü oluyor. 

***

Daha önce yazdık, tekrar kaydedelim: Türkiye, sözlü folk kültürden görsel kitle kültürüne sıçrama yapmış bir toplum.
Bizim dişe dokunur, Batı’da olduğu gibi yüzyıllara yayılmış bir yazılı kültür evremiz olmadı. Halk masallarından, âşık koçaklamalarından, kahramanlık menkıbelerinden önce Malkoçoğlu, Battal Gazi, Kara Murat’lara, şimdilerde de işte “Polat Alemdar”, “Diriliş Ertuğrul”, “Payitaht Abdülhamid”lere ışınlanmış bir kitle var ortada.
AKP’nin de, Erdoğan’ın da beslendiği kitle bu…
O yüzden Cumhurbaşkanı’nın başta işaret ettiğimiz “isabetli” sözleri, aslında kendi bindiği dalı kesmesine neden olabilecek mahiyete sahip.
Çünkü Erdoğan, siyaseten tam bir kitle kültürü fenomeni.
Sözlü kültürden görsel kültüre sıçramış, itaatkârlıktan eleştirelliğe yönelimin önünü açacak yazılı kültür evresini es geçmiş bir “dinleyici ve izleyici” kitlenin, bu Türkiye ortalamasının haline karşılık geldiği ölçüde bugün olduğu yerde o…
Yazılı kültür, sadece okuryazarlık da değil. Yazılı kültür insanı, okumadan duramayan insandır.
Okuyan, hep okuyan, okumadan duramayan, insana duya duya artık kabak tadı vermiş klişelerle;
“Bir olalım, iri olalım, diri olalım”la;
“Tek millet, tek vatan, tek bayrak, tek millet”le;
“Beraber yürüdük biz bu yollarda” ya da “Dombra-Recep Tayyip Erdoğan” nakaratlarıyla;
Rabia işaretleri, vesaire ile etki edemezsiniz. 

***

O yüzden başkasını aldatsak da…
Evet, aynen dediğiniz gibi, lütfen kendimizi aldatmayalım!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

9 Mayıs 2017 Salı

Ekonomide üç tehlikeli sinyal - HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

Enflasyon, döviz pozisyonları ve kamu maliyesi Türkiye ekonomisine dair tehlikeli sinyaller veriyor. Orta-uzun dönemde ekonominin selamete çıkması ihtimali düşüyor. 

16 Nisan referandumu sonrası, “belirsizliğin ortadan kalkması”, “istikrar arayışı” benzeri argümanlarla ekonomide bir iyimserlik rüzgârı estirilmeye çalışılıyor. Bol kepçe krediler, vergi indirimleri, garantiler, referandum ulufeleriyle piyasada geçici bir hareketlilik yaratılması, 2017 ilk 6 ay büyüme rakamlarının göreceli yüksek gelmesi mümkün. Ne var ki, üç kritik noktadan, “enflasyon, döviz pozisyonları, kamu maliyesi” tehlikeli sinyaller geliyor. Orta-uzun dönemde ekonominin selamete çıkması ihtimalini aşağı çekiyor.

Enflasyon şaha kalktı
Bilindiği gibi Nisan ayında tüketici fiyat endeksi (TÜFE) bir önceki aya göre %1,31 arttı. Bu 2016 Aralık ayından bu yana %5,71 sıçrama anlamına geliyor. Yıllardır bir türlü tutturulamayan “%5 enflasyon hedefini” henüz dördüncü ayda aşmak “başarısı” gösterildi. Mayıs ayında %0,79’luk bir artış bile, 2017 orta vadeli programdaki (OVP) %6,50 tahmininin üzerine çıkılması anlamına gelecek. Merkez Bankası Nisan Enflasyon Raporu’nda 2017 TÜFE beklentisini %8,50’ye çekti. Bu da ilk dört ayda hedefin %67’sinin şimdiden tüketildiğini, sekiz aya ancak %33 kaldığını gösteriyor.
Nisan rakamlarıyla yıllık TÜFE enflasyonu %11,87’ye dayandı. Halbuki 2016’nın aynı döneminde %6,57’de, yani %5,30 daha aşağılardaydı. Özellikle döviz kurlarında yükselişin etkisiyle enflasyonun niteliksel bir artış trendi içerisine sürüklendiği gözleniyor. 2016’nın Mayıs-Eylül’ü içeren 5 aylık döneminde enflasyon toplam %2,10 artmıştı. Demek ki, önümüzdeki 5 ayda enflasyondaki küçük bir kıpırdama bile son çeyreğe iki haneli enflasyonla girilmesine  neden olacak. 2016’nın Ekim-Aralık döneminde, “dolar etkisi”nin de devreye girmeye başlamasıyla tüketici fiyatlarının yönü %3.60 yukarıydı. Belki 2017’nin son çeyreğinde enflasyonda göreceli bir düşüş gerçekleşse de, 2017’nin tek haneli rakamlarla kapatılması mümkün görünmüyor. Zaten IMF’nin enflasyon tahmini de %10,1’e çekildi.

Yurt içi üretici fiyatları da (Yİ-ÜFE), Nisan ayında 0,76 artışla, son 12 aylık dönemde %16,37’ye tırmanmış oldu. 2016’nın aynı ayında Yİ-ÜFE, enerji fiyatlarındaki düşük seyrin de etkisiyle sadece %2,87’ydi. Demek ki 1 yılda %13.50 lik bir artış gerçekleşmiş. Bunun da tüketici fiyatlarına yansıması kaçınılmaz hale gelmiş. Son 1 yıllık artış imalat sanayiinde %18.27, ara mallarında %22,12 olmuş. Dünya Gazetesi Emtia Fiyat Endeksi’ne göre bakırda %48,5, kalayda %46,6, kurşunda %35,7, mazotta %30,1 fiyat artışı gerçekleşmiş.

2002’de iktidara geldiğinden beri piyasa toplumuna teslim olmuş, ama onun gereği faiz artışlarını zamanında gerçekleştiremeyince, dövizin patlamasını engelleyememiş bir rejimin enflasyonun önü niye alınamıyor diye şikâyet etmeye hakkı yok. Bu artıştan geçim koşulları en fazla etkilenen emekçilerin ve emeklilerin ise, önümüzdeki dönemde hak kayıplarını en aza indirmek için direnmekten başka çareleri bulunmuyor.

Dövizde tuhaf hareketler gözleniyor
Dolar kuru 2017 Ocak’ında 3,92’leri gördükten sonra, küresel iklimdeki rahatlamanın da etkisiyle geçen hafta 3,55 düzeyinde dengelenmiş göründü. 4 aylık dönemdeki bu aşağı doğru hareket, doğal olarak ekonomik aktörlerin TL’ye güvenlerinin arttığı, dövizden yerel paraya döndükleri izlenimini verebilir. Gelgelelim rakamlar bu tezi yalanlıyor.
ekonomide-uc-tehlikeli-sinyal-283781-1.

Şöyle ki, dövize yönelip yastık altına para atanlara, otoriter rejimden tedirgin olup yurtdışına fon aktaranlara ilişkin çevremizden duyduğumuz izlenimleri bir yana koysak dahi, döviz tevdiat hesaplarında düşüş bir yana, ciddi bir artış gözlemleniyor. Tablo- 1‘den görülebileceği gibi toplam döviz mevduatı 2016 sonundan bu yana 23.7 milyar dolar artmış. Referandum ertesindeki 1 haftalık dönemde ise 7 milyar dolar yükselmiş. Düşen dövizle pozisyon açığını kapatmaya çalışan reel şirketler tezi de durumu tam açıklamıyor. Çünkü gerçek kişiler de, tam 7 milyar dolarlık alım yapmış.
ekonomide-uc-tehlikeli-sinyal-283782-1.
“Yabancılar borsaya, DİBS’lere yöneliyor, TL piyasasından alım yapıyor,” yaklaşımı da trendi açıklamaya yetmiyor. Tablo-2’den görüleceği gibi, o lanetlenen “Hanslar-Georgeler” gerçekten Türk varlıklarına bir ölçüde iltifat etmişler, ne var ki toplam para girişi 3 milyar dolar civarında kalmış.

Merkez Bankası brüt döviz rezervleri de, 2016 sonunda 92,1 milyar dolardan, 28 Nisan’da 85,0 milyar dolara gerilemiş. 7,1 milyar dolarlık erozyon bir ölçüde TL’ye destek olarak yorumlanabilir. Öte yandan rezervlerdeki bu kanamanın TL’ye olan güveni zedeleyip, dövize yönelişi tetiklemesi de beklenebilirdi. Öyleyse, resmi döviz hareketlerinden izini bulamadığımız ciddi bir para girişi gerçekleşti. Sınırlı parite etkisini bir yana bırakırsak, bu döviz akını doları aşağı çekerek 3,55’lere getirdi. Halk arasında ilginç “tevatürlere” konu olan, kaynağını teşhis edemediğimiz bu esrarengiz paranın yarın ülkeyi terk etmesi söz konusu olursa, görün o zaman gümbürtüyü…

Kamu maliyesi de çatırdıyor
RTE rejiminin ekonomi cephesinde başlıca silahı, piyasa jargonuyla çıpası, “mali disiplin”di. Aslında küresel koşulların da izin vermesiyle, faiz yükündeki ferahlamanın etkisiyle, çok sınırlı bütçe açıklarıyla gemiyi yürütmek mümkün olmuştu. 2016’da, büyümenin %2,9’da kalması, kamu maliyesinde bir gevşemeyi meşru kılabilirdi. IMF bile sınırlı bir manevra alanı bulunduğunu teslim etti. Ama görünen tablo, referandum rüşvetlerinin de etkisiyle ipin ucunun kaçtığını gösteriyor.Merkezi yönetim bütçesi Mart ayında 19,5 milyar TL açık verdi. Bu tutar tarihi bir açığa denk geliyor. Ancak tüm 2016’da gerçekleşen 29,2 milyar TL, tüm 2017 için hedeflenen 46,8 milyar TL merkezi bütçe açığı rakamlarıyla karşılaştırınca durumun vehameti anlaşılabilir.

