Dünyanın değişen halleri - ERGİN YILDIZOĞLU

Geçen haftaya, ABD Başkanı Trump’ın Asya gezisine ve Zimbabwe’de ordunun yönetime el koymasına ilişkin haberler damgasını vurdu. Bu haberler ve yorumlarda dünyanın, mali krizden bu yana şekillenmekte olan “yeni resmine” ilişkin çok ilginç örnekler vardı. 
 
Bu örneklerden ikisi özellikle dikkatimi çekti: The Atlantic dergisinde yayımlanan bir haber-yorum, “İlk teması (uzaylılarla) Çin kurarsa ne olur” diye soruyordu. Bir Washintgon Post haberinde, Zimbabwe’de gerçekleşen askeri darbenin arkasında Çin’in olduğu ya da en azından, Çin’in onayının alındığını iddia ediliyordu. ABD liderliğindeki Batı merkezli dünyanın “düzeni” dağılırken, ABD’nin de kültürel siyasi alanda sahip olduğu kimi ayrıcalıkların kaybolmaya başladığı görülüyor.
 
Kültürel ve siyasi ayrıcalıklar...
Özellikle 1950’lerde ilk UFO haberleri, kaçırılma fantezileri başladığından bu yana, gerek kurgu bilim dalında (Doğu Bloku’nda, Stanislaw Lem, Arkady & Boris Stugatsky kardeşler gibi yazarlar olsa da), öykü, roman ve nihayet filmlerde, akla ilk önce janrın isim babası F.
J. Ackerman da olmak üzere ABD’li yazarlar, film yapımcıları gelirdi. Uzaylılarla ilk teması (first contact) ABD kuracaktı. Bu amaçlı ilk parabolik yansıtıcı teleskop, SETİ projesi ABD’de kuruldu. Kurgubilim dalındaki filmleri, TV dizilerini düşününce de, Tarkovsky’nin Solaris’i bir yana, akla önce ABD kaynaklı filmler gelir. Bu alanlarda adeta bir ABD tekeli vardı. İlk güçlü bilgisayar ve yazılım şirketlerinin ABD’de doğmuş olması da bu “tekel” algısını güçlendiriyordu.
 
Askeri darbelere gelince, Soğuk Savaş boyunca, özellikle 1960’lar ve 70’lerde akla, dünyanın bir ucundan öbürüne, Şili, Arjantin, Brezilya, Türkiye, Tayland örneklerinde olduğu gibi, öncelikle ABD gelir. Her darbeci generalin (cuntacıların, sorgulama/işkence uzmanlarının) ABD eğitimli olması, ya da darbeden önce ABD’yi ziyaretleri adeta, komplo teorilerine bile girmeyecek kadar sıradan olaylardı. 
 
Kısacası, uzaylılarla olası bir ilk temas, kurgubilim ve askeri darbelere karar veya onay vermek ABD ayrıcalıkları, hegemonya dinamiklerinin kültürel siyasi bileşenleriydi.
 
Ve yeni gelenler...
Dünyada ekonomik, siyasi, askeri dengeler değişirken, değişikliklerin bir göstergesi olarak, ABD’nin ayrıcalıklar alanına şimdi Çin’in girmeye başladığı görülüyor. 

 
The Atlantic dergisindeki makale, Çin’in, uzaydan gelebilecek uygarlık sinyallerini alabilmek için kurduğu dünyanın en büyük (Porto Rico’daki Aracibo dinleme istasyonundakinin iki katı çapında) uzay dinleme teleskopunu anlatıyordu. Çin, geçen yıllarda, süper bilgisayar, kuantum iletişimi gibi iki stratejik teknoloji dalında da liderliğe yükselmişti. 
 
Çin Bilimler Akademisi, teleskopun açılışına, Cixin Liu isimli bir kurgubilim yazarını da çağırmış. Doğrusu, Liu’den ve eserlerinden haberim yoktu, Liu 2015’te, Üç Kütle Problemi (Three Body Problem) isimli üç ciltlik eseriyle, kurgubilim alanının en saygın ödülü olan Hugo ödülünü almış. Obama bu üç cildi adeta bir solukta okumuş. Ben de hemen okumaya başladım. I. cildi iki günde bitirdim. Okuyunca da, bilimsel hipotezler, teknolojik gelişme, toplumsal dinamikler, uluslararası siyaset, bireylerin psikolojileri, bir başka uygarlığın betimlenmesi gibi alanlarda, bu kadar zengin bir yapıtla bugüne kadar karşılaşmamış olduğumu düşündüm. II. cildi bitirirken hâlâ aynı düşüncedeyim.
Zimbabwe’deki askeri darbede de Çin’in izleri görülüyor. Washington Post’un aktardığına göre, darbenin lideri, Gen. Constantino Chiwenga, darbeden iki hafta önce, Çin Savunma Bakanı Chang Wanquan ile Pekin’de bir toplantı yapmış. Kimi yorumcular, Çin’in bugüne kadar rejim değişikliği düşüncesinden uzak durduğuna işaret ediyorlar ama Washington Post’a göre, karşımızda bir durum var: “Çin’in bir aktör olduğu konuşuluyor, ABD’nin ise adı geçmiyor”. Ben de, ÇKP’nin son parti kongresinde onaylanan “yeni düşünceye” (Bkz: “Çin tipi işler”, 02/11/2017) çok uygundur diye düşünüyorum.

Ergin Yıldızoğlu/CUMHURİYET

Dini, medyada eğlence mektepte eziyet yaptılar! - TAYFUN ATAY

Postmodern zamanların Batı’da olduğu kadar Batı-dışı dünyalarda da en çarpıcı karakteristiklerinden biri, “dine dönüş”ün önünün açılmış olmasıdır. 

Batı’nın “bireycilik/bireyselleşme” yorgunu, yalnız, yabancılaşmış, kendi içinde kaybolmuş “modern” insanına “yeni-muhafazakârlık”, “yeni-cemaatçilik”, “yenigelenekçilik” gibi telkinlerde bulunan postmodern söylem, dinselliğe de itici güç oluşturdu. 


Bu elbette Batı-dışı dünyalarda da yankı bulmuştur.
Ancak “postmodern dinedönüş” çığırında Batı’dan Doğu’ya, daha spesifik olarak İslamî dünyaya, bir kritik fark da kendini gösterir. 


Batı’da modernliğe dinî tepkilerin yine de “modern” bir yapıya sahip olduğu fark edilir.
Evet, iktisadi kalkınma, teknolojik gelişme, maddi refah hedefleriyle “cenneti yeryüzüne indirme” vaadinde bulunan modern-kapitalist uygarlık, bir dolu manevi, moral, psiko-kültürel sorun üreterek insanların dinî arayışlara yönelmesine yol açmıştır. 


Ama bu arayışa giren insan, “eski”, modern-öncesi, kırsal-geleneksel (feodal) yaşam içinde mayalanmış insan da değildir. Ortada (istense de istenmese de) “modern” bir kültürel bağlamdan; laik, endüstriyel, şehirli, kozmopolit, küresel, sibernetik hayatın içinden çıkan bir insan vardır.
Dolayısıyla Batı’da, özellikle “Yeni Dini Hareketler” başlığı altında salkımlanmış oluşumlarla karşımıza çıkan bu “postmodern” dinsellik, moderniteye onun içinden ve onu dikkate alarak şekillenmiş bir tepkidir. 


Bizde küresel dünyayla sarmaş-dolaş ve elbette sorunlarla yüklü seyreden hayat akışına din vesile edilerek gösterilen “siyasi” tepkiler ise sanki bu topraklarda yaklaşık 200 yıllık modernleşme sürecinde hiçbir şey değişmemişçesine hareket etmekte. 


Doğrudur, modernlik, dini “hiçbir şey” sayma cihetine gitmiştir. 


Ama postmodernizm de dine iadeiitibarda bulunsa bile, onu “her şey” kılmaktan ziyade “şeyler arasında bir şey” sayma önerisidir esasen… Ve dinin “her şey” olduğu modern-öncesi kırsal-feodal dönemlere bir geri dönüş hamlesi de değildir. 


Bugün Türkiye’de yaşanan ise modernliğe, özellikle de laikliğe yönelik postmodern savlardan beslenen bir dinbaz iktidarın, alabildiğine çoğul ve melez bir “modern” toplumda kendi dar anlayışı çerçevesinde dini, hem de ağırlıklı olarak “eski”ye referansla “her şey” kılma girişimidir.
Dünkü gazetede okuyoruz mesela, zorunlu din (daha doğrusu “Sünnilik”, hatta “Cihatçılık”!) dersinden çocuklarını muaf tutmak isteyen ailelere AİHM, Anayasa Mahkemesi, Danıştay kararlarına rağmen nasıl hâlâ kök söktürülmekte... Onlar nasıl mahalle baskılarına, manevi- psikolojik işkencelere maruz bırakılmakta… 


Yine okuyoruz, her yere mebzul miktarda imam-hatip lisesi açarak bu okulları öğrencilere nasıl “zorunluseçmeli” hale getirdiklerini; böylece TEOG’da boş kalan imam-hatip kontenjanlarına çocukları da, velileri de istemeye istemeye nasıl mecbur bıraktıklarını. (Koskoca Bursa’ya bakın: 1 güzel sanatlar lisesi, 1 spor lisesi, 2 sosyal bilimler lisesi, 6 fen lisesi ve 54 imam-hatip!..)
Bunlar en son karşımıza çıkanlar. 


Yıllardır hayatımızın her santimetrekaresine dini, üstelik incelik, özen ve hassasiyetten de uzak bir hoyratlıkla baskın kılma çabalarına örnekler saymakla bitmez. 


Yıllardır herkesin gözü, aklı, kalbi ekranda diye evhamlanıp dini mabetten medyaya taşıdılar; onu bir medyatik sermayeye, endüstriye, şova indirgediler. 


Yıllardır dini medyada eğlenceye dönüştürürken, mekteplerde de zorlamaya giderek “eziyet”e dönüştürüp insanları soğuttular, bıktırdılar, usandırdılar. 


Böylece dini “her şey” kılayım derken giderek hiçleştirdikçe hiçleştirdiler de farkında değiller. 


Modernite, dini kıyıya itmişti. 


Bizim “postmodern dinbazlar” ise dini dibe vurdurdular.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kurumlar ve insanlar - AYŞE EMEL MESCİ

Almanya’nın ve dünyanın sayılı tiyatrolarından biri olan Schaubühne bu yıl son dakikada İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’ne katılmaktan vazgeçti. Tiyatronun Peter Stein’dan sonraki genel sanat yönetmeni olan ve bu görevi 1999’dan bu yana sürdüren Thomas Ostermeier bu kararı almalarında en önemli etkenin Türkiye’deki güvensiz ve keyfi durum olduğunu açıkladı.

Hatırlıyorum, Schaubühne’nin yeni yönetimiyle seyirci karşısına çıktığı ilk gösteri, Sasha Waltz’ın 2000’de sahneye koyduğu “Körper/ Bedenler”di ve 2002’de de İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında İstanbullu tiyatroseverlerle buluşmuştu.

Schaubühne ve Türk tiyatrosu
Schaubühne tarzı uluslararası düzeyde kurumsallaşmış yapılarda önemli bir bellek vardır. Çünkü yaratımlarıyla dünya tiyatrosunda çığır açan dâhilerin hemen bir basamak altında, yönetimden yönetime asla değişmeyen, sürekliliği hiç bozulmayan bir çark tıkır tıkır işler ve bir kurumsal gelenek oluşmuştur. Schaubühne geleneklerinde, Türkiye ve Türk tiyatrosu ile ilişki her zaman önemli bir yer tutmuştur. 


1962’de kurulan ve asıl atılımını 1970’te Peter Stein’ın başa gelişiyle yapan Schaubühne’de 1979’dan itibaren “Schaubühne Türk Topluluğu” adıyla bir Türk tiyatrosu da oluşturulmuştu. Sanırım bu topluluk etkinliklerini 5-6 yıl sürdürdü, biz de o dönemde hem Halk Oyuncuları olarak Schaubühne’de “Kurban”ı oynadık, hem de Schaubühne Topluluğu ile birlikte “Ferhad ile Şirin”i sahneledik (Tuncel Kurtiz’in rejisiyle). 


Bütün bu süreçte, Peter Stein’ı daha yakından tanımak olanağını da buldum. Tiyatrodaki inanılmaz yaratıcılığının yanı sıra, 68 hareketinden gelen, fikirlerinde samimi ve tüm kültürlere açık bir dünya vatandaşıydı Stein. Türkiye’yi ve Türkleri sevdiğini gayet iyi biliyorum, zaten mesleki yaşamı dışında Türkiye’ye çok gelip giderdi, hatta güney sahillerinde evi bile vardı (hâlâ var mı bilmiyorum). Bu sevginin bir kaynağı da hiç kuşkusuz Muhsin Ertuğrul’du. Onun adı geçtiğinde Stein’ın nasıl bir saygı gösterdiğine gözlerimle tanık oldum. Muhsin Hoca’nın kişiliğinden ve bilgisinden kesinlikle etkilenmişti. Schaubühne’nin Türk tiyatrosuna yönelik yaklaşımının altındaki bir diğer etken de, Almanya’da çok sayıda yurttaşımızın yaşamasının getirdiği özel konumdan kaynaklanan aydın sorumluluğuydu. Farklı kültürlerin bir aradalığını bir zenginlik olarak değerlendiriyorlardı. Üstelik bütün bu gelişmeler yaşanırken, 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrasındaydık ve Türkiye, Batı nezdindeki en itibarsız dönemlerinden birindeydi. 


