Aç kurt sürüleri gibi - NAZIM ALPMAN

Gazeteciliğin en şerefli günleriyle; en itibarsız, en pespaye, en hırlı-hırsız dönemi iç içe geçmiş halde birlikte yaşanıyor.
 Bir yanda yazdıkları haberleri “suç” diye iddianamelere geçirilen gazeteciler var. Açılan davaları uluslararası hukuk kurumlarına karşı savunmayan iddia sahiplerinin aczini “başkaldırı” olarak takdim eden, gazeteci kılıklı palyaçolar diğer yanda öylece sırıtarak duruyorlar.

Birinciler –yani gerçek gazeteciler- yaptıkları her şeyi üstlenip, duruşmalarda iddia makamlarını darmadağın ediyorlar:
-Burada yazılanların tümü haberdir! Gazeteciler haber yaparlar. Sonuçlarına da katlanırlar. Siz de katlanmalısınız. Çünkü söz konusu olan ülkemizdir, Türkiye’dir. İktidarlar gelir geçer, ama ülke gelip geçici değildir. Biz özgürlüğümüzden vazgeçeriz ama ülkemizden asla!
Tıpkı Nazım Hikmet’in ünlü “Vatan Haini” şiirindeki çizgiden yürüyorlar:
“Vatan sizin çiftliklerinizse/
Kasalarınız, çek defterlerinizse/
Vatan şose boylarında gebermekse açlıktan…”
Şiirin sonu “Nazım Hikmet vatan hainliğine devam ediyor hâlâ” diye bitiyor.
Hapisteki gazeteler de tıpkı büyük usta gibi inatla haykırıyorlar:
“Biz gazeteciyiz, haber yapmaya devam edeceğiz. Sizin kişisel çıkarlarınız ülkenin çıkarları değildir! Tam tersine itibar kaybettiriyor.”

• • •

İktidarda bulunanlar dünyanın her ülkesinde gazetecilerden hazzetmezler. Bu gazeteciliğin temelini oluşturur. İktidarların dümen suyundaki yayın organlarından geriye utanç belgeleri kalır ancak… Siz hiç okudunuz mu, “o yıllarda iktidarın tam desteğiyle halka karşı her türlü yalanı yazıp, basan gazetelerin kahramanca mücadelesi…” diye düşülen tarih notları. Boşuna tarih diye yazmıyoruz. Çok fazla telaffuz edilir “gazeteci tarihin tanığıdır” diye…

Nasıl tanıksınız siz?

Hiçbir şeyi görmeyerek, halkın haber alma hakkını hiçe sayarak, devleti yönetenlerin belirlediği doğruları temel alarak, gazetecilik mi yapılır?
Yaz dedin mi yazıyorsunuz, çiz dedin mi çiziyorsunuz.
Şimdi üzeri çizilme sırası işadamı Osman Kavala’da…
Daha ortada polis fezlekesi bile yokken “Kızıl Soroz” diye birinci sayfa manşetleriyle, Düzce Belediyesi’nin gübre kamyonunu geride bırakıyorsunuz.
Kavala hakkındaki iddialar 2013’te Gülen Cemaati, polis, istihbarat birimleri ve savcıları tarafından dosyalanmış, zamanı gelince kullanılmak üzere rafa kaldırılmış bekleyen evraklar. Dinbaz çetenin ömrü yetmediği için uygulayamamışlar.

• • •

Kültürleri böyle… Düşene vuracaksın! Bunun için ayrım gözetmiyorlar. Karşılarında olanları geçiyoruz, kendi içlerinden bile olsa durum değişmiyor. Bir gün önce omuzlarda taşıdıkları şahsiyetleri TEK işaretle anında götürüp lağım çukuruna atıyorlar.
Bu bir kültür…! Eğilme, bükülme, itaat etme, boyun eğme, güce tapma kültürü. Katiyen direnme refleksleri yok. Onun yerine altta kalanın canını çıkartmak için var güçleriyle çullanıyorlar.
En güçlü olanları için de bu geleneksel tavır geçerlidir.

Jack London’ın kuzey hikâyelerinde anlattığı kurtlar, onların yarı evcilleşmiş kardeşleri kızak köpekleri de böyle davranırlar. Aralarında bir liderlik kavgası çıktı mı, bütün sürü çember olup iştah kabartan hırıltılarla sonucu beklerler. Alta düşüp de kalkacak mecali kalmayan sadece birkaç dakikada tüy ve kemik yığını haline gelir, getirilir.

Daha düne kadar neredeyse modern zamanların peygamberi mertebesine çıkartılan Fethullah Gülen’e karşı yapılanları izliyoruz. “Fethullah Gülen Hoca Efendi Hazretleri” alta düşünce anında “FETÖ” haline getirildi. Artık bundan sonrası serbestti. Gülen’in elinden törenle aldıkları kalemleri onun kanına batırıp jilet dilimlerine ayırdılar.

O seviyede (şimdilik) tahrip edilmeseler de, Ankara-Bursa-Balıkesir belediye başkanlarının üzerlerindeki diş izleri yakın gelecekte ne hale gelecekleri bakımından açık örnekler oluşturdular.
Daha geri örnekleri de var. Abdullah Gül, Bülent Arınç, Hüseyin Çelik gibi… Kimi “vefasızlık” diyor.
Katiyen öyle değil. Genel kural olan “Kurt Kanunları” işliyor:
-Altta kalan bir anda paramparça o.

NAZIM ALPMAN / BİRGÜN

Kul hakkı: adaletsizliğin meşrulaştırılması- ALİ RIZA AYDIN

Geçen hafta, bir Anayasa Mahkemesi kararında karşıoyda yer verilen “kul hakkı” sözcükleri üzerine yaptığımız haberde sözcüklerin hukuksal olmadığını, aynı zamanda da emekçilerin mücadelesini baltalamaya yönelik olduğunu belirtmiştik.
Bugün, Aydınlanma’nın düşmanı ve yurttaşlık hakkının karşıtı olan kul hakkı konusunu biraz daha derinleştireceğiz.
Anayasa Mahkemesi üyesi Celal Mümtaz Akıncı’nın bir karşıoy yazısında yer vermesiyle kalmıyor konu. Kul hakkının Anayasa’ya girmesi de istendi çeşitli kişi ve kuruluşlar tarafından.  Bunlardan biri de 2010 yılında emekli olan bir başka Anayasa Mahkemesi üyesi Sacit Adalı idi.
Emekliliğinden sonra Turgut Özal Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dekanlığı yapan Prof. Dr. Sacit Adalı, 2011 yılında Risâle-i Nur Enstitüsü’nün düzenlediği “Demokratik Anayasa Arayışları” seminerinde; “Anayasanın bireye tanıdığı en büyük hak yaşama hakkıdır. Dinimizin ‘kul hakkı’ tanımlaması bütün hakları içinde barındırır. İlerleyen zamanlarda kul hakkı tabirinin de anayasamıza girmesini ümit ediyorum” diyerek hem talebini dile getiriyor hem de kul hakkının bütün hakları içinde barındırdığını söyleyerek dünyeviliği dinselliğe bağlıyordu.
Kul hakkının, tapılanın kullarına bahşettiğine inanılan bir inanç olması nedeniyle maddi yaşamda yeri yok. Kul, maddi yaşamın insanını değil, tapılana göre insanı ifade eder. Dinselliği ağır basan bu sözcüğün dünyevileşmiş karşılığı “köle”.
Sözcük anlamı üzerinden yürürsek “kul hakkı” köleliğin, sömürünün maske takmış halini, diğer deyişle “köle hakkı”nı tanımlıyor aynı zamanda. “Dinsel doğma biçimindeki kör inancı” devreye sokarak, bireyin egemen karşısındaki boyun eğişini meşrulaştırmaya yönelerek ve boyun eğişi cemaatleştirerek yapıyor bunu.
Kul hakkının bütün hakları içinde barındırdığını söylemek, yaşamı ve gerçeği dogmalaştırma içinde eritmek demektir. Kulun yaşamı başkasının lütuf ve inayetine terkedildiğinde kör inanç da egemenliğini ilan eder. Kul yönünden bu, hak değil teslimiyettir, bağımlılıktır; eşitsizliği ve adaletsizliği olağanlaştırmaktır. Akıl, tapılana ya da sahibe devredildiğinde aklın ürünü olan haklardan da söz edilemez, onlar da teslim edilmiş olur. Artık bütün haklar, kul hakkı ile tanımlanmaya başlar; akıl da bütün haklar da tapılanın/sahibindir.

Kulluğun temeli, tıpkı kapitalizmde olduğu gibi, eşitsizliktir, adaletsizliktir. Kulluk, çocuğun, gencin, yetişkinin yalnızca bireysel değil her türlü toplumsal olgusunun tapılana/sahibe bağlılığını gerekli kılar ve böylece bireyi teslim alırken toplumu da teslim almaya yönelir.
Kul hakkı yaşamı sürüleştirir. Kul, diğer kulun taklitçisi olur.
Kulluk, insanı “insan olarak biçimlendirmez”; tapan, biat eden olarak yetiştirir.  Kulun emeğinin karşılığı sefalettir.
Kul, Hitler Almanyasında komutanlığın askere çağrısındaki, “sabahleyin, gündüz, gece sürekli olarak führeri” düşünen; dinci simsarların cemaate çağrısındaki, “sürekli olarak tapılanı” düşünen; sermayenin işçiye çağrısındaki, “sürekli olarak patronu” düşünen sözde insandır.
Kul, inanır… buyurulanı yapar, verileni alır, haline rıza gösterir… inanır… Yeteneğini kullanmasına ancak egemenin çıkarı için, onun çıkar çizgisini geçmeyecek kadar izin verilir.
İnsanın değil, insanı sömürmek için sürüleştirilenlerin yaşam tarzına verilen addır kul hakkı. “Sınıfsal”dır, hep “egemen sınıfın çıkarlarını” haklı gösterir.
Dinsel inanç özgürlüğü ile dinselin -insanlık niteliklerini körelterek- insanı köleleştirmesi aynı şey değil. Birincisi ses çıkartabilir ama ikincisi ses çıkarmadan boyun eğdirir. Tapılana boyun eğiş, sahibe yani sermayeye ve düzenine boyun eğiştir.
Kul hakkı: adaletsizliği meşrulaştırma hakkıdır. Sömürüyü, ezmeyi, eşitsizliği, köleliği; sermayenin hak ve özgürlüğünü ve de cinayetlerini, yalanlarını, talanlarını meşrulaştırma hakkıdır. Yobazın zenginliğini, tecavüzlerini, çocuk istismarlarını; bağnazlığın yaşam tarzı yapılmasını meşrulaştırma hakkıdır.
Şeriatın kestiği parmak acımamalı ki iş kazaları, iş cinayetleri de acıtmasın…
Tapılan rızk verirken kimilerini diğerlerine üstün tutmalı ki zenginlik saygın olsun…
Kimileri kimilerine üstün kılınsın ki kimileri kimilerine hizmet etmekle dünya düzen bulsun…
Zenginlerin mallarında yoksun ve yoksullar için hak olduğuna inanılsın ki emeğin değeri ve ürettiği zenginin olsun…
Dinsel davranışlar hukuka yerleştirilmeli ki adalet yalnızca sömürenin olsun, hukuk da eşitsiz ve adaletsiz düzene hizmet etsin…
Dinsel davranışlar yargıya sinmeli ki Nurettin Yıldız'ın ve onun gibilerin, “hem de çocukların, kadınların acı çektiği, intihara zorlandığı, Auschwitz'e rahmet okutan bir travmayı ölene kadar yaşadıkları bir konuda” işledikleri büyük insanlık suçu örtülebilsin…
Bilim ve gerçek yerine inanılan anlatılmalı ki çocuklara, bilim yalnızca sermaye birikimine ve kâra hizmet etsin…
Herşey tapılanın rızası için olsun ki sermaye mülküne mülk katsın…
Dinsel değerler benimsensin ki kulluğun, köleliğin varlığına inanılsın…
Dogmatizmin egemen olduğu eğitim ve öğretim bilimsel olmaz. Türban ve diğer dinsel simgelerle görüntü verirken aklı teslim alınan yargı adaletli olmaz. Kul, köle olan yurttaş olmaz; haklarını, üretimini, akılını ve iradesini piyasaya ve tapılana, efendiye teslim eder; düşünmeyi, sorgulamayı, hak mücadelelerini unutur.
İnsanın insan tarafından sömürülmesine karşı mücadelenin yolu, tapılanı zaman ve mekana göre “bir konumdan ötekine aktarma”yla değil, kulluğa/köleliğe/sömürüye dayanan ilişkileri, hem “düşünce alanında” hem de “gerçek alanda”  kökten değiştirmekle temizlenir.