Görüldüğü gibi harcamalar patlarken, gelirlerin çakılması kötü bir gidişata işaret ediyor. Ocak-Mart 2017 bütçe rakamlarının alt kırılımlarına bakınca, personel giderleri 2016’nın aynı dönemine göre sadece %8,4 artarken, “sağlık, emeklilik, sosyal yardım” giderlerinin %42,9, tarımsal desteklerin %60,7 sıçradığı gözleniyor. Dahilde alınan KDV’de %2,9’luk, enflasyonun çok altında bir kıpırdama ise iç piyasadaki durgunluğu kanıtlıyor. Bu tablo bir yönüyle de referandumda oyları ayartmaya yönelik bir manipülasyonu gözler önüne seriyor. İşveren sigorta primi indirimi için Hazine’ye aktarılan 19,8 milyar TL, aslında menfaatin sade yurttaşa değil, sermaye kesimine sağlandığının vesikası. Beyaz eşya ve mobilya ürünlerindeki vergi indirimlerinin Eylül sonunda sona ermesi hem fiyatlarda artışa, hem de talepte bıçak gibi bir kesilmeye neden olabilir; dolayısıyla durgunluk içinde enflasyonun, yani “stagflasyonun” kapısını aralayabilir.

Kamu maliyesinde asıl kalıcı bozulmaya neden olacak üç mecra Demokles’in kılıcı gibi ekonominin üzerinde sallanıyor. Birincisi, Kredi Garanti Fonu (KGF) limitinin 250 milyar TL’ye çıkarılması, isteyene bol keseden kredi saçılması sonucu tahakkuk edecek 20 milyar TL’ye kadar zararlar, Hazine’ye dolayısıyla bizim gibi vergi mükelleflerinin sırtına yıkılacak. İkincisi, kamu-özel sektör işbirlikleri için verilen taahhütler giderek daha fazla bütçenin başını ağrıtacak. Üçüncüsü, portföydeki kamu işletmelerinin kârlarının ve özelleştirme gelirlerinin Türkiye Varlık Fonu’na aktarılmaya başlaması kamu açıklarını daha da tırmandıracak. Sonunda cari açığın yanına kamu açığı da eklenince, ekonomi “ikili açıkla” yüz yüze gelecek.





ekonomide-uc-tehlikeli-sinyal-283783-1.

Hangisi Kahraman? - ÖZGEN ACAR

Yücel Demirel’in yayına hazırladığı “Atatürk Belgeler, Elyazısıyla Notlar, Yazışmalar” adlı belgesel kitap Yapı Kredi Yayınları’ndan çıktı.
24 Nisan 1920… Meclis Başkanlığı’na seçilmesinden sonra kürsüde yaptığı konuşmanın el yazılı belgesi, o günkü ve bugünkü Türkçesi de kitapta yer alıyor. Konuşmadan alıntılar şöyle: 
(…) Hayatımın bütün evrelerinde olduğu gibi son zamanların krizleri ve felâketleri arasında da bir dakika geçmemiştir ki her türlü huzur ve rahatımı ve her türlü kişisel görüşlerimi ulusun mutluluk ve esenliği adına feda etmekten zevk duymayayım. 
Gerek askerî ve gerek siyasî yaşamımın bütün dönemlerini kapsayan uğraşılarımda her zaman ilkem, ulusun iradesine dayanarak milletin ve vatanın muhtaç olduğu amaçlara yürümek olmuştur. 
Bugün saygıdeğer kuruluşunuzun genel oyuyla oluşan ulusal güveni lâyık olduğumun çok üstünde görmekle beraber şahsım için bir gaye olarak değil, birlikte giriştiğimiz kutsal mücadelenin yöneldiği amaçlara ulaşmak için milletin bağışladığı bir dayanak olarak kabul ediyorum. 
Bu ulusal birliğin bana yüklediği sorumluluk, biliyorum ve hepiniz de bilirsiniz ki pek ağırdır. 
İçinde yaşadığımız eşi bulunmayan dakikaların güçlüğüne rağmen bu ağır ulusal sorumluluğun altına ancak saygıdeğer kurulunuzun yardımlarından ve daima doğruluk yolundaki mücadelelere yoldaş olan Allah’ın yardımından ümitli olarak çalışacağım. (…)”


***
Bugün o koltukta oturan İsmail Kahraman’ın yaşamından bazı kesitlere göz atalım: 
3 Mayıs 2017… TBMM Başkanlık Divanı toplantısından sonra üyelere verdiği yemekte HDP’li Sırrı Süreyya Önder’e dönerek “Sırrı Bey yemek duasını siz yapar mısınız” diye sordu. Önder, “Ben sekülerim (laikim)” deyince, AKP’li İdare Amiri Erdoğan Özegen’e duayı yaptırdı. 
23 Nisan 2017… Halkoylamasından sonraki bırakın Atatürk’ün adını ağzına almak, o koltukta oturmasına borçlu olduğu Anıtkabir’i bile ziyaret etmedi. 
22 Eylül 2016… Anıtkabir’e gitmedi, ama Dolmabahçe Sarayı’nda yapılan “Sultan 2. Abdülhamid Han ve Dönemi Sempozyumunu” açtığı konuşmasında “Hal edilmeseydi, Meriç Nehri ile Ağrı Dağı arasına sıkışmış olmayacaktık. Sadeliği ve temizliği seven müşfik, rikkatli, alabildiğine nazik, kibar bir devlet adamıydı!” dedi. 



25 Nisan 2016… “İslam İlkeleri Akademisyen ve Yazarlar Birliği’nin (AY-BİR)” toplantısında “1982 Anayasası’nda Allah ifadesi geçmiyor. Laiklik yeni anayasada olmamalıdır” diye konuştu.
***

7 Eylül 1967… Adli yılın açılışı töreninde dönemin Yargıtay Başkanı İmran Öktem şunları söyledi: 
“Türkiye’de bir İslâm Devleti ve hilâfet rejimi kurmak, Türk Milleti’ni dini esaslara dayanan bir hukuk düzenine sokmak isteyen ve bunun için gizli ve açık çalışan mistik hezeyan halindeki bir avuç meczûb, ruh hastası veya dini, kazanç metası haline getirmiş kimseler, saf ve cahil yurttaşın en temiz varlığını, itikadını, imanını geçim vasıtası yapmış olan bezirgânlar -o bezirgânlar ki, dinin emrettiğini yerine getirmezler, yasak ettiklerini gizli gizli yaparlar ve fakat dindar görünürler- evet bunlar ve bir takım hurafeleri dini esaslar gibi göstermeye kalkan ve bu suretle halkı uyuşturan kökü dışardaki yurt düşmanları daima hüsrana uğrayacaklardır.”

***
16 Şubat 1969… Dolmabahçe açıklarında demirleyen 6. Filo’ya karşı öğrencilerin yürüyüşüne işçi sendikalarının, meslek kuruluşlarının temsilcileri de katıldı. 
“Komünizmle Mücadele Dernekleri” ile “Milli Türk Talebe Birliği (MTTB)”, “Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin…” çağrısı yaptılar. 
Çağrı sonrasında 2 kişi öldü, 100 kişi yaralandı, bu olay tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçti. O tarihte MTTB Başkanı Kahraman’dı… 
1 Mayıs 1969… Dincilerin, bu sözlerini unutmadıkları ve görevdeyken ölen Öktem’e tepki olarak, dönemin MTTB’si “Dinsiz Öktem’in cenaze namazının kılınmasını önleme amacıyla” bir çalışma başlattı. 
3 Mayıs’ta 1969… Ankara Maltepe Camisi’nde Öktem’in cenaze töreni basıldı. Çoğunluğunu çember sakallı kişilerin oluşturduğu kalabalık ve bazı MTTB üyeleri namazın kılınmasını engellemeye çalıştılar. 
İmamlar da namazı kıldırmak istemeyince, İsmet İnönü CHP İl '42aşkanı Rauf Kandemir’e “Namazı kılınmadan gitmem” demiş ve orada bulunan Yargıtay üyelerinden Abdullah Polat Gözübüyük’ün kardeşi İzzet Gözübüyük namazı kıldırmıştı. 
Sonrasında tepkiler sürtüşmelere dönünce polislerin arka kapıdan çıkarma önerisini kabul etmeyen İnönü, öfkeli kalabalığa doğru yürüyünce, Tuğgeneral Nabi Alpartun tabancasını çekerek kendisine yol açmıştı. İnönü olaylar hakkında “Bu ikinci 31 Mart vakasıdır!” demişti. O tarihte MTTB Başkanı Kahraman’dı…
***

Yedi düveli yenip TBMM’yi kuran ilk başkan mı, yoksa günümüzdeki başkan mı kahraman?

Özgen Acar / CUMHURİYET

8 Mayıs 2017 Pazartesi

Önce tekbirler bozuldu! - TAYFUN ATAY

Başlık, bu gazeteye on yıllarını vermiş bir isim olan Oktay Akbal’dan esinlenme; onun 1946 yılına tarihlenen ilk kitabının adı, “Önce Ekmekler Bozuldu”dan…
Akbal, kitapta yer alan aynı adlı hikâyesinde İkinci Dünya Savaşı’nın kendi çocukluk ve gençlik döneminde yol açtığı ruhsal tahribatı anlatır. Şu satırlara bakalım:
“Ne olduysa o sonbahar oldu. Birden ‘savaş başladı’ dediler. Her şey birden değişivermişti. Biz barışta kaldık, yani vücutlarımız barışta kaldı, fakat ruhlarımız şehit düştü.
Aynen o hesap, dinin kutsal, ruhsal, manevi ve ahlaki önceliğini yitirip şu yalan dünyaya (“masiva”), onun çekişmesine, şiddetine, öfkesine, rüşvetine, kirine, pisliğine bulanmışlığını da “önce tekbirler bozuldu” diye değerlendirmek mümkün bugün...
Yani biz, yani vücutlarımız dinde, ibadette kalsa da imanımız şehit düşmüş durumda!..

                                                                             ***
 
Bu meseleyi geçen ay kitapçı raflarında yerini alan son kitabım, “Parti, Cemaat, Tarikat”ın giriş bölümünde işledim; “Tekbir ve Tekme” başlığı altında.
Orada tekbirin, Allah’ın büyüklüğünü, özellikle insanın insana zulüm, hiddet ve eziyetini ret yolunda vurgulayan, dolayısıyla insanda alçak gönüllülüğü (tevazu) öne çıkarmayı hedefleyen bir deyiş olarak ibadetin ayrılmaz parçasıyken;
Bugün, din adına kendi koydukları ölçü doğrultusunda toplumun bir kesimini ötelemeyi, ötekileştirmeyi, tekfir etmeyi (kâfir saymayı) iş edinmiş dinbaz siyaset erbabınca nasıl slogana ve bir kitlesel şiddet aracına dönüştürüldüğünü işaret ettim.
Tekbirin (Soma maden faciasında bir işçinin karnına AKP’li başbakanlık müşavirince patlatılan) “tekme” ile nasıl muteber ve eşdeğer hale getirildiğini kaydettim.
Tekbirin ve tekmenin böylesine hemhal oluşunu AKP’nin ayırt edici karakteristiği olarak not ettim.

