20 Ağustos 2017 Pazar

16 yılda evrensel model de çöktü - ALİ SİRMEN

Geride bırakmaya hazırlandığımız hafta, AKP kuruluşunun 16. yılını kutladı. Bu vesileyle, AKP’nin adında simgeleşmiş vaatleri olan adalet ve kalkınma alanlarındaki performansıyla, bu 16 yılın iç ve dış güvenlik alanındaki olumsuz sonuçları ve bu ağır bilançonun Türkiye’nin önünü tıkadığını belirtmeye çalıştık.
Bütün bu gelişmeler olurken, bu arada AKP’nin timsali olduğu evrensel bir modelin de çöktüğünü görmezden gelirsek bu partinin geçmişten gelen çizgisini doğru okuyamaz, geleceği konusunda berrak bir fikir edinemeyiz.

16 yaşını, bunun 15’ini iktidarda geçirmiş olarak tamamlamış bulunan AKP’nin en büyük özelliklerinden biri de uluslararası bir ortak yapım olmasıdır.
Gerçekten de AKP Bush’un Körfez müdahalesi sırasında, Ecevit’in yerine geçmek üzere dizayn edilmiş bir Amerikan-Türk ortak yapımıydı.
Olayı yalnızca Körfez müdahalesi sırasında Türkiye’nin direksiyonunda Ecevit’e alternatif yaratmakla sınırlı olarak algılamak veya Bush dönemi ile Neo- Con’ların projesi olarak görmek de bütünü kavramayı engelleyecektir.
Olay Neo Con’ların iktidara tırmanmalarından daha önceki dönemde, CIA sosyal laboratuvarında hazırlanmış bir projeydi ve salt Ecevit’e alternaif yaratmanın ötesinde evrensel bir model oluşturma çabasıydı.
***

“Ilımlı İslam” (ılımlı yazılır, uyumlu okunur) etiketi altında piyasaya sunulan model, Erbakan’ın “Milli Görüş” gömleğini çıkarıp, kapitalist sistem, sınırlı da kalsa, onun aksaksız yürümesini sağlayacak nispeten demokratik bir üst yapıyla ve Batı (emperyalizmi de içerir) uzlaşıp, işleri uyumlu yürütecek dinci yanı da ağır basan bir uygulamayı amaçlamaktaydı.
Model, belirtildiği gibi, CIA tezgâhlarında, önce Türkiye için dizayn edilmişti.
Tayyip Erdoğan geniş kesimleri peşinden sürükleyen, başlangıçta uyumlu görünen politikasıyla, yeni uygulamanın evrensel liderliğine kuruldu.
Bu konumu ile Tayyip Erdoğan, içerde bütün dizginleri eline geçirirken sistemin gereksinim duyduğu dış kaynak akışı için zorunlu güven ortamını sağlıyor, Arap baharına bağlanan umutlara koşut olarak simgesi olduğu “ılımlı İslam”ın ne zamandır aranan ideal model olduğu düşünülüyordu. 

***
Şimdi, AKP’nin 16. yılında varılan yer, o noktanın çok uzağındadır.
AKP’nin kapitalizm ile, onun onsuz olmazı sınırlı demokratik sistem ile, Batı ve emperyalizmi ile uyumu sağlayamadığı, genel bir uyumsuzluğun egemen olduğu görülüyor.
AKP gerçi Türkiye’de bütün dizginleri ele geçirmiş görünüyor ama, ülkenin en üretken, en eğitimli, en donanımlı yarısının tepkisi bütün baskılara karşın dinmiyor, dinmek bir yana gittikçe büyüyor.
Tayyip Bey’in içerde ve dışarda, uyum ortamına ters düşen ihvancı politikaları, kişiliğine bağlanan beklentileri boşa çıkarırken, Mısır’da Tahrir ayaklanmasını kullanarak iktidara tırmanan İhvancı Mursi de aynı şekilde beklenen uzlaşmacı ılımlı ortamı sağlayamayacağını kanıtlıyor, CIA da bunun üzerine, çark ederek askeri vesayet ile İslami vesayet arasında tercihini yeniden Sisi’nin kişiliğinde somutlaşan askeri vesayetten yana kullanıyordu.
AKP’nin kuruluşunun 16., iktidarının 15. yılında, AKP modeli iç ve dış planda iflas etmekle kalmıyor, aynı zamanda simgesi olduğu ılımlı İslam modeli de çöküyordu.
Çöküş, yalnızca AKP ve onun politikaları ile de sınırlı değildir. Model bütün İslam dünyası için çökmüştür.
Bu çöküşten sonra, AKP’nin kuruluşunda sağladığı iç ve dış destekleri sağlaması ve artık aşikâre çıkmış olan gizli hedefine varması için zorunlu olan enstrümanlara hâlâ sahip olmayı sürdürebilmesi olanaksızdır.
Bu durumda değişim kaçınılmazdır. Ama çok acılı olacağı da açıktır.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Katalonya: Bağımsız ve savunmasız - Mine G. Kırıkkanat

Geçen yıl yayımlanan Hiç Kimse başlıklı polisiyede, romanın baş kahramanı Lejyoner namlı suikastçının niçin Barselona’ya yerleştiğini şöyle açıklamıştım:
Katalonya, İspanya’dan bağımsızlık istemi doğrultusunda Madrid’deki merkezi otoriteyi uzun süredir dışlıyor, İspanyol polisini iç güvenliğine karıştırmıyordu.
Oysa Katalan polisinin uluslararası terör ve suçlularla mücadele edecek istihbaratı da yoktu, deneyimi de. Yerel yönetimin zafiyetinden doğan boşluk, Katalonya’yı polisiye anlamda ‘no man’s land’ haline getirmişti. Başkenti Barselona, dünyada kırmızı bültenle aranan teröristlerin saklandığı, kiralık katil ve casusların müşteri beklediği bir korsan iniydi. Hem de yıllardır.




Hiç Kimse’nin konusu zaten gerçekti, çözüm kurgusu yayımlandıktan kısa süre sonra gerçekleşti ve Barselona’nın teröristlerin rahatça saklandığı bir zafiyet bölgesi olduğu, son terör eylemleriyle doğrulandı, sevgili okurlarım.
***
Aynı romanda, çok sayıda devlet istihbarat örgütü tarafından Barselona’da kiralanan suikastçıların, dünyanın herhangi bir noktasındaki “görev” yerine gitmek için Fas üzerinden geçtiklerini de yazmıştım.
Katalonya’nın başkentini kana bulayan terör eyleminin soruşturmasında, şimdi bu güzergâhın tersine işleyişinin kanıtlanmasını bekliyorum…
Elbette yanılabilirim.
Bekleyip göreceğiz.
Tarihsel kimlikler ve kinler, asla silinmez. Sadece hafif ya da derin uykuya dalar ve en küçük bir sosyal tıkırtıda, dipdiri ayağa kalkarlar.
İspanya toprakları, IŞİD’in propaganda yayınlarında nasıl “Endülüs Emevi halifeliğinin yeniden fethi” rüyasıyla yer alıyorsa; İspanya halklarının belleğinde de o toprakların Araplardan kurtarılışının gururu kazılıdır.

***
İspanya’nın salt en zengin değil, en kültürlü toplumunu oluşturan Katalan halkı; cilası biraz kazınırsa altından ırkçılık derecesinde milliyetçiliğin fırladığı bir tabana sahiptir.
Barselona, milyonlarca turist tarafından eğlenceli, keyifli ve özgür bir yaşam alanı olarak algılanıyor.
Ne var ki bu özgürlüğün ardında toplumsal bir hoşgörü değil, ticari bir zihniyet ve uyuşturucu alım satımına seyirci, hatta her tür kaçakçılığa ilgisiz kalan polisiye bir laçkalık var.
Ama mülküne yerleşen yabancıları Katalanca öğrenip konuşmaya zorunlu tutan zihniyetin mezhebi pek geniş sayılmaz.
El Kaide’nin 2004’te 191 kişiyi öldüren Atocha istasyonu saldırısından sonra, Madrid’de İslam karşıtı aşırı sağcı bir gösteri yapılmadı. Barselona’da ise Müslüman düşmanı bir grup Katalan milliyetçisi, sokağa dökülüp karşıt görüşte gençlerle çatıştı. 


***
Madrid merkezli İspanyol güvenlik birimleri, 2004 saldırısından öteye İslamcı terörizmi önlemek için Fas hükümetiyle yakın işbirliği içine girdi. Aldığı önlemler etkin olmalı ki, Avrupa’nın benzer saldırılarla sarsıldığı 12 yıl boyunca İslamcıların “Endülüs’ü yeniden fetih” hayallerine rağmen teröre sahne olmadı.
IŞİD’in Barselona’ya sızışı, özerk hükümetin Madrid’i dışlayarak yarattığı güvenlik boşluğu sayesinde gerçekleşti.
Kanlı saldırıdan hemen sonra Katalan hükümetin İspanyol devlet yetkilileriyle bir araya gelip verdiği dayanışma mesajının bir sonucu şimdiden alındı: Katalan hükümeti ve polisi, Madrid’le yeniden işbirliği başlattı.
İkinci sonuç ise, Katalonya özerk hükümetinin İspanyol Anayasa’sına göre geçersiz sayılacağını bile bile sonbaharda yapacağını ilan ettiği bağımsızlık referandumunu, şimdilik ya da uzun süre rafa kaldırması olabilir. 


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

*Kırmızı Kedi Yayınları, 2016

Beton tapımı ve terörü - TAYFUN ATAY

“Beton makinesinin sesi bu ülkede hiç eksik olmasın! Bu beton makinesi böyle pat pat vurdukça Türkiye kalkınıyor... O beton pompa, vurmaya başlayacak, Türkiye birilerine rağmen kalkınacak. Bu beton pompaları hiç durmasın! Rabbim bu ülkeyi hep böyle kalkındırsın. Silah seslerinin yerine, terörün yerine insanların birbirine acımasızlığı yerine beton santrallarından beton çıksın ve o beton pompaları insanlara güzel güzel evler, yollar, otobanlar, havaalanları yapsın. Rabbim bunu hep nasip etsin!..”

İki yıl önce dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı İdris Güllüce Cevizli Bahçe kentsel dönüşüm konutlarının temel atma töreni vesilesiyle sarf etti bu sözleri.
AKP iktidarının dinbazlıkla sarmalanmış ekonomi-politik pratiğinin herkesin anlayacağı dilden bir güzellemesi olan bu sözlerden iki yıl sonra, önceki gün...
Beton pompalarının hiç durmayıp “pat pat” vurması arzusuyla hepimiz için “inşaat cehennemi”ne dönmüş İstanbul’da bir beton mikseri...
Adeta “kalkınma hızımız”la doğru orantılı şekilde “uçup” yoldan çıktı ve içinde 5 kişi bulunan bir otomobilin üzerine “pat pat” vurdu!..
Bir ölü, dört yaralı bırakarak...
***

Göztepe Sanayi Köprüsü’nde meydana gelen kaza, diğer benzerleri gibi “vaka-yı âdiye”den muamelesi görmüş. Bizim gazete, “İstanbul’da inşaatlarda kullanılan araçların yol açtığı kazalara bir yenisi eklendi” diye geçmiş haberi.
Onun hemen yanında da yine “sıradan” ve daha da küçük puntolu bir başka haber: “Hafriyat kamyonu bisikletli iki çocuğu ezdi”.
O da yine İstanbul, Esenyurt’tan... Kamyonlar, “kentsel dönüşüm” denilen her kapıyı açan anahtar sayesinde artık daracık mahalle yollarında bile boy gösteriyor ya, işte bunlardan biri, ara sokaktan bisikletle çıkan iki çocuğa vurmuş.
“Pat pat” vurmuş!
Beton mikseri nasıl “pat pat” vuruyorsa öyle. Aynı minval üzere!..
Sakın “Hafriyat kamyonu yine terör estirmiş” tepkisi vermeyin!
Çünkü ne diyordu eski bakan Güllüce iki yıl önce:
“Terörün yerine, beton çıksın, Rabbim bunu hep nasip etsin!..”

 
***
İslam tarihine bakıldığında bu dinin doğuş yeri olan Arap yarımadasından tüm dünyaya yayılırken farklı yer ve zamanların doğal, kültürel, siyasal, ekonomik koşullarına bağlı olarak yeni biçimlenmeler kazandığı gerçeğiyle karşılaşılır.
Aslında olan, başka diyarların yaşam biçimine dayalı söylem, eylem, değer, beğeni, tercih ve yönelimlerinin “İslamizasyon”udur.
Ben yukarıda kaydettiğim İdris Güllüce sözlerinde de böylesi bir “mekanizma”nın işlerlikte olduğunu ileri sürmek istiyorum!
Şu âhir zamanda bu memleket sathında kaba-saba bir “inşaat kapitalizmi”nin İslamizasyonundan ibaret durum!..
Peki, betona taparlığı İslam’la bağlantı içine sokarken hanidir ardı arkası kesilmez olmuş kazalarla hayatımızın “rutin”i haline gelen beton terörüne de bir “manevi” formül üretmek gerekmez mi?
Yoksa onları da kaza değil “kurban” mı telakki etmeli?!
Tapınılan betona adak niyetine “kurban”lar olarak!.. 


