2 Temmuz 2017 Pazar

Nafile cehalet turları! - Mine G. Kırıkkanat

New York eyaletindeki Rochester Üniversitesi, 2013 yılında Prof. Miron Zuckerman’ın yönettiği bir araştırma ekibinin “dindarlık ile zekâ ilişkisi” konulu sentez çalışmasını yayımladı.
Geçmişte konuyla ilgili yapılan 63 araştırmayı inceleyen ekibin vardığı sonuç, “dindarların inançsızlardan daha az zeki oldukları” yönündeydi. 


The Independent gazetesinin geniş yer verdiği araştırma sonuçları, Türkiye’de lafı dolandırmadan “Ateistler dindarlardan daha zeki” başlığıyla açıklandı. 


Sentez sonuçlarından biri, 1921’den beri IQ’su 135’in üstünde 15 çocuğu ömür boyu izleyen ve hâlâ devam eden bir araştırma, ortalama zekâ sahibi olup inançsız bir yaşam süren kişiler ölüm sürecine doğru imana gelirken; bu üstün zekâlı çocukların yaşamlarının sonuna kadar inançsızlıklarını koruduklarını ortaya koyuyor. 


Başka deneylere dayalı diğer sonuçlar da farklı değil. 


Deneklerin cinsiyet ve eğitiminin, inanç ile zekâ arasındaki ters orantıyı değiştirmediğini vurgulayan bilimci ekipteki üç psikolog, zekâyı şöyle tanımlıyor: Mantık yürütmek, öngörmek, sorun çözmek, soyut düşünmek, karmaşık fikirleri anlamak, çabuk öğrenmek ve deneyimlerden ders çıkarmak kapasitesi.
 

Zuckerman ekibinin sentezi, dini inançların mantık ve bilim dışı, doğrulanamaz ve kanıtlanamaz olmaları yönünden, “rasyonel anlamda zeki” kişilere çekici gelmediğini ileri sürüyor. 

***

Şimdi bir ülke düşünün ki, bir yanda Nobel ödüllü bilimci Aziz Sancar’ı ve geleceğin Sancar’ı olmaya aday daha nice üstün zekâlı milli değerler yetiştiriyor; öte yandan ümmi ramazan eğlencemiz Nihat Hatipoğlu ile kendisine “banyoda çıplak olarak yıkanılır mı” ya da “oruçluyken sigara içilir mi” gibi “hayati” sorular soran müminler üretiyor. 

Bu ülkeyi ceberut bir zihniyetle, kimseye hesap vermeden sömürmeye ve semirmeye devam etmek isteyen müptezel oportünist bir iktidar, sizce hangi tür insan yetişsin ister?
Mantık yürütüp “Sen kamu malını hangi yetkiyle talan edersin? Hangi yetkiyle tarımını tarumar eder, dışa bağımlı hale getirirsin? Kimin cebini doldurmak için askerimi zehirlersin? Doğacak çocuğumu nasıl borçlandırırsın” ve daha pek çok konuda hesap soracak, ceza kesmeye kalkacak akıllı insanlar mı?.. 


Yoksa “Uzaya çıkmak günah mı?”, 

“Erkeklerin kadınlar gibi babet çorap giymesi caiz midir?” diye soran erkekler ve  
“Gözümde sürme varken aldığım abdest geçerli mi?”, 
“Oruçluyken botoks yaptırmak orucu bozar mı?” türünden abesliklerle televizyona çıktım diye sevindirik olan kadınlar mı üresin ister?

***

Tıpta yapılan tüm devrimlerin, canlı varlıklara ilişkin tüm bilimlerin ilerlemesine temel olan Evrim Kuramı, ki Big Bang Kuramı’yla bir bütün oluşturur; okullardan işte tam bu yüzden kaldırıldı!
Çünkü AKP iktidarının, bu ülkeyi talan ve yağmaya devam edebilmesi için yemesi haram domuzun kalp kapakçığının, Evrim yok ve her canlı ayrı ayrı yaratıldıysa, nasıl olup da insan kalbine takılabildiğini sorgulamayacak mankafalara ihtiyacı var! 


Haram domuzdan insana organ naklini hangi Kuran, hangi ayet, hangi sureye dayanarak “helal” ilan edebildiği sorgulanmayan ilahiyatçı tayfaya daha da çok ihtiyacı var! 


Ülkenin besin bağımsızlığını sattığı uluslararası tohum şirketlerinin, Evrim kuramına dayanarak GDO’lu tohum üretebildiklerinin, çünkü genetik bilimin Evrim’in birebir kanıtlanmasından ibaret olduğunun BİLİNMEMESİNE ihtiyacı var, iktidarın. 


Biraz aklı ve vicdanı olanın, artık “milli eğitim” demekten utanç duyduğu bakanlığın; okul çocuklarına “muamelat” ve “ukubat” dersleri koyması da tam bu yüzden! 


Marmelat nasıl yapılır, hububat türleri (elbette Evrim sayesinde) nasıl ıslah edilir, nasıl korunur öğretselerdi, daha yararlı olurdu, ama hayır… 


***

Şeriat’ın ceza hukuku demek olan Ukubat’ın sıraladığı ve hepsi insanlık tarihinin ortaçağına göre düzenlenmiş (yoksa “yaratılmış” mı demeliydim?) suçlardan birincisi, zina…
Çünkü çağdışı iktidarın, Nihat Hatipoğlu’nun ağzına bakan çağdışı seçmenlere ve pipisini kukusunu keşfeden çocuk zekâsından bir gıdım ileri gidemeyen dişisi  

“Eşimin dayısı bana helal midir?”
erkeği ise “Komşu kızına yürümek günah mıdır?” sorularına yanıt arayan eblehlere ihtiyacı var! 


Zaten Nihat Hatipoğlu da tam bu yüzden YÖK üyesi yapılmadı mı?
 

Ama nafile… 

Su tersine akmaz.
 

Zekâ da su gibidir, yolunu bulur.
 

Seksen milyonluk Türkiye, bir avuçluk bedevi kabilesi değildir.
 

Cehalet bezirgânlığını er ya da geç, ait olduğu yer ve çağa gömer.

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Çamlıca Kulesi kimleri zengin edecek? - ÇİĞDEM TOKER

Çamlıca’da her bakımdan iddialı bir TV/radyo kulesi yükseliyor.


“Her bakımdan” diye vurguluyorum. Zira yüksekliği, teknolojisi, donatıldığı yetkileri ve onun aracılığıyla dağıtılacak parasal kaynaklar bakımından, esaslı bir “iktidar aygıtı” daha yakında AKP rejiminin “alet çantası”na eklenecek.
O sebeple bugünkü köşeyi, farklı konulara değil yalnızca Çamlıca Kulesi’ne ayırıyorum. Yeni iktidar aygıtının “ağırlığı”nı, farklı yönleriyle anlatmak için.

***
 
Kulenin 221 metrelik beton kısmı tamamlandı. Üzerine parçalar halinde çelik anten ekleniyor. Beton aksamın çevresi, -Osmanlı’ya atfen- lale motifiyle giydirilecek. Bittiğinde, kulenin toplam yüksekliği 369 m’ye ulaşacak.
Bu yükseklikle de Eyfel’i geçeceği gururla takdim ediliyor.
Çamlıca Kulesi tamamlanınca 80 FM radyosu buradan yayın yapacak. “Görüntü kirliliği” yaratan irili ufaklı antenler kaldırılacak.

***
 
Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Ahmet Arslan, iki hafta önce kule inşaatında inceleme yaptı. Gazetecilere ayrıntılı teknik bilgiler verdi.
İnşaat haziranda bitirilecekti. Yetişmedi. Bakan Arslan gecikme nedenini, “Yapının çok özel olduğunu, kullanılan malzemelerin özel seçildiğini, bu çalışmaların ciddi zaman almasıyla” açıkladı. Şöyle dedi:

Yurtdışından siparişler

“80 FM radyo yayını burada yapılacağı için, vericilerin konulması gerekiyordu. Onunla ilgili süreçleri başlattık. Yurtdışından siparişlerimizi yaptık, onların imal edilmesi, gelmesi, yerleştirilmesi işlemi tamamlandı. Vericiler ve combiner’lar da geldi. (...) 10 günlük test süreçleri bittiğinde de 80 radyoya burada yayın yapabilecekleri vericileri kurmuş olacağız. Bunu RTÜK ile birlikte yürütüyoruz.”

Ulaştırma Bakanı, yurtdışına sipariş edilen verici ve combiner’lar konusunda kritik bir bilgi de sunuyor:“Çıkan maliyete bakanlık olarak PTT’nin kurduğu bir şirket aracılığı ile destek olduklarını, uygun şartlarda ve zamana yayarak radyocuların ödemelerini yaparak yayınları yapabilir hale geleceklerini” açıklıyor. 

Geçen sene yaptığı ziyarette, kulenin 170 milyon TL’ye mal olacağını bildiren Bakan Arslan, bu kez maliyet konusunda bir rakam vermemiş. Dolayısıyla 170 milyon TL’nin geçeri olup olmadığından emin değiliz.

Burj El Arab konforu

Bakan Arslan’ın Ulaştırma Bakanlığı olarak destek verdiklerini belirttiği şirketse, Kule Verici Tesisleri İşletim ve Teknolojileri AŞ.
Hani geçen hafta, olağanüstü yönetim kurulu kararıyla, kendi kendilerine imtiyazlar tayin eden bürokrat yöneticilerini duyurduğumuz şirket.
Hatırlatalım: Genel müdür, genel müdür yardımcısı maaşlarına ek olarak 5 bin TL ücret, 1. sınıf uçuş, beş yıldız ve “üzeri” konaklama.Yani misal, anten konulu bir Dubai seyehati çıkarsa, PTT ve Ulaştırma Bakanlığı bürokratları bu tanıma uyan 7 yıldızlı Burj El Arab’da kalma hakkını kayda geçirmişler, gazetede de yayımlatmışlar.
Bu ayrıcalıkların nedenlerini, yani kamu hukuku açısından hangi özverili hizmetler vererek bu imtiyazlara layık görüldüklerini geçen hafta sordumsa da yanıt alamadım. (Tıpkı Ulaştırma Bakanlığı alanına giren Hazine garantili köprü/otoyol garantileri konusundaki sayısız soruma yanıt gelmediği gibi.)
Sicil kayıtları, tamamı değilse de bazı sorulara kayda değer yanıtlar verir.

Kule gibi yüksek ‘amaç/konu’ listesi

Referandumdan dört gün sonra kurulan kule şirketi 50 milyon TL sermayeli.
Yarısını Türkiye Varlık Fonu (TVF) kapsamındaki PTT vermiş, diğer yarısını EPT Ticaret ve Sanal Mağazacılık AŞ (Bu şirketin ortağı Hakan Çevikoğlu).
- Şirketin “amaç ve konu”ları upuzun bir liste. O kadar ki, alfabenin harfleri neredeyse yetmeyecekmiş. V’ye kadar listelenen amaçlarda; anten sistemleri, kule tesis kurmak, karasal ortamdan lisans veya geçici yayın izni sahibi medya hizmet sağlayıcılara ait radyo ve TV ve isteğe bağlı yayın hizmetleri ile katma değerli hizmetlerin iletimini sağlamak, anten sistemleri ve verici tesisleri, yayın nakline yarayan yayın teçhizatını satın almak, kiralamak, karasal analog ve sayısal TV hizmeti, telsiz radyolink.

Dahası var: Restoran, otopark işletmek, gayrimenkul alıp kiralamak, sosyal mekânlar, AVM’ler kurmak.

Bu “konular”ın ise milyarlarca liralık ciroların akacağı gelir yaratan kaynakların dağıtılması, pay edilmesi anlamına geldiğinden şüphesi olan?
Hem de uzun yıllar boyunca.
Peki kim eliyle? Yöneticileri PTT ve Ulaştırma Bakanlığı bürokratları olan özel hukuka tabi bir şirket.
Biraz daha açalım: Yüzde 50 ortağı PTT olan bir şirket düşünün: Bir yandan, tereddütsüz kamu hizmeti olan karasal ve dijital TV yayıncılığı radyo yayıncılığına dair sahiplikleri, hakları belirleyecek; öte yandan, falanca restoran işletmesini A şirketine, fişmanca otoparkı da filancanın baldızına verme hakkını elinde tutacak...
Bu büyük kararlara da PTT ve Ulaştırma Bakanlığı bürokratlarından oluşan yönetim imza atacak. Bana çok ilginç geldi.