2002’den 2017’ye
Sonra Ostermeier ve ekibi göreve başladı. İlk oyunlarını yaptılar. 2002’de tekrar Türkiye’de, İstanbullu tiyatro seyircisinin karşısındaydılar. 


Schaubühne ekibine festivale katılmaktan son anda vazgeçtikleri için sitem etmek kadar, şu soruları da sormak gerekmiyor mu: Türkiye’ye ve Türk tiyatrosuna hem kurumsal ölçekte, hem de önemli yöneticilerinin kişisel tercihleri bakımından hep önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde göstermiş, dünyanın sayılı tiyatrolarından biriyle olan ilişkide 2002 ile 2017 arasında ne değişti? 2002 ile 2017 arasında, üstelik Türkiye konusunda her zaman olumlu davranmış ve kurumsal belleği güçlü bir tiyatronun Türkiye algısı nasıl bu kadar değişebildi? 


Geriye doğru bakıyorum: Schaubühne/ Türk tiyatrosu, seyircisi, insanın ilişkisini bir yol olarak düşünsek, o yolun başında, adı geçtiğinde Peter Stein’ın neredeyse düğmesini iliklemeye davrandığı Muhsin Ertuğrul ve onun temsil ettiği her şey duruyor. Peki yolun sonunda ne var?


Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Sokaktan Danıştay’a çevre mücadelesi sürüyor - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Türkiye’de doğa korumayı fidan dikmekle eş tutan birçok insan var. İktidar da böyle düşünüyor. Geçenlerde AKP Genel Başkanı Erdoğan da kendisini eleştirenlere şöyle yanıt vermişti: “Hayatlarında tek bir ağaç dikmedikleri halde dünyanın en çevreci insanı geçinenleri artık dikkate almıyorum”. Aslında bu cümle onun da konuya çok uzak olduğunu gösteriyor.
Çünkü diktiğiniz ağaç değil fidandır.
Onlar tutarsa sonra ağaç olur.
Neyse, zaten her yer beton, beton ve beton.
Üzmeyelim kimseyi.
Merak ediyorsanız söyleyeyim, çok sayıda fidan dikmişliğim var ama bunun arkasına sığınıp kendimi iyi bir “çevreci” ilan edecek değilim. Doğa koruma bundan ibaret değil. Tek kıstasınız fidan dikmek bile olsa her şeyden önce diktiğiniz fidanları ve var olanı korumak zorundasınız. Doğa ihaneti sevmez. Çevreciliğin özünde sadakat ve koruma var. İş buradan başlar.


Doğa korumacılar, doğaya müdahale ederek yeni bir yeşil alan yaratmayı değil, onun  doğal halini korumaya çalışır. Bin tane kent parkı yapsanız, Karadeniz’in doğal yaşlı ormanlarının yerini tutmaz. Orada yüzyıllardır yaşayan canlılar ve onların oluşturduğu bir ekosistem var. İstanbul’un kuzey ormanları da böyle. Ağaçları kesip, yerine ekolojik köprü yaparak çevreci olamazsınız. O ağaçları kesmemenin yolunu bulduğunuzda size çevreci denir.

Fidan dikme işi şirketlerin, iktidarların halka biçtiği çevrecilik aslında. Doğayı yok edenler çevreciliği fidan dikme, çöp toplama ve kamuoyunu bilgilendirme (bilgi verirken kimse ne dediklerini anlamasın diye bu yapılan işe farkındalık diyen de var) gibi kendilerine dokunmayacak alanlarla sınırlamayı çok seviyor. Üçüncü havalimanı için binlerce ağaç kesilirken siz Kilyos sahilinde plastik atıkları toplayabilirsiniz. Kuzey Ormanları’nı mahvedecek yapılaşma projesinin temelini atan İGA bu çöp toplama eyleminden hiç rahatsız olmaz hatta maddi destek bile sağlar…

İklim değişikliğiyle ilgili yüzlerce toplantı yapabilirsiniz, kömür şirketlerinin keyfi bu toplantılar yüzünden pek kaçmaz. Ne zaman siz bu toplantıların yanında, kömürden vazgeçilmesi için imza kampanyaları düzenler, lobi çalışmalarına başlar, eylemler yapar ve finansal kaynaklarının yok edilmesi için harekete geçersiniz, işte o zaman huzurları bozulur. Çevrecilik veya yeşilcilik, adına ne derseniz deyin, doğa koruma işi, işte tam o zaman başlar.

Bartın Amasra’da yürütülen hukuk mücadelesi, görmediğiniz doğa koruma mücadelelerine iyi bir örnek. Kentte Hattat Enerji’nin kurmak istediği kömür santralına karşı çıkmayan yok. Buna rağmen şirket, kömür hazırlama tesisi kurmak için “ÇED gerekli değildir” kararı aldırmış. Bartın Platformu bu kararı mahkemeye taşımıştı. Danıştay, bu tesisin termik santralın bir parçası olduğunu kabul etmiş dolayısıyla da projelerin birlikte değerlendirilmesi gerektiğini söylemişti. Danıştay’ın net kararına rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kömür hazırlama tesisinin ÇED sürecini sürdürüyor. Bartınlılar da adaletin çalışması için, “adaleti” kendi aldığı karara uyması için ikna etmeye çalışıyor. İnanın bu iş, 1 milyon fidan dikmekten zor! İşte size doğa korumanın en has örneği.

Bir başka çevre koruma mücadelesi de 22 Kasım’da yine Ankara’da verilecek. Danıştay, Akkuyu Nükleer Santralı’nın ÇED iptal davası için toplanacak. Hatırlayacaksınız, Danıştay karar için bilirkişi heyeti talep etmiş, heyetin hazırladığı raporda Wikipedia’dan ve santralı kurmak isteyen şirketin kendisinden yalan yanlış bilgilerin kullanıldığı ortaya çıkmıştı. Binlerce liraya bilirkişilik yapan heyetin, uzman olması gereken konularda wikipedia gibi herkesin  bilgi girdiği kaynaklardan yararlanmaya çalışması ve bu bilgilerin doğruluğunu bile kontrol edecek düzeyde olmaması akıllara ziyan bir durum.

İyi çalışan bir hukuk devletinde bu davanın sonucu bellidir ama burası Türkiye. Çevreciler, nükleer karşıtları ve doğaseverler hem Ankara’da hem de sosyal medyada #AkkuyuİçinAdalet sloganıyla Akdeniz ve Türkiye’yi bir nükleer felaketten korumak için uğraşacak. Sadece hukuku değil, üniversitelerin, bilimin onurunu da korumaya çalışacak. Doğa koruma dediğimiz böyle bir şey artık. Ortada fidan yok ama yaşamı, adaleti ve ezilenleri savunma mücadelesi var.

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Sarraf davası milli ve yerliymiş... Ne münasebet! - ERK ACARER

27 Kasım öncesi Amerika’da görülecek ‘kirli ilişkiler, ortaklıklar rüşvet ve yolsuzluk davası’ öncesinde Rıza Sarraf’ın ortadan kaybolması onun itirafçı olduğuna yönelik soru işaretlerini neredeyse tamamen ortadan kaldırdı.

Türkiye- ABD kopuşu
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sarraf’ı kurtarmak için başından beri yoğun çaba harcadığı, Türkiye kamuoyu gibi Amerika’da da biliniyor. Ancak bu çabalar sonuç vermedi. Türkiye ve Amerika ilk kez ‘tuhaf bir durum ve Sarraf üzerinden’ böylesine derin bir kopuş yaşıyor. Daha büyük kırılmalar yaşanması ise sürpriz olmayacak!

Belgeler ‘montaj değil’ dedi
Savcılık; davaya delil olarak 17-25 Aralık tapelerini ekledi. Buna göre Türkiye kamuoyuna ‘montaj’ olarak sunulan belgelerin gerçekliğini de kabul etmiş oldu. New York Güney Bölgesi Başsavcısı Preet Bharara’nın elinde ‘yolsuzluk ve rüşvet’ operasyonuna ilişkin çok fazla dosya olduğu sır değil. 

Bharara’nın notu
Başsavcı tarafından dosyaya konulan not ise davanın çatısını oluşturuyor. Bu bilgi notu içeriğinde dosyaya giren Türkiye kaynaklı kanıtlardan yani tepelerden söz ediliyor. Yazılana göre; Sarraf ve beraberindekiler, ‘ABD yaptırımlarını delip İran yararına ticari ilişkiler yürütmek amacıyla, Türkiye hükümet yetkilileri ve üst düzey banka yöneticilerine onlarca milyon avro ve dolar ödediği dev bir yolsuzluk ağı kuruyor.’

e-postalarla teyit
Bharara; net olarak bu sonuca vardığını belirtmekle kalmıyor. Davanın; uzun zamandır Amerika tarafından da takip edildiğini aktarıyor. FBI tarafından yürütülen soruşturma kapsamımdaki e-postaların Türkiye ayağındaki delillerin bir sağlaması olduğuna dikkat çekiyor. Mahkemede, cemaat ve AKP savaşı sosyolojik olarak da incelenecek. Türkolog bir bilirkişi tarafından, dosyanın ‘düşmanlık ya da kumpas’ iddialarını ne kadar yansıttığı ya da yansıtamadığı sorusunun cevabı aranacak.

Durum ciddi
Yüzlerce dosya, pek çok açıdan ele alınan, karşılaştırılan deliller, davaya sürekli olarak eklenen belgeler, çarpıcı iddialar ve yaşananların Türkiye-Amerikan ilişkilerine olumsuz etkileri, artan gerginlik... 27 Kasım can sıkıcı bir başlangıcın miladı olabilecek kadar ciddi.

Dışarıda ve içeride Sarraf davası: Yansımaları ne olacak?
Davanın Türkiye’de sarsıcı yansımalarına da şahit olacağız. İki merkezi olacak. Biri elbette Amerika. İlişkiler ağının, kirli ortaklıkların ortaya çıkması ile birlikte ABD, Türkiye’ye vurmaya başlayacak ve dozu her geçen gün arttıracak. Ekonomik ambargo da dahil her türden sancılı bir dönemin sinyali.‘Sarraf’ın önemli yansımasının diğer oyun alanı elbette Türkiye. Amerikan etkisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP adımlarıyla artıp, derinleşecek. ‘Uzlaşma yoksa çatışma var seçeneği’ ülkede yeni bir kaosun da başlangıcı. Doğrusu rejimin bundan başka alternatifi de yok.

İktidar daha da sertleşecek
27 Kasım ile birlikte Amerika’dan sıçramasını engellemenin mümkün olamayacağı çamurun üzerini örtmek için iki yol denenecek.‘Gizleme’ ve ‘Topunuz gelin’ edebiyatıyla hamaset. Konu ile ilgili en küçük haberin bile gizliliğinin esas alınması mümkün.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının Bharara ve diğer ABD’li savcıları hakkında soruşturma başlatması, iktidar medyasının ‘FBI ajanları’ ile röportajlar yapması gibi trajikomik hadiseler yaşanacaklarla ilgili ipuçları veriyor.Engellenen haberlere, ‘kaldırılmasına karar verilen bilgilere’, kapatılan sitelere, ceza kesilen gazetelere, haklarında soruşturma açılan gazetecilere tanık olacağız.

Çamuru kapatabilmenin diğer yöntemi ise sözüm ona ‘antiemperyalist bir cephe’ kurmak. Bu, neredeyse oluştu bile. AKP’nin kendi kitlesinin ve milliyetçilerin yanı sıra ulusalcılar da buna hazır. Siyasi iktidar konsolide edeceği bir kitle üzerinden milliyetçilik dalgası yayacak. Fakat bağıra bağıra gelen ve daha çok ekonomiyi tetikleyecek olan bu kriz, iktidara yakın ya da uzak her kesimde büyük eleştirilere, tepkilere neden olacak. AKP’nin ve Erdoğan’ın bu nedenle toplumu daha çok baskı altına almak isteyeceği açık. İktidar kaynaklı şiddet süreci yeni bir noktaya evrilecek gibi.

Ellerindeki kir ülkeye bulaştı, bedeli hep birlikte ödeyeceğiz
Şüphesiz oyun büyük! Şüphesiz Türkiye kritik bir dönemeçte.Ancak bu oyunun, bir neden-sonuç ilişkisi ile kurulduğunu unutmamak gerekiyor. Bu açıdan kurana değil kurulmasına çanak tutana bakmak şart.Rıza Sarraf dosyası, her şeyden önce siyasal İslam ve İslamcının çöken ahlakını gösteren bir korku dalgası. Sarraf davası emperyalizmin kendiliğinden bir operasyonu değil. Yozlaşan rejim eliyle ülkenin mahkûm edildiği, içine çekildiği vahim bir durum demek daha doğru.
Ellerini kirletenlerin, o kiri ülkeye de bulaştırmaları ve bir de bunun üzerinden toplumu bölmeleri her zamanki gibi akılla açıklanacak gibi değil.

Rıza Sarraf davası milli ve yerli bir davaymış! Ne münasebet. Tek bir açıklaması var. Ne yazık ki sonuç bu açıklama üzerinden yürüyor.

Ülkeyi mahvettiniz. ‘Suç’ size aitti. Ancak  kirli ortaklıklarınızın bedelini birlikte ödeyeceğiz!