***
Elbette olan biteni böylesi “metafizik” yorumlamanın berisinde çok daha maddi, dünyevi ve “rasyonel” bir açıklama yapmadan olmaz.
O açıklama da dünkü gazetelerdeki şu haberin içinden çıkıyor: Uluslararası bir inşaat sektörü dergisinin “Dünyanın En Büyük 250 Uluslararası Müteahhidi” listesinde Türkiye hem geçen yıl 40 olan firma sayısını 46’ya çıkarmış, hem de 10 yıldır Çin’in arkasından en çok firma ile yer alan ülke pozisyonunu korumuş.
Yani dünyada inşaat sektöründe etkinlik itibarıyla Çin’den sonra ikinciyiz!..
Aslına bakılırsa 1 milyar 300 milyonu aşkın nüfusuyla 65 firması listede yer alan Çin’in yanında 80 milyonluk Türkiye’nin 46 firma ile konumlanmasını, “inşaat” denince dünyada esas “1 numara”nın o olduğuna ve kalbimizin “İnşaat Ya Resulullah” diye attığına delil saymak çok mu yanlış olur?!
Bu istatistiksel veri, Türkiye’de mevcut dinbaz iktidarı hâlâ neyin ayakta tuttuğuna en çarpıcı örnek.
Ve o iktidarın “maddi” sürekliliği için betonun kutsanıp betona dayalı kazaların da “kutsala kurban” sayılmasının “manevi” gerekliliğine bir kanıt!..


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Atlantik’te ilk Türk Beykozlu büyük denizci - NAZIM ALPMAN

Yaklaşık dört beş yıl önce sosyal medya üzerinden kısa bir mesaj aldım:
-Dünya Beykozlular Gününüz kutlu olsun hocam!


Beykozlu olmasına Beykozluydum ama böylesi uluslararası bir günümüz olduğunu bilmiyordum. Gençler bu işi de halletmişler 19 Ağustos’u Beykozlular Günü ilan etmişlerdi. Beykoz Gençlik Kulübü’nün kuruluş yılı olan 1908 tarihini 19 ve 08 olarak iki bölmüşler dünyanın dört bir yanındaki Boğaziçi’nin sarı siyahlılarını kutlamaya başlamışlardı.
Ben de bu yıl “Dünya Beykozlular Günü”nü dünya çapında bir başarıya imza atmış -ama pek bilinmeyen- bir Beykozlu büyüğümüz Mustafa İhsan Denizaşan’ın hikâyesiyle kutlayayım istedim.

•••

1903 yılında Beykoz’da dünyaya gelen Mustafa İhsan, İstanbul Sanayi Mektebini bitiriyor. Yirmili yaşlarının  sonuna doğru içinde alevlenen bir tekne ile uzaklara gitme duygusunu hayata geçirmeye karar veriyor.

Bunun için kesin kararını verdiği tarihi kendisi hatıratında şöyle yazıyor:

“Düşündüğüm her şey mübhemliğini (belirsiz korku) kaybediyor ve bulanık çizgiler açıklık kazanıyordu. 1931 yılında arzularla dolu ruhum nihayet karara vardı. Yola çıkacaktım.”

Mustafa İhsan kendisine daha sonraki yıllarda “Denizaşan” soyadını haklı biçimde kazandıracak olan macerasına böylece başlıyor.

1932 yılının Nisan ayında kayığını inşat etmeye başlıyor. Modelini Fransız dergisindeki bir kotra modelinden esinlenerek çiziyor. Beş milimetre kalındığında galvaniz çubuklar ile teknenin iskeletini meydana getiriyor. Boyu 5 metre, eni ise 1.5 metre olan kayığın üstü açık, altı düz biçimdeydi.

Mustafa İhsan, kapakları kauçuk olan dört sandık içine gerekli malzeme ve eşyalarını dolduruyor. Giysiler, yiyecek içecek yanında yanına iki şey daha alıyor:

-Gramofon ile iki plak. Cumhuriyet (İstiklal Marşı) ve İzmir Marşı!

Yolculuk sırasında çıktığı limanlarda onu karşılamaya gelenlere bu iki marşı çalacaktır.

Bütün hazırlıklar bittiğinde 30 Haziran 1932 sabah saat: 05.00’te Salacak İskelesinden sakin bir havada denize açılıyor. Annesine de “merak etme Mersin’e gidiyorum” diyerek veda ediyor.

14 Kasım 1932’ye kadar Marmara, Ege, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs seyri yaparak teknesini ve kendisini kontrol edip büyük macera için hazır olup olmadığını kontrol ediyor.

18 Temmuz 1933’te Suriye’nin Lazkiye limanına giriyor. 18 Ekim 1933’de Mısır’ın Port Sait limanına, 30 Ağustos 1934’te Tunus’un Porto Farina limanına giriş yapıyor.

Atlantik’e de çıkıp, kuzeye yöneliyor. Cebeli tarım Boğaz’ından geçip İspanya’nın Cadiz şehrinin kuzeyindeki Huelva limanına kadar çıkıyor.

Mustafa İhsan’ın maddi imkanları buraya kadar yetiyor. Geri dönüş yoluna buradan başlıyor, 1936’da Türkiye’ye dönüp İstanbul’da macerasını tamamlıyor.

Mustafa İhsan 1934’te çıkan kanundan ancak dönüşünde haberdar oluyor. Ve hiç kimsenin itirazı olamayacak hak edilmiş soyadını alıyor: Denizaşan!

Mustafa İnsan Denizaşan 1989 yılında vefat ediyor. Paşabahçe Mezarlığında toprağa veriliyor.

•••

Bu bilgileri Yeni Deniz Mecmuası’nın Mart 2016 tarihli 1. sayısında Tümamiral Cem Gürdeniz’in bilgi dolu uzun makalesinden aldım. Gündeniz de kaynaklarını yazının içinde belirtiyor. Dergiyi ise Beykozlu öğretmenlerim Şahin ve Lale Köktürk’ün küçük kızları Esra Köktürk bana verdi.

Beykoz’dan Mustafa İhsan’a layık başka gençler de yetişti. Mesela Tarzan Mehmet üzerinde “Barbaroslu” yazan kendisinin bez ve ahşap çıtalarla yaptığı kano tarzı iki metrelik teknesiyle Samsun-İstanbul ve İstanbul-İzmir arasını kat etti.
Şahin Köktürk ise 1960’ların ilk yarısında Sapanca Gölü kenarında kendisinin inşa ettiği 6 metrelik yelkenli teknesini karadan İznik Gölü’ne at arabası ile götürüp, sonra da aynı yöntemle İzmit körfezine indirmiş, oradan da Beykoz’a kadar denizden götürmüştü.

19 Ağustos Beykozlular Günü’nde geniş ufuklu Beykozlu büyüklerimizi sevgi ve saygıyla anıyoruz.

***

Tuncay Terzihanesi kapandı

Sevgili Sunay Akın pek çok gösterisinde anlattığı aşağıdaki hikayeye aynı başlıklı kitabında da yer verdi.

•••

“Trabzon'un en ünlü terzilerindendi Tuncay Bey... Dükkânının rafları aldığı siparişlerin kumaşlarıyla doluydu. Genç adam modayı takip eden, yenilikçi biri olduğu için onun diktiği bir elbiseye sahip olmak isteyenler, araya hatırı sayılan insanları koyarlardı: "Şu bizim komşunun mantosunu bir zahmet sıkıştırıver!.."

Kedilerinin pençelerinin balık koktuğu bu kentte, bir gün, on yedi yaşında bir genç kız girer Terzi Tuncay'ın dükkânından içeri. Yanında annesi, elinde ise bordo renkli bir kumaş vardır. Kendisine bir ceket dikmesini ister genç terziden. Aşk tanrısı Eros'un attığı ok Tuncay Bey'in kalbini delmeden önce, içeri giren genç kızın güzelliği karşısında, tuttuğu iğne eline batmıştır çoktan!
Terzi Tuncay genç kızı provaya çağırmaya başlar. Hem de yalan yere ve kaç kere!.. Hatta bir seferinde şu türküyü bile mırıldanır, hafiften:

Sen yağmur ol, ben bulut
Maçka'da buluşalım
Ölçü iyice alınmıştır!.. Bordo renkli ceket tamamlanır sonunda.
Üç tane düğmesi vardır bordo ceketin... İşte ben, o ceketin ortanca düğmesiyim!”
Bu ceket İstanbul Oyuncak Müzesinde duruyor.

•••

Değerli ağabeyimiz Atilla Aşut ise sayfadaki fotoğrafla birlikte aşağıdaki notu yolladı.
“Sevgili Nazım merhaba,

Sunay Akın'ın babasının cenaze törenine katıldığını öğrendim. Tuncay Akın (bizim aramızdaki adıyla 'Terzi Tuncay'), Trabzon'da çok yakın arkadaşımızdı. O yıllarda çalıştığım "Hâkimiyet" gazetesinin sahibi Şahap Eyuboğlu gibi Tuncay Akın da Maçkalıydı ve aynı köydendiler. Daha da önemlisi, gazetemizin Şekerfabrikası Sokağı'ndaki bürosu ve basımeviyle Tuncay  Akın'ın terzi dükkânı yan yanaydı. O yüzden de günlerimiz hep bir arada, iç içe geçerdi. Bazen birlikte meyhaneye gittiğimiz de olurdu. Sana o günlerden bir fotoğraf gönderiyorum. Ben, Tuncay Akın ve Şahap Eyuboğlu, dönemin en ünlü lokantalarından Gülbahçe'de oturmuş, günün yorgunluğunu atmaya çalışıyoruz...”
Tuncay Akın Ağabeyimizi 14 Ağustos 2015 günü sonsuzluğa uğurladık.
Ve Tuncay Terzihanesi şimdi kapandı.

Nazım Alpman /BİRGÜN

Artık ruh hali en ufak muhalefeti bile kaldırmıyor - ERK ACARER

Artık Türkiye'nin önünde fazla seçenek yok. 'Tek adam'ın ülkeyi kapalı bir kutu haline getirmek istediği görülüyor. İçeride; can suyunu yobazlık ve yozluğun temel ilkelerinden alan bir Arap modeli örülüyor. Dış siyasette ise bolca hamaset yapıp aslında 'istenilen' tavizi veren bir sistem inşa ediliyor. Şeriatçı teröristle işbirliği yapıp, 'Fırat'ın batısı' diye bas bas bağırırken, Kuzey Irak Bölgesel Yönetimi Cumhurbaşkanı Mesut Barzani'nin Türkiye'nin bir bölümünü de içine alan bağımsızlık haritasını görmezden gelmek yeterince ipucu veriyor.

'Hesap sorulamaz', 'ben yaptım oldu', 'kapalı kutu' rejmine doğru hızla savruluyoruz. Depremden önce, balıkların karaya vurması kadar açık emareler var. Enis Berberoğlu'nun tutuklanması, Adalet Yürüyüşü'nün ardından, CHP Lideri Kılıçdaroğlu'nu hedef alan ve dozu artan kumpas planı... Tepeden gelen emir, bir yandan havuz medyası ve AKP siyasetçileri eliyle 'evde zor tutuyorum tabanını' kemikleştirirken öte taraftan başka bir şey  oluyor. Kılıçdaroğlu'nun tutuklanma ihtimali öylesine normalleştirildi ki, gerçekleşirse kimse şaşırmayacak. Goebbels taktikleriyle ayrım yapılmadan tüm kamuoyu bu plana hazırlandı.

Konuyla ilgili; iki çarpıcı analizin özeti net geçiyor. Biri Fatih Yaşlı'nın, BirGün'de yayınlanan makalesi. Fatih Hoca'nın, başlığı bile yeterli. Spoiler'i; Winter is coming' sözleri ile veriyor. Diğer yazı; Artı Gerçek'ten Celal Başlangıç'a ait. Anafikri açık; savcılardan önce iddianameyi AKP Genel Merkezi yazmış! Aslında, Başlangıç, 'geçen kıştan' olacakları söylüyordu. Cumhuriyet'e yapılan operasyonların ardından, hüzünle gülümsemiş; gazete avlusunda birkaç kısa kelam etmişti: "HDP'den sonra sıranın kime geldiği belli. Cumhuriyet üzerinden şimdi bir başka mahalleye atladılar. Süreç tıpatıp aynı."

Yumurtanın kapıya dayandığı ya da Perşembe'nin gelişinin Çarşamba'dan belli olduğu çok fazla belirti yaşandı. Hâlâ ortada olan 'Kılıçdaroğlu zaten Erdoğan'ın istediği tarzda muhalefet yapıyor' sözlerinin ise anlaşılır bir tarafı yok. AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın tavrı çok belirgin. Artık yürüdüğü yolda, ayağına değecek bir taşa bile tahammülü yok. Açıkçası bunu büyük risk olarak gördüğü belli oluyor. Dolayısıyla ruh hali en ufak muhalefeti bile kaldırmıyor.