Hani Sayıştay denetimi?

Çamlıca Kulesi’nden çıkacak yeni zenginleşme alanlarının dağıtımında, beş kişilik bürokrat heyetinin tek tayin edici olması beklenemez.
Kararların ardında “siyasi irade” bulunması tabiidir.
Peki kendisi de TVF kapsamında bulunan PTT’nin kurduğu bu şirketin yaptığı harcamalar, aldığı kararlar, dağıttığı kaynakları kim denetleyecek?

Özel hukuka tabi bir AŞ olan Kule Verici Şirketi, Sayıştay denetimine tabi mi? Eğer tabi ise son yönetim kurulu kararında yayımlanan Shen Elektronik’ten satın alındığı belirtilen “FM verici ve soğutucu sistemlerin temini, montajı ve devreye alınması sözleşmesi”nin bedeli nedir?
Bu satın almada Shen Elektronik şirketini kim, neden belirledi? Şirket, bahse konu teknolojik sistemler konusunda yetkin mi? İş bitirme belgeleri var mı?

Şirkete ne kadar ödeme yapıldı? Geçen yıl açıklanan 170 milyon TL’nin ne kadarlık kısmı bu sistemlerin maliyetini oluşturuyor? Bakan Arslan’ın söz ettiği “yurtdışı siparişler” bu şirket tarafından mı tedarik edildi?

Çamlıca’ya Paris’teki Eyfel’i geçecek yükseklikte bir TV/radyo verici kulesi kuruyorsanız, kamusal bir iş yapıyorsunuz demektir. Kamusal bir iş yapıyorsanız, hizmetleri özel hukuka tabi şirket eliyle sunsanız da işlemler hesap vermeye açık olmalıdır.
Zira, şirket eliyle dağıtılacak ve dar bir gruba servet aktaracak bu kaynakların başlangıç finansmanı kamu kaynaklarıdır.
PTT’nin koyduğu sermayeyi kastediyorum. Vergilerimizi yani.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

1 Temmuz 2017 Cumartesi

Aydın yalnız kendine ihanet eder - ORHAN GÖKDEMİR

Aziz Nesin’le tanışma onuruna sahip oldum. Toplumsal Kurtuluş’un fırtına gibi estiği zamanlar, hevesli ve genç bir gazeteciyim. Yalçın Hocanın isteğiyle Maçka’daki çalışma ofisine gittim, konu neydi hatırlamıyorum. Ufak tefek, ak saçlı bir adam karşıladı beni. Ülkenin en üretken, en inatçı, en aydınlık insanlarının birinin karşısında olduğumun bilincindeydim.

Turan Dursun’u tanıyamadım. Ama daha ilk yazılarında evrenimize yolu kazara düşmüş bir uzaylı gibiydi Turan Dursun. Dinin ta içinden ve en altından geliyordu. Okuya okuya inançtaki hurafenin kokusunu almış, aldıktan sonra baktığı her yerde o hurafelerin izini sürmeye başlamıştı. Öfkeliydi insanın din ile kandırılmasına, yakaladığını tepeliyordu.

Aziz Nesin Sivas’ta yobaz yangınından kıl payı kurtuldu. Turan Dursun’u resmi tabancalı yobazlar öldürdü. Aydınlanma mücadelemizin iki yiğit savaşçısıdır.

Toplumsal gelişme mesafe aldıkça dinle ilişki zayıflar, dinle bağı kopmuş insanların sayısı artar. Tarihin mantığına uygundur bu. Bizde tersi oluyorsa, sistemin, içindeki insanları doyurmamasından, gerekli eğitimi vermemesinden, daha kötüsü varlığını sürdürmek için hurafeye muhtaç olmasındandır. İşte sonuç ortada; din yayılıyor, ahlak azalıyor. Sınırsız bir sömürü, uçsuz bucaksız bir eşitsizlik hüküm sürüyor ülkede. Acı çekenlerin sayısı arttıkça dinin dozu da arttırılıyor. Ama artık sınırdayız, bünyenin bunu daha fazla kaldıramayacağını herkes görüyor. Bağımlı doz aşımından öldü ölecek…

***

Nesin Çiftliği Aziz Nesin’in en faydalı eserleri arasında. Bugüne kadar pek çok muhtaç çocuğun yetişmesini sağladı. Biliyorum hepsi pırıl pırıl çocuklar olarak geldiği çiftlikten pırıl pırıl yetişkinler olarak ayrıldı.  Annem inançlı bir kadındı, hali vakti oldukça kurban kesmeye özen gösterirdi. Bir gün alıp çiftliğe götürdüm, çocuklarla tanıştırdım. Her kurbanda birlikte ziyaret ettik çocukları.
Herhalde o çiftliğin havasını solumuş çocuklardan en sorunlusudur Aziz Nesin’in oğlu. Ülkeye döndüğünden bu yana söylediği sözde, takındığı tutumda hep bir tuhaflık var. Hâlbuki matematikle, resimle, desenle uğraşıyor. İnsan, bu uğraşları arasında hiç olmazsa babasının bir iki kitabını da okumuş, anlamış olmasını umuyor. Kendisi için değil bu temennim, bizim için. Zira aynı zamanda Aziz Nesin’in kitaplarını basıp yayan Nesin Yayınlarının da yönetmeni. Bir sürü unvanı, bir sürü uğraşı var. Profesör, öğretim üyesi, bir iki vakfın yöneticisi. Yazarken hata yapmamaya çalışıyorum. Atladığım bir şey olmasın diye araştırdım. Malum Wikipedia kapalı. Taradım, biyografisini buldum. Yukarıdaki bilgileri Akit gazetesinin sitesine borçluyum.

Bu ağır karanlık dönemin içinden geçerken “aydın portresi” yazıyorum ve yazdıkça utanıyorum. Geçenlerde çıktı, “Bugün olsa yine ‘yetmez ama evet’ derim; keşke Atatürk kolay idare edilir bir cumhuriyet bıraksaydı” dedi. Belli ki “idare edilebilir cumhuriyet” konusunda kafa yormuş aydınımız. Cumhuriyetin kuruluşunda büyük yanlışlar yapılmış, özerk bölgeler olsaymış sonuç böyle olmazmış, dediği bu. Bu çocukça lafları, başka bir çocuklukla tamamladı, “hayırcılara” Cumhurbaşkanı adayı olarak bir islamcıyı, Levent Gültekin’i önerdi. Tepki gördü haliyle. Tepkilerin çoğu, saçma sapan fikirlerine değil, bunları Aziz Nesin’in oğlu olarak söylemesineydi.

Böyle bir sorumluluk yüklenebilir mi kendisine emin değilim. Babasıyla ilgili yargıları da en az diğer söyledikleri kadar tuhaf zira. Diyor ki o söyleşinde, “Cumhuriyet kuşağı başka, Cumhuriyet rejimi başka. Babam da Cumhuriyet kuşağıydı örneğin. Cumhuriyet için canını dişine takan biriydi. Peki, bu Cumhuriyet rejimleri babama nasıl davrandı? Büyük kapitalistler dışında, bu iktidarlar hangi kesime iyi davrandı? Solcular, aleviler, Kürtler, İslamcılar, milliyetçiler, her kesim çekmedi mi bunlardan?”
Bu yarım yamalak cumhuriyet tanımından derin bir cumhuriyet düşmanlığı devşirmiş, belli. Ha bire AKP’yi “askeri vesayeti kaldırdığı” için övüp duruyordu. Şimdi “kaldırdı ama başka bir vesayet kurdu” diye yakınıyor. Ama dediğine göre AKP yine de kötünün iyisi. Neden? Seçimle değiştirilebilirmiş AKP.

Nasıl bir yanılsama içinde olduğunu sadece bu cümlesinden anlayabilirsiniz. Seçim mi kaldı birader? Bu sözlerinden dolayı ağır bir biçimde eleştirilince ısrar ettiğini göstermek için Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasına ve binadan dolayı da Mustafa Kemal’e ağır laflar etti yine. Hakkı, beğenmez. Ama bu arada ülkenin her yanı tuhafazakar AKP mimarisi ile örüldü. Tuhaf alışveriş merkezleri, şehre tecavüz eden gökdelenler, kimsenin geçmediği köprüler, ormanı çöle çevirip üzerine imal edilen havaalanları dolu ülke. O gidip Ankara Dil Tarih Coğrafya Fakültesi binasına laf etti. Dil çürük dişe gidermiş…

Türkiye Aydınlanmasının bir abidesidir DTCF. Devrimci Cumhuriyete bir yeni halk yaratma ütopyasının ete kemiğe bürünmüş halidir ve buna sosyalist bir mimarın ete kemiğe büründürdüğü bina da dâhildir. Eksik veya fazla, doğru veya yanlış, DTCF bizimdir.
Karşı devrim geldi üstüne, DTCF’nin etkisini kırmak için, İstanbul’da Edebiyat Fakültesi’ni kurdular. DTCF’de kurgulanan Anadolu halklarının mirasçısı ve Avrupalı Türk kurgusundan, Edebiyat Fakültesi’nde kurgulanan Orta Asyalı köklere yatay geçiş yaptık böylece. İlginç bir mücadeledir, bakmasını dilerim. Binalara kimliğini veren içinde olup bitenlerdir, öğrenir. Tıpkı Nesin Çiftliği gibi…

***

Ama uyarayım Ali Nesin’i Ali Nesin’e bakarak çözemezsiniz. Daha saf hali yol arkadaşı Sevan Bedros Nişanyan’dadır. Marx’ın özet Grundrisse çevirisinden hatırlayacaksınız. Olağanüstü bir zekâdır Nişanyan. Pek çok dile vakıftır, kalemi kıvraktır. Yale ve Columbia Üniversitesinde dirsek çürütmüştür. Bilgisayar işiyle iştigal etmiş, bu konuda yazacak kadar uzmanlaşmıştır. Ama her nasılsa Marx çevirisi ile başladığı yazma kariyerini seyahat ve otel rehberi yazarı olarak sürdürmeyi tercih etmiştir.

Neden böyle bir tercih yapar insan? Şöyle anlatıyor: “1978-79 gibi, Fransız, Rus ve Çin devrimlerinin analiz edilmesi sonucu devlet otoritesinin nasıl yıkılacağı, tahrip edileceği konusunda epeyce fikir yürüttüm. Soldan kendimi erkenden kurtarmayı başardım. Fakat temel yaklaşımım değişmedi. ‘Girme artık bu lüzumsuz adamlarla kavgaya’ desem de, kendimi zapt edemiyorum. Ahmakla mücadele etmek, kendine saygı duymanın şartıdır.” Sonuç: Taraf yazarlığı ve Liberal Demokrat Parti milletvekili adaylığı. O arada yazdı “Yanlış Cumhuriyet” adlı kitabını. Sol düşmanlığı, mantıki olarak varacağı yere, Cumhuriyet düşmanlığına vardı.

İki kere başı derde girmiş Cumhuriyetle söylediğine göre. Birincisi 1986’da, askerdeyken Ali Nesin’le birlikte tutuklanmışlar. İddia komünizm ve bölücülük. Sonuncusu üç-beş yıl önce Şirince’de sit alanında kaçak inşaat yapmaktan. Israrcı olunca birkaç ceza almış aynı suçtan. Hala içeride gün sayıyor.

O kadar çarpılmış ki tarihe bakışı, mevzuata aykırı inşaat yapmaktan ceza almasına rağmen, bunu da Taraf’ta yazdığı için Ergenekon bağlantılı bir takım çevrelerin marifeti sayıyor. Şöyle diyor: “Burada Türkiye Cumhuriyeti devleti otoritesine yönelik bir saldırı var! Bir savunma refleksi göstermeleri doğaldır. ‘Allah’a, Peygamber’e laf etti’ diyerek bir Ermeni’yi hapis yatırmak sıkıntı doğuracağı için buradan yatırıyorlar. Boynumuz kıldan ince deyip hapse girdik. Ama cezayı artırdıkça artırdılar.”
Bunları şunun için aktardım. İkisi de Kenanizmle Kemalizmi ve laik Cumhuriyetle faşist Cumhuriyeti birbirine karıştırıyor. Monarşiyi ve onun üzerinde durduğu dini temelleri yıkan şeydir Cumhuriyet. Ne Kenan’la, ne de Tayyar’la ilişkilidir. Korkut Hocanın dediği gibi Türkiye’de aydınlanmacılığı Kemalist Devrim temsil eder. Ona düşman olmak aydınlanmacılığa düşman olmaktır.