Erk Acarer / BİRGÜN

‘Baba’nın ölümü - Nilgün Cerrahoğlu

Mafya ile mücadelenin simgelerinden Palermo’lu ünlü mafya fotoğrafçısı Letizia Battaglia; “Sen deli misin? Oraya tek başına nasıl gittin?” demişti.
Letizia’nın “oraya” dediği yer Palermo’dan arabayla bir saat çeken mafya merkezi Corleone idi. 1992 yaz aylarında mafyaya savaş açan savcı Giovanni Falcone ile meslektaşı Paolo Borsellino henüz yeni, Uğur Mumcu gibi arabalarıyla havaya uçurularak öldürülmüşlerdi.
Hemen bir mafya röportajı için Sicilya’ya gitmiştim.
İlk işim, bir taksi kiralayıp mafyanın merkez üssü diye tanımlanan Corleone’ye gitmek olmuştu.
Kıyıdan içerde yemyeşil tepelerle çevrili bu kırsal cennetle ilk bakışta kimse mafyayı yan yana getiremezdi. Şoföre beni merkeze en yakın yerde bırakıp, beklemesini söyledim.
Arabadan inip kent meydanına yöneldiğimde, ilk izlenimin fena halde yanıltıcı olduğunu anladım. Öğlen vakti, dar sokaklardaki evlerin pancurları sımsıkı kapalıydı. Kapalı olmayan pencereler de ben önlerinden geçerken kapanıyordu. 

Feodaliteye yolculuk
Muhteşem barok kiliselerin olduğu boş sokaklarda, yalnız ayak seslerimi duyarak meydana ilerlediğimi hatırlıyorum. Şehir meydanındaki insan grubu ise yalnız erkeklerden oluşuyordu.
Koca meydanda gün ortası nazar boncuğu gibi olsun tek kadın yoktu. Kahvede taburelerini atmış adamlar dik dik “Sen de nereden çıktın?” diye bana bakıyordu. Etrafımda motosikletleriyle bir anda daireler çizerek biten 13-14 yaşındaki ergen çocuklar, aralarında pis pis gülüyordu.
“Corleone mafyası” hakkında kimseye bir tek soru soramasam da, olduğum yerin yazılmamış feodal yasaları hakkında yeterince fikir edinmiştim...
Gece Letizia’ya yaşadıklarımı anlattığımda, “Bana baştan danışsaydın” dedi; “Yanına bir erkek almadan asla gitme derdim. Corleone’de sokaklar erkeklerindir. Kadınlar dışarıya sadece sabah saatlerinde bir başlarına okula gitmek veya ev alışverişi için çıkar!”
“Babaların babası/capo dei capi” Corleone’li Toto Riina ölünce, gözümün önünde bir Sicilya kartpostalı gibi, Corleone’nin inişli çıkışlı yollarında kepenklerini indirmiş evler canlandı...
Hayatta kalmak isteyenlerin uymak zorunda kaldıkları “omerta/
görmedim-duymadım-bilmiyorum üç maymun kuralı”nın ifadesi olan o manzara her şeyi anlatıyordu.
Bugün Pablo Escobar’la karşılaştırılan Toto Riina, bu “üç maymun kuralı” sayesinde çeyrek yüzyıl mesela göz önünde “kaçak” yaşamıştı. Bu sürede eşi hastanelerde doğum yapmış, kendisi “300 mafya cinayetine” imza atmıştı. Ta ki Falcone adlı bir savcı çıkıp, Riina’nın işbirlikçilerini konuşturana dek bu kural bozulmadı. “Omerta”nın çözülmesiyle birlikte, “maksi dava” diye anılan bir davada, “mafyanın çatısı” çökertildi ve önde gelen babalar içeri alındı.
İşbirlikçi savcılara alışık Riina bunu hazmedemedi, karşılığını Falcone ve Borsellino’yu havaya uçurarak verdi.
Devlete açılan savaşı sineye çekmeyen İtalyan yargısı, bunun üzerine nihayet Riina’yı tutukladı ve “müebbet”e mahkûm etti. 

Küreselleşmeyle yayıldı
Demir parmaklıklarda kaldığı çeyrek yüzyılda nedamet getirmeyen ve “baba” sıfatını koruyan Riina, 87 yaşında, sonunda kanserden öldü.
Ne ki Riina’nın ölümü, mafyanın ölümünü müjdelemiyor. Mafya sürekli nitelik ve boyut değiştiriyor. Riina’nın hapis yıllarında Sicilya mafyası zayıfladı ama İtalya’da başka suç örgütleri öne çıktı. Uyuşturucuda başı çeken Calabria mafyası “Nndrangheta” örneğin, bugün çok daha güçlü. Napoli’deki “Camorra” örgütü de Güney Amerika’nın uyuşturucu tekelleri ile aşık atıyor. Öyle ki İtalya’da artık TV dizilerine mafya değil “Camorra”nın maceraları konu oluyor. “Gomorra” adıyla konuyu işleyen bir dizi -misal- reyting rekorları kırıyor.
Mafya beri yandan dünya çapında dal budak sararak güç kazanan ve lokalleşen bir organizasyon halini aldı.
Rus mafyası, Ukrayna mafyası, Balkan mafyası, Türk mafyası.. yakın çevremize bakmak yeterli. Çeyrek yüzyıl önce Corleone’de mercekle mafya arayan ben, birkaç yıl önce Nişantaşı’nda evimin önünde Kalaşnikov’la birbirini tarayan babalar hesaplaşmasına tanık oldum. Küreselleşme mafyayı da kapımıza dek getirdi.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Önce ekmek vardı, bir de söz...- Mine G. Kırıkkanat

Oktay Akbal’ın ilk öykülerinden oluşan başyapıtı, insanın derisini delip yüreğine saplanan Önce Ekmekler Bozuldu başlığıyla 1946 yılında yayımlanan incecik bir kitaptır. Zaten ilk tümcesi, “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey...” ifadesiyle öylesine mutlak bir gerçeği yakalamıştır ki, yüzyıllar geçse Türkiye’nin zayıf toplumsal belleği bile unutamaz. 



Akbal, aynı ustalık ve şiirsel bir güzellikle devamını getirdiği öyküde savaş koşullarıyla açıklar ekmeğin bozulmasını.
Ama o ilk tümcede yakaladığı mutlak gerçeğin ne denli evrensel bir güncellik taşıyacağını kuşkusuz öngörmemiştir: Tüm dünyada önce ekmekler bozuldu, sonra her şey ve savaş zamanında bile değil, en uzun dedikleri barış sürecinde işlendi insanlığa karşı bu cinayet...
Randıman diye entansif tarıma geçip toprağı ve suyu kimyasallarla kirlettiler, hem böcek ilaçlarıyla zehirli, hem de kısır bir buğday türü yaratıp, aşırı oranda içerdiği glüten bağışıklık sistemini altüst eden tek tip, kalitesiz bir una mahkûm ettiler ekmek sanayini.
Son buluşları ne, biliyor musunuz?
Zaten tohumluk vermeyen o kısır buğday türünü, hep randıman gerekçesiyle, biçerdöverlerin boyuna ayarlamak için cüceleştirdiler!
***
Dünyada pek çok insan artık hem sağlığımız, hem de beslenme kültürümüzle oynayan bu gelişmelere isyan ediyor.
Roland Feuillas, işte böyle bir isyandan doğan yepyeni bir ekmek bilincinin dünyadaki zanaatkâr imzası.
Eurocopter, Airbus ve Avrupa Uzay Ajansı’yla çalışan bir bilgisayar şirketinin baş mühendisi ve sahibiyken, 2004 yılında her şeyi bırakıp Fransa’da Kathar Şövalyelerinin yaşadığı topraklarda küçücük Cucugnan köyüne yerleşen Roland Feuillas anlatıyor:
“Topluma sunabileceğim en temel değerin, ekmek olduğunu düşündüm. Çünkü her şeyden önce ekmek ve söz vardı. İnsanlar, iyi ekmekten kötü ekmeğe geçince söz de kötüleşti, öz de... İşte kaybedilen bu temel değeri yeniden bulmaya ve paylaşmaya karar verdim.”
Eşi Valerie’yle birlikte her şeyini satıp savıp Cucugnan’a yerleşen Roland Feuillas, bugün dünyanın en iyi ekmek ustalarından biri.
Gülün Öteki Adı* kitabımı okuyanlarınız, Fransa’nın güneyindeki Kathar topraklarının isyancı ruhunu bilir. İşte o ruha sahip pek çok köylü, artık Roland Feuillas’la sanayi tarımından vazgeçip doğaya saygılı, sağlığa yararlı geleneksel tarıma geçtiler. 

***
Aralarında Siyes buğdayının da bulunduğu, altı çeşit buğday ekiyorlar. O buğdaylar köyün ortaçağdan kalma Kathar değirmeninde öğütülüyor, dağlardan gelen kaynak suyu, Fransa’nın hâlâ elle toplanan ünlü ‘tuz çiçeği’ gri deniz tuzu ile birleşip; bir önceki hamurdan ayrılan yaş mayayla bizzat Roland Feuillas tarafından yoğruluyor. Özellikle de fazla yoğrulmuyor, çünkü hamur ne kadar az ellenirse o kadar iyi oluyor.
Sonra fırıncı Feuillas, üç hilal çizip odun ateşinde pişirdiği ekmekleri internetten tüm dünyaya satıyor. Değirmeni ve fırını tam kapasite çalıştığı için, ancak belli sayıda kurumla çalışıyor, daha fazla sipariş almıyor.
Ama ekmek okulunda 500 fırıncı yetiştiriyor. Barack Obama’yla yazışıyor. Amerikalı şef Dan Barber’a ekmek dersi veriyor. Ekmek üstüne bir kitap yazıyor. Bir de hakkında çevrilen filmler var...
Türkiye’nin sünger ekmek dramı, elbette ki AKP hükümetinin yerli buğday satışını yasaklaması ve ülkeyi iğrenç, ilaçlarla zehirli, aşırı glütenli, sanayi tipi kısır buğday türüne mahkûm etmesiyle başladı.
Ama dramın temelinde, ekmeğe âşık ve buğday kalitesini savunacak zanaatçıların olmaması yatıyor! 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
 
*Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014

Brezilya’da siyasi kriz Türkiye ile benzerlikler taşıyor - Erhan Nalçacı

Coğrafi olarak birbirinden uzak ve tarihleri oldukça farklı olan Brezilya ve Türkiye bazı açılardan birbirlerine benziyorlar ve birlikte ele almak ikisini de anlamayı kolaylaştırıyor. Tabi ki benzerlikler üzerinden gitmenin riskleri var ve mekanik bir karşılaştırma işe yaramaz. Bunları göze alıp süreçlere göz atalım.

Her iki ülkeden burjuva iktisadi terminolojisiyle “yükselen ekonomiler” olarak bahsediliyor. Gerçekten Brezilya ulusal gelir açısından dünyada 8. ülke haline gelirken Türkiye 13. sırada yer alıyor. Kendi kavramlarımızla olaya yaklaştığımızda ise her iki ülkenin de ucuz emek gücünü, korunmasız ve kuralsız bir emek piyasasını, doğal kaynaklarını ve mali sistemini uluslararası sermayeye sunarak bir sermeye birikimi sağladığını görüyoruz.

Her iki devletin de sermaye sınıflarının elde ettiği birikimle emperyalist sistemin izin verdiği kadarıyla bölge gücü haline gelmeye ve iktisadi olarak bölgelerine müdahale etmeye çalıştıkları görülüyor.

Yine her iki ülkenin sermaye sınıfının emperyalist hegemonya krizinden akıllarınca kazançlı çıkmaya ve ABD’nin hegemonyası altında yaşamaya alışmışken, Çin ve Rusya’nın yükselişinden pragmatik, ilkesiz ve öngörüsüz bir yararlanma çabası içinde oldukları anlaşılıyor.

Her iki burjuvazi sanki emperyalizmin bir geleceği varmış gibi “yeni bir emperyalist piramit kurulacak ve biz orada orta ölçekli bir çıkar grubu olarak yer alabiliriz”in hesabını yapıyor.
Bunun doğal sonucu olarak emperyalist hegemonya krizinin bütün sarsıntıları, siyasi restorasyon dalgaları, her iki ülkeyi esir alıyor ve daha büyük bir çürümeye ve çöküntüye doğru taşıyor.
Brazilya’da Lula ile başlayan ve Rousseff ile devam eden İşçi Partisi iktidarı tam da böyle bir döneme işaret ediyordu. Brezilya sermayesi adına sermaye birikimini arttırdılar, Çin ile yatırım anlaşmaları yaparak ABD ile bağları azaltmaya çalıştılar, her emperyalist devletin yapmaya çalıştığı gibi işçi sınıfının bazı tabakalarından bir orta sınıf yaratmaya ve ülke içinde sermayenin egemenliğini garanti almaya çabaladılar.

Sonunda ABD’nin ve bazı sermaye çevrelerinin başlattığı siyasi restorasyon geçen yıllarda yükseldi. Yargıyı örtülü bir darbe için kullandılar ve görevi suiistimal ettiği iddiasıyla 2016’da Brezilya devlet başkanı Dilma Rousseeff görevinden azledildi.

Görevini suiistimal edip etmediğinin işçi sınıfı açısından bir önemi olmadığını, sermaye sınıfı adına yapılan her görevin ağır suçlarla yüklü olduğunu zaten biliyorsunuz. Burada suçlamaların ülke siyasetine yön vermek için bahane olarak kullanıldığını hatırlatmış olalım.