Bu yüzden Erdoğan ve AKP'nin artık topluma sunduğu bir seçenek bulunmuyor. İstikbal derdi ve 2015 Haziran'ından sonra keşfedilmiş 'kontrollü kaos' ile ellerinde kalan tek şey kini, nefreti, kutuplaştırmayı derinleştirmek. Havuz medyasındaki yeni yapılanma da buna işaret ediyor. Gerçekçi olmak gerekirse; 2019 yolu da bu plan üzerinden inşa edilecek. AKP siyasetçileriyle dillendirilen 'kaos' ve suikast' sözleri boş değil. Öte yandan devlete endeksili paramiliter güçlerin, çete benzeri oluşumların, iktidar ağzı ile konuşan mafya tetikçilerinin misyonu ve varlığı da şüphe götürmez.
Ne yazık ki tablo karamsardır. İşte Türkiye'nin önünde kalan iki seçeneğin anlamı da budur: Ya insanca yaşayacağız ya da dükkânı kapatacağız! Fakat bu fırsattır. 33 kişinin yaşamını yitirdiği, IŞİD canileri tarafından gerçekleştirilen Suruç katliamı sonrasında, çokça söylenen 'hiçbir şey eskisi gibi olmayacak' sözleri çoğu açıdan gerçeği yansıtıyor. Suruç'un ve ardından gelen Ankara katliamları aynı zamanda önemli misyonlar da üstlendi. Korku iklimi yayıldı, toplum bir araya gelmekten ve protesto hakkını kullanmaktan çekindi. CHP'nin 16 Nisan referendumunun ardından halkı Yüksek Seçim Kurulu'nın (YSK) önüne toplayamaması da bu açıdan anlaşılırdır. Sonrasında; çok kez; ülkede 'iç savaş çıkabilirdi' açıklamaları yapıldı.

Yaratılan bu korku iklimi üzerinden, avuçlarını ovuşturanları seyrederken, trenin kaçmakta olduğunu da görebiliyoruz. Gerçekçi olmak bu açıdan önemli. O büyülü sorudur muhatabımız: "Peki ne yapacağız?" Bu sorunun yanıtı çok yakın geçmişte gizlidir aslında... Biraz sitem, biraz kırgınlıktır: "Cumhuriyet davasında 30, Berkin Elvan davasında 300 kişiydik!" 'Diyanet'in ensest fetvası', 'Ensar skandalı', 'IŞİD bombaları' haberlerimizi milyonlarca kişi paylaştı. Ama bu haberlerin protestolarında sadece yine bizler vardık! Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat; meslektaşları tarafından hediye edilen 'Süpermen kıyafetiyle' aramızda, sevimli ama acı duyulması gereken bir kahramana dönüşmüştür. Sorulması gereken şudur: Neden gecesini yazı işleri masasında, gündüzünü meslektaşlarının duruşmalarında geçiren Polat, neden yeterince kalabalık değildir? Acıdır; BirGün, Evrensel ve Cumhuriyet gazetelerinin toplam tirajı 60 bini bulmuyor. Çözüm mü arıyorsunuz, o çüzüm Ahmet'in eşi Yonca Şık'ın sözlerindedir: "Ahmet kahraman değil. Herkes elini taşın altına sokacak."
Gazetecilere, sendikalara, sivil toplum kuruluşlarına ve dahası toplumun geneline artık daha büyük işler düşüyor. Bir kahraman yok, hepimiz kahramanız. Farkında mısınız? Türkiye 'bana dokunmayan yılan bin yaşasın' eşiğini çoktan aştı. Dokunacaklar... O iki yola bir kez daha vurgu yapalım. Kitaplarımızdan evrimi, hayatlarımızdan gülüşü çıkardılar. Basit bir muhalefet tarzıdır bu! Daha başlangıçındayız: Toplumsal muhalefet topu  topu "Çocuklara elini sürmeyeceksin, ağaçları kesmeyeceksin, Hasankeyf'e dokunmayacaksın, kadınlara el kaldırmayacak, istismar etmeyeceksin. bunlara özendirmeyeceksin! Ormanlarımızı, ormanlarımızdaki canım hayvanlarımızı rant için yaktırmayacaksın" deme cesareti, kararlılığı ve kalabalıklığıdır.
Basittir her şey...
Hani aylardır; artık daha çok 'Kılıçdaroğlu'nu bağlayan', 'ihanet haberleri' yapılıyor ya... 'Vallahi de billahi de o TIR'lar IŞİD'e gidiyordu' diyen AKP'li vekilin sözlerinin araştırılması için 20 milyon dilekçe yolla bakalım Cumhuriyet savcılarına neler oluyor!

Erk Acarer / BİRGÜN

Medyanın turnusol kâğıdı: Nuray Mert - Ayşenur Arslan

Uzun ve “kişisel” bir yazı olacak. Zira, konu hem medyayı, hem bilim ve siyaset yapma anlayışını kapsıyor... Hem de bu alanlarda “suyun başını tutanlara” uzanıyor... Öte yandan, Nuray Mert, Ahmet Hakan, Akif Beki gibi isimlerle, mesleki serüvenimin tam ortasından geçiyor!

•••

Anlatmaya, 2012 yılından bir anıyla başlayayım.

Malum, Ergenekon’du, Balyoz’du derken Türkiye’nin en sıcak yıllarından biriydi. Ben de, güncel ve siyasal bir gündemin ekrana taşındığı Medya Mahallesi programıyla, o harareti ensemde hissediyorum. Hemen her gün bir uyarı / talimat alıyordum: Şuna değinme.. Bunu konuk etme.. Aman falan konuya hiç girme..

Aslında her bir uyarı, bugün RTE’den bakanlarına, Aydın Doğan’dan gazetecilerine herkesin kabul ettiği, onayladığı başlıklar ve isimlerdi. Gülen Cemaati’nin kumpasıyla başlatılan operasyonlar gibi.. Hanefi Avcı ve şu ünlü “Haliç’te Yaşayan Simonlar” kitabı veya Uludere Katliamı gibi...

Evet, gerçeği bugün herkes şu ya da bu tarafından gördü. Ama 2012 yılında o gerçek yasak ve tehlikeliydi. Bu da, benim hedef tahtası haline gelmem demekti.

Bir gün, o sıralarda CNN Türk Genel Müdürü olan Barış Tünay, yine bir “talimat” verdi. Konuyu değil ama itiraz ettiğimi hatırlıyorum. “Yukarının emri” dedi.

“Yukarısı kim?” diye sordum.

Anlamayışıma (!) şaşırmış bir şekilde “Tabii ki Aydın Bey” dedi.

“Kusura bakma” diye karşı çıktım, “Aydın Bey bana talimat veremez. Ben gazeteciyim. Doğru / gerçek bildiğimi anlatırım. Ve o gerçeği kendi dünya görüşümle yorumlarım. Patronun bana ‘şunu yap bunu yapma’ deme hakkı yok. Benim üstümde tek bir hakkı var. Benimle çalışmama hakkı...”

Aynı şeyi, Aydın Doğan “benimle çalışmama hakkını” kullandığı zaman O’na da söyledim.

Ahmet Hakan’ın “yorumu”!
O konuşmaya döneceğim ama şimdi devam edelim..

CNN Türk’ten kovulduktan sonra Ahmet Hakan köşesinde şöyle yazdı:

“Ben Ayşenur’un tek başına, tek taraflı yayın yapmasına karşıydım. (...) Bu nedenle Ayşenur’un yanına Akif Beki’nin eklenmesini doğru buldum. Aslında Akif’in eklenmesiyle iyi bir sonuç da çıkmıştı ortaya. Ayşenur bir şey diyor, Akif başka bir şey diyordu. Muvazaasız, yapaylıktan uzak, dişe diş bir tartışma izliyorduk. İzleyici ilgisi de yüksekti. Fakat olmadı, olamadı.”
Peki Ahmet Hakan’a göre neden olmamış, olamamıştı dersiniz?

Meğer şundanmış:
“Ayşenur ile Akif, ekranda ‘bir arada barış içinde var olma’ pratiğini uzun süre götüremedi. Akif, Ayşenur’un Cumhuriyet gazetesine verdiği röportaja içerledi; Ayşenur Akif’in gönlünü alamadı. İki ismin aynı ekrana çıkması imkânsızlaştı ve program bitti. Yazık oldu, yazık ettiler.”

•••

Evet, Akif Cumhuriyet’teki röportaja içerlemişti. Nesine mi?

“Programa tek başına başlamışken, sonra neden iki kişilik formata döndünüz?” sorusuna verdiğim yanıta!
Çünkü, “benim tercihim değildi” demiştim. Programa devam etmek istiyorsam, yanıma birinin getirilmesinin şart olduğunu söylediklerini anlatmıştım.

Akif Beki buna içerlemiş. Yalan mıydı? Hayır! Eksik miydi? Hayır!

Ama komik adam.. Sanki öyle değilmiş gibi, “vay efendim, beni zorla onun yanına tepeden inme mi gönderdiler” diyormuş. Bir kırılmış bir kırılmış, Nuh diyor peygamber demiyormuş. Ben de, Ahmet Hakan’ın yazdığı üzere “gönlünü alamamışım”.. Vah vah, program da bitmiş.

Aydın Doğan’a sorsaydı!

Oysa, Ahmet Hakan -hadi bana sormadı- yanından ayrılmadığı Aydın Doğan’a sorsa doğrusunu öğrenirdi.

Çünkü programın neden bittiğini, veda konuşmamızda, Aydın Doğan’a ben de sordum. Hatta, Dört Bir Taraf programını örnek vererek “Onlarınki oluyor da neden Medya Mahallesi olamadı” demiştim de şu yanıtı almıştım:

“İyi de kızım, onlar çata çat kavga ediyor. Nagehan Enver’in, Enver Nagehan’ın hakkından geliyor. Ama Akif Beki senin yanında zayıf kaldı, seninle baş edemedi…”

Ya Ahmetçim! O program Akif Beki “başarısız olduğu için” bitti. AKP’nin ve o sıradaki rol arkadaşları Gülenciler’in beklentilerini yerine getiremediği için bitti.

Sizin cephede, biliyorum, algılama süresi bir hayli uzundur. Ergenekon / Balyoz vs konularında benim / bizlerin gördüklerini sizler yıllar yıllar sonra gördünüz. RTE’nin gerçek ajandasını yıllar yıllar sonra keşfettiniz. Akif Beki’nin de aslında iktidar kapısını açacak kilit olmadığını, programları gibi yazılarının da “alıcı” bulmadığını yıllar yıllar sonra anladınız!
Ve sonunda Saray’ı rahatsız edecek iki kelam etti diye yolu gösterdiniz.

•••

Doğrusu, Akif’in gönderilişi hakkında hiçbir şey söylememeni anlayabiliyorum. Ne diyebilirsin ki!
Nuray Mert’in Cumhuriyet’ten gönderilişi hakkında yazılanlara gösterdiğin hassasiyeti de anlayabiliyorum. Ne de olsa çok yakın arkadaşın.

Ama, benim, “başıma komiser olarak gönderilen” Akif Beki’nin gönlünü almam gerektiğini nasıl düşündün... Hiç anlayamadım.
Nuray Mert hakkındaki köşe yazıları için söylediklerini de aynı ölçüde tuhaf ve yakışıksız buldum. Diyorsun ki; “Köşe yazısı yazdıkları gazeteden bir köşe yazarını kovdurttukları için... Öyle mutlular ki... Vakar içinde iki dakika sessiz kalmayı beceremiyorlar. Etekleri zil çalarak kutlamalara doyamıyorlar... Midem bulandı...”

Sizin de “ilkeleriniz” yok muydu!
Ben Cumhuriyet’te senin bu tanımlamana uyan hiçbir ifade görmedim.

Cumhuriyet’te, BirGün’de, Sözcü’de bu konuda yazan hemen her köşe yazarı meseleye “ideolojik / bilimsel” bir yaklaşım gösterdi. Nuray Mert’in yazılarının, Cumhuriyet’in (hani sizin Doğan Yayın Grubu’nda olduğunu iddia etiğiniz gibi) YAYIN İLKELERİNE UYMADIĞINI vurguladı.

Evet, Nuray Mert inandığı / düşündüğü gibi yazmakta özgürdür.

Keza, şu ya da bu televizyona çıkıp çıkmamakta da özgürdür.

Nitekim, Halk TV’de program yaptığım sırada, bir gün kendisini Medya Mahallesi’ne davet ettim. “Ben o televizyona katiyen çıkmam” yanıtını aldım. Zira, CHP’ye karşıydı. Halk TV’ye ise karşı olmaktan öte, belli ki sinir oluyordu.

Uzatmadım, peki dedim.

Öyle ya, insan falan televizyona çıkıp çıkmamakta da bir konuyu şöyle ya da böyle yazmakta da özgürdür. Ama aynı şekilde, yazdığı gazete de o yazıyı “ilkelerine uymuyorsa yayınlamamakta” özgürdür.

Buraya kadarında anlaştığımızı umut ediyorum.

Ancak...

Benim açımdan, daha sorunlu bir durum var. Mesele sadece bir yazarın düşündüğü gibi yazmasından ibaret değil.

Evrim teorisi “bilim” değilmiş!
 
Nuray Mert, bir akademisyen, bir bilim insanı.