***

Dediğim gibi, bu ağır karanlık dönemin içinden geçerken “aydın portresi” yazıyorum ve yazdıkça utanıyorum. Örnekleri çok.
Celal Şengör, parlak bir bilim adamı. “Dışkı yedirmek işkence değildir” dedi önce. Sonra Deniz Gezmiş ve Mahir Çayan’ı eşkıya ilan etti. Ardından evrim teorisi çürümüştür diyen Numan Kurtulmuş’a tepki gösterdi, “Evrim teorisine çürümüş demek cehaletin daniskasıdır” dedi.
Ali Nesin, "İnsanlara dışkı yedirmek işkence değil" diyen Prof. Dr. Celal Şengör’e tepki gösterilince çıkıp açıklama yaptı, "Celal Şengör ne yapsa, ne etse de bizim değerimizdir. Fazıl Say da, Orhan Pamuk da öyledir. Bu kişilere öyle ağız dolusu laf edemezsiniz" dedi.

Aziz Sancar’ın “Ben Allah’a inanıyorum isteyen de evrime inanır” dediği söylenince hepimiz inanma eğilimi gösterdik haliyle. Sonra çıktı, öyle söylemediğini belirtti, “Evrim gerçektir, inanç konusu değildir” dedi. Sancar Nobel ödüllü bir bilim adamı. Ödülü aldıktan sonra Ülkücülerle görüştü, Saray’a çıktı ve götürüp Anıtkabir’e hediye etti. İşte size nevzuhur üç “aydın” portre…
Yaşamı tutarsız olanda akli tutarlılık aranmaz. Ne eğitim meselesidir tutarlık, ne aile, ne soy, ne sop. Sınıfsal bir vakadır bu.
Aydın o yüzden yalnız kendine ihanet eder.
Cumhuriyet kuşağıydı Aziz Nesin, Yoksul halkın yanında tutmuştu safını. O saftaki yoldaşlarının çıkarının laik Cumhuriyette ve aydınlanmada olduğunun bilincindeydi. En nefret ettiği de o fukara halkın din ile aldatılmasıydı.

***

Türkiye ağır bir karanlığın içinden geçerken büyük bir aydın kırımı da yaşıyor. Azalıyor aydınlığımız. Ama denildiği gibi karanlığın en derin anı aydınlığın eşiğidir.
Aydınlanma Hareketi, pek çok imzacısının ve katılımcısının katkısıyla bir “Aydınlanma Kitabı” hazırladı. Yazılama Yayınları son rötuşlarını yapmak üzere. Aziz Nesin’e ithaf ettik kitabı. Onurumuzdur.

İnsan tükenmez!

Orhan Gökdemir /SOL 

Bize önce ‘insaf yürüyüşü’ lazım - Nilgün Cerrahoğlu

“Dün gece Atatürk’ü rüyamda gördüm; inan’ın Kemal Bey’den şikâyetçiyim’ dedi. ‘Kurduğum partiyi ne hallere düşürdü’ diye de ekledi. Hayırdır inş.”
Burhan Kuzu’nun Twitter hesabından paylaştığı son not -dokunmadan aktarıyorum, bu
Koskoca anayasa profesörü anamuhaletin Adalet Yürüyüşü’yle böyle dalgasını geçiyor. 
 
“Ekşi Sözlük”te geçende okuduğum ve beğendiğim bir yorum vardı: “Her şey bu ülkede şaka gibi. Ama komik değil!”
 
Kuzu’nun tweet’i de böyle: Şaka gibi… ama komik değil. 

 
İnsanlar 40-45 derece sıcakta yürüyor ve 16. günün sonunda tırnaklarını kaybediyorlar. Ayakları, topukları su topluyor. 70’ini, 80’ini geçen belli bir kesim duyarlı insan yollara düşüyor. Kimi ciddi sağlık tehdidi yaşıyor. Yolda fenalaşanlar, kalp spazmı, kalp krizi geçirenler ve yaşamını yitirenler oluyor. 
 
Burhan Kuzu sözde hâlâ laf sokmakla ve matrak geçmekle meşgul. 
 
Kuzu gibi…“hukukçu” olan bir iktidar milletvekilinin bu alabildiğine dramatik koşullarda yükselen dramatik çığlığa kulak vermesi için acaba daha nelerin olması lazım?
İnsanlar üzerlerine benzin döküp kendilerini mi yakmalı? 

‘Empati’ olmayınca
Hülya Koçyiğit hanfendi… Sözde bu ülkenin sanatçısı.Enis Berberoğlu’na atıfla “(Yürüyenlerin) Sadece kendi canlarını yakan bir vakanın üzerine yürümeleri beni heycanlandırmıyor” diyor, diyebiliyor.
70’ine merdiven dayayan Kılıçdaroğlu’nun son çare olarak başvurduğu bu yürüyüşün tekrar tekrar “bir Enis Berberoğlu yürüyüşü olmadığını” açıklamasına, Berberoğlu’nun bir “son damla” olduğunu söyleyegelmesine ve de Berberoğlu ötesinde konunun toplumu kucaklayan bir “hak, hukuk ve adalet arayışı” olduğunu ısrarla belirtmesine, gözler önünde eriyen Nuriye Gülmen-Semih Özakça’yı mesela, sahiplenmek olduğunu gerizekâlıların anlayabileceği gibi tane tane anlatmasına ve de herkes için adalet aradıklarını beş vakit tekrarlamasına rağmen; “Yeşilçam’ın en kıdemli yıldızı” nasılsa sade kendi duymak istediklerini duyuyor ve sanatçıların en büyük hazinesi olan “empati”yi reddediyor.
Yandaşlar eylemi bir yandan ti’ye alıp küçümsemeye çalışırken bir yandan “milli değil, yerli değil, FETÖ’cü, bölücü, şu, bu” diyerek ağır ithamlarla damgalıyorlar. 
 
Barış Yarkadaş’ın dün “Cumhuriyet” net ve aydınlatıcı biçimde özetlediği gibi iktidar, “yürüyüş” ve de “kamuoyundaki adalet algısı”na dair çift katmanlı anket yaptırıyor.
Sözü edilen anketler açık biçimde “Adalet Yürüyüşü”nü destekliyor. Geniş genel kamuoyu “yürüyüşe” olumlu baktığı gibi, adalet duygusunun Türkiye’de ağır biçimde yaralanmış olduğunu not ettiğini de ortaya koyuyor.
İktidar bu yaşamsal bulguları not etmek, ciddiye almak ve hızla makas değiştirmek yerine yürüyüşü hâlâ -son Burhan Kuzu örneğinde gördüğümüz gibi- her yöntemi devreye sokarak itibarsızlaştırmaya çalışıyor.
Yürüyüşçülerin önüne kamyonla tezek boşaltma cüretini kendilerinde bulanlar, bu terbiyesizliğin ardındaki dayanağı yukarlardan aldıkları bu “itibarsızlaştırma mesajı” üzerine kurguluyorlar.

Kalpler mühürlü, gözler kör
Hukukçusundan sanatçısına… sonuçta mesele Türkiye’de geniş kesimlerin “kalplerini mühürleyen” ve gözlerini kör, kulaklarını sağır eden bir “insafsızlıkta” düğümleniyor.
Adalet Yürüyüşü, aynı havayı soluduğumuz insanların ne oranda pervasızca “insafsız” olabileceğini ortaya koydu aynı zamanda.
Konu bir “hukuk devleti” ve salt “yargının bağımsızlığı problemi” olmaktan önce bir “insaf meselesi”. “İnsaf”ın yandaşlığı ya da muhalifliği olmaz.
İnsaf, doğrudan izandan, kalpten, duygudaşlıktan gelir. 
 
Bunların olmadığı yerde 4 yüz değil, “Adalet Yürüyüşü” için 4 bin kilometre yol kat etseniz neye yarar? 
 
“Adalet Yürüyüşü”nden önce bizim toplumca bir “insaf yürüyüşüne” ihtiyacımız var.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘Halkımız, Başbakan yalan söylüyor’ - ŞÜKRAN SONER

Kılıçdaroğlu’nun “Adalet” Yürüyüşü’nde, Düzce kamp alanına bir kamyonla dökülen tezekle ilişkili hükümet adına yapılan açıklamalardaki provokasyon imasına söylenebilecek söz yok. 
Televizyonlara görüntüleri ile isyanı yansıyan yörede AKP - MHP çizgisinde siyaset yapmış, toplumsal görevler üstlenmiş kişilerin, bu çirkin ayıplı eylemin yaralarını sarmak üzere nasıl çırpınıp özür dilediklerine tanıklık etmesem neyse. 
Güvenlik görevlilerinin güne özel gerilimlerinden başlamalıyım. Önce bastonla Kılıçdaroğlu’nun yanında yürümeye kalkışmamam uyarısını yapıp, fotoğraf için yürüyormuş gibi yapacağımız bir kare önerdiler. Yürüme ısrarımdan hiç hoşlanmadıkları yüzlerinden okunuyordu.
Güvenlik açısından iktidarlarına en yüksek oy çıkan, cemaatlerin her rengine, provokasyonlara en yatkın küçük yerleşim merkezlerinin içinden geçeceğimiz için yürüyüş kolu ile çıkışı riskli gördükleri anlaşılmaz değildi...
Yanılmıyorsam Kılıçdaroğlu da konuklarını gözeterek yola çıkışta yürüyüş temposunu hafiften düşürmüştü. Parti kurmaylarından yakın bir kavşakta cezaevi sapağı olduğu uyarısı geldi. Kılıçdaroğlu hemen, “sapakta dururuz, adalet çağrısı ile uyumlu birkaç söz söyleriz” yanıtı geldi.
Yürüyüş başlar başlamaz arkamdaki görevlilerin tedirginlikleri artmış, bana yönelik “Hanımefendi daha fazla zorlamayın düşersiniz” uyarıları sıklaşmıştı. 
Kendimi fazla zorlanmıyor hissetmem bir yana, cezaevi sapağına kadar ulaşıp, özgür basın, adalet istemi ile bütünleşen tablonun içinde olmayı hedeflemiştim.
Kılıçdaroğlu bütün yürüyüşlerinde yaşandığı üzere kendi arkadaşlarının yürüyüş amacına yönelik katılımcılar önerilerine dikkat kesilmişti. 
Adalet arayışlarının farklı, renkli örnek sunumlarına kucak açıyor, kitle kamuoyu ile paylaşılmalarına olanak veriyordu. Bir kulağı yol üstü birikenlerin çıkışlarında.. Birebir farklı kimliklerden adalet arayışlarına önce kendi destek veriyor, arkasından yürüyenler için de gereken uyarıyı yapmış oluyordu.
Benim sağımdan çok kalabalık olmasa da örgütlü oldukları besbelli protesto, sataşmalar oluyor, hemen alkış çağrısı ile sesleri, etkileri yumuşatılıyordu. Arkamdaki güvenlik görevlilerinin ayrılmam gereken uyarıları sertleşmişti. Kılıçdaroğlu’na hiç değilse cezaevi sapağına kadar yürümek istediğimi söyleyince, “Ben de gelen yeni konukların sorunlarını dinlerken atlamışım, geçmişiz, kaçırmışım” yanıtı geldi.
Güvenlik sorununun sandığımdan daha ciddi olduğunu kavradım. İzin isteyerek önümüzdeki köprü kavşağında tokalaşıp geriye çekildim. Tahmin ettiğim gibi Kılıçdaroğlu’nu tek başına birkaç sıralık güvenlik çemberine alarak hızlı yürüyüş temposuna geçirdiler. Kuşkusuz kulağım protesto için gelmiş olanların diyaloglarına açılmıştı..
Kanlı Pazar’dan TMTF Adapazarı kongresi baskınına, 1960’lı yıllardan günümüze kadar yüzlercesine gazeteci olarak tanıklık ettiğim, tipik provokatör vitrinli iki öncü, aralarında öfkeli öfkeli söyleniyorlardı.. “Nerede moloz, koruması kolay geniş alan varsa, oralarda konaklıyorlar. Jandarma korumaya alıyor. Sıkıysa kasabaların içine, aramıza gelsinler. Neler yapacağımızı görsünler..” 