                                                                                ***
 
Bunlar zor, hassas ve tehlikeli konular.
Çünkü birisi çıkar, kim olduğunuza, nerede yazdığınıza bakar ve sizin tekbire hakaret ettiğiniz çarpıtmasında bulunur.
Siz, tekbiri slogana dönüştüren karanlık ruh halinin dine zarar verdiğini anlatmak istiyorsunuzdur, ama bunu göz ardı eder, ettirirler.
Ta ki dindar kesimden biri, samimiyet ve cesaretle aynı soruna değinene kadar…
Geçen hafta böylesi bir yürekli ses, Karar gazetesinde Mustafa Çağrıcı’dan geldi.
İslam düşüncesinde ahlak anlayışı üzerine saygın çalışmalarıyla ve ibadette, camilerde kadının yeri ve temsili üzerine cesaret dolu “modern” yorumlarıyla tanıdığımız eski İstanbul Müftüsü Prof. Dr. Mustafa Çağrıcı, 3 Mayıs 2017 tarihli köşe yazısını “Tekbir” başlığı altında kaleme almış.
Orada bizim yukarıda eleştirisine gittiğimiz aynı hususta o da İslami söylem ve pratiğin içerisinden bir üslûpla serzenişte bulunuyor.

                                                                               ***
 
Çağrıcı hocanın, “dine ait olan bir şeyi –mesela tekbiri- dinin dışında kullanmak dine zulümdür” sözü, yazısının özeti niteliğinde.
Ancak yazı boyunca bu söze getirdiği açılımları da es geçmek mümkün değil. Mesela:
“Elbette bir Müslüman, Rabbi ile baş başa olduğunu düşündüğü zaman ve ortamlarda Allah’ı zikreder, tesbih ve tekbir okur, bu bir ibadettir. Ama bir statta, tezahüratta, protesto yürüyüşlerinde, din ile ilgisi olmayan bir toplantı ya da gösteride ‘Allâhu ekber’ gibi mübarek ve mukaddes dinî değerlerin ne işi var! (…) Dini, gönül dünyamızdan çıkarıp slogana, etikete, afişe taşıdığımızda bunun en büyük zararı dine, onun kutsallarına, samimi inananlarına olmaktadır.”

                                                                                ***
 
Prof. Çağrıcı yazısını, en başta Diyanet yetkililerinin bu meseleye ilişkin konuşması, yazması ve bu yanlışları yapanları bilgilendirmesi gerekmez mi sorusuyla noktalamış.
Yok, Hocam olur mu, Diyanet bu gibi “dini içten yıkan” meselelerle uğraşır mı hiç!..
İnsanların yılbaşını kutlayıp kutlamayacağı; nişanlıların flörtleşip flörtleşmeyeceği, el ele tutuşup tutuşmayacağı; kadınların kaşlarını, kıllarını, tüylerini aldırıp aldırmayacağı gibi mühim mi mühim hususlarda fetva kesmekle meşgul o!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Üç fidan ve fidanlar - İZZETTİN ÖNDER

Kaç yıl geçse de unutulamayacak olan üç fidanın, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamları üzerinden yarım asra yaklaşan bir süre geçmiş olmasına rağmen unutulmadılar, unutulmayacaklar.
Unutulmayacak olan sadece üç fidan değil, devlet makinasının kimin yanında olduğu ve hangi dürtü ile en şiddetli yüzünü kimlere sergilediğidir. Dün Ankara ve İstanbul’da yapılan merasimlerde, maalesef, bulunamadım. İstanbul’da Taksim’den başlayacak yürüyüş hakkında arkadaşlardan bilgi geldiği halde, yürüyüşe katılamamamın sebebi, koparılmaya ve soldurulmaya çalışılan başka fidanlarla beraberlik toplantısında bulunmak durumunda olmam idi. Üç fidanı idam eden, başka fidanları bazukalarla parçalayan devlet, binbir bahane ile üniversite kurumu fidanlarını da soldurarak, ülkeyi ve insanlarımızı akademik havadan mahrum bırakmaya yeltenmektedir. Siyasete güç kattığı düşünülen bu politika tüm toplumu katletmekle aynı şeydir.

"FETÖ" operasyonları çuvalına iktidar gücü kendisine muhalif gördüğü herkesi atarken, bu arada öğretim elemanlarının çeşitli kademelerindeki akademisyenler üzerinde de kıyım operasyonu gerçekleştirmektedir. Üniversite öğretim üyesi uzun yıllarda, deneme-yanılma sürecinde, binbir ulusal ve uluslararası sınama ve deneyimlerden geçerek oluşan toplumsal üründür. Üst kademelerdeki öğretim üyelerinin kıyımı böylesi toplumsal birikimi heba etmektir, toplumun kaynaklarını kurutmaktır. Araştırma görevlisi kademelerindeki elemanları üniversiteden koparmak ise nitelikli eleman yetişmesinin engellenmesi ve partizan yetişmesinin yolunun açılmasıdır. Bir zamanların "FETÖ" kadrolaşması, günümüzde farklı tür kadrolaşmalarla ikame edilmeye çalışılmaktadır.
Dünyanın sanayi ötesi çağa evirildiği, artık bilgisayar dönemini bile geride bırakma dönemine girildiği bir anda bilim insanları üzerinde böylesine tehdit silahını sallandırmak hiçbir aklıselimin işi olamaz. Ne var ki, tarih bu tür eylemlere sahne olmuştur. 1930’lardaki Almanya faciası bilim insanlarının dünyanın dört bir yanına dağılması ile sonuçlanarak, yarım yüzyılı çoktan geçmiş bu süre içinde Alman eğitim sistemi henüz eski düzeyine dahi gelememiştir. Türkiye’de sosyal alanda ancak lisans düzeyi toparlanma aşamasını tamamlarken girişilen bu kıyım, akademik düzeyimizi üniversitenin altına, lise düzeyine çekme eğilimi taşımaktadır.

Bu süreç Doğramacı’nın ülkemize layık gördüğü köleleştirme sistemidir. Başlangıç onun eseridir. Sanayileşme döneminde işçileşen toplumda sendikalaşmanın emeği denetle görevini üstlenmesi gibi, üniversiteleşme döneminde kalitenin eritilmesi de toplumun aleyhine siyasinin kişisel ihtirası ile alan kollama operasyonudur. Bilimsel özerkliğe sahip olması gerektiği vurgulanan üniversitelerimizde yönetici seçimi dahi yapılamayıp, tepeden atama sürecinin başlatılması, özerkliğe son verilmesidir. Bugün 18 yaşında bir insanın parlamentoya girmesi tasarlanırken, üniversiteyi yönetici seçiminden mahrum kılmak, ters görülebilir se de, aynı despot kafanın ürünüdür. Bu kafanın kodu, güçlülere yukarıdan hâkim olmak, güçsüzleri ise kalabalıklaştırarak işlevsizleştirmektir.

Aziz Sancar hoca, Türkiye’de okumuş, ileri bir ülke olanakları ile insanlığa fevkalade yararlı hizmetlerde bulunmuş olarak, bilim dünyasının en büyük ödülüne layık görülmüştür. Aziz hocanın madalyasını Atatürk’ün aziz hatırasına tevdi ederken vermek istediği mesaj, zımnî olarak ülkenin bugün ne hale getirildiğine işaret ederek, ülkesine bağlılığının ifadesidir. Keşke bu duruma biraz da olsa, utananlar olsa idi! Hocanın mesajını aldık ve anladık mı?
İstanbul Üniversitesi, kendi mezunu Aziz Sancar hocanın büyük bir portresini Merkez Bina’daki girişten kaldırıp, hangi akla hizmet ise, arka bölümdeki öğretim üyeleri bölmesinde düzensiz şekilde bir merdiven altına koymuştur. Ne hazindir ki, bu vahim durum ve hocaya karşı saygısızlık her gün onlarca hukuk ve iktisat hocalarının geçerken gözüne dahi takılmamış olmalı ki, bu çirkin manzara devam etmektedir. Ülkenin insana ve bilime değer verme halinin resmi işte budur! Hal böyle olunca, doğal olarak, onlarca bilim insanımız, doktorumuz, mühendisimiz vs yurt dışlında insanlığa hizmette bulunmaktadır. İpe sapa gelmez idam zırvalığını kafasının örümcek ağından çıkaramayan, bölgesinde neye ve nereye sürüklendirildiğini uzun dönemli tahlile tabi tutamadan savaş gazisi olma yolunda ülkeyi bataklığa sürükleyen zihniyet, tabii ki üniversiteyi terk edecektir, çökertecektir. Görüyor ki, gerici ve despot siyaset aydınlık cephede boğulmaktadır. Görülüyor ki, toplum aydınlandıkça özgürleşmektedir, otoriteye ve despotluğa karşı çıkmaktadır. Bu durumda ancak halkını ve insanlığı seven bir siyasi lider eğitime ve aydınlanmaya kanal açar.

Gelişememiş olduğundan yan yollara saparken despot siyaset anlayışına kafa tutamayan burjuvazi cephesi yanında, maalesef, geri burjuvazinin bir bakıma dolaylı ürünü olan ve kendisine yönelik oyunları ve/veya potansiyel süreçleri görmezden gelerek bazı duygularla kör siyaseti destekleyen emekçi kesiminin uyanışı zaman alacaktır. Nasıl ki, Avrupa’nın karanlık çağı diye anılan orta çağın içinden aydınlık doğmuşsa, Türkiye’de de yakın zamanda doğacak şafakla burjuvazinin ve onun desteklediği gerici despot siyasetin tarihin çöplüğüne gömüleceği, üç fidanın ve üniversiteden şimdilik koparılan fidanların umutlarının aydınlatılacağı vaktin yakın olduğunu görmekteyim.

Malum; karanlığın en zifiri anı, aydınlığa en yakın olunan andır! 