Ancak Rousseff’in yerine getirilen Temer, ABD’nin üretmeye çalıştığı siyasi çözümlerin zayıflığının göstergesi olarak zaten öylesine kirli bir adamdı ki, Brezilya bir yıl geçmeden kendini ağır bir siyasi krizin içinde buldu.

Temer’in şirketlerden rüşvet alarak çalıştığı, hırsızın dik alası olduğu kanıtlandı, kamuoyu yoklamalarında desteği %7’lere geriledi. Şimdi ilk kez Brezilya’da nitelikli dolandırıcılıkla bir başkanın yargılanması için meclis oylamalarına başvuruluyor. Ekim sonunda yapılan oylamayı Temer kazandı ve yargılanmasını ertelemiş oldu. Mecliste seçimi kazandı, çünkü Meclis üyelerinin yaklaşık üçte biri ile yarısı oranında kendisi gibi hırsız olduğu söyleniyor.

Temer’in yolsuzluk oylamasında elini güçlendirmek için sermayeye tavizler verdiği biliniyor. Örneğin, kölelikle mücadele yasalarını köle çalıştıran sermaye lehine gevşetmiş.
Evet, yanlış duymadınız, Brezilya’da 160 bin kadar insanın kölelik koşullarında, özellikle sığır çiftliklerinde, boğaz tokluğuna ve dövülerek, tehdit edilerek çalıştırıldığı biliniyor. Yasa bu köle çalıştıran işletmelerin bir listesinin yapılmasını öngörüyormuş, bunu Temer ve yandaşları kaldırmış.
Ayrıca dünyanın soluk alıp vermesi için olağanüstü önemi olan Amazon ormanlarından Danimarka büyüklüğünde bir parça maden şirketlerinin insafına terk edilmiş.

Bu ülkenin daha ne kadar çürüyeceğini, ne zaman devrimiyle buluşacağını göreceğiz.

17 Kasımda başlayan Brezilya Komünist Partisi’nin 14. Kongresine bu anlamda başarılar diliyoruz.
Başka bir yazıda daha genişçe ele almak üzere, Amazon ormanlarının panik içinde gününü kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen sermaye sınıfına bırakılamayacağını, uygarlığın var olması için bütün kaynakların ve zenginliklerin emekçi sınıfların eline geçmesi gerektiğini hatırlatalım.

Erhan Nalçacı / SOL

Sansüre şaşırmalı mı? - AYDEMİR GÜLER

Yapı Kredi Yayınlarının böyle bir şey yapmasına şaşıranlar oldu. Yıl gelmiş 2017’ye. Sen hâlâ kalkmışsın dizelerin içinde komünistlik ayıklıyorsun!
Ne kadar da saçma…
Bu kadar saçmaysa, karşımızda sansürcüler değil de, hataya düşenler var demektir. En fazla kifayetsiz denebilir bunlara. Ama hata insana özgüdür. Üstelik öğreticidir. Yoksa başlarına gelenden ders almalarını mı beklemeliyiz?

Nâzım’ın eserinde komünizm propagandası yapmasından hoşlanılmıyorsa, Nâzım’ı bırakacaksın. Basmayacaksın, satmayacaksın, okumayacaksın. Çünkü ne kadar uğraşsan didinsen, ciltler dolusu eserini siyasal içerikten yalıtamıyorsun. Başkasını bilmem, ama ömründe yalnızca partili bir komünist olmakla övündüğünü söyleyen birinden söz ediyoruz.

Peki Yapı Kredi Yayınları, adını taşıdığı banka ve bankanın arkasındaki, memlekette zenginlerin en köklüsü diyebileceğimiz malum aile…
Bunlar komünizm propagandasından rahatsız olmazlar mı?
Rahatsız olmuş ve sansüre, tahrifata yönelmiş olabilirler mi?

soL portalda konuyla ilgili haberler yapılıyor, ilgililere görüşleri soruluyor… Yukarıdaki sorular Koç ailesine yöneltilse, yalnızca “estağfurullah” demekle kalmayacak, komünizmin çoktan ölüp gittiğini, bir kompleksleri olmadığını anlatacaklardır.

Ne ilginçtir ki, bir yandan komünizm öldü derler, öte yandan da intikam almak için her yolu, yöntemi denerler. Şimdilerde siyasete hem AKP üstünden dönen, hem de CHP tarafından çekiştirilen Tansu Çiller özelleştirmeleri “son komünist devleti yıkmak” hedefiyle birleştirmişti. Karayolu sevdalılarına göre “demiryolu komünistti.” Demokratik Batının yöneticileri, Nazilerin komünistleri ne de iyi ezdiğini neo-nazi gösterilerine bakarken yad etmektedirler muhtemelen.

Nâzım’a gelince… Nâzım’ın çok okunması, çok etkili olması durumuna denk düşen en iyi okur görüşü “komünist ama yine de iyi şair” olsaydı, komünizm yine ölmüş olmazdı, ama sermayenin rahatsız olmasını gerektiren bir şey de kalmazdı.


Durum böyle değildir.
Kimse “tuhaf tuhaf devrimci şeyler yazmış, onlar saçma tabii. Ama asıl aşk şiirleri muhteşem” der mi Nâzım için?
Okur “tabii ki adam hayalci, komünizm falan olacak şey değil, ama memleket hasretini ondan okuman lazım” diye arkadaşına tavsiye eder mi Nâzım’ı?
Durum böyle değildir ve Nâzım şiiri komünizm adına en ikna edici mesajların, devrim çağrısının, işçi sınıfının saflarına katılma övgüsünün adresi olmaya devam etmektedir. Nâzım’ın bir kitabı doğum günü hediyesi olmuşsa eğer, hediyeyi veren diğerine komünizm propagandası yapmaktadır aslında.
Bu mesajlara tepesi atanın Nâzım’ı sevmesi mümkün değildir. Ama bizim şair o kadar güçlüdür ki, “ben beğenmiyorum” diyenin şiirden anlamaz bir hödük, insanlık düşmanı aşağılık bir burjuva sayılması olasılığı çok yüksektir. Anti-komünistlerin Nâzım Hikmet’in eserini beğenmediklerini söylemeleri cesaret ister.

Özetle şairimiz komünizm propagandası yapmaya ve etkili olmaya devam etmektedir! Yayınevi, banka ve zengin ailenin “kim korkar Nâzım’dan” repliği gece karanlığında mezarlıkta ıslık çalmaya benzer…

Buna eşlik eden, daha doğrusu goygoyculuğa soyunan entelektüeller de yok değil. Bunlar YKY’nin Nâzım’ı sansürlemek için nedeni olmadığını, çok kaliteli bir yayınevi olduğunu ve zaten komünizmin de geçmişte kaldığını açık veya örtük olarak yayarken, Koçlara yaranma güdülerini, piyasa düzeninin hizmetkarı olduklarını sergilemiş oluyorlar.

Kapitalistleri ve sermayenin sanat-kültür alanına müdahalesini aklamak için yapılan “işin kalitesine” işaret etmek… Bu da ilk kez olmuyor. Ekonominin geneli söz konusu olduğunda “işin kalitesinin” altındaki gerçek, sömürüdür. Sanata ve kültüre yatırımı zenginler hayır için mi yapar?
Bunun yanıtı açık.
Ama varsayalım ki, holdingler sanat ve kültür alanında kâr amacıyla iş görüyor olmasınlar. Yatırdıkları para nereden geliyor peki?
Koç holding bu yılın üçüncü çeyreğinde kârını yüzde 31,5 artırmış. İşçilerine ne olmuş bu arada?
O işçiler korkunç gelir adaletsizliğine boyun eğsin diye, işsiz bırakılan milyonlar peki?
Ya ülkeyi boğan otomotiv sektörü? Yükselen militarizmden kimler para kazanmış?
Uzatmayayım; işin aslı bir taşla sayısız kuştur.
Kültür sanat alanında boy göstermek, kelimenin gerçek anlamıyla kanlı sömürünün üstüne narin bir örtü serilmesidir. Üstelik birkaç satır yukarıda geçen varsayımın geçersiz olduğu da bellidir; bunlar kitap basıp, konser düzenlerken de kâr ederler.
Ve bir kuş da, devrimci sanatçıların eserleri üzerine konan tekeldir. Bu sonuncusu benzersiz bir yüzsüzlüktür. Sermaye, kendisine yönelik eleştiriyi de metalaştırmaktadır!
Olay budur.
Olay belirli bir yayınevinin Nâzım’a sansür uygulamasında, eserlerini tahrif etmesinde somutlanmış, acı bir yansısını bulmuştur. İşin özü kapitalizmin önüne gelen her şeyi alınıp satılır bir mal sayması, o hale getirmesidir.
Sorun bu yaklaşımdadır. Bu yaklaşım egemense, temel dürtü kârsa, maksat sömürücü bir sınıfın ve düzenin aklanmasıysa, hangi satırda hangi kelime tahrif edilmiş, bunun belirleyici bir önemi yoktur. Kapitalizm defolu mal ürettiği için değil, derdi toplumsal yarar olmadığı için tarihsel olarak yanlış ve gayrimeşru bir sistemdir. Toplumsal yarar değil, kâr peşinde koşan bir sistemin defolu ürün çıkartması ise talihsizlik değil, normal durumdur.

Artık sansürü, tahrifatı sürdüremeyecekler. Hatta kapağı gıcırdayan buzdolabını, içindeki programlardan ikisi tutukluk yapan çamaşır makinesini nasıl piyasadan çekmek zorundalarsa, şimdi de sansürledikleri eserleri tıpış tıpış düzgünüyle değiştirecekler. Komünist Nâzım’a direnemeyecekler daha fazla.

Ama asıl önemlisi, hem kültür ve sanattan hem de bu dünyadan silinmeyi çoktan hak etmiş bir düzeni temsil ettikleridir.

Özetle yıl gelmiş 2017’ye. Nâzım Hikmet kalkmış mezarından sömürü düzeniyle mücadele ediyor hâlâ!

Aydemir Güler / SOL

IŞİD sonrası Ortadoğu - Nilgün Cerrahoğlu

TV’de defalarca izlediğimiz “Baba” filminden hatırlarsınız. Güç, “Baba” Vita Corleone’den genç ve hırslı oğlu Michael Corleone’ye geçerken, “rakip baba”lar bir otel odasında toplu halde taranarak yok edilir.
Corleone ailesi böylece Amerikan mafyasının “rakipsiz başı” olmuştur. Marlon Brando’nun oynadığı yaşlı “Don Vito”dan bin kat acımasız çıkan gözü kara Michael Corleone, artık “Babaların Baba”sıdır.
Ne zaman Suudi Arabistan’ın 32 yaşındaki genç velihatı “MbSMuhammed bin Selman’ı görsem, şimdi aklıma hep Michael Corleone geliyor. 
 
82 yaşındaki yaşlı ve bunadığı söylenen “baba Selman”dan tahtı bugün yarın devralması beklenen MbS haberleriyle her karşılaşışımda, gözümün önünde beş yıldızlı bir otelin özel toplantı salonunda birlikte katledilen “rakip babalar”ın akıbeti canlanıyor.
MbS de Michael Corleone gibi sonuçta Ortadoğu’da rakipsiz “babaların babası” olmak istiyor...
En az oğul Corleone denli hırslı olduğu anlaşılan Suudi velihat prens de, rakip gördüğü prensleri “tarihi bir ilk”le toplattı. Henüz onları imha etmese de, Riyad Ritz Carlton’da rehin ve tutsak aldı. Sonra “mafya raconuyla” rehinlerin mallarına, finans kaynaklarına ve banka hesaplarına el koydu.
 

Riyad-Paris-Beyrut üçgeni
Yetmedi.
Lübnan Başbakanı Saad Hariri, ardından apar topar Beyrut’tan “uçuruldu”.
MbS’nin özel isteği/emri ile… hokus pokus Riyad’a uçan Lübnan Başbakanı, Suudi Arabistan’ın başkentinde yaban ellerden kimseyi ikna etmeyen bir biçimde “istifasını sundu”. Sonra bu ülkede günlerce ev hapsinde tutuldu.
Her ne kadar Lübnanlı lider “Ben aslında serbestim” dese de, uluslararası bilmece nihayet Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un diplomatik atağı ile çözüldü.
MbS’yle arabuluculuk yaparak devreye giren ve Lübnan Başbakanı’nı Fransa’ya davet eden Macron, her şeye rağmen kendisini, “bunun gerçekte bir sürgün olmadığını” söylemek mecburiyetinde hissetti.
Fransa Cumhurbaşkanı’nın “sürgün” lafını sarf etmesi dahi, koşulların ne kerte olağanüstü olduğunu kanıtlamaya yetti.
Macron-MbS anlaşmasının bir engelle karşılaşmadan gerçekleşmesi durumunda, Hariri’nin bugün Paris’e uçtuğunu göreceğiz.
Bu da bir film sahnesi gibi.
Bir Hollywood filminin mesela “memleketini zor altında terk edip” bir bölge gücü ülkede istifaya zorlanan bir Ortadoğu liderinin ev hapsiyle dava açılmasına kolaylıkla tanık olabiliriz. Sonra bir Batılı güç devreye girer ve “rehin alınan piyon ülke lideri” pırr… bir Avrupa başkentine uçar.
Ortadoğu senaryoları artık Hollywood senaryolarına rahmet okutuyor. Bölgede hep palmiye kadar çok diktatör oldu. Diktatör görmeye çoktan alışığız.
Ama artık bu “babalar raconu” ile işleyen bir başka eşik. Bu yeni “babalar siyaseti” döneminde, Ortadoğu’da IŞİD sonrası etabın ittifakları şekilleniyor. Post IŞİD dönemde mesela yepyeni bir Riyad-Paris-Beyrut üçgeni boy veriyor.
Bitmedi. İsrail Genelkurmay Başkanı General Gadi Eisenkot, gene bir ilke imza atarak Suudi medyasına konuşuyor ve verdiği demeçte “İran Şii hilaline karşı Suudilerle bir büyük ortak strateji oluşturmanın öneminden” bahsediyor.
Bu amaçla Tel Aviv’in “Suudi Arabistan’la her türlü istihbarat paylaşımına hazır olduğunu” duyuruyor.
 