***

Evde dolapta saklı, iki askeri, iki sivil darbe süreçlerinde yapılmış ulusal ve uluslararası gazetecilik eylemlerinde giyilmiş, özgür basın arayışı eylemlerinden üç gömlek seçmiştim. Giymesini isteyebileceğim tek gazeteci yoktu. Çoğunun gönülleri bizimle, işten atılmalarına sebep olmak isteyemezdim. Atılmış, hedef medya, meslek örgütleri yöneticileri dışında, özgürlük gömlekleri bu ülkede çalışan gazeteciler için suç kanıtı olabilirdi. 
 
Geceden, dünyanın kitlesel katılımı, 50 günlük uzun soluklu yüz binlerin yürüyüşü, direniş, duruşu ile en büyük işçi eylemi, Özalizmi dize getiren toplumsal sonuçlarıyla Büyük Madenci Direnişi’nin eylem komitesi başkanı, Şemsi Denizer’in genel sekreteri Sabri Cebecik aradı. 14. gün yürüyüşünün sonunda Adalet Yürüyüşü’ne katılanlara bir belgesel sunum yapılacakmış. Tanıklıklarımla, belgesel öncesi bir sunum yapmadan kaçamazmışım.. 
 
39 gün, yılmadan, yorulmadan, medyanın o dönemlerde bile geçerli ideolojik sansürü, anbargosunda, on binlerle işçi, yüz binlerle Zonguldak halkı ile bütünleşmiş grevle birlikte direniş, dayanışmalarında yüz binler olarak, her gün evlerinden, köylerinden yola çıkarak, sendika merkezlerini odak yaparak saatlerce yürüdüler.
 
Özalizmin madenleri kapatma, kömür ithal etme tehdidi kırıldı. Başbakan Yıldırım ile sözleşme masasında, sadece maden işçilerini değil tüm kamu işçilerini, yansımalı, sendikalı, sendikasız ücretli çalışanların, emeği ile geçinenlerin pastadan alacakları payı, yılların kayıplarını düzelten iyileştirmeleri getiren anlaşmada uzlaşıldı. 
 
1990’ın son günü imzalanacak sözleşmeye Özal’ın izin vermediği haberi geldi. Abant’ta yazılı sözleşme imzalanacakken Başbakan tek tek kabul ettiği maddeleri reddetmeden, kafasının karıştığını söyleyerek bütününe imza atamadı... 
 
Ertesi sabah işçiler, “Halkımız, Başbakan yalan söylüyor. Çarptık böldük, hesap tutmuyor” sloganı ile sokağa çıkmışlardı. 3 Ocak 1981 yüz binler Ankara’ya karda buzda yürüyerek yola çıkınca, hesaplar tuttu, o sözleşme imzalandı...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Özgürlük yürüyüşü - NAZIM ALPMAN

Cumhuriyet Halk Partisi Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun 15 Haziran 2017 Perşembe günü Ankara’dan İstanbul’a doğru başlattığı ADALET YÜRÜYÜŞÜ yarı yolunu aştı.
Kılıçdaroğlu sadece Ankara-İstanbul arasında yürümekte olduğu 432 kilometrenin yarısını aşmadı, Türkiye’de var olan anti demokrasi koşullarına karşı başkaldırının da önünü açtı.
Yürüyüş eylemi bütün zorlukları yürüyenlere ait olmak üzere son derece barışçıl bir eylem biçimidir.
Mutlaka etkileri olacaktır.
“Yürümekle yollar aşınmaz” kayıtsızlığının çok ötesinde hedeflere varabilir. Tarihte sayısız örneği vardır.

•••

Bunlardan biri de Amerika’da Martin Luther King’in öncülüğünde 21 Mart 1965 yılında başlatılan yürüyüştür.
Yürüyüşün başlangıç yeri Alabama Eyaletinde siyahların çoğunlukta olduğu Selma kentiydi.
ABD’de siyahların seçmen kimliğine kavuşması için Başkan Lyndon Johnson yasa tasarısını benimsemiş, uygulamayı da eyalet valilerine bırakmıştı. Siyahların seçmen kimliğini alabilmeleri için seçim bürolarına başvurması gerekiyordu. Sorun da burada başlıyordu. Siyah seçmen adayı, görevli memurun bütün sorularına doğru yanıt vermesi gerekiyordu. Adınız soyadınız gibi sıradan soruların ardından şunlar geliyordu:-Alabama eyaletinde kaç mahkeme var?
-Altmış dokuz.
-Bunların başkan ve üyelerinin ad ve soyadlarını söyler misiniz?
-…………!!!
Siyah vatandaş seçmen olma hakkını böylece kaybediyordu!
Selma Yürüyüşü işte bu çaresizlik duvarını dibinden başlamıştı.
İki kez yarım kalan yürüyüş Martin Luhter King’in şehre gelişiyle dengeleri değiştirmesi üzerine 21 Mart 1965 günü 10 bin kişinin katılımıyla başlamıştı. Dört gün sonra eyalet başkenti Montgomery’e gelindiğinde 25 bin kişiye ulaşmıştı.
Eyalet valisi de siyah seçmenlerin ünündeki engelleri kaldırmıştı. Yönetmen Ava Du Vernay’ın 2015’te (Eylemin 50. Yılı) yaptığı “Özgürlük Yürüyüşü: Selma” filmiyle bu büyük direnişi beyaz perdeye aktarmıştı.

•••

ADALET YÜRÜYÜŞÜ’ne Kılıçdaroğlu tek başına yürüyerek başladı. Partisinin yöneticileri, milletvekilleri, üyeleri ve seçmenleri katılıyorlar. Ama CHP’ye ait hiçbir işaret, bayrak, rozet, slogan yok bu eylemin içinde…
ADALET YÜRÜYÜŞÜ, CHP’nin 12 Eylül sonrasında oturduğu devletin göbeğindeki yerini değiştirme yolunda atılmış en büyük adım olma potansiyeli taşıyor.
12 Eylül öncesinde CHP’nin düzenlediği salon toplantıları, mitingler, eylemlere katılma konusunda hiçbir kompleks duymayan daha soldaki bütün oluşumlar ADALET YÜRÜYÜŞÜ’nde tıpkı o eski yıllardaki gibi yaklaşıyorlar. CHP’nin eylemi diye bakmıyorlar.
Çünkü adaletsizlik bütün toplumu etkiliyor.
ADALET YÜRÜYÜŞÜ saflarında yer alanlar sadece sol-sosyalist çizgideki yapılar değil. 2002’den itibaren AKP ile hareket eden pek çok İslamcı çizgideki grup, parti, oluşum ve kişiler de ADALET YÜRÜYÜŞÜ saflarında İstanbul’a doğru adım adım geliyorlar.
Maltepe’ye varıldığında ne değişecek diye merak edenler, öncelikle yürüyüşün içinde ortaya çıkan değişimi görmeleri gerekiyor. Eylem bütün ülkeyi ve vatandaşları yakından ilgilendiriyor. Adı ADALET olsa da işlevi bakımından ve kapsadığı alan itibarıyla şöyle demek yanlış olmaz:
-Özgürlük Yürüyüşü!


Nazım Alpman / BİRGÜN

Yürüyelim - MUSTAFA K. ERDEMOL

Çok iyi bir zamana denk geldi Roger – Pol Droit’nun Filozoflar Neden Yürür? adlı kitabı. Malum, memlekette şimdi 16. gününe giren bir “yürüyüş” var, CHP’nin başlattığı. “Solcudur”, “değildir”, “düzen içidir”, “Kemal Beyin şovudur” türü değerlendirmelere takılmayarak toplumsallığına sırt çevrilmemesi gereken bir “hareket hali” bu.

Hiçbir şey yapılmıyor bari bu olsun” diyerek yaklaşıyor değilim bu yürüyüşe.

Pankartlarda talep edilen Adalet’in AKP hükümeti ile AKP Genel Başkanı’ndan gelmeyeceğini bilecek kadar aklım fikrim var, çok şükür. Ama Gezi’den sonra bir türlü eyleme dökülmeyen, gittikçe de çoğaldığına tanık olduğumuz genel memnuniyetsizliğin bu tür bir “aksiyon” yoluyla kitleselleşmesine de karşı çıkamam doğrusu. Tabii ki ayılıp, bayılmış “beklenen gün geldi” türünden bir ruh haline bürünmüş değilim. Sadece bu “hareket hali”nde karşı olunacak “fena” bir şey görmüyorum.


Yürüyüş”e ilişkin bir dolu “değerlendirme” yapılıyor. O nedenle Pol – Droit’nun, Hep Kitap yayınlarından çıkan kitabını okumak daha bir anlamlı oldu benim için. Adından da anlaşılabileceği gibi, bizim malum “yürüyüş” gibilerden değil “tekil” yürüyüşlerden söz ediyor Pol - Droit. Zevkle okudum. Merak kitaplarına düşkünseniz siz de keyif alacaksınız.

Yürüyüş”e ilişkin kimi gözlemlerini dikkat çekici buldum. Ne de olsa Pol-Droit bir felsefeci, o nedenle “derinliği” olan değerlendirmeleri var. “Biz insanoğlu yürüyen yaratıklarız” diyor örneğin. Bu ona ait bir keşif değil elbette ama “konuşma ve düşünme kadar, yürüyüş de insanı tanımlayabilir” deyince bir duruyorsunuz.
Pol-Droit’ya göre “insan tüm canlılar arasında bu şekilde yer değiştirebilen tek yaratıktır.” Bu yüzden insanı tanımlayan  yürüme, konuşma, akıl yürütme olarak ifade edilen kavramları yan yana sıralamayı uygun bulmuyor. “Bunların muhtemel bütünselliğini incelerken aralarındaki bağlantıları da keşfetmek gerekir” diyor.
Bunu o, Diogenes’ten, Montaigne’ye kadar felsefecilerin “yürüyüşleri” için bir yöntem olarak ele alıyor. Ama ben Pol-Droit’nun değerlendirmelerini, tespitlerini “Adalet Yürüyüşü” için söylenmiş gibi düşünmekten pek bir zevk aldım.
Şu hoşuma gitti örneğin: “Çünkü görünüşte, yürümek için doğrulmak, bizim türümüz için konuşma ve düşünmeye izin veren bir davranış halini alıyor. Yani insan yürümeye başladığı zaman, aynı zamanda konuşma ve düşünmeye de başlamış oluyor.”

Yani üzerine ölü toprağı serpilmiş bizim “muhalefet” de “yürümeye başlamakla” konuşmaya da düşünmeye de başlamış oldu belki. Kemal Bey ile beraberindekiler uzun bir yol yürüyecekler ama Pol-Droit’nun dediği gibi “İlerleme parkurunun uzunluğu pek önemli değildir. İster üç saniye, ister üç gün sürsün, hareket başlar başlamaz yürüme veya düşünme de başlar. Felsefi düşüncede, seyyahların bir ömür boyu yaptığı gibi büyük ve uzun yolculuklar gerçekleştirerek üzerinde kafa yorulan meseleyi derinleştirmek mümkündür. Her halükarda düşünme ve yürüme birbirine benzer.”

Uzun yürüyüşleri boyunca Kemal Bey ile arkadaşları AKP’nin “Dokunulmazlıkların Kaldırılması” tuzağına nasıl düştüklerini de “düşünmeye” başlamıştır muhtemelen. Bu tür bir Yürüyüş’ün, Enis Berberoğlu’ndan önce tutuklananlar için de yapılabileceğini ama bunu değerlendirememekle hata yaptıklarını da belki.

Bu “yürüyüş” yeterli olmayabilir, pek “devrimci” bulunmayabilir ama Pol-Droit’nun söylediği gibi “insanoğlunun yaptığı yolculuğun bir sonu yoktur. Bir bireyin adımları bir gün durur. Ama diğerlerininki devam eder. İnsanın her bir adımı küçücük, kat edilecek yol ise sonsuzdur.
“İnsanlar en gelişmiş ülkelerde, neredeyse yürümeyi bırakmışlardır. Yürümeye hala devam edenler; zor durumda olanlar, sığınmacılar, sürgünler ve göçmenlerdir” diyor Pol-Droit. Yani her anlamda “adalet” arayanlardır söz ettikleri. Bizim “Yürüyüş”te de kendisini hem de kendi yurdunda, göçmen, sığınmacı, sürgün hisseden kim varsa yürüyor işte, tam 16 gündür.
Sırt çevirmek yerine orda olsak, yürümeye başlayanlara aslında “koşmak” gerektiğini anlatsak.
Fena mı olur?