Oysa, benzetmeyi O da herkes de mazur görsün ama aklıma başka bir örnek gelmiyor, cerrah diye göreve aldığınız kişinin kasap çıkması gibi… Bilimden şöyle söz edebiliyor:

“İslama uygun veya değil, ben de evrim teorisinin bilim yerine konmasına karşıyım. Adı üzerinde evrim teorisi, ne kadar bilimsel kesinlik kazandırılmaya çalışılırsa çalışılsın veya ne kadar bilimsel olarak çürütülmeye çalışılırsa çalışılsın, nihayetinde insanın oluşumuna ilişkin bir akıl yürütme biçimi.”

Kimi yazarlar vurguladı. Söz konusu olan EVRİM KURAMI’dır. Teorinin gündelik dildeki kullanımıyla hiçbir ilgisi yoktur. Bu yüzden kimse, hele bilim insanı olduğu iddiasındaki bir kimse çıkıp da “canım adı üstünde teori, kanıtlanmış bir şey değil ki” diyemez.

Daha doğrusu, elbette der de, deyince ciddiye alınmaz. Diplomasından falan şüphe edilir.

Nuray Mert adına üzgünüm ama, mevcut Milli Eğitim Bakanı İsmet Yılmaz bile -muhtemelen gelen tepkiler üzerine- ne dedi, biliyor musunuz:

“Biz evrime karşı değiliz. Bilim bir şey diyorsa buna karşı olabilmek mümkün değil. Biz sadece ‘Öğretilecek o kadar konu var ki, bu konu bu eğitim seviyesinde verilmesin, ortaöğretimin üstünde verilmesi uygundur’ diyoruz.”

•••

Din / inanç sistemi doğruluğu deneyden geçirilmeden, sınanmadan kabul edilen bir “öğreti”, yani DOGMA’dır.

Bilimse, tam tersine yanlışa / tartışmaya / deneylere / sınanmaya yenilenmeye / eksikleri gidererek ilerlemeye açıktır.

Ancak, bu asla bilimin SAKAT olduğu anlamına gelmez. Bilimsel temel asla gözardı edilemez. Örneğin, evrim bilimsel bir gerçekliktir. Bu anlamda tartışılmaz. Ancak evrimin işleyişi tartışmaya / deneme ve sınamaya açıktır.

Artık ayrılmalı / ayrışmalıyız
 
Nuray Mert, konuyu DİNİ DOGMA DAYATMASI ile POZİTİVİST DAYATMA diye karşı karşıya getirerek, sadece Cumhuriyet’te değil.. Bana sorarsanız herhangi bir gazetede köşe yazarı olma, siyaset yazma özelliğini yitirmiş demektir.

Belki böyle dertlerin hiç söz konusu olmadığı magazin alanında yazabilir... Ya da, “evrim kuramının en büyük düşmanı” Yiğit Bulut’un yanında Saray’a danışmanlık için aday olabilir... Ancak, hem O’nun yazıları hem de savunucularının iddiaları göstermiştir ki, artık orta sahada top çevirmenin zamanı geçmiştir.

Yani, “hem evrime kuramına karşı çıkayım, hem müftü nikâhını savunayım hem de Cumhuriyet’te yazayım” demek oksimorondan öteye gitmez.

Onlar / Nuraylar Ahmetler / bilimle dinsel dogmayı karşı kefelere koymaya kalkanlar ile...

Bizler / dinsel dogmaya karşı bilimi ve bilimsel aklı savunanlar..

Artık tümüyle ve net biçimde ayrışmalıyız. Ayrılmalıyız.

Ahmet Hakan, Akif Beki ile “barış içinde bir arada yaşamayı başaramadığımızı” söylüyor ya...
Meslektaşlarımızı “tutsak” alan, gencecik hayatları söndüren, Nuriye ve Semih’i daha yargılanmadan suçlu / terörist ilan eden, ülkeyi kaosa teslim eden bir anlayışla... Ve o anlayışa şu ya da bu gerekçeyle prim vermeye devam edenlerle...

Barış içinde bir arada yaşayamayız.

Onlar barışa inanmıyorlar. Bizleri düşman olarak görüyorlar. Laikliği sona erdirip  Cumhuriyet’i tasfiye ederek hayallerindeki YENİ TÜRKİYE’yi adım adım inşa ediyorlar.

Evet, onlarla artık tümüyle ve net biçimde ayrışmalıyız.

Dogmaya teslim olmayı reddetmeliyiz.

Nuray Mert, bu açıdan bir turnusol kâğıdı işlevi görmüştür. İyi de olmuştur!

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Bu iş de imama kadar gider! - NURCAN GÖKDEMİR

Hükümet, sadece hukuk eğitimi alanların yapabildiği uzlaştırmacılık görevini “yeterince hukuk eğitimi” koşuluyla siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat veya maliye alanlarında yüksek öğrenim gören herkesin yapabilmesinin yolunu açtı.  


Hükümet, müftülerin resmi nikah kıyabilmelerine olanak sağlayan düzenlemesine benzer çok önemli bir adımı da yargıda attı. Hırsızlık, dolandırıcılık, yaralama, tehdit gibi suçlar için sadece hukuk eğitimi görenler değil “yeterince” hukuk eğitimi alan üniversite mezunları yargıda geleneksel kadı sisteminin benzeri olan uzlaştırmacılık görevini üstlenebilecek.
Eski Adalet Bakanı Bekir Bozdağ döneminde TBMM’ye sunulan tasarıda yer alan ancak AKP’li hukukçu milletvekillerinin muhalefete desteği ile tasarıdan çıkartılan hüküm yönetmelikle uygulamaya konuldu. Bozdağ’ın tepkisine karşın yasalaşan hüküm yönetmelikle aşıldı.

Adalet Bakanlığınca hazırlanan “Ceza Muhakemesinde Uzlaştırma Yönetmeliği” yürürlüğe girdi.

“Yeterince hukuk” yetecek
Sadece hukuk öğrenimi görenlerin uzlaştırmacı olabilmesine yönelik düzenleme yönetmelikle genişletildi. Üniversitelerin hukuk fakültelerinden mezun olanlar uzlaştırmacı olabiliyorken yeni düzenleme ile “hukuk ya da hukuk bilgisi programlarına yeterince yer veren siyasal bilgiler, idari bilimler, iktisat veya maliye alanlarında en az dört yıllık yüksek öğrenim yapan” herkese uzlaştırmacı olabilme olanağı sağlandı. Kasten işlenmiş bir suçtan mahkumiyet alanlar, terör örgütleriyle irtibatlı olanlar, disiplin yönünden meslekten veya memuriyetten çıkarılan ya da geçici olarak yasaklananlar uzlaştırmacı olamayacak.

Hırsızlık uzlaştırma kapsamında
5271 sayılı Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 253’üncü maddesinin birinci fıkrasında sayılan “kasten yaralama, taksirle yaralama, tehdit, konut dokunulmazlığının ihlali, hırsızlık, dolandırıcılık, çocuğun kaçırılması ve alıkonulması, ticari sır, bankacılık sırrı veya müşteri sırrı niteliğindeki bilgi ve belgelerin açıklanması” suçları için uzlaştırmacılık devreye girecek.
Suça sürüklenen çocuklar bakımından mağdurun veya suçtan zarar görenin gerçek veya özel hukuk tüzel kişisi olması koşuluyla üst sınırı 3 yılı geçmeyen hapis veya adli para cezasını gerektiren suçlarda da uzlaştırma yoluna gidilebilecek.

“Dini gruplar etkili olur”
TBMM Adalet Komisyonu’nun CHP’li üyesi Ömer Süha Aldan konu hakkında, “Uzlaştırmacılık yargıyı özelleştirme, ulusal yargıyı etkisizleştirme girişimidir. Bu düzenleme ile tarikatlar, cemaatler ve belli baskı grupları yargıda daha etkin olmaya başlar, geçmişte olduğu gibi ‘mahallenin büyüğü aranızdaki sorunu çözsün’e kadar iş gider. Ancak salt yerel düzeyde değil uluslar arası düzeyde de sonuçları olabilecek bir girişim. Küresel şirketlerin de bu tür kurumları çok istediği gözden kaçırılmamalı. ‘Ulusal yargı olmasın, sorunları gizli kapılar ardında uzlaşmacılarla çözelim’ arzusundalar” dedi. Aldan, yasaya aykırı yönetmelik çıkartılamayacağını, iptali için idari yargı yoluna gidilebileceğini de ifade etti.

NURCAN GÖKDEMİR / BİRGÜN

19 Ağustos 2017 Cumartesi

On altı yılın bilançosu çok ağır - ALİ SİRMEN

Perşembe günü, 16. kuruluş yıldönümünü büyük yanılsama parkı “Harikalar Diyarı”nda kutlayan AKP’nin, seçmenine iki büyük vaadi, adalet ve kalkınma alanlarında yaya kaldığını yazmıştım. 


Bugün de on altıncı yaşını idrak ederken iktidarının da on beşinci yılını yaşayan AKP’nin dış ve iç güvenlik alanlarındaki bilançosuna bakalım.
AKP’nin iktidara gelişi ile Ortadoğu’ya Amerikan silahlı müdahalesi eşzamanlıdır.
AKP’yi dizayn edenler de, partinin yerli kurucu ve yöneticileri de, zaten bu müdahale vesilesiyle oluşturulmuş kuruluşun ABD yanında, onun yönlendirmesi altında önemli roller oynayacağı, Washington’ın göstereceği hedefler ve çizeceği sınırlar ile uyumlu olarak, bölgede ağırlık sahibi olacağını düşünmüşlerdi.
Bu tasavvurlar, daha ilk adımda TBMM’de yapılan tezkere görüşmelerinde darmadağın oldu.
Ankara, daha ilk adımda büyük operasyonda kendine düşeni yerine getirememiş ve ABD güçlerinin Türk toprakları üzerinden Irak’a girişini sağlayacak kararı TBMM’den çıkaramamıştı.
Gerçi bu durum Tayyip Erdoğan’ın, BOP eşbaşkanlığına adaylığını teyit etmesine engel olmamıştı ama Washington Ankara’yı artık eşbaşkan olarak görmekten vazgeçmişti.
Irak ve ardından patlak veren Suriye krizleri sırasındaki yanlış politikaları sonunda Türkiye bölgede kırmızı çizgileri sürekli çiğnenen, ağırlığı gittikçe azalan, inisiyatifi değişik Kürt güçlerine kaptırmış bir ülke konumuna geriliyordu.
Bir zamanlar bölgenin desteği aranan gücü Ankara iken, şimdi PYD olmuştur. Bu durum herkes tarafından Ankara’nın yüzüne karşı açıkça söylenmektedir. 


***
Tayyip Bey’in iktidarının başlangıcında, AB’nin karar vericilerinin de, kamuoyunun da kendi içlerinde görmek istemedikleri hususunda hiçbir kuşku bulunmayan Türkiye, yine de kuruluş ile ilişkilerini düzgün bir çizgide yürütmekteydi. AKP iktidarının on beşinci yılında ise, Türkiye-AB ilişkileri fırtınalı sularda seyrederken, Ankara en fazla antipati toplayan, en çok eleştirilen ve ilişkilerin askıya alınması tartışılan başkent konumuna gerilemiştir.
Siyasiler katında işler zaman içinde düzelecek olsa bile iki tarafın halkları arasında oluşan karşılıklı güvensizlik ilişkilerde uzun süre giderilemeyecek köklü tahribata neden olmuştur. Türkiye’nin şu anda Avrupa’daki itibarı konusunda en iyi fikir verebilecek olan olay ise AİHM’ye aday gösterdiği isimlerin gerekli vasıflara sahip olmadıklarından, ciddi olarak incelemeye dahi alınmamasıdır.
Dış ilişkilerde Rusya ile yaşanan kriz yine Ankara’nın geri adım atmasıyla normalleşme yoluna girmiş, ancak Moskova’dan Ortadoğu’da Türkiye’nin umduğu ölçüde bir destek sağlanamamıştır.
ABD ile ilişkilerdeki gerilmenin sorumluluğunu Obama’ya yükleyen AKP, büyük umut bağladığı Trump’ın tutumundan da kısa sürede düş kırıklığına uğramış ve bölge ile ilgili beklentilerinin gerçekleşemeyeceğini görmüştür.

***
Nevraljik Ortadoğu’nun kritik döneminde dış politikadaki bu zayıf konum, Türkiye’yi bölgedeki gelişmelerden toprak bütünlüğü açısından bile en fazla etkilenebilecek riskli ülkeler kategorisine sokarken, içeride de 2016 Temmuzu’ndaki TSK ve kamuoyunun büyük ezici çoğunluğunun karşı çıktığı girişim başarı ile önlenirken, FETÖ ile mücadele konusunda gerektiği kadar mesafe alınamamıştır. FETÖ hâlâ ülke için ciddi tehdit olma konumunu sürdürmekte, ülke sürekli OHAL altında olmasına rağmen kesin sonuç elde edilememektedir.
İçeride ve dışarıda, “FETÖ ile mücadele”nin daha ziyade OHAL uygulamalarına bahane olarak kullanıldığı yolunda güçlü bir izlenim mevcuttur.
Kısacası, toplumsal uzlaşma, ekonomi, eğitim gibi konulara bile değinmeden yapılan kısa bir analiz, kuruluşunun on altı, iktidarının on beşinci yılında AKP nin bilançosunun negatif olduğunu göstermektedir.
Bu durumda “Harikalar Diyarı”nda neyin kutlandığını anlamak gerçekten güçtür.