Kara deliğe emanet
Dahası var…
Yeni ortamın mimarisini inşa eden ismin Trump’ın damadı Jared Kushner olduğu anlaşılıyor.
İsrail Başbakanı Netanyahu ile yakın ve özel ilişkileri olan “Yahudi damat” Kushner Suudi tahtına çıkacak MbS’yle de aynı zamanda “kanka”.
New York Times”, komşu kapısı yaptığı Suudi Arabistan’ı en son ekim sonu ziyaret eden Kushner’in Washington diplomasisini Ortadoğu girişimlerinden hiç haberdar etmediği için “kara delik” diye anıldığını yazıyor.
Ortadoğu’da dengeler özetle “kara deliğe” emanet.
Bölgede IŞİD bitse bu defa bir “kara delik” beliriyor ve velhasıl bela bitmiyor. Çok uzun süre de bitmeyecek.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

İlhan Selçuk nasıl öldü? - Ayşenur Arslan

Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman, 17-25 Aralık için “FETÖ soruşturmalarında toptan bir kriter değil” demiş. Yani, 17-25 Aralık’ın MİLAT olmadığını söylemiş. Sorumluluk, bu tarihten öncesine uzanır diye yorum getirmiş.
Peki, nedir bu tarihin öncesi?
FETÖ, bu tarihten önce nerede / kiminle / neler yapıyordu?
Başlık, yanıtlardan birini veriyor elbette. Ergenekon, Poyraz, OdaTV derken.. 17-25 Aralık’tan çok çok önce Türkiye kumpaslarla altüst oluyordu. Aralarında İlhan Selçuk’un olduğu çok sayıda sivil, asker, gazeteci akıldışı iddialarla içeri atılıyordu.

Bütün bu kumpasların arkasında FETÖ olduğunu bilmeyen var mıydı acaba? Ya da o sırada AKP iktidarının, bizzat Erdoğan’ın desteğinden kuşku duyan var mıydı?

Yazmaya başladığım anılarımda, o yıllar... Mehmet Ali Birand yönetimindeki Kanal D Haber’de başıma gelenler... FETÖ kumpasına sessiz kalmadığım için (çıkış kapısı zannettikleri CNN TÜRK ve Medya Mahallesi programına) Kanal D Haber’den sürülmem.. Oynanan oyunun ta o zamanlardan ne kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteriyor.
Yazdığım zaman görülüyor.
Anlayacağınız, kimsenin “biz anlamamıştık, bilmiyorduk” deme hakkı yok.
Olayın sadece FETÖ ile bağlantılı olduğunu, iktidarın “kandığını / kandırıldığını” düşünmenin deme hakkı ise hiç hiç hiç yok!
Ben, en azından dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner’in bu meseleyi Erdoğan’a rapor ettiğini biliyorum.
Yazdım da..

•••

Sadece Başsavcının sözleri değil..
Gezi’deki FETÖ provokasyonunu bile bile, Osman Kavala’yı “organizatör” falan ilan etmeleri.. Hiçbir mantığa sığmayan, zaten delili olmayan iddialarla içeri atmaları da değil..
Bu yazının nedeni, hepsi ve bir fotoğraf.

Yerli otomobil için Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya gelip poz veren BABAYİĞİTLER!!!
Sermayenin iktidarı desteklemesinden daha doğal bir şey olamaz elbette. Hele, gelir dağılımı yoksullar aleyhine tamir edilmesi güç biçimde bozulurken sermaye kârına kâr katmışken..
Sermayenin dini, ahlâkı da olmaz.

Peki!

Yine de, o fotoğrafta yer alan bir isim, İnan Kıraç için iki çift laf etmek istiyorum.

Zira kendileri sadece işadamı, holding sahibi, Koç’un damadı değildir. Bir zamanlar Cumhuriyet (Gazetesi) Vakfı yöneticiliği de yapmış.. Yani, mesleğimize şu ya da bu biçimde katkı sunmuş bir kişidir. Vakıf’taki yönetici dostlarından biri, Ergenekon davasında Silivri’ye tıkılmış, tecrite mahkûm edilmiş Mustafa Balbay’dır.
Kendisi de o sıralarda hedefte değil miydi, hatırlasanıza!
Hatta Fehmi Koru ve Avni Özgürel “EJDER” kod adıyla anıp, üzerine yazılar yazmamış mıydı! Küresel düzeyde vahim suçlamalar getirmemişler miydi! Yaylım ateşine tutmamışlar mıydı!
O sırada İnan Kıraç, damadı olduğu Koçlar sayesinde mi kurtuldu, bilmiyorum.
Kurtulmuş.
FETÖ / AKP ortak prodüksiyonu kumpasların odak noktasındaki Cumhuriyet’teki görevine de devam etmiş.
Sevgili dostu Mustafa Balbay Silivri’de yatarken..
İlhan Selçuk hastanede ölmeye yatmışken..

•••

Gözaltındayken kalp rahatsızlığı geçirip hastaneye kaldırılmıştı. By Pass ameliyatı oldu.. Daha sonra felç geçirdi.. Yoğun bakıma alındı.. Aylarca orada kaldı.
Ölümünden bir süre önce telefonda konuşmuştuk. Medya Mahallesi programına telefonla katılıp katılamayacağını sormuştum. “Olabilir” demişti, “durumum elverirse..”
Akla, bırakın ölümü, hastaneyi getirmeyen son derece kibar, sağlıklı bir konuşma gibiydi.
Oysa daha sonra bilenlerden, özellikle sevgili Miyase İlknur’dan dinlediklerim bambaşkaydı.
İlhan Selçuk öleceğini biliyordu. Daha doğrusu bunu “diliyordu”. Mahkemede kendisini savunamadan, hakkındaki hem temelsiz hem de “aşağılık” iddialar hakkında iki söz söyleyemeden de öldü! Hakkında “Ergenekon Terör Örgütü yöneticiliği” iddiasıyla hazırlanan dosya da dürülüp kaldırıldı.

•••

Cumhuriyet Gazetesi şimdi bir başka kumpasın odak noktasında.
Bu kez Cumhuriyetçiler FETÖ yandaşlığı, hatta daha da ileri gidip “FETÖ Terör Örgütü yöneticileri” olmakla falan suçlanıyor.
Haklarını pek çok kişi teslim etti.
Ben de edeyim.
Yandaş kimi kalemler bile gidilip mahkemede “Bu arkadaşlarımızın terör örgütü ile ilgisi olduğuna inanmıyorum” diye ifade verdi.

Ya İnan Kıraç Bey ne yaptı?

Mahkemeye gitti. “Artık Cumhuriyet okumadığını” beyan etti. Yayın politikasını doğru bulmadığını kimbilir kaçıncı kez açıkladı.
Hakkıdır, olabilir.
Ama..
Tutuklu tutuksuz Cumhuriyet yöneticileri ve yazarlarına bakıp da “Evet, biz Cumhuriyet Vakfı’nda bir anlaşmazlık yaşadık. Ama bu insanları ‘terör örgütü’ suçlamasıyla yargılayamazsınız, hapse atamazsınız” demedi, diyemedi.

Çok değil, sadece iki ay sonra İnan Kıraç’ı Erdoğan’la birlikte poz verirken gördük. Yerli otomobili yapacak babayiğitlerden biri olarak.

Geçmiş belli ki çoktan geçip gitmişti.

Erdoğan o geçmişin üzerine çektiği karanlık süngerle belli ki her şeyi unutturmuştu.
Kumpaslardaki payını... Ya da hadi kendi deyimiyle söyleyelim “aldanışını”... İlhan Selçuk’un kendisini savunamadan ölmesini... Çekilen onca acıyı... Bugün yaşananları...
Osman Kavala’nın cezaevinde sessizliğe / unutulmuşluğa / çürümeye terk edilmek istenmesi...
Marx’ın sözleriyle, “burjuvazi pek çok değeri bencil hesapların buzlu sularında boğar, boğmuştur”.

Dolayısıyla şaşıracak bir şey yok.

İnan Kıraç’ın tutumuna ve RTE ile hizalanmasına da..
Aydın Doğan’ın “gazeteci değil işadamı olduğunu keşfetmesine” de...
Daha birçok şeye de şaşacak değiliz.

Yine de, ERDOĞAN VE BABAYİĞİTLERİ fotoğrafına bakınca iki kelam etmek istedim.

Görüşlerine yakın olmasam da İlhan Selçuk’u yâd etmek istedim. Yine, kimilerinin görüşlerine yakın olmasam da Cumhuriyet Gazetesi’nin tutuklu / tutuksuz sanıklarına bir selam göndermek istedim.

Tarih sizi de yazacak.

İnan Kıraçları.. Sarraf davasından neden / nasıl korktukları artık apaçık ortaya çıkan iktidar ortaklarını da...

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Baro Başkanı suç işledi - ERK ACARER

Soma davasının avukatları tutuklu,
Berkin Elvan davasını savunanlar da öyle.
IŞİD canilerinin Suruç’ta gerçekleştirdiği ve 33 kişinin can verdiği katliam dosyasının müdafileri de cezaevinde.
Soma davası sona gelmişken sürüncemede bırakılmak isteniyor.
Berkin Elvan davasında ilerleme yok. Görüntülerin çözülmemesi için devletin resmi kurumları adeta elinden geleni yapıyor. TRT, başından savıyor. TÜBİTAK, bir adım daha ileri gidip verileri çözmek yerine bozuyor, delilleri karartıyor.
IŞİD’in Atatürk Havalimanı saldırısında 6 IŞİD’ci tahliye edilirken Suruç Katliamı’ndan yaralı olarak kurtulanlar soruşturmaya uğruyor, fişleniyor, gözaltına alınıp tutuklanıyor.
Patlamadan birkaç saniye ile kurtulan İsmail Denli’nin engelli maaşı kesildi.
Amara Kültür Merkezi’nde yaralanan, felç olan ve tedavisi İsviçre’de devam eden Güneş Erzurumluoğlu, henüz olayın ilk günlerinde, kendinde değilken soruşturmaya uğradı. Hakkında yeni bir soruşturma açılan Erzurumluoğlu’nun babası gözaltına alındı.
Aynı katliamda yaşamını yitiren Süleyman Aksu’nun çatışmalı dönem nedeniyle 2 yıl sonra yaptırılabilen mezarı kar maskeli kişilerce tahrip edildi.
Elazığ T Tipi Kadın Cezaevi’ndeki şiddet uygulamalarının son kurbanı İlke Başak Baydar oldu. Cezaevindeki hak ihlalleri rapora dönüştürüldü. Bu raporda, Baydar’ın kan kusmasına yol açıncaya kadar darp edildiği, revire de götürülmediği yer aldı.
Baro Başkanı’nın sözleri…
Nuriye Gülmen ve Semih Özakça… Onların avukatları da diğer toplumsal davaların müdafileri gibi tutuklu…
Son kurban Çağdaş Hukukçular Derneği Başkanı (ÇHD) Selçuk Kozağaçlı.

‘Böyle bir ortamda’ ve ‘darbe ile hiç ilişkisi olmadıkları halde işlerinden atılan, açlık grevine başlayan, tutuklanan ev hapsinde tutulan, Gülmen ve Özakça’nın son duruşması öncesinde’ Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu konuştu…


Her geçen gün yıldızı daha da parlayan Yavuz Oğhan’ın RS FM’deki ‘Bidebunudinle’ programına konuk olan Feyzioğlu; “Kimse benden Nuriye ve Semih’i evlat edinecek bir sempati içinde olmamı beklemesin” dedi. TBB Başkanı; “Nuriye ile Semih adlı açlık grevi yapan kişilerin tutuklanan avukatlarının tutuklanma gerekçesinde Nuriye ile Semih’in avukatı olma gerekçeleri yoktu.
Polisin öldürdüğü DHKP-C teröristinin üzerinden çıkan listede tutuklu bazı avukatlarının adının geçtiği söyleniyor. Ben bu listenin değersiz olduğunu söyleyemem” şeklinde görüş bildirdi.
‘Terörle’ mücadele konusuna da değinen Feyzioğlu; “Silahsa silah” ifadelerini kullandı.
Hukuku bırak silahlara bak!

Fotoğraf açık… Feyzioğlu, söyledikleri ve söyleyemedikleriyle; sadece Nuriye ve Semih’i değil aynı zamanda Soma’da ihmal ve kirli işbirliği içinde öldürülen madenci çocuğunu da, polisin gözünü kırpmadan katlettiği Berkin Elvan’ı da, Suruç’ta parça parça edilen genci de üvey evlat saydı.
Bu anlaşılır; “Baro Başkanı mesleğini layıkıyla yerine getiremiyor” denir, bir sonraki seçime bakılır.
Aynı şekilde bir hukukçunun, geçmişte bir caniyi savunmuş olması da vaka-i adliyeden denilebilir. Bir genç kadını, Münevver Karabulut’u vahşice katleden ünlü ailenin oğlu Cem Gariboğlu’nu savunmak tercihtir.

Feyzioğlu’nun zor durumdaki arkadaşlarının müdafiliğini üstlenmesi için trilyonlar istemesi de yine seçim olarak kabul edilebilir. Herkesin paraya meyli ve onunla ile ilişkileri farklı olabilir.

Sonuçta avukatlık profesyonel bir meslektir.

TBB Başkanı’nın, avukatlar tutuklanırken, diğer meslektaşlarına özel yazışma ortamlarından tatil organizasyonları göndermesi de ‘hobisi’ olarak değerlendirilebilir. Yine Selçuk Kozağaçlı’nın gözaltına alındığı gün, ‘Karartek, Bürotek’ gibi ‘çok önemli, işlevsel’ hukukla ilişkili sitelerin tanıtımını yapması da öyle.
Benzer biçimde gözaltılar sürerken, eski Milli Sporcu Naim Süleymanoğlu’nun durumu ile bizzat ilgilenmesi de haltere olan ‘sempatisi’ ile açıklanabilir.

Mahkemeyi etkiledi!

Gerçekte bunlarda hiçbir problem olmadığını yinelemek mümkündür.
Ancak TBB Başkanı; ‘Nuriye-Semih konuşmasının pek çok yerinde suç işlemiştir. Davadan bir gün önce yaptığı konuşma, ‘bağımsız mahkemeyi’ etki altında bırakmaya ve negatif etkilemeye yöneliktir.

Açlık grevindeki eğitimcilerin tutuklu avukatları hakkında görüş bildirirken de, “DHKP-C teröristlerinin üzerinden çıkan listede adlarının geçtiği söyleniyor” gibi yandaş medya ile kendini eşitleyen ‘muğlak’, ‘temelsiz’ ifadeler kullanmakla kalmamış, yine süren bir davayı etkilemeye yönelik de adım atmıştır.

Bu suçlara, hukuk yerine şiddeti ve silahları temel alan tarzdaki söylemlerini de eklemiştir.

Alt tarafı…

Aynı konuşma içinde bir hukuk duayeni Turgut Kazan’ın kendisine ‘Baro Başkanlığına hazırlandığı için eleştiriler getirdiğini’ dile getirmesi ise sadece nezaketten uzak bir tavır değil aynı zamanda bir niyet okumadır. Üstelik Feyzioğlu bunu yaparken, ‘iktidar kaynaklı korkularını ve kendisinin ‘nelere hazırlandığını’ bildiğimizi unutmuştur.

Yine de biz suça yönelik ifadelere bir kez daha dönelim. Evet, Feyzioğlu suç işledi.

Fakat Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘yargıya talimat verdiği’, İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun ‘temelsiz’, ‘ispata muhtaç’ iddialarla mahkemeleri etki altında bıraktığı yerde bu da önemli değildir!
Alt tarafı Baro Başkanı der geçersin.
İlla bir son söz gerekliyse, ÇHD’nin ‘Feyzioğlu tepkisi’ olarak ‘bir krala’ ithafta bulunduğu paylaşımla bitirelim:
“Saray’a topuk selamı veren Milli Baro Başkanına en güzel cevabı Yılmaz Güney vermiş: Kralın sofrasında soytarı olacağıma, halkın sofrasında eşkıya olurun!”

Erk Acarer / BİRGÜN

Bankerlerden devrim çağrısı - KORKUT BORATAV

Bank of International Settlements (BIS), dünyanın  önde gelen altmış merkez bankasının üye olduğu uluslararası bir kuruluştur. “Merkez bankalarının bankası” diye bilinir; üyelerine akıl verir; bankaların izlemesi gereken standartları oluşturur; finansal konularda araştırma yapar.
Herve Hannoun ve Peter Dittus, geçen yıla kadar bu bankada Genel Başkan Yardımcısı ve Genel Sekreter  olarak görev yapmışlar ve bu yakınlarda Devrim Gerekiyor (Revolution Rquired) başlıklı bir “manifesto” yayımlamışlar. Bankacılardan “devrim çağrısı” beklenmez. 114 sayfalık manifestoyu bu nedenle merakla okudum.

Karşıtlıklardan oluşan ilginç bir bileşke ortaya çıkıyor: Bir anlamda tutucu bir dünya görüşü: Kapitalizmin temellerinin aşınmasından tedirginlik ve  borçlanarak büyüyen devletlere muhalefet...
Öte yandan, Batı’daki  devlet borçlanmasının NATO’nun saldırgan politikalarından kaynaklandığını vurgulayan bir eleştiri.. Büyük merkez bankalarını teslim alan finans çevrelerinin yol açtığı toplumsal yıkımların teşhisi… Bunlara, iklim değişikliklerine karşı duyarsızlık eleştirileri de ekleniyor.
Tespitler, Manifesto’nun ilk sayfasında özetleniyor:
“İklim değişikliği hızlanıyor. Dijitalleşme ve küreselleşme ücretleri aşındırıyor. Gelir eşitsizlikleri  artıyor. Jeopolitik kargaşa yaygınlaşıyor. Yalanlar, gerçek gibi sunuluyor. Gerçekler susturuluyor... Savaş fitili ateşleniyor… Halk kızgındır. Karl Marx’a göre kapitalizm, kendisini yok edecek bir devrimin tohumlarını ekmekteydi. Biz ise G7 ülkelerindeki modelin bir piyasa ekonomisinin temellerini aşındırdığını; …bir sonraki finansal çöküntüye yol açacağını [ve]… kapitalist sistemin dayandığı pek çok inancı sorgulatan bir sistem krizi doğuracağını düşünüyoruz.”
Bankerler, eleştirdikleri “G7 modelinin”, aslında “Batı toplumlarının ABD öncülüğünde biçimlenen  neoliberal örgütlenmesi” olduğunu belirtiyorlar. Neoliberalizm, “bütün varlıkların özel mülkiyet haklarının güvencesi altında olmasına ve ekonomik aktörlerin  kendi çıkarlarını  izlemesine” dayanır (s.83).
İki bankere göre neoliberalizm, sistemi tehdit eden bir saatli bombadır ve patlamaması için bir “düşünce devrimi” gereklidir. Bu devrim, “sürdürülebilir, az karbon kullanan, askerî tırmanmayı durduran; azınlığın çıkarlarına değil, ortak  çıkarlara öncelik veren; ekonominin meyvelerini daha adil dağıtan; … yıllardan beri ekonomik ve finansal çıkarları hizmetkârı olan devletin tekrar daha geniş bir rol üstleneceği” bir ekonomiyi hedeflemelidir.
Hannoun ve Dittus, böylece, tırmanan askerî harcamalardan kaynaklanan borçların, finansal ve ekonomik çıkarların hizmetkârı bir devlet yarattığını düşünmektedir: Finans kapitale borçlanarak dev savaş sanayiini besleyen ve insanlığı tehdit eden devletler…
Alternatif, olsa olsa, bu iki sermaye grubunu vergileyerek (yani borçlanmadan)  toplumun ortak çıkarları için harcama yapan dengeli bir devlettir.
Gerektiğinde kamu açıklarını savunan Keynes’gil maliye politikalarına göre elbette “tutucu” bir seçenek ima ediliyor… Son tahlilde “piyasa ekonomisinin temellerini, kapitalist sistemin dayanaklarını korumak” hedeflendiği için de tutucu… Ancak, bu tutucu öz, bugünkü kapitalizme dönük sert bir eleştiriyi önlememiştir.

“Çizmeden Yukarı” Eleştiriler
İki bankerin bugünkü kapitalizme dönük eleştirilerinin bir bölümü, yakın geçmişin (özellikle 2008 krizi sonrasındaki) iktisat politikaları ile ilgilidir. Bir bölümü ise Batı’nın dış politikalarına odaklanıyor; daha eskiye, SSCB’nin yıkılışına ve sonrasına  taşınıyor. Önce bunlara bakalım.
Manifesto’nun 4. Bölümü, Savaşa Doğru Uyurgezerlik başlığını taşıyor ve 1989 sonrasındaki Batı, NATO ve AB dış politikaları sert eleştirilere hedef  oluyor.
Bankerlere göre, Rusya ile Batı arasında askerî bir çatışma olasılığı bugün zirveye çıkmıştır ve NATO’yu ve AB’yi Doğu’ya doğru genişletme politikalarından kaynaklanmıştır.
Manifesto, SSCB’nin dağılmasının, Sovyet anayasası çiğnenerek ve  halk muhalefetine rağmen gerçekleştiğine işaret ediyor. Benzer bir dağılma Yugoslavya’da gerçekleşmiştir. Batı devletlerinin katkıları ima ediliyor.   
Doğu Avrupa ülkelerinin NATO’ya katılımı, Almanya’nın birleşmesi sırasında Sovyetlere verilen güvence çiğnenerek gerçekleşmiştir. Rusya sınırlarında milyonluk orduların manevraları, (bankerlere göre) Rus halkına 1941’deki Nazi güçlerinin SSCB sınırındaki yığılmasını hatırlatmakta; Rus milliyetçiliğini kışkırtmaktadır.
SSCB’nin son bulmasıyla oluşan barış primi, yani astronomik savaş harcamalarını aşağı çekme fırsatı Batı devletlerince kullanılmamıştır. Tam aksine askerî / sınaî lobi çeşitli (Gürcistan, Ukrayna, Kırım) yapay “kriz vesileleri” keşfederek bu harcamaları tırmandırmaktadır.
Hannoun ve Dittus, Batı’nın Suriye politikalarını da suçluyor. Bunlar terörü tırmandırmış; göçmen krizine yol açan felaketlerle sonuçlanmıştır.
Bankerler, anti-emperyalist öz taşıyan bu eleştirilerle, “çizmeden yukarı çıkmış” oluyorlar. Ama istikrarsızlık yaratan iktisadî sonuçlarına değinerek “hizaya geliyorlar”: Bu saldırgan politikalar Batı devlet borçlarını tırmandırmaktadır ve savaş riskleri finansal piyasalarda “fiyatlanmamaktadır”.

Merkez Bankaları Üzerinde Finansal Tahakküm
Hannoun ve Dittus’un iktisadî eleştirileri, büyük ölçüde 2008 krizi sonrasında merkez bankalarının uyguladığı astronomik likidite genişlemeleri ile bağlantılıdır.
Bankerlere göre, bu politikalarla büyüme hedeflenemez. Para yaratarak servet ve gelir yaratılamaz. Batı’nın büyüme hızı, nüfusun yaşlanması, verim artışlarının yavaşlaması ve borç yükü nedeniyle düşüktür. Üçüncü dünyanın emek depoları, Batı ücretlerini aşağı çekmekte; emek verimini yükseltecek yatırımları frenlemektedir.
Parasal genişlemenin gerekçesi olarak gösterilen deflasyon (düşen fiyatlar) ise, abartılmaktadır; pek çok ülkede geçersizdir. Para arzını pompalayarak enflasyonu yükseltme çabası bu nedenle de yanlıştır.
Manifesto hatırlatıyor: Batı merkez bankalarının bilançoları on yılda 3 trilyon dolardan 15 trilyona (on yedi bin milyara) çıkmış; negatif faiz oranları yaygınlaşmıştır. 7 trilyon (yedi bin milyar) dolarlık tahvil, fiilen negatif getiri içermektedir. Faiz oranlarında yüzde 1’lik bir  artış, 40 trilyon dolarlık ABD tahvillerinin 2,4 trilyon servet kaybına uğraması anlamına gelir. Tahvil sahiplerinin bu boyuttaki kayıplarını önleme çabası, likidite pompalamasını kalıcı hale getirebilir. Yüksek getiri arayışları ile, servet (varlık) değerlerini artırmak isteyen çevreler arasındaki karşıtlık, büyük bir finansal çöküntü olasılığını artırmıştır.
Bankalar negatif (eksi) faizleri mevduata taşıdığı ölçüde, nakit paraya (banknotlara) talep artacaktır. Bu olasılığı önlemek için tamamen banknotsuz bir ekonomi tasarımları başladı. Nakitsiz / banknotsuz günlük hayat, yoksullar için çekilmez olacaktır.
Hannoun ve Dittus’a göre, Batı ülkelerinde''merkez bankaları, finansal piyasaların tahakkümü altına” girmekte; yani “para politikaları finansal piyasalarca tutsak alınmaktadır” (ss.33-34).
İki banker, finans kapital kavramı yerine finansal piyasalar terimini yeğlemektedir. Bu piyasaları yönlendiren güçlü aktörlere ilişkin örnekleri ise, büyük finans sermayesini işaret etmekte; suçlamaktadır.

İnsanlar Kızgın ve Endişeli
Manifesto’da Bölüm 7, finansal politikaların Batı halk sınıfları üzerindeki etkilerini gözden geçiriyor. İlk tespit şudur: “Sıradan yurttaşlar endişeli ve kızgındır, …çünkü kendilerini ekonomik olguların tehdidi altında hissediyorlar; iktisat politikalarında haksızlığa uğradıklarını ve bunları değiştirecek güçlerinin olmadığını düşünüyorlar.”  Tehditkâr ekonomik olgular, “artan eşitsizlikler, pahalılık, işsizlik, güvencesiz istihdam ve emeklilik sorunları” olarak sıralanıyor (s.74).
Tepkiler yaygındır; siyasete taşınmaktadır. Bankerler, Wall Street’i işgal ve Podemos gibi “sol”dan veya Brexit ve seçimlerde güçlenen popülist akımlar gibi “sağ”dan yansımalara işaret ediyor.
Manifesto, bu “kızgınlık ve endişelerin” nicel boyutlarını, finansal politikalara bağlayarak inceliyor.
Ayrıntıları aktarmak gereksizdir. Sadece iki alandaki tespitlere değineceğim.
Batı Merkez bankaları deflasyon (“düşen fiyatlar”) “efsanesi”nde ısrar ederken tüketiciler “yüksek ve artan hayat pahalılığından”  yakınmaktadır. Hannoun ve Dittus, tüketicilerin haklı olduğunu, örneğin Batı Avrupa tüketici fiyat hareketlerinin, AMB’nin resmî fiyat istatistiklerini yüzde 6-7 oranında aştığını ileri sürüyor. Ücretlerin aşınma temposu, bu nedenle de hızlanmaktadır.
Gevşek para (düşük faiz) politikalarında ısrar, Manifesto’ya göre, borsalara emanet edilen emekli fonlarına büyük riskler taşımıştır. Fonları yöneten finansal kuruluşların cari gelirleri aşınmakta; yükümlülükleri tırmanmaktadır.  İflaslar ve emekli tasarruflarının “buharlaşma” riski gündemdedir.
Öte yandan, faizlerdeki düşme, çalışan nüfusa belli bir emekli aylığını sağlayabilecek prim yüklerini tırmandırmaktadır. Özel sigortalara dayalı emeklilik sistemlerinin ücretlilerin katkılarıyla sürdürülmesi güçleşmektedir. Manifesto bu açmazı sayısal örneklerle açıklamaktadır. Bu durum, tüketim harcamalarında durgunluğa katkı yapan etkenlerden biridir.

***

İki kıdemli bankerin Devrim Gerekiyor  manifestosu, emperyalist devletlerin (G7’nin) dünya halklarını dört nala savaş ve yıkıma sürüklemekte olduğunu tespit ediyor. Finans kapitalin devletleri tutsak aldığını, halk sınıflarını çaresiz bıraktığını nicel kanıtlarla ifşa ediyor.  Bu olguları emperyalizm ve finans kapital kavramlarını kullanmadan, açıkça ortaya koyuyor. Çizdikleri tablo da bana, Haiti folklorunun ünlü “Zombiler” efsanesini hatırlatıyor: “Zombiler” gibi kapitalizm de ölmüştür; ama farkında değildir: Çevresine yıkım getirmekte; yaşayanları gerçekten öldürmektedir…

Korkut Boratav / SOL

Cihatçıları öven “laik”ler, El Kaide güzelleyen “solcu”lar - TAYLAN KARA

Kendisini solcu, sosyalist, cumhuriyetçi ya da ilerici olarak tanımlayan bir kişi El Kaide’yi övebilir mi? Normal zamanlarda yaşasaydık bu sorunun yanıtı elbette “hayır” olurdu.
Ama Türkiye’de bu pekâlâ mümkündür.
Türkiye’de kendini solcu/sosyalist/cumhuriyetçi olarak tanımlayan kişiler cihatçılar karşısında duygulanabilir. Hatta batılı hükümetlerin desteklediği iç savaş aygıtı bir örgüt karşısında gözyaşlarını bile tutamayabilir.
Yer Türkiye ise, kendini solcu, sosyalist ya da cumhuriyetçi olarak tanımlayan biri cihat propagandacılarından sevimli çocuklardan söz eder gibi söz edebilir.
Bu türden bir solcu, sosyalist ya da cumhuriyetçi her halde dünyada sadece bu ülkede yaşamaktadır.
Şaka mı yapıyorum?
Kendi gözlerimle görmeseydim bu yazdıklarıma kendim bile inanmazdım.

*

Suriye’de “sivil yardım kuruluşu” adı altında kurulan “White Helmets (Beyaz Baretliler)” adlı bir grup var.
Beyaz Baretliler adlı grubun Suriye’deki cihatçı iç savaş örgütleriyle doğrudan ilişki içinde olduğu, üyelerinin elde silah cihatçı çetelerle birlikte savaştığı, batılı hükümetlerin amaçlarına uygun askeri müdahalelere gerekçe olması için sahte filmler çektiği ve üyelerinin kafa kesme görüntüleri “herkesin bildiği sırlar”dır (1-6).
Beyaz Baretliler, 2014 yılında eski bir İngiliz istihbarat subayı olan James Lee Meijer tarafından kuruldu. ABD Kalkınma Ajansı’nın raporlarında Beyaz Kasklılar adlı bu “sivil savunma örgütüne” 2015 yılında 18 milyon dolardan fazla para yardımı yapıldığından söz edilmekteydi.
Danimarka dışişleri bakanı, Beyaz Baretliler’e 2017 ve 2018 yıllarında 20’şer milyon kron para yardımı yapacaklarını açıklamıştı (7). Bu gruba ABD, İngiltere, Almanya, Hollanda gibi birçok batılı ülke milyonlarca dolar para aktarmıştı (8).
Bu yazılanlar gizli saklı bilgiler değil bizzat bu hükümetlerin açıkladığı aleni bilgilerdir.
NATO güçlerinin istedikleri zamanda, istedikleri yerde olabilen, Soros vakıfları ve batılı hükümetlerin milyonlarca dolar yardım ettiği bu Beyaz Baretliler adlı “sivil toplum” örgütü, Avustralyalı gazeteci John Pilger’in sözleriyle “tamamen bir propaganda aygıtı” işlevini görmektedir (9).
Böyle bir kuruluş için Batının bütün propaganda aygıtları seferber olmuş durumdadır.
Beyaz Baretliler yakın zamanda Times dergisine kapak oldu (10).
Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi, Hollywood yıldızları bu ödülün onlara verilmesi için kampanya başlattı (11).
Beyaz Baretliler hakkında çekilen belgesel Oscar ve Emmy ödüllerini aldı.
Milyonlarca insan katledildiğinde kılını kıpırdatmayan bu “kültür kuruluşları”nın Beyaz Baretliler üzerinden gösterdiği “sivil hassasiyet” gerçekten göz yaşartıcıydı.
O kadar göz yaşartıcıydı ki Cumhuriyet gazetesi yazarı Zeynep Oral’ın da gözlerini yaşartmıştı.
Cumhuriyet gazetesi yazarı ve Türkiye PEN başkanı Zeynep Oral 27 Kasım 2016 tarihli yazısında “Beyaz Kasklılar”ı övüyordu (12).
Zeynep Oral köşe yazısında bu grup için şunları yazmıştı:
“…Suriye’de bugüne dek 60 bin hayatı kurtaran ama bu arada 150 arkadaşlarının öldürülmesine engel olamayan “Beyaz Kasklılar” (The White Helmets) olarak bilinen Suriyeli sivil savunma örgütü başkanı Raed Al Saleh’i dinlerken gözyaşlarımı tutamadım…”
Bir başka yazısında
“Laikliğin erdemini anlatan her kitaba yeryüzünün tüm ödüllerini verirdim(13)”
diye yazan Zeynep Oral, cihatçı iç savaş aygıtı Beyaz Baretliler’in başkanı karşısında göz yaşlarını tutamıyor!

**

Gazeteci Engin Baş, Suriyeli bir ailenin Almanya yolculuğunu konu alan belgeseliyle Emmy ödülü aldı. Engin Baş, ödül sonrası sosyal medya hesabından şunları yazdı (imlâ hataları yazara aittir) (14):
“White Helmets geceye damgasını vurdu. Bir kategoride onlara yenildik ama olsun hakkıfır çocukların”
“Kaderde oskar törenlerini öncesinde aday yönetmenle beklemek de varmış. Dileğimiz tabii ki Whitehelmets’ın oskarı”
Sonrasında bu paylaşımlarının altında sayısız tebrik mesajları yazıldı. Tebrik edenler arasında kimler yoktu ki?
CHP milletvekili Melda Onur’dan HDP milletvekilleri Filiz Kerestecioğlu ve Ziya Pir’den İYİ parti yöneticisine, sosyalist Hakan Gülseven’den gazeteci İsmail Saymaz, Kadri Gürsel, İrfan Değirmenci, sanatçı Suavi’ye kadar yüzden fazla tebrik eden kişi…
Elbette tebrik edenler belgeselin aldığı ödülü tebrik ediyorlardı. Ancak içlerinden birisi bile ilgili yönetmene:
“Çocuklar” diye hitap ettiğiniz kişilerin kimin propagandasını yaptığının farkında mısınız?” diye sormuyordu. Oysa bu kişilere doğrudan sorsanız istisnasız cihatçılara ve El Kaide’ye şiddetle karşı olduklarını söylerlerdi.
Beyaz Baretliler’in nasıl bir grup olduğu hatırlatıldığında ise bu konuda CHP milletvekili İlhan Cihaner dışında hiç kimse duyarlılık göstermemişti.
Cihat övücülerine “çocuklar” diye hitap eden gazeteci Engin Baş ise bu duruma bir açıklama getirmek yerine kendine bu gerçeği kendisine hatırlatan herkesi engelledi.
Böylece Beyaz Baretliler’in cihatçılarla ilişkisi, kafa kesme görüntüleri, Batılı devletlerle olan kirli ilişkileri tertemiz oldu!

*

Türkiye’de böyle bir sol, sosyalist, ilerici ya da cumhuriyetçi anlayış varken sol/sosyalist/ilerici/cumhuriyetçilerin başka bir düşmana ihtiyacı yoktur.

*

Bütün bunların tuhaf bir şakadan ibaret olmasını çok isterdim. Mizah ile gerçekliğin sınırı ülkemizde çoktan belirsizleşmiştir. Her gün, aslında sadece şaka olması gereken onlarca olay olmaktadır. Artık bir haberin gerçek mi şaka mı olduğunu ayırt edecek akıl düzeneklerimiz tahrip edilmiştir.
Bu akıl düzeneklerini yeniden oluşturmak görevimizdir. Bunun için öncelikle aklımızı tahrip edenlerin yükünü sırtımızdan atmak ve aklımızı, onların kuşatmasından kurtarmak gerekir.

Taylan Kara/SOL

taylankara111@gmail.com
Kaynaklar
1.http://www.ronpaulforums.com/showthread.php?501639-Soros-White-Helmet-by...
2.https://www.youtube.com/watch?v=8aAaReVn2I4&feature=youtu.be 3.https://www.birgun.net/haber-detay/oscar-goooooes-to-al-qaida-148732.html
4.http://odatv.com/kim-bu-beyaz-kasklilar-0103171200.html
5.https://www.youtube.com/watch?v=FDsrpNywJVk
6.https://www.youtube.com/watch?v=XVIb9bVShoQ
7.http://aa.com.tr/tr/dunya/danimarka-dan-beyaz-kasklilara-destek/698208
8.https://en.0wikipedia.org/index.php?q=aHR0cHM6Ly9lbi53aWtpcGVkaWEub3JnL3...
9.https://www.youtube.com/watch?v=X27B0yuazGo
10.http://time.com/magazine/us/4520901/october-17th-2016-vol-188-no-15-u-s/
11.http://www.dw.com/tr/bar%C4%B1%C5%9F-nobelinin-suriyeli-%C3%B6rg%C3%BCte...
12.http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/636525/Heeey_icerdekiler__Sesimi...
13.http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/847897/Su_Frankfurt_Kitap_Fuari....
14.https://twitter.com/denizsapsikyan/status/916206521427660800

Bir vatan ve uygarlık düşmanı Mustafa Sabri - BİRGÜN

Mustafa Sabri Efendi adının Tokat’ta bir imam hatip lisesine verilmesi toplumda haklı bir tepkiyle karşılandı. İmam hatip lisesine adı verilen Mustafa Sabri yalnız bir uygarlık düşmanı değil, Vahdettin. Damat Ferit Paşa, Ali Kemal gibi İngiliz işbirlikçileriyle kaderini birleştirmiş biridir. Hatta bu ekibin en ileri gidenidir.
Zeki Sarıhan - Tarihçi-Yazar

Damat Ferit Hükümetlerinde şeyhülislamlık yapan Mustafa Sabri Efendi adının Tokat’ta bir imam hatip lisesine verilmesi toplumda haklı bir tepkiyle karşılandı. Yakın tarihimizde Tanzimat’tan beri süregelen kaçınılmaz modernleşme hareketine karşı çıkmış birçok din adamı ve siyasetçi var. Fakat bunların çoğunluğu bağımsız bir vatan düşüncesine uzak değillerdir, hatta çoğu Millî Kurtuluş Savaşı’na canla başla katılmışlardır. İmam Hatip Lisesine adı verilen Mustafa Sabri ise yalnız bir uygarlık düşmanı değil, Vahdettin. Damat Ferit Paşa, Ali Kemal gibi İngiliz işbirlikçileriyle kaderini birleştirmiş biridir. Hatta bu ekibin en ileri gidenidir.

  Aşağıda onun hayat hikâyesinden satırbaşları sunacağız. Din ve dünya görüşleriyle ilgili olarak Yard. Doç Dr. Ahmet Akbulut’un “Şeyhülislam Mustafa Sabri ve Görüşleri” (www.islamiaraştırmalar.com) makalesinden, Kurtuluş Savaşı yıllarındaki siyasi faaliyetleri ile ilgili olarak da Kurtuluş Savaşı Günlüğü C.1-4 (Türk Tarih Kurumu) adlı kitabımdan yararlandım. 
1890’da Tokat’ta doğan Mustafa Sabri Efendi, müderris sıfatıyla 22 yaşında Fatih Medresesinde görevlendirildi. İkinci Meşrutiyet’in ilk seçimlerinde Tokat’tan mebus oldu. Aynı zamanda siyasi bir örgüt olan Cemiyet-i İttihad-ı İslamiye’yi kurdu.

Hürriyet ve İtilaf Partisi’ne girdi. Beytan-ül Hak dergisinin başyazarı oldu. Sosyal hayatın dine göre düzenlenmesini istiyordu.

İttihat ve Terakki yönetiminin tutuklama girişiminden kurtularak Romanya’ya kaçtı ve Ateşkes Anlaşması’ndan sonra İstanbul’a döndü. İngiliz yanlısı Sabah gazetesi 17 Kasım 1918 tarihli sayısında “Muhterem Mücahit Tokat Eski Mebusu Mutafa Sabri Efendi”nin demecini yayımladı: “Hürriyet ve İtilaf ölmemiştir. Genel Merkezi ile, şubeleri ile, sürgünlerden ve yabancı devletlerden dönen, peş peşe dönmekte olan eski mebuslarıyla mevcut ve birlik halinde faaliyettedir.”

13 Ocak 1919 günü Hürriyet ve İtilaf’ın yöneticileri olarak Damat Ferit’le birlikte sadrazam Tevfik Paşa’yı ziyaret ederek hükümetin hangi partiye dayanacağını sordular. Tevfik Paşa Hürriyet ve İtilaf’a dayanacaklarını söyleyince hükümeti destekleme kararı aldılar.

19 Şubat’ta kurulan Cemiyet-i Müderrisîn’in de İsklipii Atıf Hoca, Saidi Kürdî gibi kurucuları arasındaydı.

Yönetimdeki İttihatçılar tasfiye ediliyor, yerlerine İtilafçılar yerleşiyordu. Onu da o zamanın Şeyhülislamlığa bağlı olan fetva kurumu Dar-ül Hkmet-ül İslamiye Dairessine üye yaptılar, aynı zamanda Süleymaniye Medresesi hadis müderrisliğime atadılar. 16 Mart 1919’da Senato üyeleri arasında yapılan tasfiyeler üzerine boşalan bir üyeliğe getirildi.

Mustafa Sabri Efendi’nin ikbal yolları Padişah Vahdettin ve Damat Ferit Paia’nın sayesinde sonuna kadar açıldı. 4 Mart 1919’da kurulan ilk Damat Ferit Paşa kabinesinde Şeyhülislam oldu. Yunanlıların 15 Mayıs 1919’da İzmir’i işgal etmesi üzerine güç durumda kalan hükümet istifa etti. 19 Mayıs 1919’da kurulan İkinci Damat Ferit Hükümetinde Mustafa Sabri Efendi tekrar yerini aldı.

Müttefikler, Türkiye’nin tezlerini usulen dinlemek üzere Damat Ferit Paşa’yı Paris Barış Konferansı’na çağırınca Mustafa Sabri Efendi 6 Haziran 1919’dan başlayarak 15 Temmuz’a kadar ona vekâlet etmeye başladı. Bu sürse içinde Hürriyet ve İtilaf Partisi de hükümete muhalefet etmeye başladı ve partili bakanların istifasını istedi. Mustafa Sabri bu istifa isteğine uymadı. Damat Ferit 20 Temmuz 1919’da istifa ederek bu kabineyi tasfiye etti. O artık Padişah’ın ve İngilizlerin desteğini yeterli görüyordu. 21 Temmuz’da üçüncü hükümetini kurunca Mustafa Sabri Efendi gene Şeyhülislam koltuğuna oturtuldu. Sivas Kongresine bağlı kuvvetlerin zorlamasıyla 30 Eylül 1919’da bu hükümet de istifa edinceye kadar yerini korudu. İngiliz Yüksek Komiseri Caltrop, 18 Haziran 1919’da verdiği bir raporda onu “namuslu, fakat kuvvetli değil” diye anlattı. Namusun ölçüsü belli ki İngiliz çıkarlarına sadık olmaktı.

22 Haziran’da da İngiliz Yüksek Komiserliği memurları Ryan ve Deedes, Mustafa Sabri Efendi’yle Mustafa Kemal’in İstanbul’a dönme konusunu görüştüler. Sadrazam Vekili onlara “Dönmesine çalışıyoruz. Ancak dönerse tutuklanacağından endişe ediyor. Bunu yapmayacağınıza söz verebilir misiniz?” dedi. Memurların yanıtı “Talimat almadan söz veremeyiz!” oldu.

6 Temmuz 1919’da onun başkanlık ettiği hükümet, Padişahın iradesi olmadan asker toplayan kumandanların görevden alınması ve yargılanmalarını, bağış toplamanın önüne geçilmesi kararını aldı. 7/8 Temmuz 1919’da Mustafa Kemal Paşa’nın görevden alınması kararını Padişah ve Harbiye Nazırı ile imzalayan üçüncü kişi Mustafa Sabri’dir. 30 Ağustos 1919’da da Elazığ Valisi Ali Galip Bey’den Sivas kongresini dağıtmak ve Mustafa Kemal’le arkadaşlarını tutuklamak için Sivas Valiliği ve Üçüncü Kolordu Komutanlığını kabul etmesini özellikle istedi. Bu hizmetlerinden ötürü Padişah tarafından 4 Eylül 1919 günü birinci rütbe Osmanlı nişanı verdi.

İngiliz Yüksek Komiserinin 8 Temmuz 1919 tarihli raporuna göre Padişah Mustafa Sabri’yi Yüksek Komiserliğe göndererek Ege’de Yunan işgalinin sınırlanmasını ve Yunan kıtalarının yanında İngiliz kıtalarının da bulunmasını istemişti. Onun bu dönemde Sureti haktan görünerek İtilaf Devletlerinden Yunan zulmünden şikâyet eden ve İzmir’in boşaltılmasını isteyen bazı talepleri de oldu.

12 Eylül 1919’da Padişah adına Damat Ferit’le İngiliz ajanları arasında yapılan ve İngiltere’nin Türkiye’nin bütünlüğünü korumasına karşılık halifelik nüfuzunun İngiltere lehine kullanılacağı gibi maddeler içeren bir gizli anlaşmadan Mustafa Sabri Efendi’nin haberdar olmaması mümkün görünmüyor.

Hürriyet ve İtilaf’la hükümetin arası açılmıştı, hükümet dağılmak üzereydi. Parti üyesi olan Mustafa Sabri, hükümetten ayrılma yerine Hürriyet ve İtilafftan ayrılmayı tercih ederek Milli Muhafazakâr bir parti kurulması için 7 Ağustos’ta Şeyhülislamlık’ta Refik Halit, Zeynelabidin, Vasfi Efendiyle bir toplantı yaptı. Anadolu hareketine karşı Hürriyet ve İtilafı yeterince sert bulmuyordu.
Anadolu’da gelişen millî hareket gitgide alevlenirken Hükümet 11 Temmuz’da seçim yasasını görüştü. Bir çıkmazda olduklarını anlayan hükümet üyelerinin çoğu seçim isterken Mustafa Sabri seçim yapılmasına karşı çıktı. Ancak hükümetteki çatlak büyüyordu. Bunun üzerine Padişah, 29 Eylül’de Dahiliye Nazırı ile birlikte Mustafa Sabri Efendi’yi saraya çağırarak onlara danıştı. Ertesi gün Damat Ferit istifa etmek zorunda kaldı. Böylece Mustafa Sabri Efendi’nin Şeyhülislamlığı efendisi olan İngilizlerin Anadolu ile uzlaşan bir hükümet istemeleri nedeniyle sona erdi.

Ancak Mustafa Sabri Efendi’nin bundan sonra da boş durmadığı görünüyor. 21 Şubat 1920’de Alemdar gazetesinde yayımlanan demecinde Bolşevizm aleyhinde bulunarak İttihatçıların Bolşeviklerle anlaşmak istediklerini yazdı. 22 Mart’ta aynı gazetede mebusların subayların gücüne dayandığını yazarak “Ey zabitler size yazıklar olsun! Muazzam bir devlet ve milleti beş on dinsiz ve vatansız çapulcunun yoluna feda ettiniz” diyordu. 10 Şubat’ta da şunları yazıyordu: “Hilafet ve saltanatı parçalamak isteyen aklı ve nesli gibi mezhebi ve meşrebi belli olmayan bir serderge… Ankara’daki eşkıyalık yuvasından sesini yükseltiyor. Sultan Osmanoğlunun makamına geçmek istiyor. Padişah’ı da tehdit etmek istiyor!” Mustafa Sabri görüşlerine en yakın Alemdar gazetesine postu sermiş bulunuyordu. Vahdet gazetesi, 29 Mart 1921’de onun sözlerini Beyoğlu’nda çıkan azınlık gazetelerinin yazdıklarına benzetti.

Memleket için miting ve gösteriyi hep vatanseverler yapacak değildi ya! İngiliz yanlısı muhafazakârlar da memleket için bir şey söylemeliydiler. Sevr Anlaşmasının hazırlandığı tarihlerde Hürriyet ve İtilaf Partisi öncülüğünde Sultanahmet’te adına “miting” denen bir toplantı yapıldı. Burada bir konuşma yapan eski şeyhülislam, bu şartların kabul edilemeyeceğini söyledi. Ancak Padişahın Sevr anlaşmasını görüşmek için topladığı Saltanat Şûrası’nda anlaşmanın kabul edilmesi doğrultusunda görüş bildirdi Sadık Bey’in Hürriyet ve İtilaf’ı bir çiftlik gibi kullandığını ileri süren İngilizciler yeni bir parti kurmaya karar verdiler. 30 Haziran 1920’de Anadolu hareketine azılı düşmanlıklarıyla tanınan kişilerden bazıları başta Mustafa Sabri olmak üzere Alemdar Gazetesi sahibi Refi Cevat’ın yönetiminde toplanarak yeni partinin adını ve programını tartıştılar. 6 Temmuz’da Mutedil Hürriyet ve İtilaf Partisi kuruldu. Merkez yöneticileri arasında Mustafa Sabri Efendi’nin adı başta geliyordu. Hürriyet ve İtilaf’taki bu parçalanma İngiliz Muhipler Cemiyeti’ni de parçaladı. Mustafa Sabri Efendi, İngiliz Casusu Sait Molla ile birlikte 6 Ekim 1921’de yeni bir yönetim kurulu oluşturacaktır. Kendisi cemiyetin başına geçecektir.

1922 yaz ortalarında Hürriyet İtilafçılarla Mutedil Hürriyet ve İtirafçılar Serl Doryan Kulübünde Mustafa Sabri’nin de katıldığı Damat Ferit’i onurlandırdıkları bir toplantı yaptılar. Dört gün sürecek toplantının Konusu savaşın bitiminde İtilaf Devletlerinin ülkeyi kendilerine teslim etmesiydi.
Ordu İzmir’e yürürken Padişah’tan sadrazamlık ve TBMM ordularına karşı bir ordu kurma isteğinde bulundu.
Büyük Zafer’den sonra ne yapacağını şaşıran Padişah’ın 3 Kasım 1922’de saraya çağırıp danıştığı kişilerden biri de Mustafa Sabri Efendi’ydi.

Padişah’ın kaçtığı günlerde İstanbul’dan firar ettiği anlaşılıyor. 18 Kasım’da Mısır’a vardı. 19 Kasım 1922’de Hindistan’a giderken  Padişah’ın el yazısıyla bir mektup götürdüler. 20 Kasım 1922 günü Hint Hilafet Komitesi başkanı Chotani, Bombay’dan Ankara’nın Roma Temsilcisi Celalettin Arif Bey’e gönderdiği telgrafta, Vahdettin’in Mustafa Sabri ve Rıza Tevfik’in İngilizler tarafından Hindistan’a getirtilip propaganda için kullanılmasına Hint Müslümanlarının izin vermeyeceğini, İslamiyet’e ve Vatanseverliğe aykırı davranan bu kişilerin bir saygınlığının bulunmadığını anlattı ve Hint Müslümanlarının TBMM’ne tam saygıları bulunduğunu bildirdi.

El Ezher’de müderrislik yaptı. 1924’te 150’likler listesine alındı. 1938’de af çıktığı halde yurda dönmedi. 5 Türkçe, 6 Arapça eseri bulunan Mustafa Sabri Efendi’nin bazı görüşleri şunlardır:

“Arap milleti Türk milletinden daha faziletlidir.”
“Din ile siyaset ayrılamaz.”
Müzik dinlemek yerine Kur’an okunmalıdır.”
“Resim yapmak, fotoğraf çektirmek İslam’a aykırıdır.”
“Şapka giyilmesi dinî ve millî bir küfürdür.”
Arapça Müslümanların ortak dili olmalıdır.”
“Erkek kadından üstündür. Hâkimiyet erkeğin hakkıdır.”
“Çok kadınla evlenmek meşrudur.”

Zeki Sarıhan - Tarihçi-Yazar

BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

Dünyanın en pahalı evini Türk milyarder satın aldı! - Mehmet Kaya / Ekonomim

Türkiye’nin uzun süre doğrudan yabancı yatırımlarında gayrimenkul satışları önemli yer tutmuştu. 2025 itibariyle yurt dışından gayrimenkul a...