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

30 Haziran 2017 Cuma

Dışarıdaki gazeteciler - ÇİĞDEM TOKER

Adalet Yürüyüşü’nün büyük meramını Düzce’de yol kenarına dökülen tezek gayet güçlü anlattı. O “talimat”lı kamyon ve ardındaki irade, yola bıraktığı kadar, seçtiği saatin karanlığı ile de adalet fikrini imzalamış oldu. 
 
Korkudan kaynaklanan bu müptezellik, Kılıçdaroğlu yürüyüşünde heves kırmak şöyle dursun, moral ve motivasyonu artırmışa benziyor. 15. gününe giren yürüyüşe yönelik destek ve katılımın artarken çeşitlenmesi ise bu demokratik ve barışçı girişimi terörle bağlantılandırmaya çalışan iktidar kadrolarının kızgınlığını artırıyor. 
 
İktidar kadroları Adalet Yürüyüşü’nden duyduğu rahatsızlığı gerçeklikle bağı kopmuş “terör” gibi sıfatlarla yansıtmak yerine; artık sayıyla, istatistikle ifade edilemeyecek ağırlıktaki adaletsizliğe eğilmeyi denese daha akılcı bir iş yapmış olur.
***

Cumhuriyet yazar ve yöneticileri 238 gündür cezaevinde. Beş günlük gözaltı süresi eklendiğinde ise özgürlüklerinden 243 gündür yoksunlar. (Sekiz ay aralıksız cezaevinde olduğunuzu düşünün bir an.) Kendilerine yöneltilen suçlamaların neler olduğunu, tutukluluklarının beşinci ayında öğrenebildiler. Kendilerine yönelik suçlamanın ne olduğunu bilmeden daha uzun bir zamandır cezaevinde tutulan kamu görevlileri var bu ülkede. 
 
“Terör örgütü üyesi olmamakla birlikte bilerek ve isteyerek yardımcı olmak” gibi ağır cezayı gerektiren bir suç işledikleri iddiasıyla tutuklu meslektaşlarımız hakkındaki iddianamenin beş ay sürmesi, bugün Adalet Yürüyüşü’ne öfkelenen iktidar kadrolarınca, “yargının bağımsızlığı” ile izah edilmişti. Soruşturmayı başlatan savcının FETÖ davasından yargılandığının ortaya çıkması ise “Olmasa iyi olurdu” sözüyle. Soruşturma savcısı hakkındaki iddianame ve ceza davası ortadayken Cumhuriyet yazar ve yöneticilerinin, o savcının talimatıyla cezaevinde oluşunu da bağımsız yargıya ve adi yargılanmaya dahil olduğunu düşünmeliydik. Meslektaşlarımız, arkadaşlarımız hakkında 7.5 yıldan 43 yıla kadar hapis cezası talep eden ve Türkçesi pek de muazzam sayılmayacak o 306 sayfanın içinde, ceza hukuku açısından karşılığı olabilecek somut deliller yerine 106 adet haber, 149 adet tweet yer alıyor.
***

İlk duruşma 24 Temmuz Basın Bayramı’nda görülecek. Tesadüf işte. “Dışarıdaki Gazeteciler” dokuz ay sonra “doğal hâkim” karşısına çıkacak meslektaşlarımıza, arkadaşlarımıza ses olma çabası başlattı. 
 
Sosyal medya kampanyası kapsamında, #HaberinVarMı ve #GazetecilereÖzgürlük etiketiyle yapılan paylaşımlarda, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile Adalet Bakanı Bozdağ’ın tutuksuz yargılamaların esas olduğuna dair videolar bellek tazeliyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir TV programında yaptığı konuşmadan alıntıyı anımsatalım:
“Adeta kaçması söz konusu dahi edilemeyecek olan insanlarla alakalı burada bir tutuksuz yargılama mekanizmasını çalıştırmakta fayda olacağı inancımı zaten daha önce söyledim. Bu konudaki düşüncem yine aynı.”
 
Öteden beri bizim de düşüncemiz öyle.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Devlet aklı ve ölüm orucu - TAYFUN ATAY

Solun Yüzyıllık Öyküsü”nü anlattığı “Popüler Türkiye Solu Sözlüğü” adlı kitabında İnönü Alpat, “Açlık grevi” maddesinde, bunun cezaevlerine özgü bir eylem biçimi olduğunu belirtir. Hatta der ki Türkiye’nin cezaevleri tarihi aynı zamanda açlık grevlerinin tarihidir. 
 
Bu tarihin miladı da yine Alpat’ın kaydettiklerine bakılırsa “12 Eylül” (1980) sayılabilir. O dönemde Metris ve Mamak başta olmak üzere askeri cezaevlerinde hak talebi için ya da ülkedeki siyasal gelişmelere müdahil olma hedefiyle açlık grevleri gerçekleştirilmiştir. 
 
1980-1995 yılları arasında cezaevlerinde gerçekleştirilen açlık grevlerinde 26 kişi canından olmuş. Tabii açlık grevi, herhangi bir sonuç alınamadığı, siyasi otoriteye “hitap edemediği” durumda ölüm orucu şeklini alıyor. 
 
Fakat açlık grevi, cezaevleri ve solsosyalist mahkûmiyet denince bu memlekette asıl akla gelen olay, 2000 yılında F-Tipi cezaevi uygulamasına karşı başlatılan ve ölüm oruçlarına dönüşen eylemlerdir. Bir yılı aşkın sürmüş ve 97 insanın hayatını kaybettiği “Hayata Dönüş” operasyonu ile noktalanmıştır!.. 
 
Sonrasında da cezaevlerinde bu eylemler devam etti. Açlık grevi/ölüm oruçlarına gidenlerin örgütsel künyesine baktığımızda elbette belirginleşen başlıklar var: DHKP/C, TKP (ML), TKEP/L, TKİP, MLKP gibi... Bir de bunlara eklenebilecek TAYAD, yani “Tutuklu ve Hükümlü Aileleleri İle Dayanışma Derneği” üyesi olan ve cezaevlerindeki yakınlarının eylemine destek amacıyla “dışarıda” ölüm orucuna başlayıp hayatını kaybedenler söz konusu. 

***

Türkiye’de “ölüm orucu” dendiğinde karşımıza böyle çıkan tablo, Nuriye Gülmen ve Semih Özakça’nın artık göz göre göre trajik bir “son”a yaklaştıkları açlık grevine “resmi” refleksi de;
Bu refleksin insanlık adına bu eyleme kulak verilmesi çağrısında bulunan toplum kesimlerine sergilediği tavrı da açıklamaya imkân veriyor.
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça, bir örgüt adına bu eyleme başlamadılar. Yukarıda özetlediğimiz üzere, cezaevlerinde propaganda yapma veya birtakım uygulamaları protesto etme yolunda böyle bir eyleme yönelenler zaten örgütsel aidiyetlerini hiç sakınmaksızın dışa vuruyorlar.
Gülmen ve Özakça, OHAL sürecinde KHK ile işten atılan iki eğitimci olarak, işlerine geri dönme talebiyle gittiler açlık grevine..
Gel gelelim “devlet aklı”, belli ki açlık grevi dendiğinde “yasadışı sol örgüt”, “terör” ve “cezaevi” yankısına yatkın olduğu için, bambaşka bir bağlamda ve “sokakta” kendisini gösteren, kamuoyunda da ses getirmeye başlayan eylemi, kendi yerleşik algısına uyarlı mecrada “cezaevi”ne çekmeyi tercih etti!..
***

Nuriye ve Semih, yıllarca bu ülkenin resmi eğitim kurumlarında çalışmış iki eğitimci aidiyetiyle karşımıza çıktılar.
Onca yıllık meslek yaşamları boyunca haklarında örgüt üyeliği ya da sempatizanlığı iddiasıyla açılmış bir soruşturma, tutuklama, dava var mı, yok.
Ne zaman ki KHK ile işten atılıp kendileriyle birlikte on binlerce eğitimcinin mağduriyetlerine dikkat çekmek üzere açlık grevine başladılar, devlet, onları anlama yerine suçlama yolunda “ölüm orucu” denince aklına ne geliyorsa ona göre bir izlek oluşturdu.
İçişleri Bakanı Süleyman Soylu tam da bu izlek doğrultusunda Nuriye ve Semih için devlete belki de “son” kez seslenip uyarıda bulunmaya çalışan 111 imzacıyı tehdit etti. DHKP/C terör örgütünün talimatlarına eksiksiz uyan, bu örgütün mensupları için gerçekleri saptırarak ilan verenler olmakla itham etti onları. Neyin altına imza attığınızın farkında mısınızdiye de sordu. 


***

115 gündür açlık greviyle ölmeye yatmış iki insanın canı için;
İnsanlık onurumuz ve namusumuz için;
Ama en önemlisi demokratik hukuk devleti olmanın gereğini size hatırlatmak için imza attık!..
Peki, siz nasıl bir tweet attığınızın farkında mısınız?
Onlar insan değil, terörist, bırakalım ölsünler mi yani?..
Öyle mi?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘Utanma’nın kırıntısı bile kalmamış!.. - Meriç Velidedeoğlu

Günümüz “AKP” iktidarının dört yıl önce başında olanın hiç sıkılmadan, devletimizin “Kurucu Başkanı Mustafa Kemal Atatürk”e, “a.y.ş” diyerek başlattığı “bireysel saldırı”nın (28.5.2013) ardından, “kurumsal saldırı” sürecine de girildi. 
 
Kuşkusuz, “bu saldırı hep yapıldı, yapılıyor, sonlanmadı ki” denilebilirse de, “kurumsal” bağlamda bu denli kapsamlı olanı, günümüz AKP iktidarının Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB), Haziran ayında ortaya koyduğu boyutta, derinlikte olmamıştı değerli dostlar... 
 
Bu sürece adım adım nasıl getirildiğimize, şöyle kısaca bir baksak diyorum; ilkin yıllardır öğrenci etkinliklerini düzenleyen, “Eğitim Kurumları Sosyal Etkinlik Yönetmenliği”nin amaçlarına, “milli, manevi, ahlaki değerler kazandırma”yı eklediler. 
 
Ne ki bunlar eklenince, bu “etkinlik yönetmenliği”nin de temelini oluşturan, “Atatürk ilke ve inkılaplarına, milliyetçiliğine bağlı yurttaşlar olarak yetişmeleri” ifadesini yönetmenlikten çıkarıvermişler. 
 
Demek ki öğrencilerin etkinlikleri, “çağdaş, laik bir yaşam”ı sağlayan bu ilkeleri anma doğrultusunda olmayacak, hep “milli, manevi (dinsel) ve ahlaki” değerlerin kazandırılması temelinde yapılacak... 
 
Bu yeni dinsel yapılanmaya göre yapılacak etkinlikleri de “•15 Temmuz Darbe Girişimi  Kutlu Doğum Haftası İstanbul’un Fethi Kut’ül Amare Zaferi” olarak belirlediler, bu çizelgede yer alıp yıllarca kutlanan Yunus Emre Haftası Mevlana Haftası”nın da üzerleri çizildi... Anadolu’nun bağrında doğmuş, Anadolu halkınca kucaklanan halk ozanı “Yunus Emre”ye, “Gel, gel, ne olursan ol yine gel!” diyerek insanlığa kucak açan “evrenselleşen” “Mevlana”ya yer yok, AKP iktidarının “MEB” dünyasında... 
 
Ne duruma düştüklerinin ayrımında değiller mi? diye sormaktan insan kendini pek alamıyor.
Öte yanda, “MEB”in düzenlediği bu yeni “etkinlik yönetmenliği”nde yer alan bu dört etkinliğin ilkini oluşturan, AKP iktidarınca da önemsenen, dahası bu partinin, “AKP”nin Genel Başkanı R.T. Erdoğan’ca da -yani Cumhurbaşkanınca da (!)-çok önemsenen, “15 Temmuz Darbe Girişimi”ni anma, yaz tatiline rastladığından, yeni ders yılının ikinci haftasında görkemli etkinliklerle kutlanacakmış, muhalefetin “Kontrollü Darbe” dediği bu olay... 
 
İkinci etkinlik olarak da, “Kutlu Doğum Haftası”na yer verilmiş; İslam dünyasında, tek bizde kutlanan bu hafta da, “14-20 Nisan” tarihleri arasında yapılacak türlü etkinliklerle, bir hafta boyunca, “MEB” e bağlı okullarda kutlanacak, dahası “Mekke, Medine” ziyaretlerine dek uzanan gezilerle de sürdürülecek!.. 
 