İzzettin Önder / SOL

Boş verin Böke’yi, CHP’yi… İşimize bakalım...- İLKER BELEK

Son yazımda düzen partilerinin referandumdaki “hayır”ı AKP’ye teslim etmek için yarışacaklarından söz etmiştim.
Böyle işler her zaman dolayımsız biçimde gerçekleşmiyor şüphesiz. Bazen de “hayır” için gerekenin yapılmadığını söyleyenler yüklenici oluyorlar.
Böke’nin CHP yönetimini suçlayan bir açıklamayla partisindeki görevlerinden istifa etmesi tam buraya oturuyor.
Anlaşılan o ki, önümüzdeki kongre sürecinde Kılıçdaroğlu’nu devirmek üzere hararetli tartışmalar yaşanacak. Sorunun Kılıçdaroğlu’ndan kaynaklı olduğu iddiaları üzerinden “hayır”daki enerji CHP içi kavgalarda eritilmeye çalışılacak.
AKP’nin ve genel manada düzenin arayıp da bulamadığı bir gelişme.

***

Olaylara sınıfsal bakıyoruz. İşçi sınıfının, ücretlilerin, emek gücünü batarak geçinenlerin çıkarlarını merkeze alıyoruz. Toplumsal kurtuluşu burada arıyoruz. Gerisini kafa karıştırma, uyuşturma işi olarak değerlendiriyoruz.
Düzenin aktörleri çeşitli. Kimisi iktidarda. İktidar gibi davranacak. Gerekiyorsa ezecek.
Kimisi muhalefette. İtiraz ediyormuş gibi yapacak. Ama öz olarak aynı şeyleri savunuyor olacak. Örneğin özel sektörün istihdam yaratmadaki öneminden söz edecek. Türkiye’nin yabancı sermaye girişine mecburiyetinden, o nedenle AB ile arayı bozmamak gereğinden dem vuracak. Eleştiriyse, Türkiye’nin dış dünyadaki imajını zedeliyorsun diye eleştirecek.

***

Böke 1993-1999 yılları arasında Dünya Bankası’na danışmanlık yapmış. Bu kapsamda Güney Amerika, Doğu ve Orta Avrupa’ya dair projelerde görev almış. Dikkat ediniz. 1990 sonunda sosyalizm dağılmış. Bütün akbabaların gözü Sovyet dönemi kamu varlıklarında. Sosyalist ülkelerin fabrikaları, petrol ve doğal gaz işletmeleri, sağlık ve eğitim sistemleri özelleştirilecek. Böke bu işler için danışmanlık yapıyor. Global sermaye yağmalasın, sonra bu coğrafyayı AB ve NATO istila etsin diye. Anlaşılan işinde çok iyi. Ödüller bile alıyor. Akabinde 2001-2003 arasında IMF’nin Washington ofisine yerleşiyor.
İstifası daha ilk dakikalardan itibaren büyük tantana koparılarak kutlanan kişi bu.
Değil, ötesi de var.
AKP’nin ekonomik politikalarını doğru bulduğunu açıklamaktan çekinmiyor. Bu konuda iktidar partisini 2008’e kadar çok başarılı buluyor. IMF paketini gereken biçimde uyguladığını, ancak sonrasında kendi programını hazırlamakta yetersiz kaldığını düşünüyor.
Hatırlanacak olursa IMF programı bir başka Dünya Bankalı Kemal Derviş’in taşıdığı programdı. Böke Derviş ile aynı ekolden. Her ikisi de sosyal demokrasi vesilesiyle millileşiyorlar.
Bu kadarı yeter. Referandum sonrasında partisini yetersiz bularak istifa eden kişi, referandum sürecinde Erdoğan’ın fiili Baykanlığını meşrulaştıran o partinin sözcüsüdür. Samimiyet, hiç olmazsa biraz samimiyet.

***

Söz konusu olan yaşamaksa, kestirip atmak gerekir: Biz sizin düzeninizi istemiyoruz.
Düzeniniz IMF’dir, Dünya Bankası’dır, kapitalizmdir, AKP’dir, CHP’dir, işsizliktir, yoksulluktur, eşitsizliktir, sömürüdür.
Doğrudan bakmayı bilmek gerekir: Adalet, eşitlik istiyoruz. Bu kadar.
Bunların emperyalizmin çizgisinde elde edilemeyeceği de hiç itiraz kabul etmeyecek biçimde ortada duruyor. AKP’ye itiraz ederken O’nun bir kopyasını mı kabulleneceğiz.

***

Acilen, derhal, hiç beklemeden, vicdan ve akılla “hayır”ı bunların elinden kurtarmak gerekiyor.
Bunun için “hayır” örgütlenmeli. Zira, örgütsüzse örgütlü aktörlere teslim olacak, kaçınılmaz, şakası yok.
“Hayır” neye “hayır” dediğini netleştirmeli. Neyi istediğini belirlemeli. Neyin talep edildiği, nasıl bir dünyada yaşanmak istendiği açık olmalı ki, “hayır” yol alabilsin.
Eşitlikçi kapitalist düzen olmaz. Kapitalizm adalet tesis edemez. Emperyalizm savaşsız yapamaz. Petrol havzaları ele geçirilmeli. Sermaye birikimi açısından bakir ülkeler fethedilmeli. Silah satmak için ülkeler savaştırılmalı, etnik ayrılıklar kışkırtılmalı. Emekçiler itiraz edemesin diye din pompalanmalı, siyasallaştırılmalı, siyaset dini kullanmalı.
Eşitlik, adalet, barış antiemperyalist ve antikapitalist bir duruş gerektirir.
Kapitalist emperyalist sisteme karşı mücadele etmeyenin eşitlikten, özgürlükten, barıştan, laiklikten söz etmesi yalnızca aldatmacadır.
Bir düzen partisi içinde halkçılık yapmaya kalkmak, muhalefete soyunmak daha da büyük bir yalandır.

***

“Hayır”ın yapacağı ilk iş bu tür muhalif oyunlara prim vermemek. Tez elden CHP de dahil sistem içi bütün partilerinden kopmak. “Hayır”ı bağımsız bir şekilde örgütlemek.


İlker Belek / SOL

7 Mayıs 2017 Pazar

Sagalassos yolcusu kalmasın! - ZEYNEP ORAL

Günlerdir dilimden ve gönlümden Sagalassos düşmüyor... Hep anlatıyorum. Kimi Uzakdoğu’da mı, kimi Yunan adası mı diye soruyor... Bilenler, demek o cenneti sen de gördün, geç kalmışsın diye üstünlük sağlamaya çalışıyor, okumam için kitaplar öneriyor... 



“Ne yazık ki burayı Fransızlar ve Belçikalılar, vatandaşlarımızdan daha çok ve daha iyi tanıyor...” Bizim sınıf buluşmamızı gerçekleştirdiğimiz (bakınız geçen perşembe yazım) kaldığım otelin yöneticisi Korkmaz Yaya böyle deyince artık farz oldu. “Sagalassos yolcusu kalmasın” diyerek, işte birkaç satır başıyla “tadımlık Sagalassos”...
Önce Fransızların buraya ilgisini açıklayayım: 1706’da Fransız gezgin Paul Lucas buranın havasını, sularını, güzelliğini yaza yaza bitiremiyor. E ne de olsa okuyan millet, okuyup okuyup geliyorlar. Son 25-26 yıldır Belçika Leugven Üniversitesi elbet Kültür Bakanlığı izni ve denetimiyle burada kazıları sürdürüyor. Belçikalılar da ondan yakından izliyor... Ama günümüz koşullarında bu gerilim ve 7 düvelle kavgalı ortamda hem kazıların akıbeti hem de turizm durumu belirsiz...
Artık rehberimiz Genco Öz’ün peşinden Sagalassos Antik kente çıkabiliriz. 

Toroslar’ın gizli tarihi
Antalya- Burdur- Isparta arasındaki coğrafyadayız. Güneybatı Toroslar’ın tepesindeyiz. (1500-1700 m) Burdur ili, Ağlasun ilçesi sınırındayız. Yörenin antik dönemdeki adı Psidia.
Sagalassos, Psidia’nın başkenti. İlk yerleşim, günümüzden 12.000 yıl öncesine gidiyor. İlk yazılı kaynaklardan bilinen tarihi Büyük İskender’in buraları fethiyle (M.Ö. 333) başlıyor...
UNESCO Dünya Miras Geçici Listesi’nde bulunan Sagalassos antik kenti, yamaçta, teraslar üzerine kurulu. Dolaşması rahat. Yapı taşları harika korunmuş. İlerledikçe anıtsal bir imparatorluk merkezi yerde değil ayakta karşılıyor sizi...
Kentin girişinde Roma Hamamı ve Aşağı Agora... Sonra irili ufaklı tapınaklar, sonra Yukarı Agora, Sütunlu Cadde, derken karşınıza o koca Antoninler Çeşmesi çıkıyor. Gözleriniz kamaşıyor.Öylesine görkemli. Öylesine anıtsal. 



Siz hiç suları çağlayarak akan, 15 metreye yükselen sütunları, dev imparator ve Dionisos heykelleriyle, suları hâlâ akan, yüzyıllardır suyu hiç kesilmeden akan bir çeşme gördünüz mü? Ben görmemiştim. Sordum soruşturdum dünyada tek dediler.
Yapı taşlarının mükemmelliğiyle Neon Kütüphanesi, Meclis binası, Helenistik Çeşme, Heroon Çeşmesi ve 9 bin kişilik dev amfitiyatrosuyla sizi kucaklıyor kent.
Roma, Bizans derken, buranın bin yıllık bir seramik üretimi olduğunu da unutmamak gerek.... Antik dönemlerdeki en uzun seramik üretimi buradaymış.
Bütün bu saydıklarımı gezerken, ayaklarınızın altından ufka doğru uçsuz bucaksız yamaçlar, ovalar, yemyeşil ormanlar ve yine dağlar uzanıyor... 

Mevsimlerden mevsim seçin
Eğer Burdur Arkeoloji Müzesi’ni görmezseniz, Sagalassos geziniz yarım kalır. Çünkü antik kentten çıkarılan heykeller, yörenin 12 bin yıllık geçmişi, gelişimi buradaki muhteşem müzede. (Antik kenttekiler replika). Sergileme, harika! Toroslar’ın gizli tarihi bu müzede...
Ben önce müzeyi, sonra antik kenti gördüm. Böylece düş gücüm daha bir kanatlanabildi...
Ancak bu yörede sadece sanat tarihi değil, doğa tutkunları için de eşsiz mücevherler var...
Sularla ormanların kucaklaştığı Yazılı Kanyon (Isparta)... Magnezyum yüklü bembeyaz kayaları ve kıyılarıyla Mars’ı andıran Salda Gölü... Çarpıcı manzaralar sunan Eğirdir Gölü... Karacaören... Gölhisar’da Kibyra...
Ve tam da şimdi gül mevsimidir. Sabah güneşi vurmadan o gül yapraklarını toplamak gerek yağını çıkarabilmek için...
Ama gül mevsimini, gül hasadını yakalayamazsanız da üzülmeyin. Gül mevsiminden sonra lavanta mevsimi başlıyor. Lavanta mevsiminden sonra da zambak mevsimi...
Diyeceğim, bu güzel ülkede sadece kavga, gerilim, baskı, şiddet mevsimi değil, başka mevsimler de var... Yeter ki...

Zeynep Oral / CUMHURİYET

İnsanlığa savaş açanların tanrısı: Para! - Mine G. Kırıkkanat

PARA, en zenginlerin yoksullara açtığı savaşta yegâne silah haline geldi. Büyük harflerle yazmamızın nedeni, yakın zamana kadar insanlar arasındaki alışveriş aracı olan PARA’nın, tek ve Tanrısal bir amaca dönüşmüş olmasıdır.
Tanrı PARA, evrensellik rekabetinde dinleri geride bıraktı. Toplumsal unvan ve kişisel başarı ölçütü ilan edilerek; yaşam gayesi PARA kazanmaktan ibaret zenginlerin elinde iktidar ve baskı silahı oldu, onlara sıra dışı yaşam ve keyifler sunuyor.
Kapitalist sistemin yeni evresi “neoliberalizm”in hizmetindeki uluslararası piyasanın görünmez elleri; en zenginleri “üstün insan”lara dönüştürürken, varsıllarla yoksulların arasındaki uçurumu da derinleştiriyor.
2016 yılında, dünyanın en zengin 8 mültimilyarderi, 3 milyar 500 bin insanın sahip olduğu tutara eşit bir PARA’yı elinde tutuyordu.
PARA’nın az kişide yoğunlaşması, çok hızlı oluyor: Sınırsız servet sahiplerinin oluşturduğu en güçlüler kulübü, 2010 yılında 388 kişiydi. 2014’te bu sayı 85’e; 2015’te 65’e düştü. Şimdi 8 kişiler.
Büyüklü küçüklü en zenginlerin elinde tuttuğu muazzam servetler, sahiplerine doğal kaynaklara, ham maddelere, topraklara ve tarımsal emek ürünlerine el koymak imkânı veriyor.
Aç toplumlar, boyun eğen toplumlardır.
Yeryüzünün ezici çoğunluğu için mutlu küreselleşme yok. Ama hızla yayılan, yıkıcı bir alımsatımın kurbanı, onlar.
Sahip olmayanların rüyalarını süsleyen PARA, kitlesel bir silaha evrildi: “Modern zamanlar” diye anılan sürecin topu, tüfeği oldu. Birkaç elde toplanması, topyekûn savaş açmayı kolaylaştırıyor: Sosyal haklara, demokrasiye, çevreye, hatta insanlığa aynı anda saldırıyorlar.

 
***

Oligarşik işleyen neoliberalizm, toplumsal yapılanmayı her açıdan kontrol altına aldı. “Tek düşünce” (single thought) sağ ile sol arasındaki farkı kaldırdı ve sınıf kavgasını görünmez, duyulmaz, tarif edilmez; ama “doğal bir veri” gibi hissedilmesi gereken, dolayısıyla dokunulmaz kabul edilen bir şiddete dönüştürdü.
Böylece iktidarla eşleşen yeni bir aristokrasi, PARA sınıfı doğdu. Çünkü bu denli zenginleşme, beraberinde varsıl ve uluslararası hanedanlar yarattı.
Bu hanedanların yetiştirdiği seçkinler iş dünyasına, siyasete ve haberleşme araçlarına hâkim olmaya başladı: Eleştirel bakış ve düşünceyi öldürmek için medyaları satın alıyorlar.
Çünkü ayrıcalıklı zenginlerin keyfi kararları medyada tartışılmamalı, daha hakça bir dünya kurmak isteyen insan iradesinden gizlenmelidir…
Böylece mülkiyet hakları ve işgücünden başka satacağı olmayanları sömürü koşulları sadece milyarderler loncasında; yani “onların” sınıfından olanlar arasında pazarlık edilir.
O sınıf ki, artık ne insan, ne işçi haklarını tanımak, ne de siyasal ve sınırsal engellere uymak niyetindedir.

 
***

Yukardaki satırlar, Fransa’da yayımladıkları her eser toplumu silkeleyen ve tek bir kelimesine kimsenin “doğru değil” diyemediği, çünkü sosyoloji biliminde otorite sayılan Michel Pinçon ve Monique Pinçon-Charlot çiftinin son kitabı, Geleceğimizi Çalan İktidar Avcıları’ndan alıntıdır.
Türkiye’de de yakından tanıdığımız milyarder oligarşi sınıfının insanlığa karşı bir savaşa girdiğini, bunu da ancak totalitarizmle gerçekleştirebileceğini öne süren kitap, bilinci olana bir yumruk niteliğinde.
İşte bir örnek: ABD, kanser ilaçlarının yapımında kullanılan insan kanındaki serum ihracatında, 2008 krizinden beri dünya birincisi.
ABD’nin en yoksul bölgelerine kurulan
500 merkez, inek sağma makinelerinden farksız elektronik kan çekicilerle donatıldı. Pek çok yoksul Amerikalı, bu otomatik makinelere takılıp her hafta 2 litre kanlarını sağdırıyor ve karşılığında 60 dolar alıyorlar.
ABD’nin kan serumu ihracatı 2007’de 15 milyon litreyken, 2014’te 32 milyon litreye çıktı. İsviçre firması Octapharma, ABD’den ucuza aldığı kan serumunu dönüştürerek, fahiş fiyatlara ABD’deki kanserlilere geri satıyor.Başka bir deyişle Tanrı PARA’ya tapan oligarşi, dünyada kamusal olmaktan çıkartıp neoliberal piyasaya bağladığı sağlık sektöründe, yeni bir yamyamlık türü geliştirmiş bulunuyor.


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET


6 Mayıs 2017 Cumartesi

Necip Fazıl’ın çeşmesi - ÖZGÜR MUMCU

İçinden geçen “100 yıllık parantezi kapatmak”, “200 yıllık yönetim sorununa son vermek”, “90 yıllık reklam arasını” nihayete erdirmek diye adlandırılan bir rejim değişikliğinin alacakaranlık dönemi. Bu yönüyle mesele bir “Yeni Türkiye” değil “eski Osmanlı” hikâyesi. Osmanlı’nın son günlerinde de “bir asırdır çilesini çektiğimiz daül’ıslahat...” diye yakınanlar boldu. 
 
Osmanlı’nın çöküşünü Tanzimat’tan bu yana süren Batılılaşma hareketine bağlayan bu anlayış, bağımsızlık savaşını kazanan kadroya karşı mağlubiyetinin intikamını önce 1950’den itibaren sağ iktidarları şekillendirerek almaya çalıştı. Sonunda da “mühürsüz seçimle” neredeyse hedefine ulaştı. Bu karşıdevrim niteliğindeki rejim değişikliği, başarmaya hiç olmadığı kadar yakın.
Osmanlı’nın zayıflayıp bir yarı-sömürge halinde batması hakkında tamamen yanlış bir neden-sonuç ilişkisi kuran bu anlayışın Türkiye’yi iddia edildiği gibi kuvvetlendiremeyeceği ortada. Aksine, hep beraber şahit olacağız ki kurumları, kaideleri hırpalanmış bu tek adam rejimi, maalesef memleketi fena halde zayıflatacaktır. 
 
Milli Eğitim Bakanı Nabi Avcı, Türkiye’yi yöneten kadrolar gözden geçirildiğinde başta Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere her birinin Necip Fazıl’ın çeşmesinden su içtiğini belirtmekteydi. Necip Fazıl’ın, Cumhuriyet dönemi dahil olmak üzere Batılılaşma yanlılarını, Türkiye’yi Batı’ya esir eden “Allah’ın, Kur’ân’ında ‘belhüm adal-hayvandan aşağı dediği cüce taklitçiler” diye nitelediği unutulmamalıdır. Bugün rejim değişikliğini gerçekleştirenler de şayet hâlâ Necip Fazıl çeşmesinden su içiyorlarsa, ihtimal laik Cumhuriyet’ten yana olanları içten içe hayvandan aşağı yaratıklar olarak değerlendirmektedir. Aksi, Necip Fazıl’ın bütün siyasi fikrini temellendirdiği bu tespitin inkârı anlamına gelecektir. 

 
Bugün Erdoğan’dan Gül’e, anlaşılan o ki Genelkurmay Başkanı’ndan İslamcı- Pelikancı kavgasının aktörlerine geniş bir ekip, Necip Fazıl çeşmesinin başında beklemekte. 
 
Rejim değişikliğinin alelade bir sistem değişikliği gibi değerlendirilmesi, “devletin bekası” adı altında devletin neredeyse tamamen bu anlayışın hizmetine geçtiğinin göz ardı edilmesi, rejim değişikliğini hızlandırmaya yarar. 
 
Muhalefetin bir kısmının aceleyle 2019’a yönelik adayı arayışına girmesi de öyle. Bu iş üç oy Kürtlerden, beş oy muhalif ülkücülerden alsam diye delege pazarlığı ciddiyetsizliğiyle yürütülecek iş değil. Bildiğimiz anlamdaki devlet ve siyaset kurumları ortadan kalkarken, bunu aymazlıkla seyredenlerle gidilecek yol da yol değil. 
 
Memleketin şehirli, genç ve eğitimli kesimi net bir tercihte bulundu. Bu tercihe dayanan, özgüvenli bir hareketin karşıdevrimi durdurma imkânı var. Yeni teknolojik dönüşümü dikkate alan, kurulu neoliberal düzenin yıkıldığının farkında, kimliklerle kavgası olmayan ve radikal sol ekonomik bir programa sahip bu hareketin oradan buradan oy dilenmesine de gerek yok. Güçlü bir taban var, o taban üzerinde kurulacak binaya bugün karşıdevrimin rehin aldıkları da taşınacaktır. 
 