Ali Sirmen / CUMHURİYET

Deprem… - AYDEMİR GÜLER

Suçu doğaya atmak kolay. Kumdan kale gibi dağılan, aslında bir mezar olduğu o gün anlaşılan evler... Bu, alçak oldukları su götürmez “deniz kumu müteahhitlerinin” ve diğer yetkililerin işi de değildi. Onlar olsa olsa tetikçiydi.
Tetikçiler katmanını kazıdığınızda onlarca yıldır iş başına gelip sonra biri diğerini kovan hükümetlerin topluca bir “imar affı koalisyonu” oluşturduğu gerçeği çıkıyordu karşınıza. Lakin suç onlarda da bitmiyordu.
İnsanların beton mezarlara tıkıştırılmasının arkasından aynı insanların kentlere yığılması sırıtıyordu. Ucuz emek gücüydüler. Onları çalıştıranlar, onları iskân edenler, ya bu gerçeği hiç düşünmeme suçunu işlemişlerdi, ya da daha kötüsü mezar binaları yaparken de bile isteye kârlarını arttırmışlardı.
Ama biri yapmasa diğeri yapacaktı. Sağlam, insana yaraşır bina yapacağım diye tutturan daha az kazanacaktı, orada da kalmayacak başkaları tarafından silinecekti piyasadan. Tek tek kapitalistler alçaklık etmeye mecbur!
Bu sermayenin kanunu ve suçlu sermaye düzeni.
Bu gerçekler 1999 depreminden önce de biliniyor ve söyleniyordu. Ama sermaye düzeninin iki güvencesi vardı. Bir tanesi; acının bu kadar ağırı insanı mücadeleye değil kurtarıcı aramaya, suçu doğaya yıkmaya, felaketin doğaüstü bir varlık tarafından yollandığı inancına iter. Din bir afyondur denir ya, afyon acıyı dindirir bir süreliğine…
İkincisi ise, “depremle yaşamaya alışmalıyız” diye ahkam kesen bilim (!) adamları iş başındaydı. Kentleri “biz” yeniden planlayıp, bilimin ve insanca yaşam ilkelerinin ışığında yeniden inşa etmeyeceksek, herhalde halktan beklenen ölümü kanıksaması oluyordu!
17 Ağustos 1999’dan sonra haber bültenleri ölü, yaralı ve kayıp sayılarını ilan etti günlerce. Toplu mezarlara yığıldığı söylenen kayıp insanlarımız nasıl sayılacaktı ki? Ama daha tuhafı, bir süre kayıplar azaldıkça yükselen ölü sayısı, bir noktadan itibaren kayıplar azalmaya devam ederken düşüşe geçti. Ölenler dirilmeyeceğine göre ortada bir saçmalık vardı. Türkiye buna tanıklık edemedi. Acıdan göz gözü görmüyor, kulaklar bültende okunan sayıları beyne iletemiyordu.

*             *             *

1999’da “eski Türkiye”de yaşıyorduk. Süleyman Demirel cumhurbaşkanıydı, Bülent Ecevit başbakan. 17 Ağustos bu tarihsel kişiliklerin baş aşağı gidişinin de simgesidir.
Demirel bir yıldan daha az bir zaman sonra görev süresini doldurduğunda arkasında sadece depremin değil cumhuriyetin de enkazını bırakacaktı. Sağın ülkeyi ne hale getirdiğinin sembolüdür, bir anlamda 99 depremi.
Ecevit birkaç yıl daha devam etti. Ölümünden önce kayda geçen son değerlendirmelerinden birinde siyasi kariyerinin en önemli unsurunun komünizme karşı mücadelesi olduğunu söyleyecekti. Komünizme karşı mücadelenin ödülü ülkenin yıkılması mıdır? Herhalde öyledir…
Ama Ecevit Cumhuriyet çocuğuydu ve Cumhuriyetin patinaj çağında, Cumhuriyet çocuğu olmak, anlamazdan gelme, görüp de adını koyamama hali yaratıyordu. Bir nevi şaşkınlık. Bu hal Ecevit’te Öcalan operasyonu hakkında söylediklerinde apaçık görülür. Yine 1999’da Öcalan hapse konduktan sonra başbakan Ecevit de seçimi kolaylıkla kazanmıştı. Ölümüne az kala soranlara “Amerikalılar Apo’yu bize niye verdiler, anlamadım” diyecekti. 70’lerde kendisine suikast düzenleyen kontrgerillayı da anlamadığını söylüyordu.
Birinci cumhuriyetin anlamazdan gelme halinin adı Ecevit’tir.
Bülent bey açıklanan ölü sayılarının neden azaltıldığını çözebilmiş midir acaba? Türkiye Cumhuriyeti’nin görevdeyken yürüme, konuşma ve düşünme becerilerini yitiren tek başbakanının eski cumhuriyetle özdeşleşmiş olması rastlantı mıdır?
Deprem bunları ve benzerlerini süpüren bir dalganın ilk kabarışıdır. Ölü bedenlerden yükselen koku ülkeyi sararken “7.4 yetmedi mi" pankartı yaklaşan asıl felaketi haber veriyordu.
Yaklaşan ahlaksızlığı, üstümüze çökecek olan insanın insandan nefretini, karanlığı…

*             *             *

Bizim de anılarımız var 18 yıl öncesinden. Eski Türkiye depremle süpürülür ve yobazın yaklaşan karanlığı pankart açarken “biz” yardıma koşuyorduk.
Kum siteler çöktü, yerlerine çadır kentler kurduk. Ölülerimizi taşıdıktan sonra o çadırların arasında şarkılarımızı söyledik. Yardım kampanyaları, çadır kentler, çadırların altına koymayı sonradan akıl ettiğimiz paletler, çadırların içine kurulan sobalar; şöyle şuraya da bir fidan diksek…
Bizim -yani solun- yaptığımız şeyler, yarattığımız “insanlık”, Deprem vergisi toplayıp iç eden alçakların yok ettiklerinin, yıktıklarının yanında ne kadar da azdır! On binlercemizi öldürdüler. “Biz” kurtarabildik mi?
Bugün de görünüşte öyle değil midir? Türkiye’de insana ve emeğe saldırının kötülük abidelerinin yanında direnen, örgütlenen insanlık çok mu azdır, çok mu zayıftır?
Görünüş çoğu zaman yanıltıcıdır. Yıkımın ve mezarın karşı tepesine kurulan çadır, göründüğünden daha büyük bir meydan okumadır. Geleceği çadırların arasında söylenen o türküler kurar.

Aydemir Güler /SOL

Liyakat teorisi - ORHAN GÖKDEMİR

Dincinin dinciye darbeye kalkışmasından sonra Meclis Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu MİT’e bir yazı yazarak “Fetö”cülerin devlete sızmalarına nasıl engel olunabileceğini sordu. MİT de bunun üzerine bir rapor hazırlayıp gönderdi. Raporda bunu önlemenin tek yolu olduğu söyleniyordu; Kamu kurumlarına personel seçerken liyakate dikkat edilmeliydi.
Liyakat, artık şapkası düşük olduğu için belli olmuyor, Arapça bir kelime. Layık olma, yaraşma, uygunluk, yeterlilik, yetenek anlamını taşıyor. Bir kimsenin, kendisine iş verilirken işe uygun olup olmadığına bakılması durumu yani. Neden bakıyoruz liyakate? Çünkü Büyük Fransız Devriminden bu yana biliyoruz ki liyakate bakmadığınızda devlet yozlaşıyor, çürüyor. Sonra da isyan çıkıyor. Demek ki işi verirken kimin yakını, kimin adamı, hangi aileden, soydan, soptan, inançtan diye bakmayacaksınız. Neye bakacaksanız? Eğitimi var mı, işi yapma becerisine ve birikimine sahip mi, işin ehli mi, ona. Diploma bunu göstermenin en iyi yollarından biri mesela. Kamuda bir göreve talip olduğunuzda diploma sorulması ondan. Diploma önce sizi diğerleriyle eşitler, sonra eğitiminizle öne çıkarır. Devrimin meziyetidir diploma.
Peki, darbe kalkışması neden oldu? Çünkü liyakati kaldırdılar iktidarda oldukları 15 yılda. Soruları çaldılar, bütün sınavları kendilerinin kazanacakları bir gösterişe çevirdiler. Bütün devlet görevlerine yobazın adamı geldi böylece. Vaizin kirli peçetesini yiyen yükseldi, kirli donunu koklayan ilerledi. Ve sonunda devlet gidip liyakatsizliğin o karanlık duvarına tosladı. Diploma devrimin meziyeti ise adam kayırma, biat da karşı devrimin meziyetidir.

***

Biliyoruz bu bir devlet pratiğidir. Hatırlatayım. Taa 1826’da, şimdiki muktedirlerin pek bayıldığı padişahlardan biri artık yozlaşmış olan Yeniçeriliği kaldırıp orduda reform yapmaya kalkışınca Bektaşilik duvarına tosladı. Fark ettiler ki ordu bütünüyle Bektaşilerin kontrolündedir. Görüldükleri her yerde kovaladılar Bektaşileri. Yerlerine Mevlevileri yerleştirdiler. Fakat Bektaşilerle Mevleviler birbirlerine pey yakındılar. Kovalanan Bektaşiler Mevlevi postuna bürünüp geri döndü. Saray baktı ki bu yolla baş edemeyecek, daha uysal bir tarikata açtı kapıyı. Nakşibendiler o gündür bu gündür devletin içinde.
Cumhuriyet bu kapıyı kapatmaya çalıştı. Kapattı ne kadar tekke, zaviye, tarikat varsa. Ama 1945’ten itibaren Demokrat Parti’nin himayesinde geri döndü Nakşibendiye. Bir de metastaza uğradı o arada. Nakşiliğin içinden çıkan Nurculuk devletin içinde habis bir ur gibi yayılmayı başardı.
12 Eylül cuntası tarikatların halkın üzerinde nasıl bir uyuşturucu etkisi yaptığını görmüştü. Dini anayasal bir kurum haline getirirken, Nurcuları da el altından destekledi. Özellikle güvenlik kuvvetlerini sadece Nurcu olanlara açtı. O sırada yedi göbek sülalesinde solcu olanları şak diye kapının önüne koyuyorlardı.
AKP işte böyle bir denklem üzerinde iktidar oldu. Güvenlik kuvvetleri zaten Nurcuların elindeydi. Onlarla ittifak yapıp çöreklendiler devletin üzerine. Nakşibendilere de geride kalanı paylaşmak düştü. Sonra uygun ortamı bulan Nurcular iyice palazlandı ve iktidarı paylaşmamaya karar verdi. O gece devlet desteği altlarından çekilmese işi bitireceklerdi. Liyakatsizliğin, dinbazlığın, biatin kötücül tarihidir bu.
Şimdi ne yapıyor peki devlet? Nurcuları gördüğü her yerde kovalıyor ve onlardan boşalan yerlere Nakşileri yerleştiriyor. Kafa aynı kafa, yozlaşma aynı yozlaşma, kayırma aynı kayırma. Öyle bir yıkım ki yarattıkları, “yeni devlet kuruyoruz” diye yumurtladı kendini muktedir sanan salaklardan biri. Liyakatsiz olduğu üslubundan belliydi. Böyle dönecek sanıyorlar hep devran. Çünkü unuttular Fransız Devriminin yeşerdiği iklimi. Ama fırtına yaklaşıyor, devrimin ruhu kapılarını çaldı çalacak...

***

YAŞ’ı topladılar geçen günlerde. YAŞ dedikleri kayıracak adam arama toplantısı. 10 yıldır askerleri dövüp durduklarından malzeme kıt, Deniz Kuvvetleri’nde sıkıntı oldu. Onlar da tutup kuvvet komutanı olarak bir korgenerali atadı. Hâlbuki donanma komutanlığında sıra bekleyen bir orgeneral vardı. İstifa etti o da. Çıktılar açıklama  yaptılar “kendi isteğiyle istifa etti” diye. Üç gün önce gelenin kendini üç gün sonra gelenin komutanı saydığı bir hiyerarşik düzlemde başka ne yapsın orgeneral, harakiri yapmadığına şükredin!
Bakın üniversitelerin haline. İktidardan aldığı feyzle karısını üniversiteye sekreter atayan rektörü çoktan kanıksadık. O sırada Mardin'de Artuklu Üniversitesi Rektörü ile Tanıtım Vakıf Başkanı arasında genel başkan referanslı kavga çıktı. Vakıf Başkanı, rektör hakkında  "Rektör, partimizden elini çekmelidir. Cumhurbaşkanımızın dediği gibi dava adamı olmayanlar teşkilatta yer alamaz" dedi. Üniversitenin rektörü ise kendisini "genel başkanımızın Mardin temsilcisiyim" diye savundu. Biliyorum parti ile üniversite birbirine karışmış gibi görünüyor ama artık böyle. Bütün üniversiteler, bütün kuvvet komutanları, bütün vakıflar, bütün dernekler genel başkanı bağlı. Ne kadar kamu görevlisi varsa genel başkanın temsilcisi.
Üniversitelerde seçim yaptırıp, sonuncuyu seçe seçe bugünlere getirdiler akademiyi. Seçtiklerinin çoğu cemaatçi çıktı, içeri tıktılar sonra. Şimdi yerine ehliyetsizleri ve diplomasızları atıyorlar ve sorun çıkmamasını umuyorlar. Düşünsenize YÖK üyeliğine bir TV şovmenini atadılar. Kadın programlarının bir benzerini yaparak çuvalla para kazanıyordu önceden, şimdi üniversiteleri yönetiyor.
Öyle bir yerleşti ki bu usul Adana’da bir caminin müezzini izne çıkınca yerine cami cemaatinden birini bıraktı. Sesi müsait mi, okumasını biliyor mu falan diye bakmadı. Vekil müezzin ilk ezanında bir çuval dayak yedi haliyle. Caminin bitişiğindeki baba oğul bu eziyete daha fazla dayanamamıştı. Demem o ki bu sistem patlar eninde sonunda…

***

Fakat hala idrak edemediler bizimkiler gidişin yönünü. Sallayıp duruyorlar vara yoğa. Bakın mesela Bilal Erdoğan’ın tek özelliği iktidarın başındaki kişinin oğlu olması. Fakat o kendini allame-i cihan sanıyor son günlerde. Geçen hafta, kendine zimmetlenen vakıfların birinde çıkıp “Batı medeniyeti bir ümit vaat etmiyor” dedi. Sanırsınız Batı medeniyetinin eleştirisini yalayıp yutmuş. Etmez tabii. Orada sırf iktidardaki bir kişinin oğlusun diye kamu kaynaklarıyla sade gazoz bile içirmezler adama. Öyle vara yoğa haddi olmayan şeyler hakkında da konuşturmazlar. Konuşuyorsa deli muamelesi yaparlar. Orada iktidara gelen birinin çoluğu çocuğu pat diye gemicik sahibi olmaz, olamaz. Orada papaz çıkıp ayrıcalık isteyemez. Kilise Pazar ayinine zam yapıp, Cumartesi de çanları çalalım ortamı hazırlayalım diyemez. Başpiskopos milli eğitim müfredatını yazmaya kalkamaz. Batı medeniyetinde diplomanı gösteremiyorsan anca bulaşık yıkarsın. Haklı Bilal Bey, ümitsiz vakadır Batı.
E bir de devlet kurmaya kalkışıyorsun. Nasıl kuracaksın devleti? Sen önce kuşkuları gider bakalım. Mesela bir numaranın diplomasının olmadığı, iki numaranın da okuma yazmasının bilmediği söyleniyor ki hakikaten öyle olduğunu gösteren bazı emareler var. Meclisin başındaki üç numara meclise, laikliğe, cumhuriyete, fraka, papyona, elbiseye neyle karşılaşıyorsa ona karşı ama maaş almaya karşı değil. Adalet bakanının adaletten, sağlık bakanının sağlıktan haberi yok. Milli eğitim bakanı okulları kapatıp medrese açmakla meşgul. Kültür ve turizm bakanı işsiz, ne kültür kaldı ne de turizm. Kadın ve aileden sorumlu bakan var ama Türkiye kadınlar için en tehlikeli ülkeler arasında. Diyanet işleri bütçesi on bakanlığınkine eşit ama onlar da ahlaksızlığın hızla arttığından yakınıyorlar. KHK ile üniversitelerdeki bütün öğretim üyelerini atıp yerine badem bıyıklıları yerleştirdiler. Yargıyı hallaç pamuğu gibi attılar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’ne gönderdiğiniz aday hâkimlerin hepsi reddedildi mesela. Büyük ihtimal hiçbiri hukukçu yeterliliğine sahip değildir.
O sırada iktidarın yandaş gazetesinin çok meşhur köşe yazarı, Vatikan’ın cin çıkardığını, çıkardığı cinleri de işe alıp istihbaratta kullandığını iddia etti. Oluyorsa öyle, sen de çıkarıp alsana MİT’e. Belki bir dahaki darbeyi önceden öğrenirsiniz!

***

Yıktılar laik cumhuriyeti. Yerine derme çatma bir gecekondu kurup hacı yeşiline boyadılar duvarlarını. Fakat sıvası tel tel dökülüyor gecekondunun. Siyasal islam deyince iki şey akla geliyor artık; Ya masumların katili, ya yoksulların hırsızı...
Fransız Devrimi işte bunlar olduğu için patladı. “Eşitlik, özgürlük, kardeşlik” diye kralı alaşağı etmelerinin, sonra da gidip papazları giyotine göndermelerinin sebebi bunlar.
Fantezi değil anlattığım, tarihin ve toplumun tunç yasasıdır: Liyakat gitti mi arkasından mutlaka sert bir fırtına gelir!

Orhan Gökdemir/ SOL

18 Ağustos 2017 Cuma

Demokrasi ve ‘Cumhuriyet’ - Meriç Velidedeoğlu

Değerli dostlar, günlerdir “demokrasi” kavramını, kurallarını, tartışıp duruyoruz. Çağdaşlık, evrensel insan hakları, çoğulcu özgürlük, çağdaş hukuk, adalet gibi kavramların arasında yer alan “demokrasi”nin hamurunda eşitlik” olduğu bilinir. 
 
Ve bu içeriği dolaysiyle -başta “cinsel ayrımcılık” olmak üzere-“eşitsizlik” temeline dayanan “Şeriat Kanunları”nın uygulandığı “İslam” ülkelerinde “demokrasi”nin varlığından söz edilebilir mi?
Ne var ki anayasasında, “laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti” olduğu yazılı bir ülkede, Türkiye’de, “demokrasi”nin anlamının nasıl bir “tarif”le ortaya konulduğu da, çok dikkat çekicidir.
Bugün, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti”nin başında olan Recep Tayyib Erdoğan, İstanbul Belediye Başkanı’yken, “demokrasi”yi nasıl tarif ettiği, bilmem anımsanır mı?
Kısaca, “Demokrasi bir tramvaydır!”, yani “istenilen bir durakta binilip, inilen” bir “araç” olarak... 
 
Bu durumda -zaman zaman-“Demokratik, sosyal bir hukuk devletiyiz!” dediğinde, “takıyye mi” yapıyor acaba? İnsan, ister istemez bunu sormaktan kendini alamıyor.
 
Üstelik dahası da var; anımsanacağı gibi, “Elhamdülillah şeriatçıyım!” diyor; böylece, üstelik “Allah”ın da adını anarak, “şükür” ederek, şeriatçıolduğunu söylüyor...
“Şeriat” ve (büyük harfle) “Demokrasi”, birbirine taban tabana karşıt iki kavram”; ilkinin “eşitsizliğe”, ötekinin de “eşitliğe” dayandığı, hep Erdoğan’ın - yemin billah -“şeriatçı” olduğunu haykırıp, ardından da “demokrasi”den dem vurması “takkıye”yi aşmıyor mu?
Ve öyle görünüyor ki, anayasanın, “Cumhuriyet”in “laik” niteminin de yer aldığı maddesini dile getirirken bu “laik oluşu” nasıl atlıyorsa, söylemiyorsa, yakında “demokratik” niteminin de üstü çizilebilir; zaten laikliğin olmadığı bir ortamda, “demokrasi”den söz edilmesinin de bir anlamı yoktur, olamaz da...
 
Öte yanda, “demokrasi için zorunlu olan, demokrasinin kurallarına bağlı olmaktır” denildiğinde, bu vurgulamanın, halkı Müslüman olan bir ülkede geçerliliği, ülkede laikliğin olmasına bağlıdır; dolaysiyle ülkenin bunu sağlayacak yapısal bir “değişim” geçirmiş olması gerekir.
Çünkü bu kavramların doğduğu Batı’da da demokrasinin “Reformasyon”, “Aydınlanma”, “1789 Fransız Devrimi”yle gerçekleştirilen “laikliğin”, kabul edilip yerleşmesine bağlı olduğu, ortaya konur.
 
Ülkemizde de “demokrasi”nin varlığından, geçerliliğinden söz edilebilmesi, ancak, “1923 Devrimi”yle gerçekleştirilen “laikliğin” yaşama geçirilmesi ile sağlanmıştır.
Ve bu yeni yapıyı oluşturacak düzenlemeleri sağlayan ilke ve yasalara da, “Devrim’in Önderi”nin adı verilip, “Atatürk İlke ve Devrimleri” denildiği gibi, oluşan yeni rejime de Kemalizm” denilmesi, genel bir kabul görmüştür.
Ayrıca “çağa uygunluğu” sağlayan bu değişimi, yenilikleri halka duyurup, içeriklerinin anlatılması, toplumun bilgilendirilmesi için de, Ankara’da yayınlanmakta olan, “Yeni Gün Gazetesi”nin sahibi Muğla Milletvekili Yunus Nadi’den, adı “Cumhuriyet” olan yeni bir gazete çıkarılmasını ister Atatürk. 
 
Böylece 1924 yılının 7 Mayıs günü, “Devrim”in gazetesi “Cumhuriyet” yayınlanmaya başlar; evet, değerli dostlar -kenarından köşesinden olsa da-bu yıl bir kez daha andık, gazetemiz Cumhuriyet’in doğuşunu, görevini; dolaysiyle de yönetimin, Cumhuriyet’in bu yapısını koruyarak tarihsel görevini sürdürebilmesi için -geç de olsa- yazı kadrosunda yaptığı değişiklik, Cumhuriyet’in gerçek sahibi olan okuyucularına derin bir soluk aldırdı; ne ki bu durumun yaratılmasının nedenleri, niçinleri hâlâ merak konusu oldurmayı sürdürmekte...

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET

Saracoğlu için iki bakana tek soru - ÇİĞDEM TOKER

Tam üç yıl geçmiş. Bu köşede yayımlanan 6 Ağustos 2014 tarihli yazı, “Yalan ‘devlet’in temelinde” başlığını taşıyordu. Konu, Kızılay’ın orta yerinde, Cumhuriyet’in ilk toplu konutu olma özelliğini taşıyan Saracoğlu Mahallesi’ydi. Diğer adı da “Devlet Mahallesi” olan 100 dönüme yaklaşan bu tarihsel alanın, iktidara yakın işadamlarına satılma olasılığından söz ettim.

 
(Saracoğlu’’nun, mimarisi, tescilli çınar, atkestanesi gibi anıt ağaçlarıyla şehir hafızasındaki kıymeti tartışmasızdır.) 
 
Yazının arka planı Saracoğlu’nun 2013’te “riskli alan” ilanına dayanıyordu.
Depreme dayanıklı konutlar yapılacak diye başlatılan kentsel dönüşüm için Bakanlar Kurulu kararıyla “riskli alan” ilanı bir önkoşuldu. 
 
Bununsa, azgın rant iştahının “yasal” kılıfı olduğu yıllar içinde daha iyi anlaşılacaktı. (Bkz. Kentsel dönüşüm marifetiyle depreme dayanıklı yapılarla donatılacak İstanbul’un hali.) 

***
AKP’nin Saracoğlu Mahallesi üzerindeki “emellerini” daha iyi aktarabilmek için kısa kronoloji:
-Ocak 2013: Bakanlar Kurulu Saracoğlu Mahallesi’ni Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın talep yazısı üzerine “riskli alan” ilan etti. 
 
-Eylül 2013: Danıştay kararın iptali için yapılan başvuruda “mahalle”nin riskli olmadığına karar verdi.
-Kasım 2013: Bakanlar Kurulu, Danıştay kararına rağmen ikincin kararla tekrar “riskli” kararını aldı.
-Ağustos 2014: Bakanlar Kurulu, Saracoğlu Mahallesi üzerindeki Maliye tahsislerini kaldırdı. 

***
Devlet Mahallesi”nin, ticari alana dönüştürmek üzere satılacağı yazdığım o
yazı, işte bu tahsis kaldırma kararı üzerineydi. Süreci başlatan 2013’teki ilk “riskli alan” kararının kanuna karşı hile olduğunu kaydettim. 
 
Dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın “Devlet Mahallesi’nin zemini riskli mi? Tarihi binalar yıkılacak mı” soruma verdiği yanıtı da o yazıda aktardım:
Aslında bu durumda olan sadece birkaç bina var. Zaten amacımız yıkım değil. Başkent’e değer katacak bir kültürel kimlik projesi hedefliyoruz. Birkaç zorunlu istisna dışında, tescilli binalar yıkılmayacak, anıt ağaçlar kesilmeyecek.” 

Cumhuriyet  mirasına yaraşır
İşte bu anımsatmaların yer aldığı yazı üzerine, o gün Maliye Müsteşarı olan günümüz Maliye Bakanı Naci Ağbal aradı. Alanın ranta açılacağı vurgusundan üzüntü duyduğunu, “Devlet Mahallesi’nde balkonlarında çamaşır asılı konut manzarasının tarihi alana yakışmadığını, lojmanlar boşaltılınca, Cumhuriyet mirasına yaraşır bir projeyle değerlendirileceğini” söyledi.
Birkaç gün sonra da Maliye yazılı açıklamayla yaptı:
Kamuoyundaki yanlış yönlendirmelerin aksine, söz konusu taşınmazların satılarak elden çıkarılması, sahadaki yapıların yıkılarak yerlerine alışveriş merkezi yapılması söz konusu olmadığı gibi, ağaçlar korunacak ve yeşil alanlar genişletilecektir.” 

***
Bu kadar “geçmiş”i anlatmamın nedeni tek:
Sürecin içindeki iki bakana soru sormak için.
Sayın Ağbal, Sayın Şimşek.
Dünkü Resmi Gazete’de altında imzalarınızın olduğu Bakanlar Kurulu kararı şöyle diyor: Saracoğlu Mahallesi’nin Emlak GYO’NA “SATIŞ VAADİ VE ARSA PAYI KARŞILIĞINDA HASILAT PAYLAŞIMI ESASINA GÖRE İNŞAAT SÖZLEŞMESİ YAPILMAK SURETİYLE DEĞERLENDİRİLMESİ.” 
 
Bir Cumhuriyet değeri ve Ankara’nın ortak hafızası Saracoğlu Mahallesi’nin satışının önü, sizin de imzalarınızla açıldı. 
 
İyi de o zaman neden ( 2014’te) satış olmayacağına dair o iddialı ve bağlayıcı açıklamaları yaptınız?
Neden?

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Hindistan dersleri - CEYDA KARAN

Hindistan altkıtasının, 1947’de Britanya İmparatorluğu’nun sömürgeciliğinden kurtulurken bölünmesinin 70. yıldönümünde, kanlı geçmişin anıları canlanıyor. Britanya, kendisine ortaklaşa direnmiş, aynı tarih ve kültür havzasının insanlarının birbirine düşmesi eşliğinde çekip gitmişti. Ortaya önce Hindistan ile din dışında hiçbir ulus kriteri taşımayan Pakistan; ardından 1971’de bu kez salt dil temelli ayrımla Bangladeş çıktı. Bedeli oluk oluk kan dökülmesi, milyonlarca insanın karşılıklı göçü, bitmeyen nefret ve intikam hissiyatı oldu. Bunca zaman sonra ilişkilerine bakmak dahi bölünmenin bir çatışma çözümü olmadığı ve barış ve huzur getirmediğini gösteriyor. 


***
Tek bir ülkeden birkaç ülke yaratmaya kalkıştığınızda, kaçınılmaz olarak ayrımların altı çizilir. İşin içine dış aktörlerin girmesi de el mahkûmken, ortaya salt husumet çıkabiliyor. Hindistan en iyi örneği.
***
Hindistan altkıtasının insanları hep aynı soy soptan. Bugün Hindistan’da 22 resmi dil, 150 yerel dili konuşacak yeterlilikte nüfus yaşıyor. Pencabiler, Bengaliler dahil. Tek birleştiricisi din olan Pakistan farklı değil. Aslında hepsi Hindistan medeniyetinin parçası. Lakin sömürgecilere karşı sivil itaatsizliğe önderlik etmiş ulu Gandhi ji’nin çabaları bu medeniyeti bir arada tutmaya yetmedi.
Hindistan Ulusal Kongresi şemsiyesindeki Müslümanlar Birliği liderlerinden Muhammed Ali Cinnah, Britanya’nın çekip gitmesi kesinleştiğinde kazan kaldırdı.
Tek sebebi liyakat değil, kimliğe göre iktidar ve güç paylaşımı. Demokratik bir Hindistan, temsiliyete dayanacağından, yine nüfusun üçte ikisini oluşturan Hindular doğal olarak görünür olacaktı. (Tıpkı bugün nüfusun yüzde 60’ını Şiilerin oluşturduğu Irak gibi.) Cinnah’a göre Müslümanların gücü azalacaktı. Cinnah salt savunma, dışişleri ve iletişimi kontrol edecek zayıf merkezi yönetim ve çok güçlü özerkliği de istemedi.

***
1946-1947’deki karşılıklı kanlı ayaklanmaların ardından haritayı Britanya çizdi. Bölünmeden sorumlu Sir Cyril Radcliffe, bugün hâlâ baki olan ‘Radcliffe Hattı’nı koydu. Kimi yerlerde köyler ayrıldı, kimisinde oda oda evler! İnsanlar kendi ‘çoğunluklarına’ katılmak üzere sınırı geçtiler. Korkunç katliamlar yapıldı. Geçmişte de Hindu-Müslüman ve Sihler arasında gerilim yok değildi. Lakin hepsine ufak tefek provokasyonlar yol açmış, hepsi lokal kalmıştı. Bu kez öyle olmadı. 1 milyona yakın insan öldü, 70 binden fazla kadın tecavüz kurbanı oldu. Hindular, Müslümanlar ve çok daha az nüfuslarıyla Müslümanların kurbanı olmaktan korkan Sihlerin karşılıklı işledikleri suçların haddi hesabı yok.
Bütün bunlar yaşanırken hızlıca çekip gitmeye bakan Britanyalılar parmaklarını kıpırdatmadılar. 


***
Bölünmeden sonra Hindistan, çok etnili, çok dil ve dinli seküler bir ülke oldu. Pakistan ise tam aksi. Londra eğitimli, alkol kullanan, rivayet o ki domuz eti bile yiyen Cinnah, muhtemelen din devleti arzulamamıştı. ‘Müslüman teokrasisi yaratacağı’ söylenince “Bu absürd” diyen oydu. Niyetlendiğinin aksi oldu. Yetmedi, Hindistan tarafından çevrelenme korkusu, Pakistan’ın Afganistan ve Keşmir’de bugün dünyaya sorun maledilmiş radikal İslamcılığı desteklemesinin yolunu açtı. 

***
İki ülke biri ilan edilmemiş dört savaş yaptı. İkisi de nükleer güç haline geldiği/ getirildiğinden dünyanın yüreğini ağzına getirdiler. Himalayalar’daki Keşmir’de vaktiyle Hindu mihrace Hindistan’ı seçtiği, nüfusun çoğu ise Müslüman olduğu için girişilen kapışma hâlâ sürüyor. Ne kendisi de Keşmirli olan ve yeni ülkesinin çoğulcu ve seküler olmasını isteyen Hindistan’ın ilk Başbakanı Nehru’nun gururu elverdi çözüme; ne de Keşmirlileri din temelli ayırmak isteyip bölgenin kendisinden çalındığını düşünerek meseleyi cihada çeviren Pakistan’ın…
Bugün 1.5 milyarlık Hindistan’ta 300 milyon Müslüman yaşıyor. 193 milyonluk Pakistan’da da 3.2 milyon Hindu. Kanlı geçmişin hayaletleri hepsini kovalamaya devam ediyor.


Ceyda Karan / CUMHURİYET

Rasim, ‘neskafe’ olma! - TAYFUN ATAY

2012 yılında kaleme aldığım bir yazıda Rasim Ozan Kütahyalı’nın “görsel kitle kültürü” evrenimizde yükselen performansı karşısında onu “Entelektüel bir şaka” olarak tanımlayıp önünde selâm durmuştum.
Onunla hiç karşılaşmadık, ama kendisine yönelik yaptığım çözümlemeleri olgunlukla gayet “medeni” karşıladığını söyleyebilirim. Verdiği bir röportajda da beni eserlerimden tanıdığını, kendisiyle ilgili tenkit ve tespitlerime saygı duyduğunu ifade etmiştir.
Ben de ona “sempatik” bakmaktan yanayım.
Rasim, Sabah’ta kaleme aldığı son iki yazıyı benim görüşlerime hasretti. Ama ne hasretme! Bir an “entelektüel şaka”lığın bu kadarı da olmaz diye isyan ettim!..
Özetle, Şerif Mardin’in 1989’da yazdığı bir makalede yer alan, “Türkiye gelecekte biri İslami diğeri seküler iki ‘ulus’a bölünebilir” öngörüsüne 2013 Gezi olaylarından bu yana AKP’nin dinbaz-politik tasarruflarıyla ilişkili olarak “güncellik” kazandırmama karşı çıkıyor.
Hele ki 16 Nisan referandumu sonrasında toplumun “Evet-Hayır” şeklinde neredeyse tam ortasından ikiye ayrılmasını böylesi bir kültürel (“laik” ve “İslami”) kutuplaşmanın iyice kristalleşmesine işaret saymamı baştan sona yanlış buluyor.
Olabilir. Sosyal-beşeri alanda “mutlak doğru” diye bir şey yok; her söz, fikir, tez göreli ve tartışmaya açık.
Ama ilginçtir, Rasim bana bunu yaparken kendisi gibi Sabah’ta yazan ve yerlere göklere sığdıramadığı Şükrü Hanioğlu’nun da aynen benim gibi “seküler” ve “İslami” yaşam tarzları üzerinden bir kutuplaşmadan bahsetmesine ancak hafiften vurgu yapıyor. “Orantısız güç” kullanıp “Şükrü Hoca”sını korumaya alırken “Tayfun Hoca”sını hedef tahtasına art arda iki yazı boyunca oturtmuş.
Adeta “Vur abalıya, Cumhuriyet’te yazmıyor mu zaten” diye düşündürürcesine!..
Buna da eyvallah da beni yanlışlamaya yoğunlaştığı ikinci yazıya öyle bir başlık atmış ki (“Kutuplaşma değil, kültürel melezleşme yaşanıyor”), yanlışlık bende mi, onda mı demekten alamadım kendimi!..
Rasim, benim Türkiye toplumuna dair ha bire altını çizdiğim bir başka olguya (“kültürel melezleşme”) dayanarak beni yanlışlama yoluna nasıl gider?!
Sonra okuyunca anladım ki bende bir “çelişki” olduğu kanaatinde. Buna birazdan geleceğim.
Aynı bağlamda Rasim, genç akademisyen Volkan Ertit’i de işin içine karıştırmış. Onun “Endişeli Muhafazakârlar Çağı” adlı kitabından hareketle Türkiye’nin “melezleşerek sekülerleştiği” gerçeğini kaydediyor. Benim de “kültürel kutuplaşma”dan dem vurmama rağmen Volkan’ın tespitlerine katılıp onun kitabına ilişkin “Nefis bir çalışma” diye yazdığımı not ediyor.
Sadece öyle yazmaktan öte “Önsöz” de yazacaktım o kitaba!.. Volkan onu da istedi benden ama vakit yetiremedim.
Çünkü Volkan, benim antropolog olarak hiçbir kültürün “öz”lüğünden söz edilemeyeceğini, her kültürün “melez” olduğunu ileri sürdüğümü bilir. Aynı doğrultuda Türkiye toplumunun etnik, dinsel, yaşam-biçimsel olarak melezliğine ve sürekli melezleştiğine ilişkin, onun yazdıklarıyla örtüşen bir müktesebatım olduğunu da bilir.
Aslında Rasim de bunun farkında. Diyor ki “Türkiye’nin her geçen gün sekülerleştiği ve melezleştiği gerçeğini bilen ve yazan Tayfun Hoca” aynı zamanda katı bir kültürel (“laik” ve “İslami”) kutuplaşma olduğunu da yazıp duruyorsa bu çok büyük bir çelişkidir.
Neden çelişki olsun, çok basit: Kültürel melezlik, siyasi dinbazlıkla “yırtılıp” kültürel kutuplaşma, ayrışma, düşmanlıklara yelken açtırtıldı, hepsi bu.
Melezliğin olduğu yerde kutuplaşma olmaz diye bir şey yok. Kültürel sarmaşma ve ayrışma eğilimleri, hayatın akışı içerisinde (politik, ekonomik, demografik, vd.) hâl ve şartlara bağlı şekilde ardışık olarak da, eşzamanlı olarak da kendisini gösterebilir. Antropoloji, böyle "söyler".
Rasim bir de bendeki “çelişki”yi kendince siyasi kutuplaşmanın sert parçalarından biri olmama bağlamış ki bunu duymamış olayım!..
Kendisine gönderdiğim kitabımdaki “Seküler İslam ve İslamın Sekülerleşmesi” başlıklı yazıyı yine kitapta Gezi olaylarına ilişkin yazıyla (“Türkiye’de ‘Uluslar’ Savaşı”) birlikte değerlendirseydi ortada çelişki olmadığını fark edebilirdi.
Ama işte Rasim, başta belirttiğimiz gibi, “görsel kitle kültürü”nün boyunduruğunda okuma-yazmaya ve tefekküre intikal etmiş bir kardeşimiz, o yüzden bu kadar oluyor.
Görsel kültür evreninde yazı, görüntüye ikincil ve marjinaldir. Yazıya görsel değil, görsele yazı üretilir. Tabii “temaşa”ya da fikir üretilir.
Burada karşımıza “instant intellectual” denilen tip de bol bol çıkar; kendi başına uzun soluklu, sabırlı çalışmalarla değil, kulaktan dolma fikirlerle çarçabuk, hemencecik, bir lâhzada sökün etmiş “fikir erbabı” yani…
Tıpkı çabucak, şipşak hazırlanan “instant coffee”ler gibi…
Yine de Rasim’den ümidi kesmiyorum.
Ve ona diyorum ki Rasim, hâlâ çok geç değil, “neskafe” olma kardeşim!
Filtre kahve ol!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kapitalizmin krizleri ve yıl dönümleri - KORKUT BORATAV

2017, kapitalist dünya sisteminin iki büyük krizinin yirminci ve onuncu yıldönümüdür.


1997 Krizi: Çevreden Merkeze…
Birinci kriz, finans kapitalin sert hareketleri (çıkışları) ile 1997’de Doğu Asya’da başladı; Latin Amerika’ya sıçradı. Arada Rusya’ya ve iki kere (1999, 2001’de) Türkiye’ye de uğradı. Sert seyrettiği kimi ülkelerde (G.Kore, Endonezya, Türkiye, Arjantin’de)  iktidarları devirdi. 2002’de son buldu.
Emperyalist sistemin çevresini sarsan bu bunalımlar yabancı sermaye hareketlerini denetlemekte olan iki büyük Asya ekonomisini (Çin ve Hindistan’ı) etkilemedi.

Emperyalizmin merkezi ise bu kriz dalgasını denetledi ve kazançlı çıktı. Bunalımlar insafsızca IMF tarafından yönetildi; finans kapitalin alacakları güvenceye alındı. Krizi yaşayan ülkelerden  sistemin merkezine kaynak aktarımı sağlandı. Batı ekonomilerinin 1998-2001 döneminde ortalama büyüme temposu, önceki dört yılın üzerinde seyretti.

Bu bunalım, sistemin patronlarına  özgüven taşıdı. Tam da o tarihlerde Batı’nın saygın iktisat çevreleri, kapitalist ekonomilerin, çalkantısız, gerilimsiz, sorunsuz bir “büyük itidal” aşamasına girdiğini ısrarla ileri sürdü.

1997-2001 krizinden etkilenen bazı çevre ekonomilerinde (özellikle Asyalılarda) kronik cari açıklara son verildi. IMF denetimini sonraki yıllarda da sürdüren Türkiye’de ise, tam  tersine, emperyalist sisteme bağımlılık güçlendi; dış açıklar genişledi.
Bu krizin anatomisi, yansıması, dersleri hâlâ tartışılıyor.

2007 Krizi: Merkezden Çevreye…
2007’de ABD’de finansal çöküntülerle patlak veren krizin uzantılarını on yıl sonra hâlâ yaşıyoruz. Kısaca hatırlatalım.

ABD bunalımı, hızla Avrupa’ya, Japonya’ya yayıldı. Üç yıl sonraki “kriz bitti” kutlaması kısa sürdü; 2011’de Avro Bölgesi’nin altı ülkesinden oluşan zayıf halkasında yeniden patlak verdi.
Bu kez, bir metropol krizi söz konusudur. Çevre ekonomilerine yansıması ise yüksek dış kırılganlık öğeleri, özellikle cari açık içeren ülkelerle sınırlı kaldı. Bunlar, Doğu Avrupa ülkeleri, Türkiye  ve Meksika’dır.

Türkiye örneğine bakalım: Eski milli gelir verilerine göre Türkiye ekonomisi  sermaye hareketlerinin “ters dönmesi” etkisiyle 12 aylık (Ekim 2008-Eylül 2009)  bir dönemde yüzde 7,9 oranında küçüldü.  Sonraki üç ayda dış kaynak akımları canlandı ve bu sayede 2009 milli gelirinin daralması sadece yüzde 4,8 oldu.

Çevreye taşınan şok, bir yılda (2009’da) son buldu. Nedeni,  FED’in başlattığı ve hızla Avrupa, İngiliz ve Japon merkez bankaları tarafından da benimsenen astronomik likidite genişlemesi oldu. Toplamı 15  trilyon (on beş  bin milyar) dolara ulaştığı tahmin edilen tahvil ve diğer (bir bölümü “çürük”) menkul varlıklar merkez bankaları  tarafından satın alındı; likiite genişlemesi, öncelikle NewYork,  Londra, Frankfurt borsalarında hisse senetlerine aktı; sonra da Türkiye gibi ülkelerin finansal sistemlerine “sıcak para” olarak taştı.

Sıcak para girişleri iç talebi, kısa dönemli büyüme tempolarını yukarı çekti. Batı krizinin Türkiye ve benzeri ülkelerdeki olumsuz etkisinin bir yılla sınırlı kalmasının nedeni budur.

2007’deki  metropol krizinin sistemin çevresine  yansımasını özetleyelim: Kırılgan “yükselen piyasa” ekonomilerinde önce  daralma, sonra sıcak para hareketlerinden kaynaklanan kısa süreli canlanmalar, sonrasında ise  finansal istikrarsızlık…  

Buna karşılık, Asya’da odaklanmış geniş bir Güney coğrafyası 2007 krizinden fazla etkilenmedi. Bu yıllardaki kesintisiz, hızlı büyüme temposu sayesinde (alım gücü paritesi hesaplarına göre) dünyanın en büyük ekonomisi haline gelen Çin çarpıcı örnektir.
2007 krizinin yaşandığı, odaklaştığı Batı ülkelerindeki ekonomik bilanço ise çok daha ağırdır.
Sistemin çekirdeğinde yer alan  beş büyük Batı ekonomisi ile başlayalım. En geleneksel gösterge millî gelir hareketleridir.

En hızlı toparlanan ülke Almanya oldu: Kriz öncesinin (2007’nin) kişi başına milli gelir düzeyine dört yıl sonra (2011’de) ulaştı. Bu aşamaya ulaşmak için Japonya ve ABD’de altı yıl, Britanya  ve Fransa’da ise sekiz ve dokuz yıl geçmesi gerekecekti. Almanya ve Japonya’nın nüfusları azalan ülkeler olduğuna da işaret edelim. Beşinde de yıllık büyüme ortalamaları çok düşüktür. Fransa ve İngiltere’de sıfıra yakın; diğerlerinde ise binde 3-7 (%0,3 ile %0,7) aralığında seyretmiştir.
Avro Bölgesi’nin garibanları”na geçelim.  İtalya, İspanya, Portekiz, Kıbrıs, Yunanistan’da  sabit fiyatlarla toplam milli gelir, 2016’da kriz öncesinin altındadır. Ülke ekonomileri küçülmüştür. İnsanların yoksullaşması daha da hızlıdır: 2007’de kişi başına milli gelir dokuz yıl öncesine göre Yunanistan’da yüzde 25, İtalya’da yüzde 11 düşmüştür.

Kapitalizmin önceki bunalımlarıyla yapılan karşılaştırmalar, bu krizde “telafi” aşamasının çok geciktiğini; bazı ülkelerde hâlâ tamamlanmadığını  gösteriyor. Bu nedenlerle kriz, önce, büyük gerileme (“great recession”) diye adlandırıldı.  Daha sonra teşhis genişletildi: Büyük gerileme uzun dönemli bir durgunlaşmaya dönüşmüştür.


Temel neden, finans kapitalin parazitleşmesi; krizlerin yönetimine de damgasını vurmasıdır. İktidarlara hükmeden finans çevreleri, bütçe açıkları ile reel ekonominin beslenmesini önledi.      
Maliye politikalarında kemer sıkma,  sınırsız parasal genişleme ile birleşince ne oldu? Likidite pompalaması, reel ekonomide sermaye birikimini, talep genişlemesini beslemedi; ne üretimi, ne de enflasyonu artırdı. Merkez bankaları yüzde 2 eşiğini aşan bir enflasyonu gerçekleştirmeye çalıştırıyorlar; bu hedefe bir türlü ulaşamıyorlar. Bu bileşke, sadece kâğıttan varlıklara değer kazandırdı veya (yukarıda değindiğim gibi) spekülatif tutkular içinde çevre ekonomilerine taştı; oralarda balonlaşmayı besledi.

Bu kriz sonrasında dünya ekonomisinin büyüme ivmesi, sistemin dış çevresinden (Çin’den, Hindistan’dan) kaynaklanmaya başladı.

Ekonomik Kriz mi? Sistem Bunalımı mı?
Ekonomik göstergelerin ötesine giden bir sistem bunalımının  belirtileri ortaya çıkıyor. Sermaye birikimi duran ve büyüme potansiyeli sıfıra inen bir kapitalist sistem sürdürülebilir mi? Hatta düşünülebilir mi? Kapitalist dünya sisteminin merkezindeki durum budur.
Yukarıda sayıları verdim: 2016’da Batı’nın en büyük beş ekonomisinde, kriz öncesinin  kişi başına gelir düzeylerine ulaşılmıştır. “Gecikme bir yana, en azından yoksullaşma yok” diyemiyoruz; zira bu minik tempolu gelir artışlarının paylaşımında, abartılı bir adaletsizlik gerçekleşti.
İstatistikler tekrar ve tekrar ortaya koydu ki, ABD’de, AB’de kriz sonrasında gerçekleşen gelir artışları, tümüyle değil, fazlasıyla en üst gelir gruplarına intikal etmiştir. Bu, Batı nüfuslarının ezici çoğunluğunu oluşturan yüzlerce milyon insanın sadece kriz  nedeniyle değil, ilaveten de yoksullaştığı anlamındadır. Göreli değil, mutlak anlamda yoksullaşma söz konusudur.

Ayrıca, reel ücretlerde ve ücret payında aşınma yaygındır. Branko Milanovic, uluslararası istatistiklerin dökümünü yaptı ve Batı’nın geleneksel işçi sınıflarının neoliberal dönemde mutlak anlamda yoksullaştığını ortaya koydu.

FORBES’ta (4 Ağustos) Kenneth Raposa imzasıyla yayımlanan bir makale, “İstihdam Artıyor; Ama Çin’e Yakın Ücretler Ödeyerek…” başlığı taşıyor. Başlıktaki iddia, ABD ve Çin’de farklı sektörlere, ücretlere ve alım-güçlerine ilişkin örneklerle destekleniyor.
2007 krizi, ABD ve Avrupa’da kapitalizmin kirli, lekeli sicilini esasen  ortaya koymuştu. Bunalım, yatırım bankalarından, emlak piyasalarına uzanan, ünlü kredi değerlendirme kuruluşlarının katkılarıyla beslenen bir yolsuzluklar zinciri içinde oluştu. Sorumlulardan hiçbiri cezalandırılmadı.
Krizin yaratıcısı finans kapital, krizin yönetimini de üstlendi. Bankalar, bütçelerden ve merkez bankalarından aktarılan kaynaklarla kurtarıldı. İpotek borçlusu emekçilerin konutlarına bankalar el koydu.

Sermayenin sınırız tahakkümünü hayata geçirme programı neoliberalizm diye adlandırıldı. Çeyrek yüzyıl boyunca sağladığı ideolojik hegemonya 2007 krizi  sonrasında sarsıldı.  
Emperyalist sistemin çekirdeğinde ve yakın çevresinde halk sınıfları, demokrasi söyleminin sahteliğini fark ettiler. Kriz ortamı, siyasetten tamamen dışlanmış olduklarını ortaya koydu. Finans kapitalin ideolojik hegemonyası sarsıldı; IMF dahi “küreselleşme” terimini lügatçesinden sildi. Buna karşılık neo-faşist söylemler itibar kazandı; siyasete yansıdı.

Avrupa’nın “Güney” ucunda, borç krizleri daha da vahşi sonuçlara yol açtı. Buralardaki yoksullaşma, Üçüncü Dünya boyutlarına yaklaştı. İşsizlik oranları İspanya ve Yunanistan’da dörtte bir, İtalya’da yüzde 12 eşiklerine ulaşmıştır.

Bu krizleri yönetmeyi üstlenen Avrupa Merkez Bankası ve Almanya, baskı ve şantajla alacaklarını tahsil etti; ayak sürüyen hükümetleri değiştirdi.

2007 krizinin yukarıda değindiğim kaynaklarına, yönetimine, büyüme ve bölüşüm bilançolarına bakıyoruz ve şu sonuca varıyoruz: ABD’de, Avrupa Birliği’nin zengin çekirdeğinde ve Güney’deki  “garibanlarında”, kapitalizminin emekçi sınıflara armağanı, yoksullaşma, yoksunlaşma ve dışlanma olmuştur.

Krizin onuncu yıl dönümünde, kapitalizmin meşruiyeti sistemin merkezinde dahi  temelden sarsılmaktadır.

Ne var ki, emperyalizmin doğası bozuktur; gerilemeyi sessizce sineye çekemez. Ekonomik zayıflamasını, uluslararası siyaset alanında telafiye kalkışıyor; ama  sadece yıkım getirerek…  Karanlık olasılıklar gündemdedir: Orta Doğu trajedilerini, Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar uzanan bir coğrafyaya taşıma senaryoları…

Giderek ortaya çıkmaktadır ki kapitalizmin tarihsel misyonu son bulmuştur. Temel soru şudur: Sistem-dışı devrimci akımlar, halk sınıflarının tepkilerini örgütleyebilecek mi?


Aksi halde, gelecek kuşakları, sadece çürüyen bir dünya beklemektedir.

Korkut Boratav / SOL