Ve böylece de değerli dostlar, bu kutlama, Atatürk’ün ilkokul çocuklarına armağan ettiği -ne ki AKP iktidarınca yasaklanan-“23 Nisan Bayramı” kutlamalarının yerine de geçecek; bundan böyle “Ankara Anıtkabir” ziyaretleri yerini, “Medine, Mekke, Kâbe” ziyaretlerine bırakacak büsbütün...
“MEB”in bu yeni “etkinlik yönetmenliği”nin üçüncü etkinliği olarak da, “29 Mayıs” günü için “İstanbul’un Fethi” kutlamalarında öğrencilerin de yer alması isteniyor, Atatürk’ün “gençliğe armağan ettiği”, ama yine “AKP” iktidarınca yasaklanan, “19 Mayıs Bayramı”nın gençlik etkinliklerinin yerine geçmek üzere... 
 
“MEB”in bu yönetmenliğinin dördüncü maddesini de, Osmanlı’nın, Irak’ta Dicle Irmağı’nın kenarındaki “Kut’ül Amare”de, İngiltere’ye karşı kazandığı (29.4.1916) zaferi, öğrencilerin görkemli törenlerle, etkinliklerle kutlaması isteniyor. 
 
Sakın “Sakarya Zaferi” ya da “30 Ağustos Zaferi” için, öğrencilerin böyle bir “kutlama yapması”, “MEB” yönetmenliğinde var mı? diye sormayalım değerli dostlar, çünkü okullarda yer alan, “Atatürk Köşesi” bile kaldırılıyor -bir bakıma-“yasak” kapsamına giriyor... 
 
Ne dersiniz, başka “biri” için mi böyle bir köşe hazırlanacak? Ayracı açmadan kapatalım, konuyu sürdürelim; “MEB”in yeni “etkinlik yönetmenliği”nde yer alan bu etkinlikleri ve daha başkalarını, Cumhuriyet’te bir bir sıraladı “Ozan Çepni”. (9.6.2017) 
 
“MEB”in yayımladığı bu “yönetmenlik”ten üç hafta sonra açıkladığı, yeni eğitim yılının yeni “Müfredatı”na da gelecek hafta değinelim diyorum değerli dostlar, “MEB”in “Atatürk” hakkındaki görüşlerini bir kez daha kamuoyuna anımsatmak, özellikle de eğitimleri süren çocukları olan ana-babalar için...

Meriç Velidedeoğlu - CUMHURİYET

Eğitimde en dinci ülkeler sıralamasını zorluyoruz! - ÜNAL ÖZMEN

5 bin nüfuslu yerleşim biriminde bir genel lise vardır. Çünkü bu ölçekteki kasabalarda lise düzeyindeki öğrenci sayısı ortalama 150’dir. Eğitim Bakanlığı, geçenlerde aldığı bir kararla (24.6.2017 R.G) imam hatip lisesi açabilmek için asgari 50 bin nüfus koşulunu 5 bine düşürerek bu küçük yerleşim yerlerine imam hatip lisesi açmanın önündeki mevzuat engelini kaldırdı. 150 öğrenci için ikinci bir lise açmayı düşünmeyeceklerine göre küçük ilçelerdeki mevcut tek genel liseyi imam hatip lisesine dönüştürmeyi planlıyor olmalılar. Büyük haksızlık! Yoksul kasaba öğrencileri tek seçenekle, imam hatiplerle karşı karşıya kalacak. Din okullarından alınmış diplomayı mevcut iktidar dışında eğitim sertifikası sayan yok. Zaten yoksul, çaresizlikten göçten geriye kalmış genellikle muhafazakâr kasaba halkı bunun farkında olmayacak. Farkında olanın da itiraz şansı yok.


Aynı genelgeyle eğitim kurumlarına mescit açma zorunluluğu getirildi. Mescit, eğitim kurumu sayılan her derece ve türdeki okul, merkez, pansiyon, uygulama oteli, öğretmen akademisi, hizmetiçi eğitim enstitüsü, olgunlaşma enstitüsü ve sosyal tesislerde tuvalet ve lavabo bulunmasını zorunlu kılan maddeye eklenmiş. Kapı gibi tapu; mescit, idari oda gibi olmazsa olmazların arasında!
Her türden eğitim kurumuna mescidi zorunlu kılan yönetmeliğin iki farklı maddesinde (5 ve 7’nci maddeler) mescit, Anadolu imam hatip liseleri ile çok programlı liselerin imam hatip bölümlerinin uygulama ünitesi olarak anılıyor. Yönetmeliğin bu maddeleri, imam hatipleri meslek lisesi sayıyor ve mescidi de mesleki eğitimin icra yeri olarak zorunlu kılıyor. Yani fen liselerinde laboratuar, meslek liselerinde atölye neyse imam hatipler için  mescit o.  

Öyleyse soruyoruz; lise düzeyindeki bir okul türüne ait uygulama ünitesinin 6-10 yaş öğrencilerinin okuduğu ilkokulda (ve hatta fiilen eğitim yapılmayan hizmet binalarında) bulunma zorunluluğunun eğitimsel bir açıklaması var mı?

Peki, bu kararın hukukiliği var mı, yok; içinde laiklik kavramı geçen kanunlara aykırılığı bir tarafa, yönetmeliğin kendisine aykırı. Yönetmeliğin iptali için idare mahkemesine giden olur mu bilmem; fakat olur da biri dava açarsa Türkiye bir hukuk devleti olmadığı için mahkemelerin hukuki bir karar veremeyeceğini bilirim…

Bugünlerde umulmadık isimler, Türkiye’nin eğitimdeki başarısızlığını konu ediniyor. Çoğu akademisyen ve güne televizyonda başlayan etkili kalemlerin bizi bu noktaya getiren yukarıdaki ve benzeri hükümet uygulamalarını tartıştığına, ‘bu doğru değil’ dediğine tanık olmadık. Bunlardan biri Mahfi Eğilmez; geçenlerde paylaşılmış bir yazısına baktım, PISA sonuçlarını analiz ederek fen ve matematikte geri olduğumuz tespitinde bulunmuş!
Artık tespit işe yaramıyor, bir şeyler yapmak gerekir! En azından bizi bu noktaya getiren politika ve politikacıları teşhir etmek lazım…

Eleştirel Pedagojinin son (51) sayısında Peter Walker imzalı bir yazı var: İki üniversitenin (Leeds Beckett ve Missouri) PİSA puanlarından hareketle yaptıkları ortak araştırmayı yorumladığı yazısına “Dinci Ülkelerdeki Öğrencilerin Fen Bilimleri ve Matematik Performansları Daha Düşük” başlığını kullanmış. Elin adamı, bizim 60 yıl deneyimleyerek öğrenemediğimiz dini eğitime harcanan zamanın genel eğitim performansını düşürdüğü gerçeğini bir cümle olarak yüzümüze vuruyor.
Söz konusu araştırmayı yapan üniversiteler, önce son on yılda PISA’ya katılan 82 ülkeyi “dindarlık puan”larına göre 1’den 10’a kadar sıralamışlar ve son 10 yıllık eğitim performansı verilerine bakmışlar.
Sıralamanın en üstünde yer alan Çek Cumhuriyeti, Japonya, Estonya, İsveç ve Norveç okul içi dindarlık kriterine göre en seküler ülkelermiş. En dinci ülkeler ise Ürdün, Yemen, Mısır, Endonezya ve Katar.

AKP’nin son bir ayda eğitimle ilgili aldığı kararlar (Öğretmen Strateji Belgesi ile parti öğretmenliğine geçiş, Ders Dağıtım Çizelgesi ile fen derslerinde azaltmaya gidilip din dersi saatlerinin artırılması, Okullara mescit zorunluluğu getirilmesi, milli müfredata geçiş vb.) sonraki araştırmaya yansıyacak ve muhtemelen Yemen’in yerini biz alacağız. Katar’la ayrı düşmemiz söz konusu olamaz değil mi!

Ünal Özmen / BİRGÜN

Mor Gabriel tarihimizdir - GÖZDE BEDELOĞLU

Mardin, Nusaybin ve Midyat arasındaki bölge olarak tanımlanabilecek Tur Abdin, Mezopotamya’nın ilk Hıristiyan halkı olan Süryanilerin de anayurdu. Kilise kayıtlarına göre, eskiden 1 milyonu bulan Türkiye’deki Süryani nüfusunun bugün 3 bini bu bölgede, 12 bini de İstanbul’da olmak üzere 15 bin civarında olduğu düşünülüyor. Binlerce yıldır bu topraklarda yaşayan Süryanilerin dilsel ve kültürel kimlikleriyle birlikte, manevi ve tarihi değeri paha biçilemeyecek olan kilise ve manastırları, sadece Türkiye için değil, dünya kültür mirasına sahip çıkmak adına da korunmalı. Maalesef, tarihsel ve kültürel değerlerin korunup kollanması, siyasi yolculuğunun hatırı sayılır kadarını muhafazakâr sağ iktidarlarla geçirmiş bir ülke olarak, ısrarla sınıfta kaldığımız bir mesele. Açık ki, sağ düşüncenin muhafaza alanı, kendi sınırından öteye uzanamıyor. E tabii geçmişe sahip çıkmanın zorlayıcı yanını da atlamamak gerekir; anlama ihtiyacı ve sorumluluk alma, ki bunlar milletçe en iyi derslerimiz olmadı hiç.


2008 yılında, 1620 yıllık tarihiyle dünyanın faal durumdaki en eski Süryani Ortadoks manastırı olan Mor Gabriel, komşu köylerin sınırları içerisindeki arazileri işgal etmekle suçlandı. Muhtarların şikâyeti üzerine Hazine’nin açtığı ‘tapu tescili’ davası, mahkemenin ‘kilisenin tüm arazilerinin kadimden beri kilisenin mülkiyeti olduğu, vergilerinin ödendiği’ şeklinde görüş bildirmesiyle reddedildi. Hazine kararı temyiz etti. Yargıtay, vergi kayıtlarının ibraz edilmediğini söyleyerek yerel mahkemenin kararını bozdu. Manastır, belgeleri 2009’da ibraz ettiklerini söyleyip yeniden dosyaya eklediyse de Yargıtay kararını değiştirmedi. Yerel mahkemenin kararında direnmesiyle dosya Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’na gitti. Kurul, binlerce yıllık Tur Abdin halkını işgalci ilan etti. Süryanilerin, inançlarını ve dillerini yaşatan tek yer olarak gördükleri Mor Gabriel’i bağışlar dışında ayakta tutan en önemli şey ekip biçtikleri topraklarıydı. Manevi değerlerin koruyucusu olma iddiasındaki AKP iktidarının; bir yandan azınlık mallarının sahiplerine iade edileceğini müjdelerken, diğer yandan Süryanilerin topraklarına göz dikmesi büyük tepki çekti. Kamuoyunda oluşan duyarlılık ve dayanışma sayesinde Hazine’ye devredilen Mor Gabriel Manastırı Vakfı’na ait araziler 2013 yılında vakfa iade edildi.

AKP iktidarının geçtiğimiz günlerde 7. kez Meclis’e getirmeye çalıştığı ve kabul edilirse Anadolu’nun bir başka kadim kültürü zeytinin ölümü anlamına gelecek yasa tasarısından da kolayca anlaşılabileceği üzere, AKP tepkilere rağmen hayata geçmesini istediği düzenlemeleri çöpe atmayıp yastık altına saklıyor. Tıpkı avının direncini kaybetmesini bekleyen bir avcı gibi! 2017 yılı haziran ayı itibariyle geldiğimiz nokta şu; Mardin’de Süryanilere  ait kilise, manastır ve mezarlıklar Diyanet İşleri Başkanlığı’na devredildi! Süreç Mardin’in büyükşehir olmasının ardından yasa gereği köylerin mahalleye dönüştürülüp il idaresine bağlanmasıyla başladı. 2012 yılında Mardin Valiliği tarafından kurulan Tasfiye Komisyonu, kentte tüzel kişiliği sona eren kurumların mülklerini paylaştırdı. Süryani cemaatine ait mülkler önce Hazine’ye sonra da Diyanet’e devredildi. Ahmet Türk başkanlığındaki Mardin Büyükşehir Belediyesi kararlara itiraz ederek mahkemeye başvurmuşsa da yerine atanan kayyımla bu sürecin nasıl ilerletileceğini tahmin etmek zor değil. Ana muhalefet liderinin 15 gündür ‘adalet’ için yürüdüğü bir coğrafyada yaşıyoruz en nihayetinde… İnsanların ibadet ettikleri, cenazelerini gömdükleri, dillerini, kültürlerini yaşattıkları yerler; Süryaniler için ikinci Kudüs sayılan, tarih boyunca binlerce din ve bilim insanının yetiştiği bir okul olan Mor Gabriel ve onlarca kilise, manastır ve mezarlıklara devlet tarafından el konması, azınlıkların haklarını koruyan Lozan Antlaşması’na aykırı olduğu kadar, inanç özgürlüğünü hiçe sayan, gayri vicdani ve de gayri insanı bir karar. Maddeler açık; Türkiye hükümetleri, imzalanan antlaşmaya göre azınlıklara ait kilise, havra, mezarlık ve diğer din kurumlarına tam bir koruma sağlamakla yükümlü ve yenilerinin kurulması için gereken imkanı sunmakla görevlidir.