Yeter ki neyle karşı karşıya olduğumuz hakkıyla tespit edilsin ve kimseye fayda getirmeyecek kısır ve bu güçlü tabanı bezdirecek siyasi Hacivat-Karagöz kavgalarından uzak durulsun.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Kutsal - ORHAN GÖKDEMİR

“İslam ülkesi” Malezya’da bir şampuan reklamı. Kadın oyuncu türbanın üzerine şampuanı dökmüş, köpürtüyor. Makyaj yerinde, yüz ifadesine bakılırsa oyuncu türbanının üzerinden köpürttüğü şampuanın verdiği hazla az sonra orgazm oldu olacak. Şampuan köpürmüş de, dinen caiz olmadığı için saç görünemiyor. Saça değmeden köpürüyor şampuan. Oyuncu kadının yüzü, kaşı, gözü ortada; bunlar cinsellik çağrıştırmıyor Müslüman erkeğe. İlle de saç! Hal böyle olunca şampuan reklamını yapanlar türban üzerinden deniyorlar şanslarını. Tamam, türban kutsal ama kapitalizmin de kâr gibi vazgeçilmez kutsalları var. İki kutsalın kesiştiği noktada filiz veriyor türban üzeri şampuan köpürtme kepazeliği.

***

Günde beş vakit okunan namaza Perşembe ve Cumaları iki vakit daha eklendi 15 Temmuz girişiminden sonra. Sebep? Osmanlı zamanında böyle bir uygulama varmış. Hoş AKP döneminin takıntısı “kandil” de dini bir vecibe olmaktan çok Osmanlı icadı. Padişah “kutsal gün”lerde minarelere kandil takma emri verdiği için adı “kandil” olmuş. Fethullahiler modernize etti kandili, “kutlu doğum” dediler adına. Güya peygamberin doğum gününü kutluyorlardı. Sonra günü haftaya çıkardılar. Takvimini de miladi gavur takvimine endekslediler ki 23 Nisan kutlamasına karşı dini bir bayrama dönüştürsünler.
Hâlbuki doğum günü kutlamasına da, miladi takvime de karşıdır arkadaşlar. Ayrıca peygamberin doğum günü de tam olarak bilinmiyor. Olsun, ne gam. Okullara kadar indirdiler kutlamaları.
Geçtiğimiz günlerde tartışma çıktı aralarında. Fethullah’a karşı olanlar “kutlu doğum haftası”nın FETÖ uydurması olduğunu açıkladı. Fethullah 27 Nisan doğumluydu, aslında kutladıkları oydu. E dayanamadılar haliyle, kutlu doğum haftasını kameri takvime endeksleyip dolaşıma soktular. Bir daha 23 Nisan’a denk gelmesi zayıf ihtimal. Hoş zaten 23 Nisan’ın da bir anlamı kalmadı arada. TBMM önce fiilen sonra resmen feshedildi. Artık Beştepe Külliyesi İstişare Salonu var. Geçti gitti!
Yıktıkları meclisin muhteşem camisi ile uğraşıyorlar şimdi. Behruz ve Can Çinici tasarımıdır o cami. Ödüllüdür. Ağa Han Mimarlık Ödülünü almıştır. Kubbesizdir, zemindedir. İşyeri payı bırakılmamıştır bodrumuna. Çünkü Müslümanlar aslında toprağa secde eder. Önünde bir havuz vardır. Camiye gidenler baktılar mı suretlerini görür o havuzun suyunda. O suretin tanrının bir yansıması olduğuna inanılır. Minare yerine de selvi ağaçları vardır. Selvinin bizim kültürümüzde önemli bir yeri var, öte dünyayı hatırlatır. Mimari olarak çok yakışır ibadethaneye. Minare sonradan eklenmiştir mescide ayrıca, çan kulelerinden kopyalanmıştır, bidattir. Yıkacaklar o camiyi, yerine kubbeli ve minareli yenisini yapacaklar. Bidatleri kutsal sanıyorlar çünkü. Dinleri var imanları yok. Bu yüzden hırsızlığı, ahlaksızlığı, zulmü yasaklamıyor artık inançları. Yeni kutsalları bu…

***

İsmailağa Cemaatine mensup büyük bir gurup entarilerini giyip “umre”ye gitti. Dini vecibe değildir, bir tür dini turizm faaliyetidir umre. Umre de ziyaret demek zaten. Her ne olursa olsun, bu ziyaretin amacının “dünyevi hırslardan” arınma, tanrıya yaklaşma olduğu varsayılıyor. Boru değil, “Allah’ın evine” gidiyorsun. Ama onlar tam tersini yaptı, Kabe’de, “Allah’ın evinde” kavga ettiler. Allah ne verdiyse birbirlerine savurdular. Kafa göz, nereye vurdularsa yarıp kanattılar. Daha önce de birbirlerine bıçaklı saldırıda bulunmuşlardı. Sınırsız kazanma hırsının yan etkileri bunlar. Bir elleri dinde, bir elleri piyasanın sonsuzluklarında. Kafa göz yaran cemaatin jet ski’si ile ünlü hocalarından biri yanmayan kefen, Noel’e itiraz kitabı, peygamber saç kılının yıkandığı su, peygamberi gösteren terlik gibi çok kutsal ürünler satarak buluyor yolunu. Hem inancının kutsalına, hem piyasanın kutsalına hizmet ediyor. Öte dünyada olmazsa bu dünyada cennet garanti!

***

İttire kaktıra referandumu kendi lehlerine çevirdiler. Fakat ittirip kaktırmak için hazırladıkları pusulalar az geldi. O kadar çalmak gerekeceğini hesaplamamışlardı. Apar topar “mühürsüz geçerlidir” kararı çıkartmak zorunda kalınca oyun anlaşıldı. Zaferlerini ilan etmeye alı al moru mor çıktılar haliyle. Yıktıkları cumhuriyetin üzerine ancak mühürsüz bir gecekondu kurabilecekleri anlaşılınca, referandum sürecindeki kabadayılığın yerini içeride suçlu arama didişmesi aldı. En kabadayıları olan Cem Küçük, "AK Parti'nin radikal İslamcılarla yolunu ayırması lazım" dedi. Tayyip Erdoğan'a da AKP'nin başına geri döndükten sonra "Mavi Marmara'daki manyak tiplerle" yolunu ayırması tavsiyesinde bulundu. AKP’deki İslamcılar ise zaten mağdurdu, partiden İslamcılar atılıyor, yerlerine İslamcı olmayanlar getiriliyordu. İslamcılar “reis”ten destek beklerken reis çıkıp şunları söyledi: "Biz tekkeye mürid aramıyoruz ki. Siyasi parti için esas olan, dürüst, ilkeli, vatanını milletini seven, parti ilkelerine uyacak insan aramaktır. Bazıları işi tamamen şirazesinden çıkardı. Kimse uluhiyet davasına girmesin."
Cem Küçük “reis”in pasını aldı, gole çevirdi, "Bu ağır lafları yedikten sonra azıcık onurunuz varsa istifa edersiniz. Ama siz etmezsiniz. Siz suratınıza tükürülse yarabbi şükür diyen tiplersiniz" dedi.
“Uzaktan baktım ay parçası, yanına vardım estağfurullah” özlü sözünde işaret edildiği gibi uzaktan bakılsa kavga basbayağı din-iman kavgası. Yaklaşınca bambaşka tablo ortaya çıkıyor. Bizim Barış Terkoğlu, şöyle yorumladı olup biteni: “Tarihte tesadüf yok: Aynı anda ABD İhvan'ı terörist ilan etmeyi, Hamas İhvan köklerinden kopmayı, AKP İslamcılardan kurtulmayı tartışıyor.” Yani? İktidarın gereği dinden vazgeçmek olsa, ondan da vazgeçecek Müslümanlarımız. Dünyevi kutsalları uhrevi kutsallarının çoktan önüne geçti.

***

Dinin toplumdaki yerinin bir göstergesi bütün bunlar. Yüzeyde dağ taş din, o yüzeyin altında piyasanın tanrısı Yüce Çıkar’ın hükmü sürüyor. Onun için bütün tartışmaları yüzeyde, içi boş, yüzeysel.
Bakın işte; Yılbaşı kutlamalarını “gayrimeşru” ilan eden, “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil” fetvası” veren Diyanet bütün bunlar olurken kadınların cımbız alanına girip fetva vermeye kalkışıyordu. Neymiş? Mecbur değilseler kaşını, bıyığını, tüylerini aldırmak günahmış. Ama psikolojini bozacak kadar kötüyse aldırabilirmiş. Diyeceksiniz koca Diyanet kıl tüy işiyle neden ilgileniyor. Dedik ya din adına kılın, tüyün suyunun suyunu satanlar bile var piyasada. Bir üniversitede “helal ilaç” konferansı düzenledi örneğin. Emin olun çoktan “helal ilaç” üretimine girişmişlerdir. Kutsal kitabın değil, Yüce Çıkar’ın emridir bunlar.
Emeviler de işte tıpkı böyleydi. Din adına iktidar oldular, ilk yaptıkları iş dini tedavülden kaldırmak oldu. Yerine kendi dinlerini koydular; yoksul kalabalıklar için şeriat, kendileri için vur patlasın çal oynasın...
Kutsal, güçlü bir dinsel saygı uyandıran ya da uyandırması gereken (şey) demek. Tapılacak ya da yolunda can verilecek denli sevilen bir inanç kast edilen daha çok. Kutsal diye diye geldiler. Kutsallarına saygı isteye isteye iktidar oldular. Şimdi bütün kutsalları yıkarak iktidara tutunmaya çalışıyorlar.
Kutsalın bir kutsallığı kalmadı. O yüzden köpürtüyorlar türban üzeri şampuanı. Türban bahane şampuan şahane çünkü. Dinin yeşilinin yerini Doların yeşili alalı uzun zaman oluyor…

Orhan Gökdemir / SOL

5 Mayıs 2017 Cuma

‘AKP’ tekerlemesi(!) mi? - Meriç Velidedeoğlu

Üç gün önce, R.T. Erdoğan, “AKP”ye “resmen” üye oldu; böylece “resmi” olarak partileşip tarafsızlığı çizildi. (2.5.2017) Bir insanın milyonların önünde -tarafsızlığı için- “namusu” üzerine ettiği “yemin”i, inanılmaz bir rahatlıkla, üstelik de anlı şanlı bir törenle çiğneyeceğini söyleselerdi; “inanmazdım” diyebilmek için son “15 yıldır” ülkemizde hiç yaşamamış olmak gerekir.
Dolaysiyle Türkiye’de, “yemin”in dayanağı olup içi boşaltılan “namus”, “şeref”, “onur” gibi kavramların da “içleri yeniden doldurulmalı”, kuşkusuz R.T. Erdoğan’ın tutumuna “uygun” olarak... 
 
Ne dersiniz, değerli dostlar? 
 
“Evet” mi, “Hayır!” mı? 
 
Ne var ki bir kişinin, ülkenin tüm güçlerini, hele “yargı” gücünü avucuna almasının ne anlama geldiği, “CHP” milletvekillerinin, Cumhuriyet’in aylardır (altı ay) tutuklu olan yazarlarını, çizerini, görevlilerini Silivri’deki ziyareti, bir kez daha ortaya koydu. (28 Nisan) 
 
Buna değinmeden önce, Cumhuriyet’in bu tutuklularına “hafta”da ancak “bir saat” yakınlarıyla, “bir saat” de savunmanlarıyla görüşme izni verilmesi, ne denli eleştirilse de -bir bakıma- bu duruma katlanmayı kabullenmiş gibi bir sürece girildiğini anımsayalım. 
 
Ne ki “CHP” milletvekillerine, “Cumhuriyet”in “Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu”nun, bu ziyaret sürelerini sayılara dökerek ortaya koyuvermesi, insanı irkiltiyor.
Şöyle demiş M. Sabuncu: “Bir haftada, ‘168 saat’ var; ama biz ancak ‘bir saat’ avukatımızla, ‘bir saat’ de aileyle kapalı görüş yapabiliyoruz!”
“168 saat”in kaçta birini oluşturuyor bu süreçler? 
 
Hele, mektuplar konusu... 
 
Onlara soruyor Murat Sabuncu: “Mektuplar niye yasak?”
 
Yerden göğe haklı; gerçekten neden yasak? 
 
Bu sorunun yanıtını düşünürken, “1633 yılının 22 Temmuz” günü, Roma’nın “Engizisyon Mahkemesi”nde yargılanan ünlü bilgin “Galile”yi anımsamaktan -yine- kendimi alamadım.
Gerek Floransa’da evinde, gerek Roma’da “gözaltı” diyebileceğimiz süreçlerde, gerekse “Engizisyon Mahkemesi”ndeki yargılama sürecinde, kuşkusuz kendisine dayanma gücü veren -yıllardır bir manastırda rahibe olan- kızı “Maria Celeste”in mektupları; üstelik geciktirilmeden, Galile’ye ulaştırılan mektupları olduğu bilinir. 
 
Çünkü günümüze dek ulaşan bu “124 mektup”, Galile Davası’nın, “hukuksal” yönden de en önemli “tanıkları”dır, en önemli “kanıtları”dır.(*) 
 
Kuşkusuz burada “konumuz açısından” altı çizilecek başka bir durum da, “Kilise” kurumunun en “temel” dogması olan, “dünyanın hareketsiz oluşu” görüşünü yadsımasıyla, Galile, “Hıristiyan Âlemi”nin “Ululemr”i “Papa”ya da karşı gelmiş oluyordu ki, bu “karşı oluşun” da yargılandığı bir “Engizisyon Mahkemesi” sürecinde bile “mektup yasağı”nın konu edilmemesi, “21. yy. Türkiyesi” bakımından “utanılacak” bir durum değil midir?
 
Yaklaşık “400 yıl” önceki davanın “temel” nedeninin, “Ululemr”e “itaatsizlik” olduğu dikkate alındığında, Murat Sabuncu’nun da, elbette tüm “Cumhuriyet tutukluları”nın da yargılanma nedeninin “aynı” olduğu, apaçık ortada değil mi?
 
Kısaca, Türkiye’nin “Ululemr”i Erdoğan’a karşı gelip “eleştirmek” değil de nedir?
“24 Temmuz”da da “Kumpas Davaları”ındaki gibi, yine “Silivri”de olacağız, eksiksiz... 
 
Öyle değil mi, değerli dostlar? 

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET
 
(*) D. Sobel, “Galileo’nun Kızı”, Çev. B. Sina Şener, İş Bankası Kültür Y. (2000)

‘Gençler, ümitsizliğe ve yeise kapılmayın’ - ÇİĞDEM TOKER

50 yıl, genel tarih için değilse de ülkemiz için uzun bir süre.

 
Söz konusu olan, laikliği temel alan eğitim amaçlı bir vakıfsa, Cumhuriyet’in saldırı altında olduğu bu dönem 50 yılı daha da önemli kılıyor. 
 
Başarılı ancak ekonomik olanakları kısıtlı gençlere destek olan Türk Eğitim Vakfı’ndan (TEV) söz ediyorum. TEV yarım yüzyılı geride bıraktı. Başlıktaki ifadeyi de 50. yıl için düzenlenen programda TEV Mütevelli Heyeti Başkanı Ömer Koç’un konuşmasından aktardım. 
 
Vakıf yönetimi, Anıtkabir’deki “Ata’ya Umut Ziyareti”nin ardından, Ankara’da bağışçıları, gönüllüleri, çalışanları, bursiyerleri ve medya temsilcileriyle bir araya geldi.
TEV bursiyeri üniversite öğrencilerinin, konukları kapıda karşıladığı programda, onlar kadar masalarına kadar eşlik ettikleri bağışçılar da enikonu heyecanlıydı. Müzik koroları ve vals gösterileri, yumuşak bir atmosfer yarattı. 
 
Ömer Koç, TEV’in etkinliklerine dair bilgi verdiği kısacık konuşmasında, salondaki bursiyerlere “Bilhassa sizlerin ümitsizliğe, karamsarlığa, yeise kapılmamasını rica ediyorum. Büyük Atatürk’ün dediği gibi, hayat mücadeleden ibarettir” diye seslendi.
Partili Cumhurbaşkanlığı adı verilen “tek adam” sistemine kapı açan 16 Nisan referandumunun üzerinden kısa bir süre geçmişken, Türkiye’nin ilk ve en büyük holdinglerinden biri olan Koç’un başındaki ismin “Laik demokratik cumhuriyete bütün güçlüklerin üstesinden gelerek sahip çıkılmasını istemesi” dikkat çekici. Zaten Ömer Koç’un Cumhuriyet kazanımları ile Atatürk’e atıfta bulunduğu bölümlerin uzun alkış alması bunun göstergesi olmalı. 


Yeni bir bağış enstrümanı
TEV’in Ankara Şube Başkanı Ömer Turna meslektaş dostlarla bir arada olduğumuz masaya “hoş geldiniz” için uğradığında, küçük bir sohbet yaptık. TEV, bugüne kadar 1700’ü yurtdışında olmak üzere toplam 233 bine yakın öğrenciye eğitim bursu sağlamış. Kız öğrenciler için üç yurt yaptırılmış. Yine bağışçıların katkısıyla, üstün yetenekli öğrencileri için de Gebze’de bir okul kurulduğu bilgisini verdi.
TEV’in kaynaklarında ilk sırayı gayrimenkuller alıyor. Bunu sırasıyla, nakit bağış, gayrimenkul kiraları, cenaze ve mutlu gün çiçekleri izliyor. Turna şimdi yeni bir bağış kaynağı oluşturdukları, doğum günü ve anneler günü gibi özel günler için de bağış sertifikaları hazırlattıklarını paylaştı. 

‘Ben de Barış’
TEV’in 50. yıl etkinlikleri kapsamında bir de “umut” temalı tanıtım filmi gösterildi. Genel Müdür Yıldız Günay, yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak, seslendirmesini de Cem Yılmaz’ın “bedelsiz” üstlendikleri bu filmin sosyal medyada yaygınlaştırılması çağrısında bulunuyor. Tanıtım filmi kısacık ama gerçekten etkileyici. TEV burslarıyla eğitimlerini sürdüren bursiyerler isimlerini söyleyerek kendilerini tanıtıyor: Çağdaş, Aydın, İstiklal, Vicdan, Özgür, Adalet diye gidiyor ve sonuncu bursiyer “Ben de Barış” diyor. 
 
Ankara Şube Başkanı Ömer Turna’ya, şaka yollu “Çiçekçiler size biraz içerliyor” diye takıldığımızda “Yok” diyor büyük bir ciddiyetle. Cenaze ve mutlu günlerde TEV için yapılan bağışların, çiçekçilerin payını sadece yüzde 10 oranında etkilediğini ve yanı sıra artık çiçekçi esnafının başarılı çocukları varsa, onlara da burs verdiklerini aktarıyor. 

***
Laik eğitimin iktidar eliyle sistematik tahribi, Ensar yöneticisinin yargıç olarak atanmasına kadar vardı. TEV’in 50. yaşı ile çağdaş eğitim için verilen uğraşlar, bu nedenle bugün her zamankinden büyük bir kıymet taşıyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Heybeliada’nın belleği - CELAL ÜSTER

Anımsamakla unutmak. İkisi arasında gidip geliriz çoğu zaman. Eskilerden bir düşünür, unutkanlığı alaya mı almış, ciddiye mi, bilmiyorum: “Tanrı, unutma yetisine sahip olalım diye bir beyin verdi bize.” Oysa Borges, “Geçmişin müridiyim” der. “Elimizde olan tek şey geçmiştir. Her şeyi unutursanız artık var olamazsınız.”
Yazarlarınızı unutursanız da var olamazsınız. Dilinizi var eden de, düşgücünüzü varsıllaştıran da yazarlar değil midir? Onları, onların yazdıklarını belleksizliğin gömütlerine gömerseniz, dilinizden de olursunuz, düşgücünüzden de. 

 
Çiçekli Dağ Sokağı’nda
Son zamanlarda öykücülüğümüzün ustalarından Zeyyat Selimoğlu da unutuldu, anımsayan da yok, kitaplarını yayımlayan da diyordum ki, Heybeliada Halk Kütüphanesini Koruma Derneği’nden bir haber geldi. Dernek, “yolu Heybeliada’dan geçen sanatçıları Ada belleğinde kalıcı kılmayı hedefleyen” etkinliklere 17 yıl önce yitirdiğimiz Selimoğlu ile başlıyor.
Yarın 13.30’da Heybeliada Vapur İskelesi’nde buluşulduktan sonra Türkiye Yazarlar Sendikası’nın da katılımıyla yazarın evinin önüne bir plaket yerleştirilecek. Sonra da, adadaki Çiçekli Dağ Sokağı’nın merdivenlerinde anılarla, Selimoğlu’ndan öykülerle sürecek anımsayış: 

‘Ey Papatyalar’
“Kır çiçekleri şairlerin çiçeği değil midir, ey papatyalar? Şair, şöyle bir duralar, düşünür, kendini tutamayıp yanındaki arkadaşının koluna sarılır, coşkuyla bağırır: — Çiçekli Dağ Sokağı! İşte bu sokak ve bu sokağın adı, dünyaya böyle adım atmıştır.”
“Heybeliada Hatırlıyor!” etkinliğinin yüreğimi şenlendiren bir yanı da, Selimoğlu’nun kitaplarını yeniden basan Eksik Parça Yayınları’nın küçük bir stant açacak olması. Etkinliğe katılan çocuklara da, Selimoğlu’nun, dernek üyelerinin “sahaflardan toplayabildiği” çocuk kitapları armağan edilecek. 

Ada’yı ada yapan
Ada’yı ada yapan yazarlardan biridir Zeyyat Selimoğlu. Heybeliada’dan babamın gençlik arkadaşıydı. Yıllar sonra dostluğunu benden de esirgemedi.
Yanılmıyorsam, 1990’ların hemen başında, Heybeliada’da bir yangın çıkmış, Halki Palas Oteli yanıp kül olmuştu. Cumhuriyet’teydim. Sabah toplantısında, arka sayfanın bu olaya ayrılması kararlaştırıldı. Ada’lı, Heybeliada’lı yazarlardan da görüşler alınacaktı.
Eh, en Heybeliada’lı yazar, Zeyyat Selimoğlu idi. Ben de işe onu aramakla başladım. Zeyyat abi, kuşkusuz, yangından haberliydi. Telefonda sesimi duyar duymaz, “Anlaşılan, geçenlerde çıkan kitabımı daha okumamışsın!” dedi. “Aramızdaydı O Gün’ü bırakmıştım sana. 51. sayfayı aç, ‘Bir Ada Soyunuyor’ adlı öyküyü bir oku bakalım! Ben yazmıştım bu yangını!”
Hemen açtım okudum:


Edebiyatın düşgücü
“... Yangın korkuları içinde geçiyor günlerim, tüm tahtalarım çıradır artık, gevrek ve kurumuş tahtalarım, tahta kaplamalarım, tahta balkonlarım, tahta çatım. Bütün bu saydıklarım küçük bir kibrit alevinin işaretine bakıyor, küçük bir alev beni yok edebilir. Geceleri beni uyku tutmaması, bundandır... İçime oturmuş bir yangın korkusu, geri kalmış ömrümün ince sancısıdır dostum; hani yanarak ölen yaşlılar vardır, yangın alevinden kaçamamış düşkünler...”
Öyküyü bitirdiğimde dehşete kapılmıştım. Gazetenin arka sayfasını nerdeyse tümüyle bu öyküye ayırmıştık.
Edebiyatın düşgücü, her zaman olduğu gibi, gerçekliğe nal toplatmıştı...

Celal Üster / CUMHURİYET

Başakcity - BİLGİN GÖKBERK

Başakşehir.. Eski İbbspor..
 
*
 
'Hayatım futbol' diyen Başkanı'nın twitter hesabında 13 twee't var.
Cumhurbaşkanı'nın 12, Başbakanlığın 1 tweetini paylaşmış.
Hiç tweet atmamış, Başakşehir'in B'si futbolun F'si yok.
 
*
 
Twitteri bile 100 de100 siyasi. 
 
*
 
İbbspor'un sponsorları İSPARK, İSFALT, İGDAŞ, İSTON, İETT, İSKİ, İHE, İSTAÇ filandı.
 
*
 
İstanbullunun yediği ekmekten kullandığı içtiği sudan kullandığı gazdan parkdan asfalttan vs.den aldıkları parayla futbol oynayıp  İstanbul takımlarını yenince zevkten 4 köşe olmalarının mantıklı bi izahı var mı?
 
*
 
İbb kendini şehrine ait hissetse, şehrin 100 yıllık takımlarını yenip milyonlarca İstanbulluyu mutsuz eder mi?
 
Dünyada bi örneği var mı?
 
*
 
Münichli bir belediyeci Bayern Münich'i yenmek için Münich Büyükşehir Belediyespor'u kuralım dese ya psikologa götürürler, ya tımarhaneye kapatırlar.
 
*
 
Madrid Büyükşehir -kafayı yemediyse- Real Madrid'i yenmek için basket takımı kurar mı?
 
*
 
Benim senin oyunla seçilen İstanbul gibi bir dünya şehrinin belediyesi bana sana, kendi şehrinin insanına rakip olur mu?
 
*
 
Allah’ın dağına İspark koyacaksın ben arabamı park edince, benden para alıp, Adebayor'u alacaksın, benim paramla bana gol atacaksın. Sonra pankart astırıp 'koyduk' diyeceksin.
 
Bi de benden cilve bekleyeceksin. Seni sevmemi isteyeceksin.
 
*
 
Olur; görürsem söylerim.
 
*
 
Hocanın, oyuncuların emeğine, başarısına saygılıyız, bi köşeye ayıralım.
 
Konu takım değil, kulüp.
 
*
 
Kuruluşu, varoluşu ofsayt, kendisi Jüpiter'den bile bakınca net ofsayt.
 
Bizim gezegenin top medyası hâlâ attığı gol 43 cm. ofsayt mı değil mi onu tartışıyor.
 
*
 
En baştan alırsak; Burundi'de bile kulübünü sahte evraktan UEFA'lık edip ceza aldıran ve batıranı başkanı federasyon başkanı  yapmazlar.
 
*
 
Nijer'de bile; Devletin toto'sunun ligini hükümetin Katarlı kankası, devletin bankası'nın kupasını
damadın ağabeyinin medyası yayınlamaz.
 
*
 
Futbolun mucidinin aklına gelmeyen bizim gelmiş.
 
Allah’ın İngilizinin aklına Arsenal'in hocasını İngiliz milli takımına hoca yapmak için İngiltere Kraliçesini araya sokmak gelir mi, kraliçe Londra Büyükşehir Belediye Başkan vekilini devreye sokar mı?
 
*
 
Başakcity'nin sponsoru Manchester City'den fazla olur mu?
 
100 yıllık kulüpler para bulamazken ülkenin iş adamları taraftarı camiası olmayan kulübe para 'ak'ıtmak için sıraya girer mi?
 
*
 
Niye kimse yazmaz?
 
Gazetecilik sadece zırt pırt mortgeyçe girip mort olana kadar yaz-a-mamak mıdır?
Tv'cilik, koltukta biraz daha oturmak için bu arkadaşları her eleştirildiğinde zırt pırt çağırıp yağlamak 'ak'lamak mıdır?
 
Arkadaşları meslekdaşları zırt pırt kovulurken tutuklanırken susup oturup para istiflemek midir? 
 
*
 
Yüzde 75'inin sefalet içinde yaşadığı Malawi dahil dünyanın her hangi bir ülkesinde bu kadar sefil bir medya var mı?
 
*
 
Muktedir kardeşimiz iktidar sever Rıdvan Dilmen,"Kulüp Başakşehir, gazete Turkuaz Grubu'ndan olunca herkes tırsıyor nedense" diyor. Cin gibi olan kardeşimiz her şeyi biliyor, bunun nedenini mi bilmiyor ?
 
*
 
Herkes sırtını külliye'ye Ferit bey'e dayayıp iş yapmıyor? Herkes elinde 'evet' videosu tur'lamıyor?
1 tweetten gazeteci tutuklanıyor bu ülkede, tırsacaklar tabi.
 
*
 
Dilmen'in deyimiyle, o bu şu sebepten insanlar tırsıp ona buna biat edebilir, hoş olmaz şık etik değildir belki ama olabilir yine de.
 
Ama Papua Yeni Gine'de bile havuzu yandaşı merkez medyası dahil ülkenin tüm spor sayfaları ve ekranları bir belediyeciye biat eder mi?
 
*
 
Sadece futbol mu?
 
Katar'lıların tv'lerinde Rıdvan'ın Ntv'sinde Akp'nin Trt'sinde gece gündüz basket ligleri yayınlanıyor.
Bir Allah’ın kulu da  çıkıp "doping yapan adamdan federasyon başkanı olmaz" demez mi? Bunu diyemediği için hiç yüzü kızarmaz mı?
 
*
 
Eşi dostu, "Koca adamsın ayıp ya dopingciden başkan olur mu, 1-2 çift laf etsene elaleme rezil oluyoruz" demez mi?
 
*
 
Hazret şimdi de tutturdu video hakem istiyor; ülkeyi iyi tanıyor; haklı.
 
*
 
Daha dün YSK 1000'lerce hile hurda çalma çırpma videosuna rağmen iktidar temsilcisi istedi diye mühürsüz oyları geçerli saydı seçimde şaibe filan yok dedi. Bir grup futbolcu gazeteci dövdü, 10'larca video vardı, grubun yarısı ceza aldı yarısı almadı.
 
Başakşehir başkanı ne uygun gördüyse Federasyon başkanı o cezayı verdi.
 
*
 
Biliyor ki; YSK'nın, TFF'nin bile 'hazır ol'da durduğu düzende videonun başına oturttuğu hakeme istediği düdüğü çaldırtmak  sahadaki hakeme çaldırtmaktan daha kolay. Hatta çocuk oyuncağı.
 
*
 
Son 1 şey..
 
Gümüşdağ da iktidar ağzıyla konuşmaya başladı.
 
Başakşehir düşmanları filan diyor.
 
*
 
Bak Göksel bey, daha dün 1 bugün 2. Ne düşmanı?
 
Çoluk çocuğa düşman olunur mu?
 
*
 
Tane tane anlatalım
 
O dediğine antipati denir.
 
O da takıma değil kulübe..
 
Siyaseti futbola dibine kadar sokmana..
 
Futbolu akpbol haline getirmene..
 
Tarzına, üslubuna..
 
*
 
Ülkenin kaderinin oylandığı referandum öncesi hem de uluslararası konuklar önünde Katarlı kankaların canlı yayınlarken çok net  'evet' propagandası yapacaksın, Başkanlığını yaptığın kulüpleri, kendi kulübünü bu işlere alet edeceksin, sonra 'hayır' diyenlerden   sempati bekleyeceksin. 
 
*
 
Senin kafayı taktığın o 3 büyükler 100 yıldır var, 3 gündür değil.
 
*
 
Geçmişlerinde sevinç üzüntü gözyaşı, kahkaha, aşk, ıstırap, kupa, mupa vs. ne ararsan var.
 
*
 
Boru değil bu, 100 yıl.
 
*
 
Düşmanın da yaşı başı, bi geçmişi ağırlığı olmalı.
 
Dünkü çocuğa kim niye düşman olur kim niye kıskanır, kızmazsın bile.
 
Bi sevip okşarsın, makas alırsın, yürür gidersin.
 
*
 
Düşmanlık değil onun adı, unutma; antipati.
 
O da takıma değil, kulübe..
 
*
Nokta. 
 
 
Bilgin Gökberk / CUMHURİYET