Ali Rıza Aydın / SOL

YÖK’ün sonu - RIFAT OKÇABOL

6 Kasım’da YÖK 36 yaşını dolduruyor.

Anayasa’nın 131’inci maddesine göre YÖK, “ Yükseköğretim kurumlarının öğretimini planlamak, düzenlemek, yönetmek, denetlemek, yükseköğretim kurumlarındaki eğitim - öğretim ve bilimsel araştırma faaliyetlerini yönlendirmek bu kurumların kanunda belirtilen amaç ve ilkeler doğrultusunda kurulmasını, geliştirilmesini ve üniversitelere tahsis edilen kaynakların etkili bir biçimde kullanılmasını sağlamak ve öğretim elemanlarının yetiştirilmesi için planlama yapmak maksadı”yla oluşturulan bir kurumdur. 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun 7’inci maddesine göre de YÖK, yükseköğretimle ilgili akla gelen hemen her şeyden sorumludur.

Ancak bu yasal yetkilerine karşın, 36 yıllık uygulamalarına ve bugün geldiğimiz noktaya bakarak YÖK’e, “üniversite kavramı ve işlevi” açısından kayıp bir kuruluş demek mümkündür.
YÖK’e verilen onlarca görev içinde hemen her konu vardır ama “Cumhurbaşkanının dediklerini yapar” gibilerinden bir görev yoktur. Anayasada ve 2547 sayılı yasada, YÖK’ün görevlerini, cumhurbaşkanlarının istek ve eğilimleri doğrultusunda yürüteceğine dair bir ifade de yoktur, ima da. Hatta Anayasada ve 2547’de, YÖK’ün bir yerlere hesap vereceğine dair bir ifade de yoktur. Çünkü YÖK özerk ve bilimsel bir kurumdur. Yasal düzlemde cumhurbaşkanlarıyla ilişkisi, cumhurbaşkanının YÖK başkanını seçip atamasıyla sınırlıdır. Bu atama ilişkisinin YÖK başkanı ile onu atayan cumhurbaşkanı arasında bir sevgi bağı oluşturması, insani ve anlaşılabilir bir durumdur. YÖK başkanları ile cumhurbaşkanları arasında, makamın gerektirdiği saygı ilişkisi de hem doğal ve hem de gerekli olan bir durumdur. Ancak bu ilişki, YÖK başkanının, kendisini atayan cumhurbaşkanının emrine girmesini ya da emrinde hissetmesini gerektiren bir ilişki değildir.

Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in atadığı YÖK başkanı Prof. Dr. İhsan Doğramacı, Evren’in görevi bittiğinde Özal’ın cumhurbaşkanlığında da başkanlığını sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Özal’ın atadığı YÖK başkanı Prof. Dr. Mehmet Sağlam, Özal ölünce Cumhurbaşkanı olan Demirel zamanında da başkanlığını sürdürmüştür. Cumhurbaşkanı Demirel’in YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Kemal Gürüz, Demirel sonrasında Cumhurbaşkanı olan A. N. Sezer’in Cumhurbaşkanlığında da YÖK başkanlığını sürdürmüştür. Sezer’in YÖK başkanlığına getirdiği Prof. Dr. Erdoğan Teziç de (çok kısa bir sürede de olsa) Cumhurbaşkanı Abdullah Gül zamanında da başkanlığını sürdürmüştür. Bu örnekler, YÖK başkanlığının atamayı yapan cumhurbaşkanıyla özdeşleşmediğinin, kendilerini atayan cumhurbaşkanlarının değil de, YÖK’ün başkanı olduklarının göstergesidir.

Kuruluşundan itibaren baskıcı, piyasacı ve gerici bir kurum olan YÖK’ün, (AKP’li bir cumhurbaşkanının seçilmesinden sonra) 2008 yılından itibaren AKP’lileştiğini söylemek mümkünken, önceki yılların YÖK’ü için, DSP’lileşmiş, DYP’lileşmiş ya da ANAP’lılaşmış demek kolay değildir. YÖK’ün AKP’lileşmesi, akademik ve bilimsel anlamda zaten yetersiz olan kurumsal kimliği iyice yıpratmıştır.

Geçmiş yıllarda, cumhurbaşkanları, göreve geldiklerinde, görevdeki YÖK başkanını değiştirmemiş, atama döneminin sonuna kadar onlara dokunmamışlardır. Cumhurbaşkanı Sezer, Gürüz ile açıkça anlaşamamış olsa da, selefine ve kurumlara saygısından, dönemi bitmeden Gürüz’ü görevden alıp onun yerine bir başkasını atamamıştır.

Kamuoyunca bilinen hiçbir yasal gerekçe yokken şimdiki Cumhurbaşkanı’nın ilk iş olarak YÖK başkanını dönemini tamamlamadan görevden alması, kurumun kimliğine vurulan bir darbe olmuştur. Yasal olmayan bir şekilde görevden alınan kişinin yerine o görevi kabullenmek de, hem kabullenen kişiye hem de bir kez daha kurumsal kimliğe zarar vermiştir.

Geçmiş yıllarda, cumhurbaşkanlarının kamuoyu önünde YÖK’ten belirgin bir şeyler istemesi ve de YÖK başkanlarının bu isteği anında yerine getirmesi gibi durumlar pek yaşanmamıştır. Cumhurbaşkanlarından gelen ve YÖK tarafından yerine getirilen istekler olmuşsa bile, bunlar yolu-yordamına uygun olarak gerçekleşmiştir. Cumhurbaşkanlarının kamuoyuna açık ortamlarda YÖK’ten uzun vadeli isteklerde bulunması başka şeydir, kısa dönemde olmasını beklediği isteklerde bulunması ve bu isteklerin anında YÖK tarafından yerine getirilmesi faklı şeylerdir. İkinci durumda kalınması YÖK’ün özerk ve bilimsel kimliğini yok eden bir durum olmaktadır.

Çok yakın zamanlarda gerçekleşen olayların bir bölümü şöyledir: Bir bölüm başkanı, uygulamalar dersinden kalan öğrencilerine, 15 Temmuz şehitlerine, gaziler vakfına ya da Kızılay’a 100 lira bağışladıklarını belgelediklerinde 100 puan vereceğini açıklamıştır. Bir tıp fakültesi, by-pass ameliyatlarıyla ilgili bir makaleyi,  “Evrim teorisi ve evrimsel argüman çok fazla kullanılmış, sıkıntı yaşarız” gerekçesiyle reddetmiştir. Aynı zamanda Biyoloji Bölüm başkanı olan bir dekan, “'Biyoloji kitaplarında ateizm öğretiliyor” diyerek açıklama yapmıştır. Bir rektörün açıklaması da,  “En iyi tedavi ruhi tedavi ve namazdır” şeklindedir. Bu tür hezeyanlar hemen her gün ortaya çıkmaktadır. Cumhurbaşkanı istedi diye, barış bildirisini imzalayan akademisyenlere karşı anında aslan kesilen YÖK başkanı, bu tür açıklamaları ise görmezden gelmektedir.

Artık YÖK, AKP Genel Başkanı, “Yardımcı doçentlik” deyince o konuya, “Seçme sınavı” deyince bu konuya el atmakta, özerklik, laiklik, bilimsellik ve demokratiklik gibi konulardan da uzak durmaya çalışmaktadır.

Bu durum, YÖK,’ün AKP’lileşme sürecini tamamlayıp AKPYÖK’e dönüştüğünü göstermektedir.  

Rıfat Okçabol / SOL

İzlanda 1’inci, Ruanda 4’üncü, Türkiye 131’inci - ÖZLEM YÜZAK

Bildiğimiz gerçekler.. 
Ama uluslararası veriler açıklanıp cinsiyet eşitliğinde daha da gerilediğimiz ortaya çıktığında yine de tokat yemiş gibi oluyoruz. Dünya Ekonomik Forumu’nun her yıl açıkladığı Cinsiyet Uçurumu Raporu’nda 144 ülke arasında bir sıra daha geriledik ve 131. olduk. 
Yıllardır listenin son sıraları şaşmaz şekilde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerindir. Kuveyt, Katar, Bahreyn, Birleşik Arap Emirlikleri, Cezayir, Etiyopya bizden daha iyi durumda olan ülkeler. Biz Pakistan, Yemen, Suriye, Çad, İran, Suudi Arabistan, Lübna, Fas ve Mısır’dan halliceyiz. 
Küresel Cinsiyet Eşitliği Endeksi 4 alanda ölçümleniyor: Kadınların sağlık ve eğitime erişimleri, siyasete katılımları ve ekonomik yaşamda aldıkları rol. Türkiye’nin bu dört alandaki yeri ise sırasıyla sağlıkta 59’uncu, eğitimde 101’inci, siyasette 118’inci, ekonomide 128’inci. Bunların içerisindeki ayrıntılara girmeye gerek yok. 2017 raporunun önemli bir özelliği var. O da, 2006 yılından bugüne kadar yavaş da olsa kaydedilen kazanımların 2017 yılında durması hatta gerilemesi... 
 
En başarılı 10 ülke sıralaması ise hayli ilginç. Birincilik 0.87 skorla İzlanda’nın. Norveç 0.83 ile ikinci, Finlandiye 0.823 ile üçüncü. Dördüncülük 0.822 ile bir Afrika ülkesinin, Ruanda’nın. Beşinci İsveç. İsveç’i 0.81 ile Nikaragua izliyor. 
 
Yedinci sırada Slovenya, sekizinci İrlanda, 9. Yeni Zelanda ve 10. Filipinler. Rapor cinsiyet uçurumunun ülkelerin gelir seviyeleri ile doğrudan bağlantılı olmadığını ortaya koyuyor. Göreceli olarak çok daha yoksul olan Ruanda ve Nikaragua’nın kaynakları ve fırsatları kadın ve erkekler arasında eşit şekilde dağıttıklarını gösteriyor. Hatırlatalım, Ruanda dünyada en yüksek kadın milletvekili oranına sahip ülke. 1994’teki soykırımda 500 bine yakın kadının tecavüze uğradığı, 400 binden fazlasının da dul kaldığı ülkede, acılarını geride bırakarak önemli görevler yürütmeye karar veren kadınların, küllerinden doğduğunu söyleyebiliriz. Tabii kadınların siyaset dünyasında bulunmasının, ülkedeki kadın toplumuna farklı bir bakış açısı kazandırdığını da...
9 yıl üst üste birinciliği kaptırmayan İzlanda’nın başarısının arkasındaki sır ise yer darlığından bir sonraki yazının konusu. 
 
Cinsiyet eşitsizliğinde uçurumun azaltılmasının ülkelere ekonomik getirileri de hayli çarpıcı. Rapora göre İngiltere’nin ekonomisine 250 milyar dolar, ABD ekonomisine 1.750 milyar dolar, Çin ekonomisine 2.5 milyar dolar ek katkı sağlıyor. Yine rapor bu aksak ilerleme hızı ile uçurumun azaltılması hedefine ulaşılmasının daha yüzlerce yıl alacağını söylüyor, “kendiliğinden olsun diye bırakılırsa asla ilerleme sağlanamayacağını” vurguluyor. 
 
Türkiye bu vurguyu en haklı çıkaran ülkelerden biri. 2017 yılı, kadınlar açısından kazarımların gerilediği bir yıl oldu. Aylar boyu “Bu Yasalar Böyle Geçmez” kampanyasıyla kadın örgütlerinin karşı çıktığı Nüfus Hizmetlerinde Değişiklik Tasarısı, her zamanki gibi bir gece yarısı TBMM Genel Kurulu’nda kabul edildi. Kadına karşı şiddetin rakamları da gerilemedi.


 2017’nin ilk dokuz ayında erkekler 211 kadın ve kız çocuğunu öldürdü, 64 kadına tecavüz etti, 190 kadını taciz etti, 258 kız çocuğuna cinsel istismarda bulundu, 306 kadına şiddet uyguladı.
İşin en çarpıcı olanı, şiddet uygulayan erkeklerin ileri sürdükleri ipe sapa gelmez gerekçelerin hâkimler tarafından kabulü, indirimler vs. almaları. 

Bilmem başka söze gerek var mı?

Özlem Yüzak / CUMHURİYET

Öğretmene güven çok, din adamına güven yok! - ÜNAL ÖZMEN

Henüz Türkçeleştirilmeyen UNESCO Küresel Eğitim İzleme Raporu 2017, 21 ülke halkının öğretmene ve eğitim sistemine güven duygusunu yansıtan bir araştırmaya yer veriyor. Türkiye de öğretmene güven 10 üzerinden 6,5, eğitim sistemine güven 4,5! Türkiye halkı eğitim sistemine güvenmiyor, öğretmene ise kısman güven duyuyor.

Önce şunu not edelim: Raporda kullanılan veriler 2013 yılında yapılmış “halkın öğretmenlere ve eğitim sistemine olan güveni” araştırmasına dayanıyor. Aynı araştırma Türkiye’de bugün yapılsa, öğretmene duyulan güven oranı pek bir değişikliğe uğramaz. Buna karşın eğitim sistemine duyulan güvenin mevcut oranı koruması olanaksız. Çünkü geçen dört yılda iki kez sınav, üç kez öğretim programları değişti. Ayrıca 4+4+4’ün halkın canını sıkan sonuçları bu sürede ortaya çıktı; binlerce okul din eğitimi veren imam hatiplere dönüştürüldü. Bu sürede halkın sisteme güvenmesine vesile olacak hiçbir olumlu gelişme olmadı.

Daha yakın bir tarihte, 2015’te BAREM Araştırmanın Gallup için Türkiye’de yaptığı “Kime Güveniyoruz” araştırmasında öğretmenlere güven yüzde 86 çıkmıştı. O araştırmada halkımıza on meslek grubundan hangisine güvenip/güvenmediği sorulmuş; halkın yüzde 17’sinin güven duyduğu politikacıları meslek erbabı saymazsak, en az güven duyulan meslek mensubu yüzde 43’le din adamları (bankacılar yüzde 62 ile din adamlarının  çok üstünde güvene sahip! (Performans sistemi din adamlarına uygulansa cami cemaati onlara not verse sonuç ne çıkar acaba?)

Öğretmenin din adamlarından daha güvenilir bulunması anlaşılır, normal bir durum. Aksi düşünülemezdi. Fakat öğretmenin, bir yandan parçası olduğu eğitim sisteminin sorgulanmasına öte yandan sistemin otoritesinin öğretmen olduğu algısına yol açan oranda güven unsuru olması normal değil!Eğitim sistemi dediğiniz şey, sonuçta ideolojisi olan bir irade; bu irade, kendine güven duymayanların güvenini kazanmak için ideolojisini değiştirmez. Aksine, otoritesini sarsan güven duyulan unsurları değersizleştirerek kendine itate dayanan güven(!) inşa eder.

Öğretmenin öğrenci, veli, zümre arkadaşı, okul ve il-ilçe eğitim yöneticisi tarafından değerlendirilmesini öngören Performans Yönetim Sisteminin uygulamaya sokulması, sisteme karşı direnç gösterme ihtimaline karşı öğretmenleri baskı altına alma çabasının sonucudur.
AKP’nin, neoliberalizmin meta üretiminde ücretlendirme ve emekçileri standartlaştırma amacıyla geliştirdiği performansa göre değerlendirmeyi eğitimde uygulamaya geçmesi, demonte müfredatına uymum sağlamayan öğretmeni cezalandırmayı amaçlamaktadır. Amaç öğretmeni, merkezden belirlenen standarta çekmek; bir milyon öğretmeni performans değerlendirme kriterlerine uymaya zorlamak!

Peki, öğretmen yeterliğini test edecek performans kriterlerini kim belirliyor? Tabii ki eğitim sistemi dediğimiz şeye etki eden bürokrat ve politikacılar; halkın yüzde 55’inin güvenilmez bulduğu çoğu din adamı olan sistemin üstüne çökmüş bir avuç düşünce yoksunu!

Öğretmenlere tavsiyem: Performans Değerlendirme Sistemi, elbette iş güvencenize yönelik ciddi bir saldırıyala karşı karşıya kalmanıza yol açacak. Fakat en az bunun kadar tehlikeli sonucu, mesleğinizin ve kişisel itibarınızın sarsılması; arkadaşlarınız, öğrencileriniz ve velilerle olan sosyal bağınızın kırılganlaşması olacak. Halk, sisteme rağmen size güveniyor; kendi özverinizle elde ettiğiniz saygınlığınıza yönelik bu uygulamaya katılmayın. Reddedin… Eğitim Bakanlığı, 2012’de pilot uygulamasını gerçekleştirdiği performans değerlendirme sistemini 2014’te objektif bulmadığı için kaldırdı. Hakkınızda işlem yapmaya kalkışırsa onlara bu gerekçeyi anımsatın.

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

NOT: PYS’yi anlamak için Eğitimde Standart ve Performans (Eğitim Sen Nisan 2012, Kemal İnal - Ünal Özmen) kitapçığı yararlı bir kaynak. http://egitimsen.org.tr/wp-content/uploads/2016/03/E%C4%9Fitimde-Standart-ve-Performans.pdf


Adaletin tarihi, tarihin adaleti - TAYFUN ATAY

Cumhuriyet davasında yeni bir şey yok. Eksik tanıklar, eksik bilirkişiler, eksik raporlar ve bir de mahkeme devam ederken heyetin önüne “son anda” gelen, esareti sürdürmeye bahane “yeni” belgeler; hepsi aynı...

Daha önceki duruşmalarda ne yaşadıysak aynısını yaşattılar.
Kısaca, siyasetin adaleti katli devam ediyor hâlâ!.. 

***
Yine de önceki günkü duruşmada benim hisseme yeni olarak düşen bir şeyler yok muydu, vardı.
Birincisi, Emre’nin (İper), “Büyüyünce ne olacaksın” sorusuna “İnsan olacağım” cevabıyla, “İnsanlığımızın ana vatanı çocukluğumuzdur” deyişini doğrulamış kızı, güzellikle bilgeliğin eşsiz buluşması Yağmur’la tanışma onuruna ermek!..
Onu bir sonraki yazımda da burada misafir etmeyi hedefliyorum. 

***
Bir diğeri, Emre’nin başına gelen fecaatin nedeni: Müzik dinlemek için “Freezy” adlı bir müzik programını cep telefonunuza yüklüyorsunuz; o sizi otomatik olarak ByLock’a yönlendiriyor; böylece ByLock kullanmış oluyorsunuz!..
Dehşete ve kâbusa bakar mısınız?! Telefonunuzda ByLock yok, kurulu değil, ama siz ByLock “kullanıcısı” sayılmaktasınız!..
Konuyu neredeyse bir ilkokul öğrencisi düzeyinde anlaşılır kılarak anlatan bilirkişi, bu usulle herkes ByLock kullanıcısı tespit edilebilir dese de heyeti ikna edemedi! Bize “kırın cep telefonlarını, dönün taş devrine” dedirten hadisenin, daha “net” söylemek gerekirse, Tarkan’ın “Kuzu Kuzu” şarkısının Emre’ye bedeli, tutukluluğa devam!.. 
 
                                                                               ***
Son olarak da şu fani dünyada kendisini tanımış olmaktan büyük onur ve gurur duyduğum canım kardeşim Murat Sabuncu’nun söyledikleri var.
Mahkeme heyetine, ara karar aynı, savcı mütalaası aynı, son anda elinize ulaştırılan ve bize Silivri yolu tutturmanın fermanı olan “yeni” belgeler aynı dedikten sonra söyledikleri…
Şu:
Sokrates, savunmasının son bölümünde ‘ben ölmeye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz’ der… Aynısını tekrarlıyorum! Bu duruşma sonrasında ben Silivri’ye, sizler de yaşamlarınızı sürdürmeye gidiyorsunuz. Hangisinin daha iyi olduğunu ise tarih yazacak!..”
O halde biz de bakalım tarih ne yazar; yazarsa nasıl yazar?.. 

***
Nazi Almanyasının kanun adamları
Hitler kanundur!” diye övünüyorlardı.
Göering 12 Temmuz 1934’te Prusya savcılarına şunu söyledi: “Kanun ve Führer’in iradesi aynı şeydir.” (…)
Adalet Müşaviri ve Alman Hukuk Lideri Dr. Hans Frank bu noktayı daha da iyi belirtmek için 1936’da hukukçulara şunları söyledi: “Nasyonal Sosyalist ideoloji bütün ana kanunların temelidir; bu ideoloji özellikle parti programında ve Führer’in konuşmalarında açıklanmıştır.”
Dr. Frank sonra bunun ne demek olduğunu da açıkladı:


“Nasyonal Sosyalizm karşısında hukuk bağımsızlığı yoktur. Vereceğiniz her kararda önce kendinize şunu sorunuz: Benim yerimde Führer olsa nasıl karar verirdi? Her kararda şunu söyleyiniz: Bu karar Alman halkının Nasyonal Sosyalist vicdanıyla uyuşuyor mu? İşte o zaman, Nasyonal Sosyalist halk devletinin birliğine karışmış ve Adolf Hitler iradesinin ölümsüzlüğünü tanımış olarak Üçüncü Alman İmparatorluğu’nun otoritesini kendi karar alanınızda her zaman için sağlayacak bir temel buldunuz demektir.” (...)
“Bazı yargıçlar yine de parti politikasına hemen boyun eğmediler. Hiç olmazsa birkaçı verdiği kararı kanuna dayamaya çalıştı. 1934 Mart’ında duruşmaları yapılan ‘Reichstag’ yangınının dört komünist sanığından üçünü ‘Reichsgericht’in (Alman Yüksek Mahkemesi’nin) beraat ettirmesi, Naziler bakımından bu şekildeki davranışların en kötü örneği idi. Hitler’le Göering bu karara o kadar kızdılar ki, hemen bir ay içinde, 24 Nisan 1934’te, o zamana kadar yalnızca Yüksek Mahkemenin kaza yetkisi alanına giren vatana ihanet dâvâları bu yüksek kurumdan alındı ve ‘Volksgerichtshof’, yani Halk Mahkemesi denilen yeni bir mahkemeye verildi. Bu yeni mahkeme az sonra ülkenin en korkunç mahkemesi oldu.”
(William L. Shirer, “Nazi Almanyasında Adalet”, “Nazi İmparatorluğu: Doğuşu, Yükselişi, Çöküşü, Cilt: 1” içinde, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul, 1968, s. 424-428.)

Tayfun Atay / CUMHURİYET

İstanbul’a ihanetin yolları - ORHAN BURSALI

Bir zamanlar “Rüşvetin belgesi olur mu” sözü meşhurdu. Bugün “İhanetin belgesi olur mu” diye sorulsa “Evet, binlercesi var” denilebilir. İşte yasalar dolanarak ya da çiğnenerek yapılan 
“İhanetin Yolları”:
 
1- • Belediye, Hazine ya da TMSF arsaları satışa çıkarılır.
• Arsayı birileri alır ve mevcut imarın artırılmasını belediye veya bakanlıktan ister.
• Gelen yeni imar isteği, misli ile kabul edilir.
• Yapılan işleme itiraz edenler; “İstanbul’un gelişmesine karşı” olmakla suçlanır.
• Yapılan imar değişikliğinin sonuçları İstanbul’da yükselirken, bazı binaların gölgesi Sultanahmet Camisi üzerine düşerek, “ihanetin görünen belgesi” oluverir.
 
2- • Yükselen yüzlerce binayı görüp; “Benim imarımı da artırın” diye İBB’ye başvuran sade vatandaşın talebi, meclis kararı ile birkaç kez reddedilir.
• Umudunu kesen vatandaş, yerini ya satar ya da “birileri” ile anlaşmak zorunda kalır.
• Önce reddedilen imar isteği, bu operasyondan sonra yeni muhataba fazlası ile verilir. 
 
3- *Koruma Kurulu yetki alanlarında imar artışını kabul etmiyorsa, geri adım atılmaz.
• Hemen kanun çıkarılır, koruma kurullarının yapısı ve yetkileri değiştirilir.
• İtirazı olan kurul üyeleri görevden alınıp yerlerine yenileri atanarak iş bitirilir.

 4- *Kamuya ait yeşil alanların tapusu yoktur. Yeşil alanlar önce “cami alanı, belediye hizmet alanı, sosyal kültürel tesis alanı” yapılıp parsele çevrilir, tapuları alınır. Senaryoyu bilenler karşı çıktığında; “Din düşmanı, gelişme düşmanı” ilan edilir.
• Bir süre sonra bürokrasiden; “Burada belediye hizmet alanına, ya da kültür tesisine ihtiyaç yoktur” diye bir yazı alınır.
•“Belediyenin kaynağa ihtiyacı var” gerekçesi ile sosyal tesis alanları yeni bir plan tadilatı ile “Akaryakıt-Turizm Ticaret- Konut” alanına çevirip satılır.
 
5- • İmar planları yapılırken sosyal donatı alanları (açık-kapalı otoparklar, spor alanları, okullar, yeşil alanlar, sosyal kültürel tesis alanları) istimlak gideri olmasın diye belediye ve Hazine mülklerine konulmuştur.
• Kent yaşamının “konforu” olacak donatı alanları, plan değişikliği ile “Turizm- Ticaret-Konut-Akaryakıt İstasyonu” alanına çevrilir ve satılır. (2004-2012 arası 81 Katlı otopark alanı ve 71 kapalı spor alanında plan değişikliği yapılarak birçoğu “akaryakıt-turizm ticaret ya da konut” alanı yapıldı.) 
 
6- •“Dindar gençlik” söylemi ile İstanbul’daki kamu malı “sosyal kültürel tesis” alanları plan değişikliği ile “özel sosyal kültürel tesis alanı” yapılır. Bu arsalar belli vakıflara tahsis edilip paylaştırılır. 
 
7- • Boğaziçi Kanunu’na aykırı olsa da tarihi mesire alanları turizm tesis alanı yapılabilir. Boğaz koruları istediğine kiralanır, istediğine tahsis edilir. 
 
8- • Bu “ihanetlere” rağmen seçimleri her seferinde kazanıyorsan kendini İstanbul’un sahibi zannedersin. Belediyeyi “babanın malı” gibi kullanır, ihaleleri istediğine, istediğin fiyatla dağıtabilirsin.
• Bu özgüvenle, büyük kamu arazilerini; “üniversite, özel hastane kurma” koşulu ile kurucusu olduğun ya da kendine yakın vakıflara “üç otuz paraya” tahsis edersin.
• Nazım Plan İlkeleri “İstanbul’da mevcut üniversitelerin lisansüstü üniversiteye çevrilmesine, sadece teknoloji ağırlıklı yeni üniversitelere izin verileceğini” öngörmesine rağmen, bu ilkeye uymaz, onlarca lisans üniversitesine izin verirsin. 
 
9- • İstanbul’a yapılan “ihanetin” sonuçları İstanbul semalarında beton bloklar olarak yükselip tepkiler çoğalınca yeni çıkış yolları bulursun. “Yüksek yapılar yanlıştır, yaygın yapılaşma olmalı” söylemi ile Kuzey Ormanlarının inşaata açılmasına zemin hazırlarsın. 
 
10- • İstanbul, deprem riski açısından 1999 yılından daha güvenli değil. Deprem toplanma alanlarına rezidans ve AVM yapıldı. İstanbul bir depremden bin felaket üretecek bir kente dönüştürüldü.
• Kentsel dönüşüm; önceliği olan bölgelerde, doğru uygulanma yerine, önceliği olmayan, satış değeri yüksek bölgelerde müteahhitlerin eline bırakıldı. 
 
İstanbul’a bu ve benzeri kötülükleri yapanlar, günah çıkarıp “İHANETİN” sorumluluğundan kaçmaya, kurtulmaya çalışıyor. 

Bu mümkün mü?”
 
Yazının sahibi: Mehmet Yıldız, CHP İst. İl Bşk. Yrd.; Eski İBB İm. Planlama Da. Bşk.

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Diktatöre diktatör denir mi? - ÖZGÜR MUMCU

“Şayet diktatör olsaydı, ona diktatör diyemezdiniz” mantıklı bir tespit. 
Peki, bu tespiti yaptıktan sonra diktatör diyen hakkında Cumhurbaşkanı’na hakaretten suç duyurusunda bulunmak çelişkili değil mi? 
Neticede suç duyurusunun hedefi muhatabının diktatör demesini cezalandırmak, bir daha aynı ifadeyi kullanmasını engelleyerek buna niyet edenlere gözdağı vermek.
Bu durumda “şayet diktatör olsaydı, ona diktatör diyemezdiniz” cümlesi tamamen anlamsızlaşmakla kalmıyor aynı zamanda ister istemez dolaylı olarak sayın Cumhurbaşkanı’nı diktatör olmakla itham etmiyor mu?
Dünyada kendine diktatör dendiği için son senelerde kimler dava açmış bakalım.
Nijer Devlet Başkanı Mainassara.
Zimbabve Başkanı Mugabe.
Angola Başkanı Eduardo dos Santos.
Çad Başkanı İdris Déby.
Gabon Başkanı Ali Bongo.
Ekvador Başkanı Rafael Correa.
Beyaz Rusya Başkanı Aleksandr Lukaşenko


Bunlar benim ilk aramada bulduklarım. Elbette sayıları artabilir. Ancak dikkat çeken mesele, diktatör diyene dava açanların demokrasileriyle meşhur devletlerin başkanları olmamaları. Ayrıca bu devletlerin hepsinin başkanlık rejimiyle yönetildiğinin de altını çizmeli.
Başka devletlerde kimse devlet yöneticilerine diktatör demiyor mu?
Efendim diktatör de diyorlar, katil de, hırsız da. Demokrasilerde siyasetçilere yönelik eleştiri sınırlarının sıradan vatandaşlara göre daha geniş olduğu kabul edilir. Nasıl olduysa hâlâ üyesi bulunduğumuz Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadı da bunu defalarca tekrar etmiştir.
Kaldı ki sayın Erdoğan’a diktatör imasında bulunan ilk kişi kendi danışmanı Yiğit Bulut’tur. Cumhurbaşkanı’nı Sezar’a benzetmiştir. Sezar’ın tarihe geçmesine sebep olan ise Roma Cumhuriyeti’ni yıkarak kendini “Dictator in perpetuum” yani “daimi diktatör” ilan etmesidir. Bildiğimiz kadarıyla Yiğit Bulut hakkında herhangi bir işlem yapılmamıştır.
CHP Genel Başkan Yardımcısı Bülent Tezcan hakkında suç duyurusunda bulunan cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın avukatı Hüseyin Aydın’ın amacı uluslararası camiada Türkiye’yi Çad, Zimbabve, Angola, Nijer benzeri bir rejim olarak gösterip sayın Cumhurbaşkanı hakkında “diktatör algısı” yaratmak mıdır?
Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu avukatın fiilinden haberi var mıdır?
Gelişmiş demokrasilerde liderler kendilerine “diktatör” denmesini umursamaz ve kendilerine diktatör diyene dava açmaz.
Diktatörlüklerde ise liderler kendilerine “diktatör” diyene dava açarlar ki örnekler de bunu gösteriyor.
Sayın Cumhurbaşkanı’nı kendisi hakkında “diktatör algısı” oluşturmaya çalışanlara karşı uyarmak herhalde en doğal vatandaşlık görevimizdir.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Bölgede parlayan lider: İbadi - MUSTAFA K. ERDEMOL

Irak Kürt Bölgesel Yönetimi’nde (IKBY) gerçekleştirilen Bağımsızlık Referandumu sonrası gelişmeler sadece Mesut Barzani’nin politik yaşamına son vermekle kalmadı, bölgede en güçlü figürün Irak merkezi hükümetinin başkanı Haydar el İbadi olduğunu da gösterdi. Barzani’nin referandum macerasından önce de İbadi’nin gittikçe güçlenen bir figür olduğunun işaretleri vardı elbette ama referendum öncesinde/sırasında/sonrasında aldığı tutum bu politikacının hiç de yabana atılacak biri olmadığını kanıtladı iyice.

AKP Genel Başkanı’nın İbadi’yi çok değil bir kaç ay önce “kendi karatı”nda görmediğini söylerken gerçekte vurgulamak istediği neydi acaba?
Bu sütunda daha önce de belirtmiştim; İbadi iyi eğitimli biri herşeyden önce. Bağdat Teknoloji Üniversitesi mezunu bir elektrik mühendisi. Manchester Üniversitesi’nden hem yüksek lisan hem doktora derecesi var. Bu önemli elbette.
İİbadi’nin hiç de yabana atılmayacak bir diplomasi becerisi var. Bir kere kararlı bir politikacı. Bir lafı diğerini tutuyor. Duruma göre politika değiştirse bile bunu genel ilkelerini çiğneyerek yapmıyor. Büyük konuşup, sonra tükürdüğünü yalar yutar konumlara düşmüyor. Hem merkezi hükümete destek veren hem IKBY ile sıkı fıkı olan ABD’ye tavır alırken bunu lafta bırakmıyor. ABD’ye karşı kullanacak bir kozu yok ama bölgesindeki diğer güçlerle kurduğu ilişkiler üzerinden ABD’ye ciddi “ayar” çektiğini bilmeyen yok.

Irak, anayasası bile ABD tarafından yazılan bir ülke, malum. ABD, askerlerini çektikten sonra Irak’a özel güvenlik şirketlerini doldurdu, bunların bu talihsiz ülkede yedikleri haltları bilmeyenimiz yok. İbadi, bunların ülkedeki faaliyetlerini kontrol altına almayı başardı.

Son bir kaç yıldır hem merkezi hükümetin tüm ülkede kontrolü sağlamasına çaba gösterirken bir yandan da IŞİD’e karşı mücadele sürdürüyordu. Bu mücadelede uzun süre yalnız bırakıldığı biliniyor. Bölgesinde çıkan petrolü merkezi hükümete danışmadan Türkiye’nin desteği, ABD’nin de göz yummasıyla dünya pazarlarına satan IKBY’nin peşmerge desteği vermemesi, ABD’nin IŞİD’e karşı uzun süre güç göndermemesi İbadi’yi Şii milis gücü Haşdi Şabi’nin oluşturulmasına yöneltti. Bunun ne kadar isabetli olduğunu söylemeye gerek yok. İran’ın da desteğiyle, aralarında çok sayıda Sünni Türkmen grubun yer aldığı Haşdi Şabi milis güçleri IŞİD’i büyük bir yenilgiye uğrattı. Bu ABD tarafından da kabul edilen bir gerçektir.

ABD’nin, İran ile Haşdi Şabi’yi kast ederek “IŞİD yenildi artık yabancı güçler Irak’ı terk etsin” çıkışına İbadi’nin nasıl karşılık verdiği unutulur gibi değil. “Bu bizim iç işimiz ABD karışamaz” demişti İbadi ki, ABD bu tavrını sürdüremedi daha sonra. İbadi bununla kalmadı, inat edercesine İran’a bir ziyaret de gerçekleştirdi.

Komplekssiz, politikada heyecanın ya da hamasetin değil, olgunluğun geçerli olduğunu bildiğinden daha bir kaç ay önce kendisine “kalitemde, karatımda değilsin” diyen AKP Genel Başkanı’nı da ziyaret etti. Genel Başkan, “karatı”nda görmediği İbadi’nin elini Kürt Bağımsızlık referandumunu önlediği için herhalde, minnettarlığından sıkmak zorunda kaldı. “Bükemediği eli sıkmak” böyle bir şey demek ki.

AKP Genel Başkanı şimdi IKBY Başbakanı Neçirvan Barzani’ye bir süreden beri randevu vermiyor. Gerekçe olarak da mevki olarak denk olmayışını gösteriyor söylenenlere göre. Malum, AKP Genel Başkanı aynı zamanda Cumhurbaşkanı, Neçirvan Barzani ise Başbakan. Oysa AKP Genel Başkanı Cumhurbaşkanı, B aşbakan Barzani’yi, Irak merkezi hükümetini ciddiye almadığı zamanlarda da, İbadi’yi kendi “karatında, kapasitesinde” görmediği  zamanlarda da kabul edip görüşmüştü. Benim anımsadığım 28 Agustos 2014’de, 11 Nisan 2016’da, 23 Kasım 2016’da görüştüğüdür.

Haydar el İbadi, ileride geri alacağı sözler eden bir lider değil. Duruma göre kelam eden, tavır değiştiren biri de değil. ABD’ye yeri gelince diklenen, örneğin ABD kızacak diye İran’a gitmekten vazgeçen biri hiç değil.

Çin’den ABD’yi kızdırmamak için füze almaktan vazgeçen Türkiye’yi düşünürseniz İbadi’ninki büyük cesaret doğrusu.

Yaptığı ile ettiği bir olan lidere hayranlık duyuyor doğrusu insan.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

İslamcılar Atatürkçü olur mu, Atatürkçüler İslamcılara destek verir mi? - FATİH YAŞLI

İktidar partisinin ulusal gün ve bayramları bilinçli bir şekilde önemsizleştirip itibarsızlaştırma çabasının en önemli sonucu bu günlerde yapılan anma ve kutlamaların devlet merkezli olmaktan çıkması ve halk tarafından sahiplenilmesi oldu. Artık stadyumlara, çelenk bırakma törenlerine, devlet protokolüne sıkışmış günler ve bayramlar yok, sokakta, şenlik havasında, cumhuriyet kavramına daha uygun anmalar, kutlamalar var, iyidir.

İyidir, olumludur ama işin bir de diğer yanı var.

O diğer yan ise bu anma ve kutlamaların çoğu kez politik bir bilinçle gerçekleştirilmekten uzak oluşu ve bir tür romantizme ve nostaljiye hapsedilmiş olması, politik bir tutumu ortaya koymaktan ziyade, “şu kadar kişi bir araya gelip Atatürk yazdı” ya da “şu kadar metre uzunluğunda bayrak taşındı” örneklerinde olduğu gibi içerikten yoksun bir tür gösteri performansı sergilemeye dayanması.
Bunun gerisinde ise “hakikatten kaçış” ve buna bağlı bir apolitizm var. İmam-hatipleştirme nedeniyle, mahallelerinde çocuklarını gönderecekleri normal okul kalmayan, bu gerici müfredata maruz kalmasınlar diye her türlü yolu deneyen insanlar, daha geçen hafta müftü nikâhı yasalaşmamış ve Medeni Kanun fiilen ilga edilmemişçesine, “Cumhuriyet dimdik ayakta” gibi bir fanteziyi dillendirebiliyor, hiçbir şey yokmuşçasına, sanki ülkede fiili bir şeriat rejimi yürürlükte değilmişçesine davranabiliyorlar.

Velhasıl, Cumhuriyet Bayramı’nda ya da ulusal günlerde romantizm var, nostalji var ama politika yok, gelişmiş bir politik bilinç yok, çünkü bu kitlelere bir doğrultu, bir yön çizebilecek, politize edebilecek bir örgütlülük ve politik önderlik yok.

İşte iktidar partisi tam olarak bu politik bilinç zayıflığına ve politik önderlik yoksunluğuna güvendiği için bu kadar rahat, bu zayıflık ve yokluk nedeniyle yandaş medyada “Erdoğan Atatürkçü seçmene yönelecek, AKP Atatürkçülük yapacak” yazıları böylesine rahat ve pervasızca yazılabiliyor, iktidar böyle politik manevralara kolaylıkla girişebiliyor.

Hayır, Erdoğan da AKP de, kendisine Atatürkçü diyen insanların politik bilincindeki zayıflığına ve politik önderlikten yoksunluğuna rağmen, akın akın sandığa gidip kendilerine oy vermeyeceğini biliyor, böyle bir şey yok, böyle bir şey olmadığının onlar da farkında ve bu nedenle dert de, niyet de, iddia edildiğinin aksine doğrudan sandıkla ilgili değil, seçimler bunun bir çıktısı olabilir ancak.

Ne demek istiyoruz peki tam olarak?

Anlatalım: Buradaki esas mesele, Atatürkçü, cumhuriyetçi kitlelerin sandığa gidip kendilerine oy vermesini sağlamak değil, bunun olmayacağını zaten biliyorlar. Mesele dışarıdan gelecek basınç arttıkça, örneğin Sarraf davası üzerinden hükümet daha çok sıkıştırıldıkça, ekonomik kriz derinleştikçe, Kürt sorununda güvenlikçi politikalar devam ettikçe ve birtakım askeri maceralara girişildikçe, Atatürkçü ve cumhuriyetçi kitlelerin tüm bunlar üzerinden yükselecek bir hoşnutsuzluk dalgasının merkezine yerleşmesini engellemeye çalışmak.

Yani toplumun en az yarısını oluşturan, çoğunluğu eğitimli ve büyük şehirlerle bu şehirlerin merkezlerinde yaşayan, dünyayı takip eden insanların sandığa gittiklerinde kendilerine oy verip vermemeleri değil esas mesele iktidar açısından. İçeride ve dışarıda sıkışma ivme kazandıkça, bu sıkışmanın iktidarın değil Türkiye’nin sorunu olduğuna, iktidara yönelik basıncın Türkiye’ye yönelik basınç olduğuna, meselenin bir kişinin ya da bir partinin meselesi değil tüm Türkiye’nin meselesi olduğuna bu kitleleri ikna etmek ve sesli ya da sessiz onaylarını almak, en azından tarafsız kalmalarını sağlamak.

Bugün ortada MHP ve BBP’nin, yani Türk milliyetçiliğinin iki partisinin de dâhil olduğu bir “Milliyetçi Cephe” koalisyonu var, buna Perinçek çizgisindeki ulusalcıları da ekleyebiliriz. Bu koalisyonun söylemi Türkiye’nin emperyalizmin saldırısı altında olduğu, dışarıdan ve içeriden Türkiye’nin parçalanmaya çalışıldığı, bu saldırı ve parçalanma sürecine karşı iktidarın yanında saf tutmanın milli bir görev anlamına geldiği üzerine kurulmuş durumda. Atatürkçüler ve cumhuriyetçiler ise hem koalisyonun hem de bu söylemin dışındalar evet ama yine de bu, örneğin 15 Temmuz sürecinin ya da El Bab operasyonunun ortaya koymuş olduğu gibi, bu söylemden etkilenmeyecekleri ve iktidara aktif bir destek sunmasalar da, pasif bir tutum almayı seçmeyecekleri ve bu anlamda iktidara bir kredi açmış olmayacakları anlamına gelmiyor.

Dolayısıyla ortada doğrudan sandığa yansıması beklenen bir stratejiden ziyade, söz konusu kitleye yönelik bir pasifikasyon ve “tarafsızlaştırma” siyaseti bulunduğunu ve esas meselenin bu kitleyi politize olmaktan ve örneğin Gezi’deki gibi sokağa yönelmekten uzaklaştırmakla ilgili olduğunu söyleyebiliriz. Bunun için ise daha çok Atatürk vurgusuna, daha çok Cumhuriyet demeye, Cumhuriyet’in değerleriyle kavga etmekten kaçınmaya ihtiyaçları var, zaten yapmaya çalıştıkları şey de bu.

Peki bu mümkün mü?
Bir yere kadar evet, apolitizm ve politik önderlik yoksunluğu bunu bir yere kadar olanaklı kılıyor ama yine de bunun sınırları var. Örneğin “diktatörlük” tartışması başladığında, iktidardakiler refleksif olarak CHP’ye dönüp “diktatör arayanlar geçmişlerine baksınlar” dediklerinde, insanlar kimin kastedildiğini gayet iyi biliyor, görüyorlar. Ya da dinselleşme politikalarının gündelik hayatları üzerindeki etkisini, özellikle çocukları ve eğitim sistemi üzerinden, doğrudan gözlemleyebiliyorlar.
Peki bu yeterli mi? Hayır. Bu kitle hızla politize olmadan, bu kitle bir politik program ve doğrultuda hareket etmeden, siyasetin sandıktan ibaret olduğu fikrinden vazgeçmeden, fiili şeriat rejiminden kendisinin de, ülkenin de kurtulması mümkün olmayacak. Tam da bu nedenle hem kendisine Atatürkçü diyenlerin hem de solun kitleselleşmesi ve toplumsallaşmasının öncelikli görev  olduğuna inananların, bu politikleşme süreci üzerine düşünmeleri kaçınılmaz bir zorunluluk taşıyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Tehdit iddiası - ÖZGÜR MUMCU

Gelişmeleri iktidar medyasından takip edenlerin büyük çoğunluğu Balıkesir Belediye Başkanı Ahmet Edip Uğur’un istifa ettiğini öğrenemedi. Ancak gazeteleri satır satır okumaya meraklılar, istifa haberine gazetelerinin kıyısında köşesinde rastlamış olabilir. Ana akım adı verilen medya da Uğur’un sert bir açıklama yapacağını öğrenmiş olsalar gerek ki, istifa açıklamasını canlı yayımlamaya cesaret edemediler. 
 
Oysa Balıkesir Belediye Başkanı, bir demokraside asla duyulamayacak bir meseleyi dile getirdi. Açık bir şekilde, ailesine kadar varan baskı ve tehditlere dayanamadığı için istifa ettiğini açıkladı. Bir dönem AKP’nin mali ve idari işlerden sorumlu genel başkanlığı görevini de sürdürmüş olan Uğur, yeni bir AKP’li siyasetçi değil. Dolayısıyla 15 Temmuz’dan sonra çok konuşulan görevlendirmelerde “liyakat”ın gereği tartışmalarını da hatırlatan “sadakat liyakatin önüne geçmiş gibi görülmüyor mu” isyanının da altı çizilmeli.

 Saray Rejimi” kitabıyla tanınan akademisyen Deniz Yıldırım’ın görevden alınan AKP teşkilat yöneticileri ve belediye başkanları hakkındaki tespiti önemli. Yıldırım’a göre görevden almalar ya da istifaya zorlamalar, çoğu durumda, referandumda MHP oylarını Evet blokuna çekemeyen yerlerde gerçekleşiyor. 
 
Hakikaten de mesela Balıkesir’de kasım seçiminde AKP ve MHP’nin toplam oyu yüzde 60’larda seyrederken, referandumda Evet oyu AKP’nin oyu olan yüzde 45’i aşamamış. 
 
Erdoğan’ın Başkanlık rejiminde MHP olmazsa olmaz bir unsur. Erdoğan, iktidarını sürdürmek için, özellikle başkanlık seçiminde milliyetçi oyları cepte görmek zorunda. 
 
Oysa Balıkesir örneği gibi örneklerde net bir şekilde AKP-MHP ittifakının eridiği gözlemlenmekte. Bu da ilerisi için müthiş önemli bir tehlike sinyali. Aynı zamanda hem AKP hem CHP ve doğal olarak MHP tabanından oy almayı hedefleyen Meral Akşener’in partisinin etkin bir performans sergilemesi durumunda bu erime daha da hızlanacaktır. 
 
Elbette istifaya zorlama konusunda başka sebepler de vardır, ancak Deniz Yıldırım’ın dikkat çektiği husus da değerlendirmeye alınmalı. 
 
İşin bu yanı böyle. Gelgelelim işin bir de diğer yanı var ki insana bu siyasi iklimde nasıl seçime gidilecek sorusunu sordurtmuyor değil. 
 
Zamanında genel başkan yardımcılığı da yapmış bir belediye başkanına istifa et deniyor. O belediye başkanı bu talebe direnebildiği müddetçe direniyor. Diğer belediye başkanlarının gönülsüz istifaları sonucunda dayanamayıp o da istifa ediyor ve kameralara bunu ailesine yönelik tehditler nedeniyle yaptığını ifade ediyor. 
 
Kimdir belediye başkanını tehdit edenler?
 
Nedir bu tehditlerin içeriği?   

İktidar medyası neden bu tehdit iddialarının üzerini örtmektedir?
 
Kendisi de hukukçu olan hükümet sözcüsü Bekir Bozdağ, resen soruşturulması gereken tehdit iddialarını neden yasal yollar açık diye geçiştirmektedir?
 
Kendi partisini bu yöntemlerle yönetenlerin ülkeyi böyle yönetmesine şaşmalı mı?
 
Muhalefet hukuk devletinin önemini ısrarla savunurken seslerini çıkarmayan hatta dalga geçenler, bugün hukuk devletinin kendilerine de lazım olduğunu en çarpıcı biçimde fark etmektedirler. 
 
Oh olsun diyecek halimiz yok. Hukuk devletinin bir lüks değil bütün vatandaşların insanca yaşaması için bir önşart olduğunu ne kadar çok kesim anlar ve savunursa demokrasinin geleceği için umutlar o kadar artar.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Hanginiz daha zengin? - HAYRİ KOZANOĞLU

Servet raporuna göre dünyada 1542 kişinin 1 milyar doların üzerinde serveti var. Buna rağmen, raporun sorumluları zengin-yoksul uçurumunun “geri tepeceği” uyarısında da bulunuyor.

İsviçre Yatırım Bankası UBS ve çokuluslu danışmanlık şirketi Pricewaterhouse Coopers (PwC)’ın 2017 servet raporu geçen hafta yayımlandı. Geride bıraktığımız yıl dolar milyarderlerinin servetlerine servet kattıkları, toplam varlıklarının tam %17 sıçradığı ortaya çıktı.
Gerçi düşük faiz ve vergilerin kamçılamasıyla tüm dünyada borsalar yükseldi ama, 2017’de hisse senetleri ortalama % 8.5 artarken, milyarderlerin serveti bu performansı ikiye katladı. Dünyada tam 1542 kişinin 1 milyar doların üzerinde serveti bulunuyor. “Milyarderler kulübü”, toplam 6 trilyon dolarlık malvarlığını kontrol ediyor.

2017’de Çin öncülüğünde Asya’daki milyarder sayısı ABD’yi solladı. Ama hâlâ, toplam servetin neredeyse yarısı, 2.8 trilyon dolar Amerikalı süper zenginlere ait.
Raporu hazırlayan kuruluşların gelirleri, büyük ölçüde bu ultra zenginlerden elde edilen komisyonlardan ve danışmanlık hizmetlerinden kaynaklanıyor. Buna rağmen, raporun baş sorumlusu Joseph Stadler, zenginler ve yoksullar arasında açılan uçurumun “geri tepeceği” uyarısında bulunmaktan çekinmiyor.

Belli ki, UBS ve PwC velinimetlerinin varlığına yönelik bir toplumsal patlamaya karşı, uyarıda bulunma sorumluluğu hissediyorlar.

Stadler, “Bir kırılma noktasındayız. Servet yoğunlaşması Amerika’da ‘Gilded Age’ (Yaldızlı Çağ) diye bilinen dönem kadar yüksek” diyerek, 19. Yüzyıl’ın “tekeller dönemine” gönderme yapıyor.

Yine tekeller çağındayız
1870’lerden 1900’lerin başına kadar süren söz konusu zaman diliminde, ABD’de hızlı sanayileşme ve aşırı zenginleşme sosyal patlamaları getirmişti. Petrol, çelik, şeker ve pamuk az sayıda tröst tarafından kontrol edilirken; “hırsız baronlar” lakabıyla anılan Cornelius Vanderbilt demiryollarını, Andrew Carnegie çeliği, JP Morgan finansı tekelleri altına almıştı. 1901’de Theodore Roosevelt’in seçilmesiyle, “İlerici Çağ” adı verilen dönemde ise tekeller parçalara ayrılmış, servet vergileri konulmuştu.Şimdi de, ilaç, telekomünikasyon, sosyal medya, internet arama sektörleri başta olmak üzere, küresel bir tekelleşme söz konusu. Haliyle de servet, bu işkollarının “baronlarında” yoğunlaşıyor. Microsoft patronu Bill Gates’in malvarlığı 88 milyar dolar, Amazon CEO’su Jeff Bezos’un malvarlığı ise sırf perşembe günü 7 milyar dolar artışla, 90 milyar dolar olarak hesaplanıyor.
Bugün, dolar milyarderlerinin yaş ortalaması 63 iken, rapor 20 yıl içerisinde 70’e yükseleceğini öngörüyor. Haliyle zenginlerin en önemli kaygıları, vergi ödemeden bu serveti veliahtlarına aktarmak.

ABD’de “çaresizlik ölümleri”
Madem küresel milyarderlerin yoğunlaştığı başlıca merkezler ABD ve Çin, geçen haftanın buralardaki gündemlerine bir göz atmakta yarar var.
26 Ekim Perşembe günü, ABD Başkanı Donald Trump, geçen yıl ülkesinde uyuşturucu bağımlılığından 64 bin kişinin öldüğünü açıkladı. Bunlar sırf yaşamını kaybedenler; düzeni altüst olan, işini kaybeden, ailesi dağılan milyonlar da cabası. 2015 Nobel ödülü sahibi Angus Deaton’un, Anne Case ile yürüttüğü araştırma, “çaresizlik ölümlerine”, yani alkol, uyuşturucu, intihar kaynaklı vakalara, en fazla, orta yaşlı, lise ve daha az eğitimli beyazlar arasında rastlandığını gösterdi.
Peki Trump bu sosyal sorunlara çözüm aramakla mı meşguldü? Ne gezer! Aynı saatlerde Temsilciler Meclisi, Kurumlar Vergisi’ni %35’ten %20’ye indirecek, yani zenginlerin ceplerini dolduracak yasayı geçirmek çabasındaydı. Nitekim, uzlaşma sağlanıp da, Trump’ın ekonomi politikalarının rayına girdiği algısı oluşunca dolar yükseldi, TL’nin 3.80’nin üzerine fırladığı gözlendi.
Trump’ın vergi paketinin en kritik bir maddesi de, büyük toprak ve gayri menkullerin intikal vergisi. Diğer bir ifadeyle, Bill Gates benzerlerinin, milyar dolarlık mal varlıklarını varislerine kuruş vergi ödemeden geçirmelerini kolaylaştıran düzenleme.
Özetle, Trump’ın ülkesindeki dolar milyarderlerini denetim altına alacak hiçbir önleme başvurmaya, niyeti bulunmuyor. Aslında bu durum, temsil ettiği sınıf çıkarları göz önüne alınırsa şaşırtıcı değil; garip olan, seçimlerde kendisine en büyük desteğin “alkol, uyuşturucu, intihar” batağına sürüklenmiş, “yanlış bilinç” tutsağı, mavi yakalı beyaz işçilerden gelmesi.

Çin’in 318 milyarderi var
UBS ve PWC’nin araştırmasına göre, Çin’de ise, tam 318 dolar milyarderi bulunuyor. Raporun yayımlanmasından bir hafta önce toplanan Çin Komünist Partisi (ÇKP) 19. Kongresi Başkan Xi Jinping’in gücünü pekiştirmesine sahne oldu. Xi, Mao Zedung ve Deng Xiaoping’le aynı “ayar” kabul edilerek, ismi parti tüzüğünde zikredildi. Xi, kongrede özetle, Çin’in “büyük güç” haline geldiğini, artık dünya sahnesine arz-ı endam ettiğini vurguladı.
Hızlı büyüme temposuyla, Çin’de mutlak yoksulluğun gerilediği doğru. Ama bu ülkede gelir ve servet dağılımının hızla bozulduğu gerçeğini değiştirmiyor. ÇKP’nin, “nomenklatura”sı, diğer bir ifadeyle yandaş çevreleri etrafında “yeni bir burjuvazi” şekilleniyor. Ulusal Halk Kongresi’nin kendi beyanına göre, Çin’deki servetin üçte biri, “dünyaca meşhur” %1’lik kesimin “Beijing temsilcilerinin” elinde toplanmış durumda. Servetin kaynağı da, büyük ölçüde emlak spekülasyonu.Önde gelen zenginlerin birçoğu bizzat ÇKP kongresinin delegeleri.
Kısaca, Xi yolsuzlukla mücadeleyi öne çıkarırken, komünist partisinin iktidarda bulunduğu, dünyanın ikinci büyük ekonomisi Çin yönetiminde , ne dünyadaki, ne de kendi ülkelerindeki gelir ve servet dağılımı bozukluğu ile ilgili, ciddi bir rahatsızlık gözlenmiyor.

Lenin’e, Mustafa Kemal’e, Mao’ya saygı borcu

 Dünyanın emekçileri, ezilenleri için hâlâ tarihin en önemli kavşak noktası olan Ekim Devrimi’nin 100. Yıldönümü’ne denk gelen şu günlerde, The Economist dergisi tarafından, “21. Yüzyıl’ın çarı” ilan edilen, Rus Devlet Başkanı Putin’in servetinin 24 milyar dolar civarında seyrettiği iddiası paylaşıldı. Emperyalizme ve gericiliğe karşı çetin bir mücadele sonucu kazanılan Cumhuriyetimizin 94. Yıldönümünü kutladığımız aynı dönemde, RTE’nin de Saray’ındaki oda sayısına mütenasip bir servete hükmettiğini tahmin etmek zor değil. Trump’ı zaten önce şişkin dolarları marifetiyle tanıdık. ‘Hangisi en zengin’ sorusuna şıp diye cevap vermek gerçekten kolay değil.

Ağzımızı dolarla açıp borsa endeksiyle kapadığımız; liderlerin servet yarıştırdığı bir çağda; parayla, pulla, mal-mülk istif etmekle hiç işleri olmamış tarihi kişiliklerin sırf bu erdemlerini hatırlamak bile , V.I. Lenin’in, Mustafa Kemal’in, bir yıl gecikmeyle ‘Kültür Devrimi’nin 50. yılında Mao Zedong’un anıları önünde saygıyla eğilmek için yeter…

Hayri Kozanoğlu / BİRGÜN

Devrimci Doğan - ORHAN GÖKDEMİR

Cumhuriyetin kuruluşundan üç yıl sonra, 1926’da doğdu. Neredeyse cumhuriyetle başlayan bir hayattan söz ediyoruz. Demek ki 1960’lı yıllarda devrimle, cumhuriyetle aynı yaştaydı. Fakat 40 yıl sonra cumhuriyetin hali pek iç açıcı değildi. ABD, NATO, uluslararası sermaye ve onun işbirlikçilerinin eline düşmüştü vatan. Bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve her köşesi bilfiil işgal edilmişti. İktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet, hatta hıyanet içindeydi.
Devrimci doğanlar görüyordu; İstiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu.
Devrimci doğan devrimci ölür. Doğan Avcıoğlu bir devrimciydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine yön arayışıdır hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve vatanın bu yola ancak devrimle sokulabileceğini görmüştü.
Doğan Avcıoğlu Türkiye’nin en üretken aydınlarından. Sadece kitapları ile değil kurucusu ve yazıcısı olduğu dergilerle bir döneme damgasını vurdu.
“Yön” dergisi ile büyük bir aydın hareketinin öncüsü ve taşıyıcısı oldu.
“Devrim” dergisi ile bir aydın hareketi yaratmaya çalıştı. Araştırırken, yazarken hep devrimi düşünüyordu. Bir yandan Türkiye’nin çürüyen düzenini çözümlüyor, diğer yandan o çözümlemeden yola çıkarak ülkeye bir “yön” tayini yapmaya çalışıyordu. Genç cumhuriyetin eksik bıraktığı “Türklere bir tarih oluşturma” işini neredeyse tek başına omuzlamaya çalıştı. Kurtuluş savaşının tarihini yazmak gibi devasa bir işin altından başarıyla kalktı ve “Türkiye’nin Düzeni” ile Tanzimat’tan bu yana ülkenin yön arayışının çarpıcı bir analizini yaptı.
Bütün bu dönem boyunca sadece yazdıkları ile değil, yaptıkları ile de aydın hareketinin en önemli figürlerinden oldu. 1960’lı yıllar, ancak Doğan Avcıoğlu ile birlikte bakıldığında anlaşılabilir. O, bugünün olduğu kadar dünün anahtarıdır.

***

Yeni kuşaklara anlatalım bir parça… Bursa’nın Mustafakemalpaşa İlçesi’nde doğdu. Nüfus kütüğüne göre adı Mehmet Erdoğan. Babası Ahmet Celalettin ve annesi Pakize Avcıoğlu öğretmendi. Bursa Erkek Lisesi’ni ve İstanbul Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. Paris Siyasal Bilimler Okulu’nda master yaparken Aydın Yalçın’ın Forum Dergisi’ne yazdı. Paris’ten sonra bir süre de Londra’da kaldı. Yaşamı boyunca mücadele edeceği liberal ekonomi ve liberal demokrasi üzerinde çalışmalar yaptı.
Türkiye Ortadoğu Amme İdaresi Enstitüsü’nde asistan oldu dönüşte. 1956’dan itibaren, Paris’ten okul arkadaşı Metin Toker’in haftalık Akis ve Kim dergilerinde, Ulus Gazetesi’nde makaleler yazdı. 1957’de CHP Araştırma Bürosu’nda Osman Okyar, Turhan Feyzioğlu, Bülent Ecevit ve Coşkun Kırca ile birlikte çalıştı. 27 Mayıs 1960 müdahalesinden sonra Kurucu Meclis’in Temsilciler Meclisi’ne üye seçildi. 1961 Anayasası’nın hazırlanmasına katkıda bulundu.
1961’de Mümtaz Soysal ve Cemal Reşit Eyüpoğlu’yla birlikte kurduğu haftalık Yön dergisiyle siyasal düşünce ortamının yeniden şekillenmesinde etkin rol oynadı. Yön dergisi “Kemalist sosyalizm”in izindeydi. Kemalist devrimin kazanımlarını savunan ve bunu sosyalizme taşımayı savunan görüşleri büyük bir aydın hareketine dönüştü. 20 Aralık 1961’de, derginin ilk sayı için hazırlanan ve 1042 kişinin imzaladığı Yön Bildirgesi hala ülkenin siyasal tarihinin en önemli aydın çıkışlarındandır.
1962’de kurulan Sosyalist Kültür Derneği’nin önde gelen isimlerinden. “Yön arayıştı; şimdi yönün ne olduğu bellidir; devrim” diyen Avcıoğlu 21 Ekim 1969’da haftalık “Devrim” dergisini çıkardı. Devrim’de “devrim”in Kemalist aydınların yol göstericiliğinde ve Kemalist “genç subay”ların öncülüğünde geniş bir cephe tarafından Milli Demokratik Devrim olarak gerçekleştirilebileceğini öne sürdü.
Avcıoğlu devrime hazırdı ancak şartlar onun planladığından bambaşka gelişmelere yol açacaktı. 1960’ların ilerici dalgası 12 Mart’ta bir askeri darbeyle durdurulmaya çalışıldı. Darbenin ardından “orduyu başkaldırmaya teşvik” iddiasıyla tutuklandı, Ankara Mamak Askeri Cezaevi’ne tıkıldı. Yattı, çıktı. Büyük bir hayal kırıklığıyla 1973’te “pratik” işlerden çekildi.
Ancak 1960’lı yılların dalgası henüz geri çekilme noktasında değildi. Gelişmeler o askeri darbenin setini de yıkıp geçti. Arkasından 12 Eylül geldi. Devrimci doğanlar için uzun gericilik döneminin kapısı sonuna kadar aralanmıştı. Devrimci Doğan’ı işte o yıllarda kaybettik.
28 Şubat ve Ergenekon davaları da bu büyük hesaplaşmanın son adımlarıydı. 1960’lı yıllarda başlayan ikinci devrimci dalga böylece durdurulmuş oldu.
***
Cumhuriyetin devrimci döneminin kapanmasıyla baş gösteren ağır bir gerici karanlık dönemin içinden sıyrılıp geldi. Solcu olmanın, ilerici bir tutum takınmanın cezasının işkence, işsizlik, açlık, sürgün, hapis olduğu o dönemde bize “sosyalizm”i, “Kürt sorunu”nu, Nazım Hikmet’i öğretti.
Cumhuriyet yönünü kaybetmiş ve devriminden ürkmüştü. Onun yarım bıraktığı işleri hırsla, inatla, ölümüne çalışarak tamamlaya çalıştı. “Milli Kurtuluş Tarihi”ni, “Türkiye’nin Düzeni”ni, “Türklerin Tarihi”ni yazdı. Bunlar bir halk yaratmanın, ulus olmanın büyük entelektüel arayışıydı.
Avcıoğlu Cumhuriyetin ilerici birikimlerinin bir temsilcisiydi. Kapitalizme ve emperyalizme karşı ekonomik bağımsızlığı savunuyordu. İlericiydi. Gericiliğin Türkiye’deki egemen sınıfların temel tercihlerinden biri olduğunu her fırsatta söylüyor, yazıyordu.
Ülke hızla gericileşiyor, düzen cumhuriyetin kazanımlarından vazgeçiyordu. Çünkü kapitalizmin yoluna girmiş, emperyalizme bağımlı olmuştu. Öyleyse gericileşmenin durdurulmasının yolu emperyalizme ve kapitalizme direnmekten geçiyordu. O şartlarda istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti doğmuştu, müdafaa etti. Doğan Avcıoğlu fikriyatı ve pratiği budur.
Şöyle demişti yıllar önce: “Atatürk devrimleri hızını kaybettiğinden beri, Türkiye’yi, başta bulunanlar kim olursa olsun, toplumun en muhafazakâr kuvvetleri idare etmektedir. İsmine ister kasaba eşrafı deyin, ister toprak ve sermaye ağası deyin, mutlu azınlık deyin, bu kuvvet siyasi hayatımıza hâkim. Çok partili hayat bir dereceye kadar halka sesini duyurma imkânı getirdiği için ilerici bir adım olmakla beraber, esas itibariyle muhafazakâr kuvvetlerin durumunu sağlamlaştırmıştır. Bütün siyasi partiler onların nüfuzları altında. Parlamentoda onların türküleri çağrılıyor.”
Bugün içinden geçtiğimiz karşı devrim, Doğan Avcıoğlu tezlerinin ne kadar güncel olduğunun delilidir. Bugün de bütün siyasal partiler gericiliğin nüfuzu altında, parlamentoda, okulda, sokakta, kışlada, camide onların türküleri çalınıyor. Bugün de istiklal ve cumhuriyeti müdafaa mecburiyeti yakıcı bir sorun olmayı sürdürüyor. Ve dün olduğu gibi bugün de bu gerici dalgayı durdurmanın yolu emperyalizme ve kapitalizme karşı direnmekten geçiyor.
Yarının Türkiye’si işte bu amansız mücadeleden çıkacak. Ya gerici bir dalga ile savrulan, duraklayan, gerileyen devrim tamamlanacak, ya da gericilik devrime galebe çalacak. Tezleri düne olduğu kadar yarına da ışık tutmaya devam ediyor özetle.

***

Devrimci doğan devrimci ölür. Doğan Avcıoğlu devrimci doğmuş bir cumhuriyetçiydi. Yönünü kaybetmiş ülkesine bir yön arayışıdır hayatı. Sonunda yönü bulmuş ve bunun ancak devrimle gerçekleşebileceğini görmüştü.
Ölüm yıldönümünde, 4 Kasım’da Kadıköy’de dostlarıyla, okurlarıyla, sevenleriyle toplanıp anacağız hep birlikte. Düzen karşısındaki tavizsiz duruşundan, özenle geliştirdiği fikirlerinden feyz alacağız. Ve ne yazık uğruna yaşayıp öldüğü cumhuriyetin yıkıldığı, laikliğin darmadağın edildiği bir dönemde yapacağız bunları.

Bıraktığı yerdeyiz ve başladığı noktadayız. Gericilikle mücadele ediyoruz ve sosyalist bir cumhuriyet istiyoruz. Yine yeni bir “yön” tayinine ve yeni bir “devrime” ihtiyacı var vatanın. Sözümüz var; Bıraktığını tamamlayacağız. Anıyoruz, arıyoruz, yepyeni devrimci bir Doğan görüyoruz…
Başlıyoruz!

Orhan Gökdemir/ SOL

Erdoğan Atatürkçü olursa... - KEMAL OKUYAN

Uzun adam anti-emperyalist oldu, yavaş yavaş Cumhuriyetçi oldu, şimdi de Atatürkçü oluyormuş… Herkesin Cumhurbaşkanı diyeceklermiş ona…
Yeni strateji buymuş.
CHP içinden bu stratejiye destek verecekler çıkacakmış. Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra değişiyormuş. Ah, bir de laikliğin değerini kavrasaymış! Ama az bekleyin, iki vakte kadar o da olacakmış.
Hal böyleyken uluslararası güçler Erdoğan’ı sıkıştıracak, onu devirmek için fırsat kollayacakmış. Bu nedenle Erdoğan’ı savunmak vatan göreviymiş.

Ne güzel değil mi, bütün yollar Erdoğan’a çıkıyor ya da  Erdoğan bütün yollara çıkıyor!

Önce şuna açıklık getirelim: ABD ve diğer NATO ülkelerinin müdahale etmediği, köşeye sıkıştırmaya çalışmadığı, şantajla terbiye etmediği tek bir başbakan ya da cumhurbaşkanı bulamazsınız bu ülkenin tarihinde. Buna en Amerikancı olanlar da dahildir. Çünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin iç dinamikleri vardır, bu ülkede siyasetçilerin davranışları sadece Beyaz Saray stratejistleri tarafından belirlenmemektedir ve de giderek semiren patronlarımızın kâr arayışları Türkiye’nin uluslararası kapitalist sistem içindeki konumunda belli değişiklikleri zorunlu kılmaktadır.
Söylediğimiz kural Amerikancılıkları hiç tartışılamayacak Adnan Menderes, Süleyman Demirel, Kenan Evren, Turgut Özal, Tansu Çiller için de geçerlidir. Güçlü emperyalist ülkeler kendilerine yıllarca saygıda kusur etmeden hizmet veren aktörleri bile daha fazla kontrol etmeye, sıkı sıkıya kendilerine bağlamaya, gerekiyorsa da tasfiye etmeye çalışırlar. Burada yeni bir şey yok.

Emperyalistlerden ve uşaklarından her tür alçaklığı bekleyebiliriz.
Kimi siyasetçiler bu tür müdahaleleri uyum sağlayarak, geri adım atarak savuşturur. Kimileri ise manevra yapmayı ve arkasını güçlendirmeyi tercih eder; belki geri adım atacak yeri kalmamıştır, belki bir hesap hatası yapıyordur, belki uzlaşmanın ya da yeniden göze girmenin bedelinin çok ağır olduğunu hesaplıyordur, belki çaresiz olmadığını göstererek pazarlık masasında el yükseltiyordur.
Bunların önemli bölümünün Erdoğan için geçerli olduğunu düşünebiliriz.
Uluslararası koşullar da bu manevralar için uygundur. Emperyalist sistem içinde bir hegemonya krizi yaşanmaktadır. En tepedeki ABD en tepedeki yerini kaybetmektedir ama onun yerini alacak bir güç henüz ortaya çıkmamıştır. ABD hem bu durumun paniğini hem de benzersiz bir siyasi kilitlenmeyi yaşamaktadır. Onun hegemonyasını sürdürmesi, dünyadaki dengelere sürekli müdahale etmesine bağlıdır ama ne buna artık gücü yetmektedir ne de Çin ve Rusya onun hamlelerine izin vermektedir.
Bir garip durumdur bu; dünyanın mevcut durumundan memnun olması gereken ABD mevcut durumu değiştirmeye çalışmakta, en büyük ekonomik güç haline gelmeye başlayan Çin ise mevcut durumun değişmesini istememektedir çünkü zaman onun lehine işlemektedir!
 Burada Almanya’ya da değinmek gerek ama konumuz emperyalist dünyadaki tepişme değil.

Konumuz Erdoğan’ın Atatürkçülüğü!
Uluslararası koşullar burada şu nedenle önem kazanıyor: Emperyalist sistem ABD’den ibaret değil! Emperyalist sistem bugün bir-iki istisna ile bütün ülkeleri içine alan hiyerarşik bir yapı. Kapitalist sömürünün olduğu her yer bu kapsamda görülmeli. Bu sistemde herkes gücü oranında etkiye sahiptir, bu etkiyi başka ülkelerin ekonomik, siyasal ve kültürel yaşamını değiştirme yeteneğine kadar genişletebilen ülkelere emperyalist diyoruz. Dolayısıyla emperyalizm askeri müdahaleler, işgaller ya da bir dış politika pratiği olarak görülemez. Kapitalizmin tekelci aşamasının bir özelliğidir.
ABD ile sürtünmesi olan her ülkeye, her siyasetçiye anti-emperyalist demek cehalet değilse, sahtekarlıktır.

ABD emperyalizmine karşı olmadan devrimci, ilerici olunmayacağı çok açıktır ama tersi yeterli değildir. Dolayısıyla Erdoğan’ın ABD ile sürtünmesi ya da çelişkileri onun temel özelliklerini, değiştirmemektedir.

Zaten biraz da bu nedenle ısrarla sömürü düzenine karşı olmadan emperyalizmle hesaplaşamazsınız diyoruz.

Peki “renkli devrim” girişimlerine karşı ne yapacağız? Gerçek devrimciler yıllardır ve hemen her ülkede dolarla, CIA aklıyla, Alman vakıflarının himayesinde iş çeviren ve solculukla alakası olmayan bir muhalefet türünden uzak dururlar, durmalılar. Dahası onları teşhir görevi öncelikle devrimcilerindir. Erdoğan’ı iktidara taşıyan sözünü ettiğim işbirlikçileri de içine alan uluslararası bir operasyondu. Buna zamanında karşı duranlar, aynı operasyonla Erdoğan’ın köşeye sıkıştırılması veya alt edilmesine de karşı dururlar.

Ancak burada asıl taraflaşma Erdoğan’ın oradan oraya gezindiği düzen cephesi ile emekçi halk arasındadır. Karşı tarafta ABD ve diğerleri, bütün emperyalist sistem, patronlar, sömürü düzeni, gericilik bir bütün olarak yer almaktadır.

Erdoğan’ın kendi elini güçlendirmek için Atatürkçülüğe de başvuracak olmasının hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur.

 Mustafa Kemal, 1920’lerin başında bu coğrafyadaki saflaşmada devrim safında yer alan bir liderdir. Emperyalist işgale karşı durmuştur, gericiliğe karşı durmuştur, Sovyetler Birliği ile dostluğu tercih etmiştir. Erdoğan’ın öncülleri ise diğer taraftadır. Bu gerçek manevralarla değişmez.
Demeçlerine Atatürk’ün adını ekleyerek kendini aklayacağını sanıyorsa aldanıyor.
Bunu alkışlayanlar, bundan keyif alanlar bu düzenin sürmesini isteyenlerdir; halkın çıkarları, sömürü filan onların umurunda değildir.

Kemal Okuyan / SOL

İmparatorun - Sultanın Elçileri! - ÖZGEN ACAR

Dışişleri Bakanlığı, “diplomasi mesleğini” şöyle tanımlıyor: “Tarih boyunca devletlerin ulusal çıkarlarının korunmasında ve hatta ulusların kaderlerinin tayin edilmesinde belirleyici bir rol oynamıştır.”
 
Bu nedenle bakanlığa alınan büyükelçi olabilecek “meslek memurlarının” tanımlaması ise şöyle: “Dışişleri Bakanlığı’nın görevlerinin yerine getirilmesinde, çeşitli kademelerde görev ve sorumluluk alarak diplomasi mesleğini icra eden bakanlığın yönetici kadro memurlarıdır.”

 
Bu nedenle, bakanlığa alınan “büyükelçi adayları” çeşitli alanlardaki yazılı sınavların her birinden 100 üzerinden 70 geçer not almaları yetmez, başarı sağlayanlar ayrıca sözlü sınavı da başarmak zorundadırlar. 


Adayların ve sınav kâğıtlarının nesnel ve önyargılı müdahaleden uzak bir biçimde değerlendirilmeleri “Dışişleri Bakanlığı’na, bulunduğu saygın noktada tutan en önemli öğe” özelliğini vermektedir. 


Aday meslek memurları, önce temel eğitim, sonra daha kapsamlı hazırlayıcı eğitim ile yurtiçi ve yurtdışı staj görürler. Bakanlık piramidinde yükselirken çeşitli sınavlardan geçmenin yanı sıra, başarıları, mesleğe uyumları da dikkate alınır. 


40 yıllık meslek yaşamlarının sonunda herkes “büyükelçi” olamaz!


İmparatorun Büyükelçisi Japonya’nın yeni Büyükelçisi Akio Miyajima, geçen hafta AKP Reisi Umumisi olan Sultan’a güven mektubunu sunarak göreve başladı. Miyajima’yı biraz tanıyalım:
• 1994’te Vaşington Elçiliği’nde görevliyken 30 eyaleti gezerek Kongre ve Başkanlık seçimlerini izledi.
 2001’de Nev York’ta 9 Eylül saldırısından sonra Bakanlığının Kuzey Amerika Bölümü Müdürü oldu. Başbakan Junichiro Koizumi ile ABD Başkanı George Bush’u ağırladı. İki yıl sonra Başbakan’la birlikte Bush’un Teksas’taki çiftliğinde görüşmelere katıldı.
 2013’te Londra Büyükelçiliği Müsteşarı oldu.
 Hükümetin Uluslararası Barış İşbirliği Genel Müdürlüğü’ne getirildi. 


Sultanın Büyükelçileri

Murat Mercan: Sultan, AKP’nin kurucularından, Dışişleri Mesleki kadrosu dışından Mercan’ı Tokyo’ya büyükelçi atadı. Mercan’ı tanıyalım:
*Boğaziçi Üniversitesi Endüstri Mühendisliği Bölümü’nü bitirdi. ABD’de doktora yaptı. Cleveland ve Bilkent üniversitelerinde ders verdi.
*22 ve 23. dönem Eskişehir milletvekili idi. 22. dönemde Avrupa Konseyi Parlamenterler Birliği Türk Heyeti Başkanlığı’nı, 23. dönemde Dışişleri Komisyonu Başkanlığı’nı yürüttü.
• 24. dönem seçiminde liste dışı kalınca 2012’de Enerji ve Tabii Kaynaklar bakan yardımcılığına atandı, 2014’te istifa etti. 


Abdulkadir Emin Önen: Yeni Pekin Büyükelçisi Önen, “Atasay Kıymetli Madenler Anonim Şirketi’ni” Cihan Kamer ile birlikte kurdu. 2007 seçimlerinde AKP’den Şanlıurfa milletvekili adayı olunca şirketten ayrıldığını açıkladı.
Sultan’ın oğlu Bilal Erdoğan, Burak’tan gelini Sema’nın da Atagold’da ortak olduğu çeşitli kereler yazıldı. Atasay Kuyumculuk’un sahibi Kamer’in AKP’li milletvekilleri de ilginç bağlantıları bulunuyor. Kamer, Sultan’ı ailesiyle birlikte Florya’daki konutunda sıkça ağırlıyordu.
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, Sultan’a Ekrem Tosun’u tanıyor musun?” diye sormuş, “Tanımıyorum!” yanıtını alınca “Oğlu Bilal’e sorsun. O da bilmiyorum derse, Cihan Kamer’e sorsun!” demişti.
23. ve 24. dönem AKP Şanlıurfa milletvekili olan Önen, Sultan’ın “başdanışmanlık” görevindeydi.
Çin Halk Cumhuriyeti’nde “ithalat ve ihracat alanında faaliyet gösteren bir danışmanlık şirketinin kurucusu” Önen, şimdi Pekin’e büyükelçi yapıldı! 


Ayşe Hilal Sayan Koytak: Dışişleri bürokrasisi dışından ilk kez bir Arap ülkesine atanan kadın büyükelçi oldu.
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı iken, 36 yaşındaki ablası, Sultan’ın danışmanlığını da yapmış olan Fatma Betül Sayan Kaya’nın “bakan” olması üzerine görevinden istifa etti. 


Merve Kavakçı: Adı çok tartışılan, milletvekilliği iptal edilen ve aynı zamanda ABD vatandaşı da olan Kavakçı’nın Malezya’ya büyükelçi atanacağı temmuzda açıklanmıştı. Ancak son kararnamede yer almadı. Malezya’dan “kabul mektubunun” her nedense gelmediği anlaşıldı!


Özgen Acar / CUMHURİYET

Bir “İslami paganizm” figürü olarak Erdoğan - TAYFUN ATAY

Neil Postman’la Camille Paglia’nın unutulmaz bir sohbeti vardır (1991). “Harper’s Magazine”, onları New York’ta bir lokantada buluşturup konuşturmuştur. Konuşma, yazılı kültür çocuğu Postman’la görsel kültür çocuğu Paglia arasında müthiş bir “münazara” olarak şekillenir. Fakat bu “kaliteli tartışma”nın asıl konusu dindir (Türkçesi için bkz. “Birikim”, Sayı: 63, Temmuz 1994, Çev. Osman Akınhay).
“Televizyon: Öldüren Eğlence” yazarı (Ayrıntı Yayınları, 1994) ve kitap "savunman"ı Postman, günümüz görsel kültürünün kitabi dinlerin içsellik ve derinliğini, dolayısıyla kutsallığını kaybettirip onları alabildiğine dünyevileştirdiği iddiasındadır. Televizyonlu bir hayatın içine doğmuş kültür eleştirmeni Paglia ise televizyonun, Hristiyanlığın özellikle Katoliklikte belirginleşen “paganik” yönüne hitap ederek aslında dünyevileşmeye değil dinselleşmeye yol açtığı kanısındadır.
Paglia’ya göre, 20’nci yüzyıla damgasını vuran sinema da, televizyon da, pop kültür de ikonlar, ikonalar yaratmak, yaymak, benimsetmek anlamında “kutsal”ı yeniden var eden “pagan” pratiklerdir. Televizyonla birlikte kutsallığa temel oluşturan ruhsal aşkınlık duygusunun yitip gittiğini söyleyen Postman’ın aksine Paglia için televizyonla birlikte kutsal, her yerdedir.

***
 
Ben bu tartışmada Postman’a yakın düşerim. Ancak Paglia’nın söylediği her şeyin kategorik olarak reddedilebileceği noktasında da değilim.
Televizyonla, ekranla, görsel kültürle birlikte görüntünün bir kült ve fetiş kaynağı olma yolunda işlevselleştiği, dolayısıyla televizyonun paganik motivasyonu kışkırttığı önerisini ciddiye almak gerekir.
Şu şartla ki yine Postman’ın vurguladığı gibi, imgelerin “sekülerleştirilmesi” (dünyevileştirilmesi) denilen eğilimin, yani hem görüntülerin sık sık verilmesinin, hem de görüntü ile ticarileştirme arasındaki “rezil” bağın dinsel sembolizmi yok etmesi, semavi tektanrıcılık kadar, pagan çoktanrıcılık için de geçerlidir. Çünkü ne kadar ikon, ikona üretim tezgahı da olsa ekran, sonuçta kutsal yaratmak (“enchantment”) değil, eğlence yaratmak (“entertainment”) peşindedir.

***
 
Bunları bana yazdıran, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’da açılış törenine katıldığı Melike Hatun Camii’nde Kur’an okuduğunda ortaya çıkan “manzara”.
İki gündür sosyal medyada sular seller gibi (Postman’ın vurgusuyla, “sık sık”) akmakta olan görüntülere bakın!..

İslam’ın da şu “elektro-dijital zaman”da artık görselliğin “paganik” itkili çekiciliğine kapıldığını hissedeceksiniz!..
Hele Cumhurbaşkanı ile aynı saftaki cami imamının Erdoğan Kur’an okurken öne doğru kaykılıp elindeki cep telefonuyla çekim yapmak için kıvranışını hiç kaçırmayın!
“Din-i İslam” adına Kur’an’ın ve “Yaratıcı”nın değil, tüm somutluğuyla Recep Tayyip Erdoğan’ın öne çıktığını/çıkarıldığını düşünmeden edemeyeceksiniz!..

***
 
Cumhurbaşkanı’nın Kur’an okumasında sorun yok. Sorun, “sunum”da…
İmam-Hatip kökenli Erdoğan tabii ki Kur’an okuyacaktır. Karşımızda değme âlime, hocaya, şeyhe, hatta Cübbeli’ye, diğer “İsmail Ağa”cılara, yanı sıra Menzilcilere, Süleymancılara taş çıkartacak kadar dini iyi bilen bir siyasi lider, daha doğrusu muktedir var.
O yüzden hep söylüyoruz, bu saatten sonra tarikatlardan, cemaatlerden bir cacık olmaz.
Mesele, Erdoğan’dan Türkiye’ye, bize, hepimize ne olacağıdır!..

***
 
Bu soruya da din bağlamında, yani dine ne oluyor, ne olacak diye baktığımda, işte Ankara’daki görüntüyü Postman-Paglia tartışmasıyla buluşturarak başlığa da yansıyan sonuca varıyorum: Bir “İslami paganizm”e doğru gidiyoruz!..
Camideki görüntü, Kur’an’ın ve onun "sahibi"nin kutsallığından ziyade Erdoğan’ın kutsallığını duyumsatıp telkin etmekte bize…
Kul, Kur’an okuyacaktır. Lâkin bu kul, başkalarınca “kült” kılınmışsa, cami imamı bile nerede olduğunu, neyle vazifelendirildiğini unutup “Reis”in Kur’an tilavetini “görüntüleme” derdine düşmüşse artık ortada Allah’ın geri plana itildiği bir durum var diye düşünmek de kaçınılmazlaşmaktadır.
Bu, bilincinde olunsun olunmasın, paganizme çalan bir motivasyondur!..

***
 
Postman, televizyon-din ilişkisi üzerine kaleme aldığı notlarda meşhur Evangelist “televaiz” Jimmy Swaggart’ın herkesi ekrana kilitleyen performansını değerlendirirken şunları söyler:
“Swaggart, Tanrı’dan daha iyi oynamaktadır. Tanrı yalnızca zihinlerimizde varken, Swaggart izlenmek, hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır” (“Öldüren Eğlence”, s. 135).
Postman’ın söylediklerini Melike Hatun Camii’nden yansıyan görüntülere uyarlayarak noktalayalım: Allah, yalnızca zihinlerde ve kalplerde varken Erdoğan izlenmek, hayran olunmak ve tapınılmak üzere oradadır!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...