Bugün Türkiye, binlerce yıldır toprakları üzerinde yaşamış kadim halkların dil, din, kültür ve inanç zenginliğine sahip çıkarak; iklimsel ve coğrafi çeşitliliğinin yanında tarihsel mirasının büyüklüğü ile de övünebilirdi. Kavga yerine barışı seçerek ne kadar güçlü olduğunu gösterebilirdi. Tek olmanın vasatlığından kurtulup farklı olmanın özgüveniyle hareket edebilirdi. Yapamadı. Mor Gabriel’in sadece Süryanilerin değil, hepimizin tarihi olduğunu anlayamadıkça da bu talan ve çürüme son bulmayacak.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

29 Haziran 2017 Perşembe

Liberal “özgürlükçülük” ve Ali Nesin’de keramet aramak-TAYLAN KARA

“Ali Nesin, Nesin Vakfı’ndaki çocuklarla yatmaktadır.”
Yukarıdaki iğrenç cümle için en baştan herkesten özür dilerim.
Yazarken bile son derece rahatsız olduğum, tüylerimi diken diken eden bu cümleyi gerçekten yazacak olsaydım, bu benim gözümde bir suç olurdu. Ancak Ali Nesin’e göre bu suç değildir, olmamalıdır.


                                                                             *
"Sadece hatıraya değil, kişiye hakaret de suç olmamalı. Biri babama ya da anama küfrettiğinde benden bir şey eksilmiyor ki. Zaten Facebook sayfamda küfürlerin âlâsını yazıyorlar. Umursamıyorum, engellemiyorum bile. Bunlar ayıptır, günahtır, kötüdür, edepsizliktir, hadsizliktir filan ama suç kapsamına girmemeli.(1)”
Ali Nesin’in, “Mustafa Kemal, evlatlığı Afet İnan ile yatıyordu” dediği için tutuklanan ve ülkemizde eşi görülmemiş bir hızla 19 günde iddianame yazılıp tahliye edilen kişi için görüşleri bunlardır.
Ali Nesin’e göre Atatürk için:
“38’de geberen şahıs”
“Selanik piçi”
“Annesi genelevde çalışıyordu” demek de suç değildir.

Ali Nesin’in bu tutumuna bakınca onun ne kadar da çok “özgürlükçü” olduğunu anlayabiliriz. Ancak Ali Nesin’in özgürlükçülüğü sadece yukarıdaki küfürbaz yobazlar için geçerlidir. Konu başka alanlara kaydığında o çok özgürlükçü kişi, herkesi susturan bir despot haline gelmektedir.
Son referandumdaki hukuksuzluklara itiraz edenler için Ali Nesin şu yorumları yapmıştır:
 “Ama bu haksızlık diyenler geçmişte yaptıkları haksızlıkları gözden geçirsinler. 367 kararı mesela. Etme bulma dünyası.”
Hukuksuzluk mu dediniz? Evet hukuksuzluk. Peki ya o zaman neredeydiniz? O zaman ses çıkarmamışsanız şimdi de çıkarmayın”
“Seksen yıl hukuksuzluk ekersen, hukuksuzluk biçersin. 367 ne kadar hukuksuzsa, 367’ye ses çıkarmayan, şimdi bu hukuksuzluğa ses çıkarmasın.(2)”

                                                                          *
Hile var ama itiraz etme!
Bir referandum yapılır. Seçim sürerken bir anda mühürsüz oyların da geçerli olacağı kararı alınır. Bu referandumda tam 961 sandıkta katılım %100 olup, katılanların tamamı evet oyu vermiştir (3).
Numune olsun diye bile bir tane hayır oyu yoktur. Datça’da çalıştıkları için oy kullanamayan 200 tarım işçisinin sandıklarında bile katılım ve evet oyu %100’dür (4).
Boş pusulaya evet oyu basan sandık görevlilerini gösteren birçok video vardır (5).
Ama bunun aksine hayır oyu lehine hiçbir video yoktur.
Ali Nesin’in muhtemelen güveneceği AGİT raporu referandumda açıkça hukuksuzluk yapıldığını yazmaktadır (6).
Ancak böylesine aleni bir tuhaflığa itiraz etme hakkınızın olması için, sizle ilgili olsun-olmasın önce “80 yıllık hukuksuzluğun” “367 oylamasının” ve Ali Nesin’in elindeki uzun listenin hesabını vermek zorundasınız. Bunlarla sizin bir ilginizin olup olmaması önemli değildir. Ali Nesin’e göre böyle bir referandumu eleştirebilmeniz için sicilinizin temiz olması şarttır.
Diyelim ki bunlara gerçekten itiraz edecek yetkinlikte ve yaştaysanız bunları nasıl kanıtlayacağınız da belli değildir. Ali Nesin, size aslında kısaca “sus otur yerine” demektedir de çok özgürlükçü olduğu için bunu diyememektedir. Ali Nesin referandumdaki haksızlığa itiraz edebilmeniz için adeta önünüze bir şartname koymaktadır.
“EVET’in meşru olmadığı yönünde halkı galeyana getirmek” diye bir suçla onlarca insanın gözaltına alındığı bir dönemde Ali Nesin’in yazdıkları bunlardır.

                                                                        *
Atatürk’e “piç”, “annesi fahişelik yapıyordu” vs denmesini, özgürlük tanımına sığdıracak kadar özgürlükçü! Ali Nesin, referanduma itiraz konusunda her nedense pek despottur.

                                                                        *
 “80 yıl boyunca hukuksuzluk eken, sonraki 20 yıl boyunca hukuksuzluk biçer! Yahu Cumhuriyet'in ilk 80 yılında hukuk hüküm sürseydi, bugünkü hukuksuzluklar olabilir miydi? Neden benzer sorunlar ABD'de ya da Avrupa'da yaşanmıyor da bizde yaşanıyor? (7)”
Burada konuyu dağıtmamak için ABD ve Avrupa’nın 80 yıllık geçmişindeki Nazi dönemini, McCarthy soruşturmalarını, siyahların beyazlarla aynı okula gidememelerini ya da aynı otobüse binememeleri vs. gibi konuları bir kenara bırakalım.

Tam “Ali Nesinlik mantık”
Ali Nesin’in bu cümleleriyle, ülkede olan veya olabilecek her şeyi meşrulaştırabilirsiniz. Şu andan itibaren bütün hayır diyenleri alıp hapse atsalar,  Ali Nesin’in bu cümlelerini bu duruma dayanak oluşturabilirsiniz.
O “hukuksuzluğa ses çıkarmayan siz” kimdir? Buna karşı söylenebilecek “O “siz” biz değildik.” savunması da bunun için yeterli olmaz. Seksen yıllık tarihte yapıldığını söylediği hukuksuzluklar aynı kişi tarafından mı yapılmaktadır? Cumhuriyet denilen şey sınıf ilişkilerinden ve dönemlerden bağımsız, tarih dışı bir kurum mudur? Ali Nesin bunlarla ilgilenmez. Böyle bir bakışı da yoktur. Bu bakış, Siyasal İslamcılar’ın bakışıyla aynıdır.

İsrailli bir faşiste:“Niçin Filistinli sivillerin üstüne bomba atıyorsunuz” diye sorulsa, “Ama onlar da bize bomba attı ya da Almanlar bizi toplama kampında öldürdüler.” diye bir yanıt verebilir.
Bu toptancı ve son derece tehlikeli bir bakış açısıdır. Bu mantıkla meşrulaştıramayacağınız terör, katliam, işkence ya da hukuksuzluk yoktur.
Söylediklerinin ayrıntılarını hiç tartışmadan şunu söyleyebilirim: Ali Nesin’in mantığına göre örneğin Auschwitz’den sonra İsrail Devleti, dünyada istediği her türlü katliamı yapabilir.
Ali Nesin referandumdaki kararın hukuksuz olduğunu kendisi de kabul etmektedir, ama “susun ses çıkarmayın” demektedir.
Yarın Ali Nesin’in matematik köyünü alıp üzerine beş yıldızlı bir otel yapsalar ya da Nesin Vakfı’na hukuksuzca el koysalar ve Ali Nesin buna itiraz etse, bu sözleri söyleyen Ali Nesin, “mağdur Ali Nesin’e” şunları söyleyecektir:
-“yapılan iş hukuksuzdur evet ama sen de referandumdaki hukuksuzluğa ses çıkarmadın, sus ve otur yerine!”

                                                                               *
Ali Nesin’in bize önerdiği mantık, en ilkel kabile mantığından bile daha geridir.
Yapıldığı söylenen, kendinize yapıldığını söylediğiniz bir yanlış iş ya da haksızlıktan yola çıkarak, dünya üzerinde her şeyi yapabilir ve kendinizi, kendi meşruiyetinizi size yapılmış bu haksızlığa dayandırabilirsiniz. “Böyle bir haksızlık gerçekten yapılmış mıdır” diye bir sorgulamaya da gerek yoktur.
Eskiden toplumda görülen tuhaflıklar için “bu tam Aziz Nesin’lik bir olay” diye bir deyim kullanılırdı. Bu deyimden esinle ve bu mantıktan yola çıkarak yeni bir kategori icat etmemiz gerekir:
“Bu tam Ali Nesin’lik bir mantık!

                                                                               *
“Tabii ki "Yetmez ama evet" diyecektim. Ben doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Bugün olsa bugün de aynısını derim. İnsan haklarını ayaklar altına alan saçma sapan bir sistem vardı... Ülkeyi bir iç savaşa sürükleyecek kadar saçma... 28 Şubat, 367 saçmalığı, "cumhurun başı türbanlı olamaz" aşağılaması, siz sayın... Yetmez ama evet diyerek belki de ülkeyi bir iç savaştan kurtardım! Sistem değişmeliydi. (8)”
Şaka değil, Ali Nesin, “yetmez ama evet” diyerek ülkeyi bir iç savaştan kurtarmış! Kurtarmasa kim bilir ne halde olurduk!
Ali Nesin, en ateşli “yetmez ama evet”çinin bile artık “kandırıldık”, “hata yaptık”, “eksik değerlendirdik” diyerek özeleştiri yaptığı, özeleştiri vermeyenlerin hiçbir şey yapmasalar bile artık savunamadığı bir pozisyonu hala büyük bir iştahla savunmaktadır. Sanırım bu pozisyonu bu kadar net savunan tek kişidir.

                                                                             *
Ali Nesin’in, “İslamcıların gördüğü baskıyı vurgularken hala türbanı örnek göstermeniz (başka mağduriyetleri olmadığı için) bence üzücü” diyerek kendisini eleştiren takipçisine verdiği yanıt ibretliktir:
“Türkçe ezan rezaleti, yobaz karikatür tiplemesi, aydınlatma kendini beğenmişliği, kızların baldırlarını açtığı 19 Mayıs gösterileri, Diyanet İşleri Bakanlığı'nın varlığı, sen söyle...”
Dikkat edilirse soruda “dindar” diye değil “İslamcı” diye sorulmuştur ve Ali Nesin’in saydıkları da “İslamcı mağduriyetleri”dir.

Yobaz karikatür tiplemesiyle mağdur edilen İslamcılar
Saydıklarının içinde mağduriyet olarak “yobaz karikatür tiplemesi” vardır. O karikatürü görmek için sokağa çıkmanız yeterlidir. İnsanlar, o yobazın karikatürünü değil bizzat kendisini her gün görüyor ve yaşıyor Ali Nesin.
Şort giydi diye kadın tekmeleyenler, Ramazanda lokanta basanlar “yobaz karikatür” değil de nedir?
Televizyonda “6 yaşında kız çocuğuyla evlenilir” diyenler, “kendine helal” akrabalarının envanterini tutanlar, yobaz karikatür değil de nedir?
“Organ bağışı haramdır, oğlunun cinsel organı babaya takılırsa o organın işlediği günah kime yazılacak?” sorusunu sorana ne diyelim (9)?
Bunu lütfen siz adlandırın Ali Nesin. 100 kişi bir araya gelsek ve 100 yıl düşünsek aklımızın ucundan bile geçemeyecek böyle bir soruyu kendine sorun eden kişi, yobaz karikatür değil de nedir? O karikatürlerde bile böyle bir zihniyet çizilmemişti.
Yobaz karikatürlerine bugünden bakıldığında bunların “öngörü” olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz, hemen hemen hepsi gerçek olmuştur ama bunları “mağduriyet olarak sunan solcu tiplemesi” bir karikatürdür.
Yukarıda söyledikleriniz bir karikatürdür.
Bu söylediklerinizle de siz bir “sol karikatürü”sünüz Ali Nesin.

Baldır açarak mağdur edilen İslamcılar!
Evet evet, “kızların baldırlarını açtığı 19 Mayıs gösterileri”… “İslamcı mağduriyeti” olarak bunu bir siyasal İslamcı değil Ali Nesin yazmıştır.
“Kızların baldırlarını açtığı”…
Bunu Cübbeli Ahmet Hoca değil, bilmem hangi tarikatın şeyhi değil Ali Nesin söylemiştir. Ali Nesin’in dili budur.
Neyse ki 19 Mayıs ve diğer milli bayram kutlamaları artık yapılmadığı için bir “Kemalist zulüm” daha sona ermiştir.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın varlığı İslamcıları nasıl mağdur etmektedir; niye hiçbir İslamcı şu an bu kuruma karşı çıkmamaktadır?  İslamcılar mağdur olduysa bu kuruma niye şu an Aleviler veya solcular karşı çıkmaktadır? Böyle “gereksiz” açıklamalar yapmaz Ali Nesin.

“Ali Nesin ’in İslamcıları” çok hassastır; her şey ama her şey onları mağdur eder.
Sayın Ali Nesin unutmuş olmalı: “kızlı erkekli aynı evde kalarak” toplumun ahlakını bozan ve İslamcıları mağdur edenleri de hatırlatmak isterim. Sonra “bi sürü laikçi Ramazanda yemek yiyerek” İslamcıları mağdur ediyorlar, bunu da listeye eklemek gerek!

                                                                            *
Asla leke tutmaz İslamcılar!
Bu yazı yazılırken liselerde zorunlu din derslerinin saatleri arttırılıp biyoloji derslerinin saati düşürülüyordu (10).
Bu yazı yazılırken evrim teorisi müfredattan çıkarılıyordu (11).
Bu yazı yazılırken okullarda mescit zorunluluğu getiriliyordu (12).
Bu yazı yazılırken İmam Hatip Lisesi açılması için gereken 50 bin nüfus koşulu 5 bine düşürülüyordu (13).
Ali Nesin bunları yazarken Ahmet Taner Kışlalı 18 yıldır ölüydü (14).
Akit gazetesinin manşetinde yazdığına göre o bir “zorba Kemalist” idi, bu nedenle fotoğrafının üzerine çarpı atılmıştı, 5.5 ay sonra da öldürüldü.
Ali Nesin bunları yazarken Uğur Mumcu 24 yıldır ölüydü.
Ali Nesin bunları yazarken Bahriye Üçok 27 yıldır ölüydü.
Ali Nesin bunları yazarken Muammer Aksoy 27 yıldır ölüydü.
Ali Nesin  bunları yazarken Turan Dursun 27 yıldır ölüydü.
Ali Nesin bunları söylerken “Cumhuriyet Sivas’ta kuruldu Sivas’ta yıkılacak” sloganıyla Madımak’ta öldürülen Koray Kaya 24 yıldır ölüydü. Yakıldığında sadece 12 yaşındaydı.
Ama pardon, bunlar mağduriyetten sayılmıyordu değil mi! Alt tarafı sadece öldürülmüşler! İslamcıların da asla kir tutmaz bir özellikleri vardır.  İslamcılar sadece mağdur olurlar.

                                                                              *
Ali Nesin’de keramet aramak
Ali Nesin “iyi matematik bilen bir Baskın Oran'dır”,
“evrim cehaleti alınmış bir Nuray Mert”,
“atanamamış bir Ufuk Uras”’tır.
Ali Nesin’le bu isimler arasındaki düşünsel, kültürel ve felsefi bağla karşılaştırıldığında, Aziz Nesin’le arasındaki biyolojik bağın hiçbir önemi yoktur.
Ali Nesin’den “Nesin” soyadını çıkarırsanız elinizde kalan, -matematikçi olmasını bir kenara bırakırsak- Radikal 2’nin cesedi, Taraf gazetesi hayaleti, Birikim posasıdır.

                                                                              *
Türkiye’deki Cumhuriyetçi-ilerici-solcu-sosyalistlerin Ali Nesin’e bakıp Aziz Nesin görme beklentisi artık bir komediye dönüşmüştür. Ali Nesin’in ne olduğu ortadadır; bunu her hangi bir şekilde gizleme gereği de duymamaktadır. Sorun hala ısrarla onda keramet arayıp bulamayınca yakınanlardadır.
Ali Nesin’den Aziz Nesin çıkmaz, çıkamaz; ama Ali Nesin’den 3 tane Baskın Oran, 2 tane Ufuk Uras, sınırsız Nuray Mert çıkar.
Kişiler biyoloji akrabalarını seçemez ancak düşünsel akrabalarını bizzat seçerler. Ali Nesin de seçmiştir ve seçimi budur.  Bu seçim karşısında söylenebilecek tek cümle şudur:
Aynılar aynı yerde, ayrılar ayrı yerde…


Taylan Kara / SOL 
taylankara111@gmail.com
Kaynaklar:
1. http://www.haberturk.com/gundem/haber/1518828-matematikci-ali-nesin-habe...
2.  http://i.hizliresim.com/dPDmOr.jpg
3. https://www.aydinlik.com.tr/turkiye/2017-nisan/961-sandiktaki-muhursuz-o...
4. http://www.sozcu.com.tr/2017/gundem/referandum-icin-skandal-iddia-muglad...
5. https://www.youtube.com/watch?v=kcPNX7wF4vI
6. http://www.birgun.net/haber-detay/agit-ten-referandum-raporu-kamu-gorevl...
7. http://www.birgun.net/haber-detay/ali-nesin-in-ysk-kararina-iliskin-yoru...
8. http://www.haberturk.com/gundem/haber/1518828-matematikci-ali-nesin-habe...
9. https://www.youtube.com/watch?v=d9RiYVM5Xns
10. http://www.sozcu.com.tr/2017/egitim/liselerde-din-kulturu-dersi-2-saate-...
11. http://www.yeniakit.com.tr/haber/evrim-teorisi-yeni-mufredatta-yok-25911...
12. http://www.hurriyet.com.tr/okullara-abdesthane-ve-mescit-zorunlulugu-405...
13. http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/egitim/767852/MEB_sinir_tanimiyor.html
14. http://odatv.com/iste-kislaliyi-olduren-o-manset...-2110121200.html

Gübre…- L. DOĞAN TILIÇ

Bazen pis kokar gübre, bazen de mis…


Düzce’den gelen pis kokusuydu gübrenin, onu oraya döken kafanın kokuşmuşluğunu gösteren!
Nerede “gezi zekâlıların yaratıcılığı, nerede o zekâya gübreyle, küfürle karşılık verenler… Yarın kendilerinin de aramak zorunda kalabilecekleri adalet için yürüyenlere tepkileri yola atılan mermi, kamp yerine dökülen gübre, ağızlarından saçılan küfürler… O kadar!

Gübre dökme görüntüsünü sosyal medyada paylaşan gübreci eylemine biraz zekâ katmaya çalışmış: “Bizde misafire ikramda bulunmamak ayıptır.” Aklınla çok yaşa!

Bu kafada giderse, misafire ikram edecek gübreyi de bulamayacak. Desteklediği politikaların sonucu olarak gübreyi de ithal eder hale geldiğimizde, bırakın gübreyi yola dökmeyi gübresinden kimse bir avuç almasın diye başında nöbet tutacak!

Bayramda, mis gibi yayla havasını ciğerlerime çekerek yaklaştığım evin çevresini saran gübre kokusu da mis gibi gelmişti bana. O gübre kokusu, litresi 2 liraya satılan katıksız mis gibi yağlı sütün üretiminden gelen kokuydu.

Bizim oralarda gübre toprağı beslemek için kullanılır yalnızca. Ormanın içi ne de olsa, ısınmak için tezeğe gerek yok.

Toprak, gübre ve suyla buluştuğunda öyle coşar ki verdiklerini ye ye bitiremezsin.
Düzce’de yürüyüşçüleri kaçırmak için kamp yeri önüne döktükleri gübre de toprağı beslesin diye biriktirilmiştir.

O gübre, hayvanın dışkısı daha sıcakken biraz samanla karıştırılıp kurutulduğunda tezek olup ısıtır Doğu köylüsünün soğuk kışlarını.

Artık tezeğin asıl hammaddesi dışkıyı üreten ineği de, hem ineğe yedirmek hem de dışkıyı tezeğe dönüştürmek için kullandığımız samanı da ithal ediyoruz! Gübre, öyle yola dökülecek şey değil yani!
İneği ithal ettiğimiz yerlerde bırakın gübreyi yere dökmek, gramını ziyan etmiyorlar. Bizim tezek yaptığımız o gübreden gaz üretip evlerinin yakacak ihtiyaçlarını karşılıyorlar.

Etin, sütün, tarımın kokusu gübreyi de pis kokuttular Düzce’de. Onlar gübreyi pis kokuturken, destekledikleri iktidar “müjde” verdi birilerine: Bayram hediyesi!

Enflasyonla mücadele etmek adına, Bakanlar Kurulu kararıyla bir kez daha tarım ürünleri ve ette gümrük duvarları indirildi! Bayramda Resmi Gazete’de yayımlanan “müjde”ye göre; büyükbaş hayvan ithalatında gümrük vergisi oranları yüzde 100’lü seviyelerden yüzde 26’ya indirilirken, karkas et ithalatında da yüzde 40’a düşürüldü!

Adi buğday, mahlut, kızıl buğday, arpa, malta, cin mısır gibi tarım ürünlerinde de gümrük vergisi oranı yüzde 25-45 aralığına indirildi. Bu ürünlerde gümrük vergisi yüzde 130’lar civarındaydı.

Yaşasın ithalat! Yaşadı ithalatçı!

Ya bizim yayla girişinde etrafa gübre kokuları yayarak litresi 2 liraya süt üretip satarak hayata tutunmaya çalışan köylü ne yapacak?

1980’den beri, güya vatandaşa ucuza et süt sağlama bahanesiyle uygulanan politikalar, tarımı bitirdi. Artık kendi kendine yeten 7 ülkeden biri değil Türkiye.

Bütün tarımsal girdilere; mazota, gübreye, zirai ilaçlara sürekli zam yapılırken, üstüne buğdaydan fasulyeye ve nohuda, samandan ete kadar her şeyi ithal ederek, tarım alanlarını ve meraları “tesislere” açarak yerli üreticiyi yok ettiğimiz için, üç beş gün ucuzlasa da fiyatlar sonrasında yine aldı başını gitti. Biz üreticilerimizi yok ettiğimizle kaldık.

1980’de 15 milyon 894 bin büyükbaş hayvanı vardı Türkiye’nin, 2016 yılında ise 14 milyon 222 bin baş. Bu arada insan başımız 44 milyon 736 bin 957’den 79 milyon 814 bin 871’e yükseldi.
AKP de, iktidara geldiğinden bu yana tarımda sorunları çözme, eti sütü, fasulyeyi nohudu ucuzlatma adına hep ithalata yüklendi. Orta ve uzun vadede her şeyi daha da pahalıya yedirirken yaşamsal bir sektörün de yok oluşunu hızlandırdı.

Düzce’de adalet için yürüyenlerin önüne gübre döken bilmiyor ki, böyle giderse, uğruna gübre döktüğü iktidarlar devam ederse, gübre de ithal edilecek, dökecek gübre bile bulamayacaklar!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN