İslamcı ABD ve NATO’ya savaş açarsa - ORHAN GÖKDEMİR

1950 yılı. Şimdiki İslamcıların mirasçısı olduklarını iddia ettikleri Adnan Menderes Meclis’e danışmadan Kore’ye asker gönderme kararı aldı. “Amerika’yı yalnız bırakamazdık” diyerek savundu kararını. Bunun karşılığında NATO’ya dâhil olmuş, uluslararası ilişkilerde artık “büyük bir güç” olarak anılmaya başlanmıştık. Bir bedeli vardı tabii “büyük güç” olmanın. 717 ölü, 2246 yaralı, 16 kayıp ve 219 esir vererek ödedik o bedeli.

Emperyalizme elini kaptırmışsan kolun yerinde mi diye endişelenmeyeceksin. Ülke, Menderes’in o kararının ardından Amerikan üslerine açıldı, Amerikan ordusu gelip topraklarımıza yerleşti. Sonra bizim orduyu da hızla emperyalizmin ihtiyaçlarına göre biçimlendirdi, NATO ordusuna dönüştürdü. O tarihten itibaren antikomünizm ve Sovyetler Birliği’ne düşmanlık ordunun varlık sebebi. Hatta kimse duymasın, kendi halkı düşman belletildi orduya. Sonra arkasında İMF geldi, Dünya Bankası geldi, AB geldi, uluslararası şirketler geldi, çok uluslu bankalar geldi.

Bizim İslamcılar da bir bakıma Menderes’in o kararının getirisidir. Cumhuriyetin çatlaklarında yeşerdiler, Amerika’nın ve NATO’nun kucağında beslenip büyüdüler. İflah olmaz birer antikomünist ve azılı birer “moskof” düşmanı oldular. Zorunlu din dersleri, imam hatipler, kuran kursları emperyalizmle İslamcı arasındaki o ortak amaç sayesinde hortlayıp yerleşti.

***

1969 yılı. Cuma günü MTTB ve Komünizmle Mücadele Dernekleri tarafından ortaklaşa yapılan "Bayrağa Saygı" mitingi İslamcılığın büyük gövde gösterisine dönüştü. Daha Pazar gününe iki gün vardı. Mitingin konuşmacıları düşmanın Amerikan donanması değil, onu protesto eden işçiler ve öğrenciler olduğunu söyledi. Alanda toplananların Boğaz’da demirlemiş Amerikan donanmasını protesto eden solcu gençlere duydukları öfke dizginlenebilecek gibi değildi.

Komünizmle Mücadele Dernekleri Başkanı İlhan Darendelioğlu, MTTB'nin İstanbul Cağaloğlu'ndaki merkezinde, "Pazar günü komünistler miting yapacak, biz bu mitingde savaşacağız. Silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla gelsin" dedi. Pazar günü geldiler. Meydanda Amerikan filosunu protesto etmek için toplananlara silahı olan silahıyla, olmayan baltasıyla saldırdı. TİP üyesi iki işçi ilk saldırıda düştü, yüzlerce gösterici yaralandı. Menderes’in dediği gibi yine Amerika’yı yalnız bırakmamışlardı.

Türkiye’nin İslamcılarının ABD ve NATO ile ilgili kayda geçmiş ilk eylemi organize bir faşist şiddet eylemidir. "Kanlı Pazar"dır. Hedefi Amerika’ya ve NATO’ya kafan tutan yurtseverlerdir. Ve o saldırının organizatörlerinden biri bu yazı yazılırken yeniden Meclis Başkanlığına seçilmiştir.
Demek ki çıkışlarında Kore’de Amerikan jandarmalığı ve Taksim’de Amerikan donanması yancılığı vardır. O gün bugündür genleri Amerikancı ve Natocudur. Necip Fazıl Amerikancıdır; “Ya Amerika’yı tutacaksınız ya Sovyet Rusya’yı; ya demokrasiyi ya komünizmayı…” der. Fethullah Gülen Amerikancıdır, Komünizmle Mücadele Derneklerinin içinden gelir. Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Abdullah Gül, Mehmet Ali Şahin, Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç, Beşir Atalay, Ömer Dinçer, Abdülkadir Aksu, Hüseyin Çelik; Siyasal İslamcılığın tarihinde sembol olmuş kim varsa antikomünisttir, Amerikancıdır. Kariyerlerini emperyalizme, NATO’ya karşı çıkanlarla savaşarak yapmışlardır.

1970’li yıllara bakın; Devrimci gençler İsrail’e karşı mücadele veren Filistin Halk Kurtuluş Örgütü’ne katılıp, Siyonizm’e karşı savaşırken onlar içerde devrimci avındaydı. 12 Eylül darbesi sürek avını bizzat üstlenince onlara darbecileri gönülden desteklemek kaldı haliyle. “Hizmet”ten alıkonulmanın mahcubiyetiyle beklediler, el altından aldıkları desteklerle büyüdüler. Devletçilikleri Amerikancılıklarındandır.

Onlar beklerken iktidarda yine Menderes’in izinden gittiğini iddia eden bir başka Amerikancı, Turgut Özal oturuyordu. Amerikancı-Natocu Demirel’in indirdiler, Amerikancı-Natocu Özal’ı bindirdiler. Özal, bir yandan vahşi kapitalizmi inşa ederken öbür yandan devletin kapılarını tarikatlara açarak yaptı görevini. Cumhuriyetin çatlağında yeşerdiler, Amerika’nın ve NATO’nun kucağında beslenip büyüdüler. Laikliği ve cumhuriyeti kemire kemire yiyip bitirdiler.

***

Kaldı ki AKP’yi iktidar yapan da bizzat o güçlerdir, Amerika ve NATO’dur. Irak’ın işgaline evet demek, Amerikan askerlerinin bu amaçla ülkeye girişine izin vermek değil mi ilk icraatları?
DSP’yi indirdiler, Amerikancı ve Natocu AKP’yi bindirdiler. Bindiren de indiren de aynı kuvvettir.

Ama dedim ya emperyalizme elini vermişsen kolun yerinde mi diye endişelenmeyeceksin. Birkaç yıl sonra Amerika’nın yüzünde memnuniyetsizlik ifadesi belirdi. AKP Genel Başkan Yardımcısı Şaban Dişli ve “özel danışman” Cüneyd Zapsu Washington'daki American Enterprise Institute adlı araştırma kuruluşuna koştu, Amerikalıları ikna etmeye, öfkelerini yatıştırmaya çalıştı. Zapsu öfkeli Amerikalılar şöyle diyordu: “Bu adam dürüst bir adam. Kendi inançlarına sahip ve bu inançlarında samimi. Lütfen şunu yapmaya çalışın... ‘Sömürmek’ kötü bir kelime, ama kullanmak... Bu adamdan yararlanın. Çünkü bu kişinin çok itibarı var, hem kendi inançları nedeniyle Müslüman dünyasında, hem de Batı tipi demokrasiye inanıyor. Bence onu devirmeye çalışmak, delikten aşağı koymak yerine onu kullanın... Burada ve Avrupa'da bundan yararlanmalısınız. Teklifim budur.”

Ama işte kullanım süresi doldu. NATO’nun duvarına hedef tahtası niyetine asılması ondan. Bindiren indirir. Bağımlı ülkelerin kaderidir, bileceksin. Bindirilirken gocunmadın indirilirken neden incineceksin?

Ta Menderes’in ülkeyi götürüp ABD’nin kucağına oturtmasından bu yana Amerikalılar bindirir indirir. Bindirilenler sevinç çığlıkları atar, indirilenler ağlayarak Rusya’ya koşar ama indirilmemenin çaresi değildir. Menderes’in indirdiler, astılar. Demirel’in indirdiler, tekrar bindirip tekrar indirdiler. Özal’ı bindirdiler, indirdiler. Ölümü şüphelidir. Bugünlerde olup bitenler böyle okunmalıdır.

Hükümete yakın Star gazetesinin devşirme yazarı “Bu ABD ile savaşırız, ‘yokum’ diyen şimdiden gitsin...” falan diyor ya, hiç ciddiye almayın. Maaşı garantiye alma yazısıdır o. Varlık sebebi NATO olanların NATO’ya sallayıp durması hayra alamet değildir.

Nitekim AB Bakanı Ömer Çelik Kanada'da katıldığı Halifax 9. Uluslararası Güvenlik Forumu'nda krizle ilgili “Fetö”cüleri suçladı ve “Biz NATO’nun kurucu üyesiyiz, NATO’da önemli bir gücüz. Türkiyesiz herhangi bir şekilde NATO düşünülemez” dedi.
Ardından Bakanlar Kurulu toplandı, Hükümet Sözcüsü Bekir Bozdağ çıktı, “Türkiye NATO'ya katkı sunmaya devam edecek” dedi.
Kimse boş hayallere kapılmasın. Bu ülkede solculardan, komünistlerden başka hiç kimse öyle bir savaşa kalkışmaz. Ne çapları yeter, ne genetikleri izin verir.

***

Komünizm kapitalizmin ortasında insan kalma mücadelesidir. İslamcılık ise bu mücadeleyi engellemek için tasarlanmış bir insanlıktan çıkarma şebekesi. ABD ve NATO söz konusu olduğunda nasıl hizalandıklarına bakın, sadece bu yalın gerçeği göreceksiniz.

Orhan Gökdemir / SOL

Neoliberalizmin sanatının toplumsal kökenleri… - ZAHİT ATAM

Aşırı sağın yükselişinin toplumsal nedenleri var. Bunların içinde insanlığın yaşadığı akıl tutulmasının esastan bir payı var. Dünya genelinde aydınlar büyük oranda toplumlar için artık geçmişteki kadar önemli değiller. Aydınların toplumun üzerindeki gölgesi yeterince daraldı. Hatta aydının topluma nüfuz edebilmesi için bir perde gibi medya araya giriyor. Hal böyle olunca, aydınlar zaten merkeze gelmek için geriliyor, hatta giderek merkeze gelmek için akıl tutulmasının çeşitli hallerini üstlenebiliyor.

Dünya genelinde, II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan eğilim içinde, sanat ve aydının işlevi ciddi olarak değişmeye başladı. Bu değişimin içinde ilk önce French Theory denilen Yapısalcılığın bir önceki evresinde, öznenin meşruiyetine, toplumun yeniden kurulabilirliğine, toplumsal yaşamın esastan değiştirilebilir olduğuna olan inanç sarsılmaya başladı. Hatta giderek toplumbilim geriledi, bunun yerine “bireybilim” benzeri bir söylem ortaya çıkmaya başladı. Geçmişin “komünist harekete bulaşan insanları geleceğin tuhaf filozoflarına” dönüştü. Bireyin böylesine ön plana çıkmasının sanata izdüşümü, giderek sanatın toplumu anlatan ve hatta toplumsal yaşamı eleştiren kimliği zayıflarken, artık yeni dönemde insanlar büyük oranda “ben ve türevleri’ni merkeze alarak konuşmaya başladılar. Bu anlamda felsefe ön plana çıkarken, toplumbilim geriledi.

Sizlere garip gelebilir, kolay anlaşılacak şeyler değil bunlar:
En kısa ve politik solun deyimiyle, Marx’ın 11. Tezi iki kısımdan oluşur, asıl olan ile felsefecilerin geçmişte yaptıkları şeye ilişkin tek bir cümlelik tezdir bu ünlü söz. 1945 sonrasında, işte bu asıl olan ile o zamandan önceki döneme kadar filozofların yaptıkları şey tersyüz olmaya başladı.
Peki, niçin?
Bunun ideal anlatımı şudur: ‘İnsanlık için II. Dünya Savaşı daha önceki hiçbir savaşla karşılaştırılamayacak denli büyük bir travma oldu. Bu anlamda Türkiye’de sosyalist solun II. Dünya Savaşı’na girmeyen Türkiye’yi eleştirmesi ve hatta Türkiye’yi Nazilerle işbirliği yapmakla suçlaması tam bir budalalıktır.
Cumhuriyete bakıldığında, aslında Türkiye I. Dünya Savaşı’ndan dersini çıkarmıştı. Cumhuriyet I. Dünya Savaşı’nın üzerine çok büyük ve hatta çok derin yıkımlar üzerine kuruldu. Yeni bir ülkeyi kurma sürecinde aktif, enerjik, verimli, akıllı, toplum için çalışmaya hazır o kadar çok sayıda nitelikli insanı şehit verdik ki…
İşte bu nedenle Cumhuriyetin kurulma döneminde bu ülkenin yaşadığı zorlukları bugün hiç kaale almadan eleştiren liberallerin “Kemalizm eleştirisi”nden ben tiksiniyorum. Nasıl İbrahim Tatlıses Urfa’da Oxford vardı da biz mi okumadık diyorsa; Cumhuriyeti kuran kadroların koşulları, birikimi, halkın durumu ve ülkenin uluslar arası konjonktür içinde yapabilecekleri karşılaştırıldığında, “iktidarın ellerinde vardı da ellerindeki düşmana mı verdiler, kalanını kendileri mi yediler, har vurup harman mı savurdular da, Halktan varlığı mı esirgediler” diyesi geliyor.
Bizim kuşaktan insanlar kırkından sonra Cumhuriyetin kurulduğu yıllardaki gerçek koşullara baktıkları zaman ne görüyorlar?

Bugün insanın ruhunu ürperten, yokluk ve bilgisizlik içinde bağımsız ve muktedir bir ülke kurmaya çalışıyorlar. O nedenle, Birinci Dünya Savaşı’ndan dersini çıkarıp, II. Dünya Savaşı için “bu savaş bizim savaşımız değil” diyerek aktif biçimde savaşın dışında durmak için çırpınan ve hatta bunu başaran Türkiye’de iktidara çok şey borçluyuz: En başta da, Bütün Batı Dünyasını derinden ve içten sarsan “insanlık travmasından” Türkiye’yi kurtardılar.

Evet, gerçek budur: Türkiye’de o yıllarda hiçbir aydının aklından, zihninden “Auschwitz’ten sonra Sanat” diye makale yazmak geçmiyordu. Çünkü savaş döneminde bu ülke hiçbir zaman Avrupalıların o şaşalı sinemalarında anlattıkları haliyle, korkunç insanlık dramları yaşamaktan dolayı içine düştükleri TRAVMA’YI bu toplum yaşamadı.
İşte bu nedenle, Türkiye 1980 yılına kadar aydın ve gençlik deli dolu, çoğu kere yaşamını da hiçe sayarak mücadeleye koştu. Oysa aynı dönemde, neredeyse hastalıklı denilebilecek birkaç aşırı küçük burjuva radikali dışında, Avrupa büyük oranda ideolojilerden kopuş yaşadı, ideolojilerin nasıl büyük yıkımlara doğru insanları götürdüğünü öğrendi.

Peki, sanatın durumu ne oldu?

Sanatın durumu ise öznenin tarihsel sahnede arka planda kalmasından sonra inanılmaz büyük bir gerileme yaşadı: Geçmişte topluma seslenen sanat, artık gittikçe varlık nedenini kaybederek küçük burjuvalaştı! Yani artık sanat yapmak için bizzat kendi bedenini incelemeye başladı, toplumsal ilişkiler ve ülkenin/milletin/insanlığın gidişatı arka plana sürüklendi.
Dolayısıyla, tam da bu nedenle, Tarkovski “modern sanatın gidişatı yanlıştır” derken, anlatmak istediği tam anlamıyla açığa çıkıyor. Sanatın derdi bu kadar minör alanlara sığdırılamaz. Sanat böylesine küçük ve hatta kimi kere akıl-ahlak-izan kabul etmez alanlara doğru indirgenemez! Bütün bu minör, ayrıksı, tekil ve hatta şahsi şeylerle indirgenmiş sanat, kendi varlık nedeninden uzaklaşır ve hatta çoğu kere de yozlaşır!

Küçük meselelerin maharetli konuşmacısı olarak sanat: Dünya çapında varlık nedenini kaybetti, itibarını kaybetti ve böylelikle de varıp ulaşabileceği en “muktedir” haline erişti, “hızlı ve kolay ve albenili” tüketim nesnesi üretmek! Hatta Hollywood’un yaptığı haliyle doğrudan sponsorun “reklam yüzü” oldu. Türkiye’de uzaydan dünyanın telefonla aranması bunun ülkemize uygulanmasıdır.
Bu sürecin en önemli sonucu sanatın büyük oranda “reklam kültürünü” geriden izleyen ve giderek ana-çarpıcılığa-şoka-konfüzyona uğratmak için çeşitli teknik gelişmeleri uygulamaya çalışması oldu.

Artık sanat mütefekkir insanın işi değil, tam aksine “reklamcının haşarı oğlu/kızının” maharetlerine dönüştü. Kutluğ Ataman ve benzerleri dünyanın pek çok yerinde karşımıza çıkıyor, tekil değiller ve aynı zamanda yerel değiller, bu tip insanlar ve onların türevleri olağandır, geneldir ve dünyanın değişik coğrafyalarında karşılıkları vardır.

ZAHİT ATAM / BİRGÜN

2018 bütçesi kimin için? (I-II) - SERKAN ÖNGEL

2018 bütçesi kimin için? (I)

2018 yılı yaklaşıyor. Yeni yıla yaklaşırken siyaset gündeminin en önemli başlıklarından biri merkezi yönetim bütçesine son halinin verilmesi. Toplumun tüm kesimlerini yakından ilgilendiren bu süreç, toplumun gözünden kaçırılmak istenir çoğu zaman. Bütçe önemli bir meseledir. Çünkü devletin bütçesi ile aile bütçemiz arasında doğrudan bir ilişki vardır.

Biz gelirimiz ile giderimizi denkleştirmeye çalışırken, devlet de geliri ile giderini denkleştirmeye çalışır. Devletin gelirler politikasının da, harcamalar politikasının da bizim aile bütçemize yansımaları vardır.
Nasıl mı?
Devletin en önemli gelir kaynağı vergilerdir. Devlet harcamalarını karşılamak için vergilere muhtaçtır. Sizin ücretiniz sizin için ne anlama geliyorsa, devletin topladığı vergi de devlet için odur.
Siz harcamalarınızı iflasa sürüklenmeden (kapınıza haciz memuru dayanmadan) aile fertlerinin beklentilerini ve kendi ihtiyaçlarınızı karşılamak için kullanırsınız. Gelir gider dengenizi buna göre kurarsınız. Harcamalarınız gelirlerinizin üstündeyse, bir süre sonra borç batağında kendinizi bulabilirsiniz. Bu durumda harcamalarınız, borçlarınız ve giderleriniz arasında bir mücadeleye girişirsiniz. Harcamalarınızda kısıntıya gidemiyorsanız, gelirlerinizi artırmaya çalışırsınız. Ek iş yaparsınız, borcu borçla kapatırsınız, malınız mülkünüz varsa, ailenizden kalan bir şeyler varsa elinizden çıkartırsınız. Ek iş yapmanız hem fiziksel hem de sosyal olarak kimi kısıtlara sahiptir. Dolayısıyla gelir harici kalemlere yönelmek tercih nedeni olabilir.

Siyasal iktidar da bütçe süreçlerinde devletin gelirlerini ve harcamalarını masaya yatırır. Öngördüğü harcamaları gerçekleştirmek için önce vergi gelirlerine bakar. Topladığı vergiler harcamaları karşılayamayacaksa, ek vergi çıkartır. Vergi artışı toplumda huzursuzluk yaratabilir. Bu nedenle borç seçeneğini de göz ardı etmez. Bir de devasa bir birikimin üzerine oturmuştur. Kamu arazileri, kamu işletmeleri elinin altındadır. Yani biraz mirasyedidir. Özelleştirmeler ile kurulan fonlarla devletin malını, mülkünü satar. Ne de olsa “Devletin malı deniz, yemeyen domuz (keriz)” diye topluma mal olmuş bir söz bile vardır.

Peki devlet harcamalarını kim ve kimler için yapar? Yani yurttaştan aldığını kime verir? Bütçe işte bu sorunun cevabını da belirler. Tıpkı sizin gelirinizi nereye harcayacağınıza karar vermeniz gibi. Öncelikleriniz ne olacaktır?
Mesele budur.
2018 Yılı Merkezi Yönetim Bütçe Tasarısı sunuş konuşmasında Maliye Bakanı Naci Ağbal şöyle diyor; “Son iki yıl içinde önemli ölçüde artırdığımız reel sektör desteklerine 2018 yılında da devam ederek özel sektör aracılığıyla büyüme stratejimizi sürdürüyoruz. Bu kapsamda reel kesim destekleri için bütçemizden 37 milyar lira kaynak ayırıyoruz.”
Yani öncelik sermaye kesimlerinedir. Devasa bir kaynak sermaye kesimleri için ayrılmıştır.

Yine ekonomiyi teşvik amacıyla sermaye kesimlerine yönelik olarak uygulamaya konulan teşviklerin bütçeye etkisinin 2017 yılında 10,8 milyar lira olacağını öngörülmektedir. Bu teşviklerin 7 milyar lirası vergi gelirlerindeki azalıştır (Bütçe sunuş konuşması s.43).
Buna göre siyasal iktidar sermaye kesimlerine yönelik aktarımlarının yanında bu kesimlerden alması gereken vergiyi de almamıştır.

Peki bu bonkörlüğün sonucu nedir?
Merkezi yönetim bütçesi 2016 yılında GSYH’nin yüzde 1,1’i oranında açık vermiştir. 2017 yılında ise açığın yüzde 2’ye yükseleceği öngörülmektedir. 2018 için beklenti yüzde 1,9’dur. Genel devlet açığının milli gelire oranı yüzde 1,3’den yüzde 2,4’e çıkmıştır. Bu oranın 2018 yılında yüzde 1,9 olması beklenmektedir. Kamu borç stokunun GSYİH içindeki payı yüzde 28,1’ten, yüzde 28,5’e çıkmıştır. 2018 yılında da aynı oranda kalması hedeflenmektedir. Devletin ödediği reel faiz oranı yüzde 1,5’ten yüzde 2,5’e yükselmiştir.

“2016 yılının ikinci yarısından itibaren ekonomiyi canlandırmaya yönelik hayata geçirilen vergi teşvikleri, yapılandırma gelirleri ve vergi dışı gelirlerde görülen gelişmeler merkezi yönetim bütçe gelirlerindeki düşüşte etkili olmuştur.”

Sonuç olarak borçlar artmıştır. Sermaye kesimlerine teşvikleri sürdürmek için ek vergiler toplumun üzerine yıkılacaktır. Peki, bu politikaların gelir dağılımına etkileri ne olacaktır?

2018 bütçesi kimin için? (II)

TBMM Plan ve Bütçe Komisyonu’nun, 2018 yılı bütçe mesaisi bu hafta sona erecek. Bir önceki yazımda “2018 bütçesi kimin için?” sorusunu sormuş ve Maliye Bakanı Naci Ağbal’ın bütçe sunuş konuşmasından hareketle, bütçenin temel niteliğini belirleyenin “özel sektör aracılığıyla büyüme stratejisi” olduğuna dikkat çekmiştim. Bu amaçla hükümet özel sektör için bütçeden 37 milyar lira kaynak ayırdığını ifade etmiş durumda.
Maliye Bakanı, bütçe görüşmeleri sürerken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile de bir başka çalışmanın içinde. Daha önce defalarca gündeme gelen ve bir türlü sonuca bağlanamayan, kamuda usulsüz bir biçimde taşeron işçisi olarak çalıştırılan emekçilerin durumu gündemde.
Temmuz ayında yazdığım bir yazıda paylaşmıştım. Bakanlık verilerine göre 2013-2016 (Ağustos) dönemleri arasında kamuda alt işverenler tarafından çalıştıranların sayısı yaklaşık yüzde 40 oranında artarak 586 binden 823 bine yükseldi. Buna göre taşerona kadro müjdesi verilirken, kamuya alınan yaklaşık her iki kişiden biri taşeron işçisi olarak işe başladı. Taşerona kadro müjdesinin gerçekleşmemesinin nedeni, asıl işveren olarak devletin mali ve sosyal sorumluluklarından kaçma çabası olarak değerlendirilebilir.
Bu nedenle Maliye Bakanı da taşeron meselesine doğrudan müdahil olmak durumunda. Dolayısıyla mesele sadece taşeron işçisinin hakkı ile ilgili bir mesele değil, aynı zamanda devletin bütçesi ile ilgili bir mesele.
Bütçeler sınıfsal belgelerdir. Çünkü devletin vergi ve vergi dışı yollarla elde ettiği gelirin, kimlerden alınacağı kadar kimler için kullanacağını da belgeler.
Şimdi soralım 800 bini aşkın taşeron işçisini kadroya geçirmenin maliyeti nedir?
Türkiye’de genel bütçeli kurumlarda çalışan kadrolu kamu emekçisi sayısı yaklaşık 2,5 milyondur (2016 yılı 4. Dönemi verileri). 2017 yılında söz konusu kamu emekçilerinin merkezi yönetim başlangıç ödenekleri sosyal güvenlik primleri dahil 164 milyardır. Kabaca genel bütçeli kurumlarda kadrolu çalışan başına düşen aylık tutar ortalama 5 bin 500 TL’dir. Bu hesapla 800 bin taşeron işçisinin kadroya geçmesi halinde ortalama bütçeye etkisi 50 milyar TL civarındadır. Ancak zaten bu hizmetleri gördürmek için devlet bu civarda bir miktarı belli firmalara ihale etmektedir.
Kamu ihale istatistiklerine göre bu firmalara toplamda ödenen miktar 2016 yılında 156 milyar TL’dir. Hizmet alımı için açılan ihalelerin toplamı, danışmanlık hizmetleri bunun içinde 50 milyar TL’lik bir paya sahiptir.
Yani bu kişilere kadro verilmemesinin siyasal iktidarın tercihleri açısından özel sektöre katkı haricinde nasıl bir sonucu vardır? Bunu bilemiyorum.
Ancak bırakın taşeronu kadroya geçirmeyi, kamuya sıfırdan o da ortalama ücretle 500-600 bin yeni memur alınsa, bu miktar 2018 yılında özel sektöre için ayrılan kaynakla hemen hemen aynı düzeydedir.
Yüz binlerce öğretmen atama beklerken ilginç bir veri değil mi?
Elinizde halktan aldığınız vergilerle oluşmuş bir kaynak var. Bu kaynakla özel sektöre istihdam yaratsın diye büyük bir kaynak ayırabilirsiniz ya da çocuklarınızın geleceği için bu kaynağı eğitime ayırabilirsiniz. Okul yapabilir, kamuda taşeron işçiliğini bitirebilirsiniz.
6 milyon asgari ücretliye, aylık 500 TL destek verebilirsiniz.
Mesele kaynakların kim için kullanıldığında.
Asgari ücret tartışmalarını da bu kaynak meselesi belirleyecek.

SERKAN ÖNGEL / BİRGÜN

 

Nehrin öte yakası…- L. DOĞAN TILIÇ

Tebdil-i mekânda ferahlık olan zamanlardayız gerçekten. Birkaç gün memleketin sürekli tekrar eden gündeminden uzaklaşmak iyi geliyor. Hafta sonu onursal genel başkan yardımcılığını yaptığım Avrupa Gazeteciler Birliği’nin (AEJ) kongresi için Litvanya’nın başkenti Vilnius’taydım. Cumartesi yazısı o yüzden yazılamadı.

Bugün de, yediğim içtiğim benim olsun, henüz memleket havasına tam girememişken izninizle gezip gördüklerimi, öğrendiklerimi paylaşayım.

Trump’ın gazetecilik jargonunda moda ettiği “uydurma haber” (fake news) kongremizin önemli tartışma başlıklarındandı. Dünyanın bir yerinde, bir internet sitesinde ortaya atılan bir uydurma haberin oradan oraya giderek “önemli” bir habere dönüşüşünün izini sürdük.

İngilizce’de 2016’ın sözcüğü seçilen “post-truth” (hakikat-sonrası) ve onun gazetecilikteki yansımaları bir başka tartışma konumuzdu. Bir sıfat olarak, “nesnel hakikatlerin belirli bir konu üzerinde kamuoyunu belirlemede duygulardan ve kişisel kanaatlerden daha az etkili olması durumu”nu ifade eden “post-truth”, yalnızca siyasetin değil, medyanın diline de sirayet etmiş durumda.

GONGO’lar, yani hükümetlerin organize ettiği sivil toplum kuruluşları ve trollerin faaliyetleri de önemli başlıklarımızdandı. Yer Litvanya olunca, Rusya’nın, bizim de pek aşina olduğumuz trol faaliyetleri epeyce irdelendi.

Neyse, mesleki tartışma konularımızı fazla uzatmadan, UNESCO dünya mirası olan Eski Şehir’iyle insanı gerçekten etkileyen Vilnius’tan biraz söz edeyim. Kesinlikle gidip görmeye değer!
Vilniuslular adına konuşmayayım ama, bana kalırsa belediye başkanları açısından şanslılar. Hukuk eğitimli, felsefe / siyaset bilimi doktoralı genç belediye başkanı Remigijus Šimašius’un, çok sayıda Avrupalı gazeteciyi karşısında görünce, ilk vurguladığı kentinin ne kadar şeffaf olduğu oluyor. “İddia ediyorum ki, burada istediğiniz her bilgiyi dünyanın her kentinden çok daha hızlı edinebilirsiniz” diyor. Ve en çılgın fikirleri bile Vilnius’da uygulaya açık olduklarını vurgulayıp, “Varsa öyle fikirleriniz iletin” diye ekliyor.

Çılgınlık konusunda kendisinden önceki belediye başkanı Atrüras Zuakas da hiç fena değil! Kentte olmadık yerlere park eden lüks araçlardan gına gelince, bir tankın üzerine çıkıp bisiklet yoluna park etmiş lüks bir Mercedes’i eziyor ve “Bundan sonra park yasağı olan yerlere park etsinler de göreyim” diyor. Youtube’da izleyin, özellikle Mercedes’i ezilen “amca”nın şaşkınlığı ve başkanın ona “Artık yasak yerlere park etmeyeceksin” deyişi görülmeye değer.

Çılgın fikirlere açık Vilnius’da, “nehrin öte yakası”nda ilan edilmiş bir de cumhuriyet var: UZUPİS CUMHURİYETİ.

Uzupis” nehrin öte yakası demek. Vilnie Nehri’nin öte yakasında, 0.62 km2’lik 7000 kişinin yaşadığı alanda 1 Nisan 1997’de ilan edilen cumhuriyetin; kendi bayrağı, parası, milli marşı, anayasası, cumhurbaşkanı, bakanlar kurulu var. Sonradan lağvedilen 11 kişilik de bir ordusu…
Bölgenin eski sahipleri Yahudilermiş. Holokost’ta çoğu öldürülünce evler sahipsiz kalmış ve harabeye dönüşmüş. Oraları marjinal gruplar ve fahişeler mesken tutmuş. Daha sonra bohemler, sanatçılar yerleşip burada cumhuriyetlerini ilan etmişler. Her yıl bir gün Eski Şehir’le Uzupis’i ayıran köprüyü kapatıp, gelmek isteyenleri pasaport kontrolüyle alıyorlar.

Cumhuriyet’in “Nisan 1”de ilan edilmesi de boşuna değil; ciddi devlet/siyaset kurumlarıyla dalga geçerken, hicvin ciddiyetini vurguluyorlar!

Uzupis’in 39 maddelik anayasası yanında 3 de önemli ilkesi var: Savaşma, Yenme, Teslim Olma.
Kedilere köpeklere de yer verilen anayasanın çoğu maddesi gülümsetirken düşündürüyor; “Köpeğin köpek olma hakkı vardır”, “Herkesin ölme hakkı vardır, ama bu bir zorunluluk değildir” gibi. Anayasa sadece olan hakları değil, olmayanları da yazmış: “Kimsenin şiddet hakkı yoktur.” Madde 28, “Herkes sahip olduklarını paylaşabilir” diye bir hakkı belirtirken; Madde 29, “Kimse sahip olmadıklarını paylaşamaz” diyor.

Boşuna tebdil-i mekânda ferahlık vardır dememişler, okurken bile içiniz açılmadı mı!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Taşeron işçilik ve bütçe - ÇİĞDEM TOKER

Ekim ayı gelir ve gider rakamları açıklandı. Böylece 2017’ye ilişkin 10 aylık toplu veriler de çıkmış oldu. 
 
Ocak-ekim dönemine ilişkin rakamlara bakmadan önce, geçen cumartesi CHP Emek Büroları’nın düzenlediği Taşeron İşçilik Çalıştayı’ndan bir not aktaralım. Sonuç bildirgesinde kamuda çalışan taşeron işçilerin ayrımsız ve koşulsuz kadroya geçirilmesi ilk madde olarak kaleme alındı.
Tam da bu noktada altını çizelim: OHAL’in çözüm şöyle dursun, bütün memleket meselelerini ağırlaştırması bir yana. 
 
Temel sosyal haklardan yoksun, güvencesiz istihdamın yaygın uygulaması olan taşeronluk kamuda zaten bilinçli bir politik tercih olarak sürdürülmekte. Bütçenin, her daim yönetenlerin kaynakları dağıtma konusunda tercihler demeti olduğu gerçeğini hatırlarsak, taşeron işçiliğin neden yaygınlık ve süreklilik kazandığı daha berrak görülür herhalde. 30 yıl önce devletin küçülmesi sloganıyla takdim edilen özelleştirme uygulamalarıyla fikri temeli de atılan taşeronluk, AKP iktidarlarının bütçe ve personel politika tercihlerinin vazgeçilmez bir enstrümanına dönüşmüştür. 
 
Bütçedeki hizmet alımları ve müteahhitlik giderlerinin trendleri, bu gerçeğibize anlatan açılardan biridir. Özellikle temizlik ve güvenlik hizmet alım giderlerinde yükselen grafikler, kamuda taşeronluğun AKP’nin esaslı bir tercihi olduğunu, gayet net gösterir.
 
Müteahhide 10 ayda 25 milyar
Bütçede “müteahhitlik gideri” başlığıyla yapılan harcamalar:
-Ekim ayında 3.7 milyar TL:
10 aylık toplam ise yaklaşık 25.7 milyon TL olmuş. Bu kalemdeki artış, 2016 bütçesiyle kıyaslandığında iyi görülüyor. Geçen yıl ocak-ekim döneminde müteahhitlik giderlerine 19.9 milyar TL harcanmıştı.
Bir önceki yıla göre 5.8 milyar TL daha fazla yapılan müteahhitlik harcaması, inşaat odaklı büyüme stratejisinden, davetli ihaleler portföyüne kadar kritik alanlarda fikir veriyor. Zaten müteahhitlik harcamalarının 8.3 milyar TL’si yol yapımına (büyük bölümünün davetli olduğunu anımsatalım) gitmiş. Yılbaşından bu yana, hizmet binaları için yapılan müteahhitlik ödemesi ise 6.3 milyar TL’ye ulaşmış. Sadece ekim ayında kamunun hizmet binaları için ödediğimiz vergiler 1.1 milyar TL’ye yakın.
İşte kelimenin tam anlamıyla “büyük” devlet olmak budur. Büyük devlet biraz da büyük bina demektir çünkü bizde.
 

Hizmet alımlarına 20.5 milyar
Yazının girişinde söz ettiğimiz taşeron işçilik meselesi, bütçedeki hizmet alımları kalemiyle yakından ilişkili.
Ocak-ekim dönemi bu kalemde yapılan harcamalar 20.5 milyar TL’ye ulaşmış. Söz konusu bütçe gideri başlığı, 12 ayrı kalemden oluşuyor. Hizmet alımlarındaki aslan payı, müşavir firma ve kişilere yapılan ödemelere ait. Bu kalem için bütçeden yapılan harcama yaklaşık 14.2 milyar TL. (Müşavir firma ve kişilerin kimler olduğu bütçede yazmıyor.)
On ayda: Temizlik hizmeti alım giderleri: 2.4 milyon TL.
Özel güvenlik hizmeti alım giderleri :
1.4 milyar TL’yi geçmiş.
Bu kadar rakam yeter.
Bakalım yıl başından önce çıkarma sözü verilen taşeron işçilik meselesi nasıl çözülecek? Hizmet alımları için yapılan harcamalar, kamu emekçilerine güvenceli istihdam olarak dönebilecek mi?


Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Bunlar betona, faize, dövize, enflasyona, OHAL’e mecburlar, gerisi yalan - İLKER BELEK

Türkiye ekonomisini, tarımını, hayvancılığını, sanayisini batırdılar. Son beş yıldır milli gelir yerinde sayıyor: 850 milyar Dolar.

Üretmeyen, borç parayla günü yaşayan bir ülke yarattılar. Hane halkı toplam borcunun milli gelirdeki payı son 15 yılda %3’den %17’ye çıktı.

Bütün emareler yolun sonuna gelindiğine işaret ediyor.


Yolun sonunda kendi sonlarını görüyorlar ve bir umut Atatürkçülüğü, antiemperyalistliği, aklı selimi oynamaya çalışıyorlar.

Oysa hep aynılar: Bağımlılar, piyasacılar ve gericiler. Emperyalist sisteme angajmanları, AB üyelik hayalleri ülkenin batırılmasını zorunlu kılıyordu. Tarımdaki kotaların nedeni buydu. Ülkemize biçtikleri işlev montajcılıktı. Çin misali, batının ucuza ve fason üreten fabrikası olmak yeterliydi. Liseler teknisyen yetiştirse iyiydi.

İhracatlarının ilk sırasında otomotiv ürünleri yer alıyor, ama sektör %60 oranında ithalata bağımlı. Sonuç bu yılın ilk dokuz ayında 31 milyar Dolar cari açık. Geçen senenin aynı dönemine göre %27 daha fazla.

Kamu maliyesini “denkleştirmek” için başvurdukları yol özelleştirme ve ücretleri düşürmek oldu.

Tam 70 milyar Dolarlık varlığımızı, babalarının malı gibi sattılar. Güya borçlar ödenecekti, satılanlar da zaten zarar eden KİT’lerdi. Yutacağımızı sandılar: Patron zarar edeni neden alsın? Sonuçta devletin elinde bir şey kalmadı. Borcu kapatacağız derken, borca mahkum oldular. OHAL ve din olmasa işçi ayaklanacak. Bütün bunlara rağmen durum halen hiç parlak değil. 2017’nin ilk 10 ayında bütçe 35 milyar TL açık verdi: Geçen senenin aynı dönemine göre %188 daha yüksek.

Dış borcu 150 milyar Dolar’dan 450 milyara çıkardılar. IMF borcunu kapattık diye övünmelerine bakmayın. Artık IMF borç veren ana kurum değil çünkü. Emperyalist sistem borç verme işini de özelleştirdi. Türkiye yabancı finans kurumlarından borç alıyor. Devlet, özel, kamu, bütün kurumlar dışarıya, vatandaş da bankalara borçlu.

Borcu ödemeleri için döviz, döviz için de yüksek faiz lazım. Tam kısır döngü ve sorun ona buna emirler yağdırarak çözülecek cinsten değil. Kendi ekonomi politiklerinde boğuluyorlar. Faizi düşürseler döviz yükseliyor, ikisinden birisinin yüksekliği enflasyonu patlatmaya yetiyor.
Direnmiyorlar, emperyalizmle işi bunlar pişirdi, ülkeyi bu hale bunlar getirdi, şimdi paçayı kurtarmak için son bir oyun peşindeler.

Bir düzen değişikliği olmadığı taktirde bundan sonra hiç kimse sıcak para ve borçlanma mecburiyetine son veremeyecek. Artık satılacak da pek bir şey kalmadığına göre, işçi sınıfı baskılanacak, vergiler artırılacak. 2018’de halktan 2017’ye göre %15 daha fazla vergi toplanacak.
Bir yandaş ekonomisi kurdular. Betondan kendi burjuvazilerini yarattılar, beton gibi soğuk ve duygusuz: AVM’ler, rezidanslar, otoyollar ve şehir hastaneleri. Tümü borçla finanse ediliyor ve şirketler ödeyemezse diye borca devlet kefil oluyor. Halka yükledikleri vergi şirketlerin, bunların şirketlerinin, Malta’daki, offshorelardaki şirketlerinin, bunların kumar masalarına memleketi yatıran şiş göbekli oğullarının şirketlerinin kazancı oluyor.

İstanbul’a ihanet ettiler.
Ama yalnızca o kadar değil, İstanbul’un acınası hali manzaranın yalnızca bir kısmı. Örneğin Ankara’ya bakın. Farklı mı? Gökçek’in, tam bir Vandallık örneği olarak kentin göbeğinde yol açtığı asbest salgınına tek laf ettiler mi? Trakya’da Ergene nehrini bunların patronları siyanürde boğdu. Hiç utanma belirtisi gösterdiler mi?

Beton ekonomisinin durdurulması artık mümkün değil. “Dikey yapılaşmayın” ricaları... Boş bunlar. Sahte. Çünkü Türkiye’de büyüme adına ne varsa beton kaynaklı.
Bu düzen bunların ayinesi. Betonu borçla dökmek, borçtan beton yapmak ve ihaneti sürdürmek zorundalar.

Faizi düşüremezler, Dolar’ın ateşini söndüremezler, borçlanma sarmalını kıramazlar, Türkiye’yi kalkındıramazlar, sağlıktan ve eğitimden para almadan, HES, nükleer diye doğayı talan etmeden yapamazlar.

Belediye başkanlarının istifa ettirilmesi, Merkez Bankası’na enflasyon hedefini tutturamıyor diye fırça, özeleştiriler, Atatürkçülük, çaresizce çırpınışlar. Hedef 2019. Ya başkanlık ya “son”. Başkanlık için safralar atılıyor, “iki ayyaş” lafı yenilip yutuluyor. Anlaşılamamış, ihanete uğramış pozları veriliyor. “Ülkenin menfaatleri” diye ittifaklar gündeme alınıyor.

Tam kilitlenmedir.

Ama kilitlenen Türkiye kapitalizmi, dünya emperyalist sistemidir. AKP’nin tükenişi yalnızca tezahürdür. Seçenek üretemeyecekler. Birbirlerine düşecekler.

AKP’nin yaptığı, saldırganlığıyla, iş bilmezliğiyle, laf anlamazlığıyla sorunları içinden çıkılmaz hale getirmek oldu. Şimdi başkanlıkla bu ağır faturadan sıyrılmaya çalışıyorlar. Başkanlık…. Kurtuluş ve kuruluş değil, yalnızca çöküşün yeni bir aşaması olacaktır.

Bunlar artık birbirlerini harcayacakları yerdeler. Birbirlerini nasıl harcıyorlarsa, ABD de bunları harcama gayretinde. Sistem tükeniyor, hep birlikte tükeniyorlar. Her yaptıkları toplumsal kurtuluşun, sosyalist kopuşun zeminini olgunlaştırıyor.

Böyle bakmalıyız. Başkası, tükenmiş sistemin ömrünü uzatmaktan ve tükenişi estetize etmekten başka işe yaramaz.

İLKER BELEK / SOL

Dünyanın değişen halleri - ERGİN YILDIZOĞLU

Geçen haftaya, ABD Başkanı Trump’ın Asya gezisine ve Zimbabwe’de ordunun yönetime el koymasına ilişkin haberler damgasını vurdu. Bu haberler ve yorumlarda dünyanın, mali krizden bu yana şekillenmekte olan “yeni resmine” ilişkin çok ilginç örnekler vardı. 
 
Bu örneklerden ikisi özellikle dikkatimi çekti: The Atlantic dergisinde yayımlanan bir haber-yorum, “İlk teması (uzaylılarla) Çin kurarsa ne olur” diye soruyordu. Bir Washintgon Post haberinde, Zimbabwe’de gerçekleşen askeri darbenin arkasında Çin’in olduğu ya da en azından, Çin’in onayının alındığını iddia ediliyordu. ABD liderliğindeki Batı merkezli dünyanın “düzeni” dağılırken, ABD’nin de kültürel siyasi alanda sahip olduğu kimi ayrıcalıkların kaybolmaya başladığı görülüyor.
 
Kültürel ve siyasi ayrıcalıklar...
Özellikle 1950’lerde ilk UFO haberleri, kaçırılma fantezileri başladığından bu yana, gerek kurgu bilim dalında (Doğu Bloku’nda, Stanislaw Lem, Arkady & Boris Stugatsky kardeşler gibi yazarlar olsa da), öykü, roman ve nihayet filmlerde, akla ilk önce janrın isim babası F.
J. Ackerman da olmak üzere ABD’li yazarlar, film yapımcıları gelirdi. Uzaylılarla ilk teması (first contact) ABD kuracaktı. Bu amaçlı ilk parabolik yansıtıcı teleskop, SETİ projesi ABD’de kuruldu. Kurgubilim dalındaki filmleri, TV dizilerini düşününce de, Tarkovsky’nin Solaris’i bir yana, akla önce ABD kaynaklı filmler gelir. Bu alanlarda adeta bir ABD tekeli vardı. İlk güçlü bilgisayar ve yazılım şirketlerinin ABD’de doğmuş olması da bu “tekel” algısını güçlendiriyordu.
 
Askeri darbelere gelince, Soğuk Savaş boyunca, özellikle 1960’lar ve 70’lerde akla, dünyanın bir ucundan öbürüne, Şili, Arjantin, Brezilya, Türkiye, Tayland örneklerinde olduğu gibi, öncelikle ABD gelir. Her darbeci generalin (cuntacıların, sorgulama/işkence uzmanlarının) ABD eğitimli olması, ya da darbeden önce ABD’yi ziyaretleri adeta, komplo teorilerine bile girmeyecek kadar sıradan olaylardı. 
 
Kısacası, uzaylılarla olası bir ilk temas, kurgubilim ve askeri darbelere karar veya onay vermek ABD ayrıcalıkları, hegemonya dinamiklerinin kültürel siyasi bileşenleriydi.
 
Ve yeni gelenler...
Dünyada ekonomik, siyasi, askeri dengeler değişirken, değişikliklerin bir göstergesi olarak, ABD’nin ayrıcalıklar alanına şimdi Çin’in girmeye başladığı görülüyor. 

 
The Atlantic dergisindeki makale, Çin’in, uzaydan gelebilecek uygarlık sinyallerini alabilmek için kurduğu dünyanın en büyük (Porto Rico’daki Aracibo dinleme istasyonundakinin iki katı çapında) uzay dinleme teleskopunu anlatıyordu. Çin, geçen yıllarda, süper bilgisayar, kuantum iletişimi gibi iki stratejik teknoloji dalında da liderliğe yükselmişti. 
 
Çin Bilimler Akademisi, teleskopun açılışına, Cixin Liu isimli bir kurgubilim yazarını da çağırmış. Doğrusu, Liu’den ve eserlerinden haberim yoktu, Liu 2015’te, Üç Kütle Problemi (Three Body Problem) isimli üç ciltlik eseriyle, kurgubilim alanının en saygın ödülü olan Hugo ödülünü almış. Obama bu üç cildi adeta bir solukta okumuş. Ben de hemen okumaya başladım. I. cildi iki günde bitirdim. Okuyunca da, bilimsel hipotezler, teknolojik gelişme, toplumsal dinamikler, uluslararası siyaset, bireylerin psikolojileri, bir başka uygarlığın betimlenmesi gibi alanlarda, bu kadar zengin bir yapıtla bugüne kadar karşılaşmamış olduğumu düşündüm. II. cildi bitirirken hâlâ aynı düşüncedeyim.
Zimbabwe’deki askeri darbede de Çin’in izleri görülüyor. Washington Post’un aktardığına göre, darbenin lideri, Gen. Constantino Chiwenga, darbeden iki hafta önce, Çin Savunma Bakanı Chang Wanquan ile Pekin’de bir toplantı yapmış. Kimi yorumcular, Çin’in bugüne kadar rejim değişikliği düşüncesinden uzak durduğuna işaret ediyorlar ama Washington Post’a göre, karşımızda bir durum var: “Çin’in bir aktör olduğu konuşuluyor, ABD’nin ise adı geçmiyor”. Ben de, ÇKP’nin son parti kongresinde onaylanan “yeni düşünceye” (Bkz: “Çin tipi işler”, 02/11/2017) çok uygundur diye düşünüyorum.

Ergin Yıldızoğlu/CUMHURİYET

Dini, medyada eğlence mektepte eziyet yaptılar! - TAYFUN ATAY

Postmodern zamanların Batı’da olduğu kadar Batı-dışı dünyalarda da en çarpıcı karakteristiklerinden biri, “dine dönüş”ün önünün açılmış olmasıdır. 

Batı’nın “bireycilik/bireyselleşme” yorgunu, yalnız, yabancılaşmış, kendi içinde kaybolmuş “modern” insanına “yeni-muhafazakârlık”, “yeni-cemaatçilik”, “yenigelenekçilik” gibi telkinlerde bulunan postmodern söylem, dinselliğe de itici güç oluşturdu. 


Bu elbette Batı-dışı dünyalarda da yankı bulmuştur.
Ancak “postmodern dinedönüş” çığırında Batı’dan Doğu’ya, daha spesifik olarak İslamî dünyaya, bir kritik fark da kendini gösterir. 


Batı’da modernliğe dinî tepkilerin yine de “modern” bir yapıya sahip olduğu fark edilir.
Evet, iktisadi kalkınma, teknolojik gelişme, maddi refah hedefleriyle “cenneti yeryüzüne indirme” vaadinde bulunan modern-kapitalist uygarlık, bir dolu manevi, moral, psiko-kültürel sorun üreterek insanların dinî arayışlara yönelmesine yol açmıştır. 


Ama bu arayışa giren insan, “eski”, modern-öncesi, kırsal-geleneksel (feodal) yaşam içinde mayalanmış insan da değildir. Ortada (istense de istenmese de) “modern” bir kültürel bağlamdan; laik, endüstriyel, şehirli, kozmopolit, küresel, sibernetik hayatın içinden çıkan bir insan vardır.
Dolayısıyla Batı’da, özellikle “Yeni Dini Hareketler” başlığı altında salkımlanmış oluşumlarla karşımıza çıkan bu “postmodern” dinsellik, moderniteye onun içinden ve onu dikkate alarak şekillenmiş bir tepkidir. 


Bizde küresel dünyayla sarmaş-dolaş ve elbette sorunlarla yüklü seyreden hayat akışına din vesile edilerek gösterilen “siyasi” tepkiler ise sanki bu topraklarda yaklaşık 200 yıllık modernleşme sürecinde hiçbir şey değişmemişçesine hareket etmekte. 


Doğrudur, modernlik, dini “hiçbir şey” sayma cihetine gitmiştir. 


Ama postmodernizm de dine iadeiitibarda bulunsa bile, onu “her şey” kılmaktan ziyade “şeyler arasında bir şey” sayma önerisidir esasen… Ve dinin “her şey” olduğu modern-öncesi kırsal-feodal dönemlere bir geri dönüş hamlesi de değildir. 


Bugün Türkiye’de yaşanan ise modernliğe, özellikle de laikliğe yönelik postmodern savlardan beslenen bir dinbaz iktidarın, alabildiğine çoğul ve melez bir “modern” toplumda kendi dar anlayışı çerçevesinde dini, hem de ağırlıklı olarak “eski”ye referansla “her şey” kılma girişimidir.
Dünkü gazetede okuyoruz mesela, zorunlu din (daha doğrusu “Sünnilik”, hatta “Cihatçılık”!) dersinden çocuklarını muaf tutmak isteyen ailelere AİHM, Anayasa Mahkemesi, Danıştay kararlarına rağmen nasıl hâlâ kök söktürülmekte... Onlar nasıl mahalle baskılarına, manevi- psikolojik işkencelere maruz bırakılmakta… 


Yine okuyoruz, her yere mebzul miktarda imam-hatip lisesi açarak bu okulları öğrencilere nasıl “zorunluseçmeli” hale getirdiklerini; böylece TEOG’da boş kalan imam-hatip kontenjanlarına çocukları da, velileri de istemeye istemeye nasıl mecbur bıraktıklarını. (Koskoca Bursa’ya bakın: 1 güzel sanatlar lisesi, 1 spor lisesi, 2 sosyal bilimler lisesi, 6 fen lisesi ve 54 imam-hatip!..)
Bunlar en son karşımıza çıkanlar. 


Yıllardır hayatımızın her santimetrekaresine dini, üstelik incelik, özen ve hassasiyetten de uzak bir hoyratlıkla baskın kılma çabalarına örnekler saymakla bitmez. 


Yıllardır herkesin gözü, aklı, kalbi ekranda diye evhamlanıp dini mabetten medyaya taşıdılar; onu bir medyatik sermayeye, endüstriye, şova indirgediler. 


Yıllardır dini medyada eğlenceye dönüştürürken, mekteplerde de zorlamaya giderek “eziyet”e dönüştürüp insanları soğuttular, bıktırdılar, usandırdılar. 


Böylece dini “her şey” kılayım derken giderek hiçleştirdikçe hiçleştirdiler de farkında değiller. 


Modernite, dini kıyıya itmişti. 


Bizim “postmodern dinbazlar” ise dini dibe vurdurdular.


Tayfun Atay / CUMHURİYET

Kurumlar ve insanlar - AYŞE EMEL MESCİ

Almanya’nın ve dünyanın sayılı tiyatrolarından biri olan Schaubühne bu yıl son dakikada İKSV tarafından düzenlenen İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali’ne katılmaktan vazgeçti. Tiyatronun Peter Stein’dan sonraki genel sanat yönetmeni olan ve bu görevi 1999’dan bu yana sürdüren Thomas Ostermeier bu kararı almalarında en önemli etkenin Türkiye’deki güvensiz ve keyfi durum olduğunu açıkladı.

Hatırlıyorum, Schaubühne’nin yeni yönetimiyle seyirci karşısına çıktığı ilk gösteri, Sasha Waltz’ın 2000’de sahneye koyduğu “Körper/ Bedenler”di ve 2002’de de İstanbul Uluslararası Tiyatro Festivali kapsamında İstanbullu tiyatroseverlerle buluşmuştu.

Schaubühne ve Türk tiyatrosu
Schaubühne tarzı uluslararası düzeyde kurumsallaşmış yapılarda önemli bir bellek vardır. Çünkü yaratımlarıyla dünya tiyatrosunda çığır açan dâhilerin hemen bir basamak altında, yönetimden yönetime asla değişmeyen, sürekliliği hiç bozulmayan bir çark tıkır tıkır işler ve bir kurumsal gelenek oluşmuştur. Schaubühne geleneklerinde, Türkiye ve Türk tiyatrosu ile ilişki her zaman önemli bir yer tutmuştur. 


1962’de kurulan ve asıl atılımını 1970’te Peter Stein’ın başa gelişiyle yapan Schaubühne’de 1979’dan itibaren “Schaubühne Türk Topluluğu” adıyla bir Türk tiyatrosu da oluşturulmuştu. Sanırım bu topluluk etkinliklerini 5-6 yıl sürdürdü, biz de o dönemde hem Halk Oyuncuları olarak Schaubühne’de “Kurban”ı oynadık, hem de Schaubühne Topluluğu ile birlikte “Ferhad ile Şirin”i sahneledik (Tuncel Kurtiz’in rejisiyle). 


Bütün bu süreçte, Peter Stein’ı daha yakından tanımak olanağını da buldum. Tiyatrodaki inanılmaz yaratıcılığının yanı sıra, 68 hareketinden gelen, fikirlerinde samimi ve tüm kültürlere açık bir dünya vatandaşıydı Stein. Türkiye’yi ve Türkleri sevdiğini gayet iyi biliyorum, zaten mesleki yaşamı dışında Türkiye’ye çok gelip giderdi, hatta güney sahillerinde evi bile vardı (hâlâ var mı bilmiyorum). Bu sevginin bir kaynağı da hiç kuşkusuz Muhsin Ertuğrul’du. Onun adı geçtiğinde Stein’ın nasıl bir saygı gösterdiğine gözlerimle tanık oldum. Muhsin Hoca’nın kişiliğinden ve bilgisinden kesinlikle etkilenmişti. Schaubühne’nin Türk tiyatrosuna yönelik yaklaşımının altındaki bir diğer etken de, Almanya’da çok sayıda yurttaşımızın yaşamasının getirdiği özel konumdan kaynaklanan aydın sorumluluğuydu. Farklı kültürlerin bir aradalığını bir zenginlik olarak değerlendiriyorlardı. Üstelik bütün bu gelişmeler yaşanırken, 12 Eylül askeri darbesinin hemen sonrasındaydık ve Türkiye, Batı nezdindeki en itibarsız dönemlerinden birindeydi. 


2002’den 2017’ye
Sonra Ostermeier ve ekibi göreve başladı. İlk oyunlarını yaptılar. 2002’de tekrar Türkiye’de, İstanbullu tiyatro seyircisinin karşısındaydılar. 


Schaubühne ekibine festivale katılmaktan son anda vazgeçtikleri için sitem etmek kadar, şu soruları da sormak gerekmiyor mu: Türkiye’ye ve Türk tiyatrosuna hem kurumsal ölçekte, hem de önemli yöneticilerinin kişisel tercihleri bakımından hep önem vermiş, bunu çeşitli şekillerde göstermiş, dünyanın sayılı tiyatrolarından biriyle olan ilişkide 2002 ile 2017 arasında ne değişti? 2002 ile 2017 arasında, üstelik Türkiye konusunda her zaman olumlu davranmış ve kurumsal belleği güçlü bir tiyatronun Türkiye algısı nasıl bu kadar değişebildi? 


Geriye doğru bakıyorum: Schaubühne/ Türk tiyatrosu, seyircisi, insanın ilişkisini bir yol olarak düşünsek, o yolun başında, adı geçtiğinde Peter Stein’ın neredeyse düğmesini iliklemeye davrandığı Muhsin Ertuğrul ve onun temsil ettiği her şey duruyor. Peki yolun sonunda ne var?


Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Sokaktan Danıştay’a çevre mücadelesi sürüyor - ÖZGÜR GÜRBÜZ

Türkiye’de doğa korumayı fidan dikmekle eş tutan birçok insan var. İktidar da böyle düşünüyor. Geçenlerde AKP Genel Başkanı Erdoğan da kendisini eleştirenlere şöyle yanıt vermişti: “Hayatlarında tek bir ağaç dikmedikleri halde dünyanın en çevreci insanı geçinenleri artık dikkate almıyorum”. Aslında bu cümle onun da konuya çok uzak olduğunu gösteriyor.
Çünkü diktiğiniz ağaç değil fidandır.
Onlar tutarsa sonra ağaç olur.
Neyse, zaten her yer beton, beton ve beton.
Üzmeyelim kimseyi.
Merak ediyorsanız söyleyeyim, çok sayıda fidan dikmişliğim var ama bunun arkasına sığınıp kendimi iyi bir “çevreci” ilan edecek değilim. Doğa koruma bundan ibaret değil. Tek kıstasınız fidan dikmek bile olsa her şeyden önce diktiğiniz fidanları ve var olanı korumak zorundasınız. Doğa ihaneti sevmez. Çevreciliğin özünde sadakat ve koruma var. İş buradan başlar.


Doğa korumacılar, doğaya müdahale ederek yeni bir yeşil alan yaratmayı değil, onun  doğal halini korumaya çalışır. Bin tane kent parkı yapsanız, Karadeniz’in doğal yaşlı ormanlarının yerini tutmaz. Orada yüzyıllardır yaşayan canlılar ve onların oluşturduğu bir ekosistem var. İstanbul’un kuzey ormanları da böyle. Ağaçları kesip, yerine ekolojik köprü yaparak çevreci olamazsınız. O ağaçları kesmemenin yolunu bulduğunuzda size çevreci denir.

Fidan dikme işi şirketlerin, iktidarların halka biçtiği çevrecilik aslında. Doğayı yok edenler çevreciliği fidan dikme, çöp toplama ve kamuoyunu bilgilendirme (bilgi verirken kimse ne dediklerini anlamasın diye bu yapılan işe farkındalık diyen de var) gibi kendilerine dokunmayacak alanlarla sınırlamayı çok seviyor. Üçüncü havalimanı için binlerce ağaç kesilirken siz Kilyos sahilinde plastik atıkları toplayabilirsiniz. Kuzey Ormanları’nı mahvedecek yapılaşma projesinin temelini atan İGA bu çöp toplama eyleminden hiç rahatsız olmaz hatta maddi destek bile sağlar…

İklim değişikliğiyle ilgili yüzlerce toplantı yapabilirsiniz, kömür şirketlerinin keyfi bu toplantılar yüzünden pek kaçmaz. Ne zaman siz bu toplantıların yanında, kömürden vazgeçilmesi için imza kampanyaları düzenler, lobi çalışmalarına başlar, eylemler yapar ve finansal kaynaklarının yok edilmesi için harekete geçersiniz, işte o zaman huzurları bozulur. Çevrecilik veya yeşilcilik, adına ne derseniz deyin, doğa koruma işi, işte tam o zaman başlar.

Bartın Amasra’da yürütülen hukuk mücadelesi, görmediğiniz doğa koruma mücadelelerine iyi bir örnek. Kentte Hattat Enerji’nin kurmak istediği kömür santralına karşı çıkmayan yok. Buna rağmen şirket, kömür hazırlama tesisi kurmak için “ÇED gerekli değildir” kararı aldırmış. Bartın Platformu bu kararı mahkemeye taşımıştı. Danıştay, bu tesisin termik santralın bir parçası olduğunu kabul etmiş dolayısıyla da projelerin birlikte değerlendirilmesi gerektiğini söylemişti. Danıştay’ın net kararına rağmen Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kömür hazırlama tesisinin ÇED sürecini sürdürüyor. Bartınlılar da adaletin çalışması için, “adaleti” kendi aldığı karara uyması için ikna etmeye çalışıyor. İnanın bu iş, 1 milyon fidan dikmekten zor! İşte size doğa korumanın en has örneği.

Bir başka çevre koruma mücadelesi de 22 Kasım’da yine Ankara’da verilecek. Danıştay, Akkuyu Nükleer Santralı’nın ÇED iptal davası için toplanacak. Hatırlayacaksınız, Danıştay karar için bilirkişi heyeti talep etmiş, heyetin hazırladığı raporda Wikipedia’dan ve santralı kurmak isteyen şirketin kendisinden yalan yanlış bilgilerin kullanıldığı ortaya çıkmıştı. Binlerce liraya bilirkişilik yapan heyetin, uzman olması gereken konularda wikipedia gibi herkesin  bilgi girdiği kaynaklardan yararlanmaya çalışması ve bu bilgilerin doğruluğunu bile kontrol edecek düzeyde olmaması akıllara ziyan bir durum.

İyi çalışan bir hukuk devletinde bu davanın sonucu bellidir ama burası Türkiye. Çevreciler, nükleer karşıtları ve doğaseverler hem Ankara’da hem de sosyal medyada #AkkuyuİçinAdalet sloganıyla Akdeniz ve Türkiye’yi bir nükleer felaketten korumak için uğraşacak. Sadece hukuku değil, üniversitelerin, bilimin onurunu da korumaya çalışacak. Doğa koruma dediğimiz böyle bir şey artık. Ortada fidan yok ama yaşamı, adaleti ve ezilenleri savunma mücadelesi var.

ÖZGÜR GÜRBÜZ / BİRGÜN

Sarraf davası milli ve yerliymiş... Ne münasebet! - ERK ACARER

27 Kasım öncesi Amerika’da görülecek ‘kirli ilişkiler, ortaklıklar rüşvet ve yolsuzluk davası’ öncesinde Rıza Sarraf’ın ortadan kaybolması onun itirafçı olduğuna yönelik soru işaretlerini neredeyse tamamen ortadan kaldırdı.

Türkiye- ABD kopuşu
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Sarraf’ı kurtarmak için başından beri yoğun çaba harcadığı, Türkiye kamuoyu gibi Amerika’da da biliniyor. Ancak bu çabalar sonuç vermedi. Türkiye ve Amerika ilk kez ‘tuhaf bir durum ve Sarraf üzerinden’ böylesine derin bir kopuş yaşıyor. Daha büyük kırılmalar yaşanması ise sürpriz olmayacak!

Belgeler ‘montaj değil’ dedi
Savcılık; davaya delil olarak 17-25 Aralık tapelerini ekledi. Buna göre Türkiye kamuoyuna ‘montaj’ olarak sunulan belgelerin gerçekliğini de kabul etmiş oldu. New York Güney Bölgesi Başsavcısı Preet Bharara’nın elinde ‘yolsuzluk ve rüşvet’ operasyonuna ilişkin çok fazla dosya olduğu sır değil. 

Bharara’nın notu
Başsavcı tarafından dosyaya konulan not ise davanın çatısını oluşturuyor. Bu bilgi notu içeriğinde dosyaya giren Türkiye kaynaklı kanıtlardan yani tepelerden söz ediliyor. Yazılana göre; Sarraf ve beraberindekiler, ‘ABD yaptırımlarını delip İran yararına ticari ilişkiler yürütmek amacıyla, Türkiye hükümet yetkilileri ve üst düzey banka yöneticilerine onlarca milyon avro ve dolar ödediği dev bir yolsuzluk ağı kuruyor.’

e-postalarla teyit
Bharara; net olarak bu sonuca vardığını belirtmekle kalmıyor. Davanın; uzun zamandır Amerika tarafından da takip edildiğini aktarıyor. FBI tarafından yürütülen soruşturma kapsamımdaki e-postaların Türkiye ayağındaki delillerin bir sağlaması olduğuna dikkat çekiyor. Mahkemede, cemaat ve AKP savaşı sosyolojik olarak da incelenecek. Türkolog bir bilirkişi tarafından, dosyanın ‘düşmanlık ya da kumpas’ iddialarını ne kadar yansıttığı ya da yansıtamadığı sorusunun cevabı aranacak.

Durum ciddi
Yüzlerce dosya, pek çok açıdan ele alınan, karşılaştırılan deliller, davaya sürekli olarak eklenen belgeler, çarpıcı iddialar ve yaşananların Türkiye-Amerikan ilişkilerine olumsuz etkileri, artan gerginlik... 27 Kasım can sıkıcı bir başlangıcın miladı olabilecek kadar ciddi.

Dışarıda ve içeride Sarraf davası: Yansımaları ne olacak?
Davanın Türkiye’de sarsıcı yansımalarına da şahit olacağız. İki merkezi olacak. Biri elbette Amerika. İlişkiler ağının, kirli ortaklıkların ortaya çıkması ile birlikte ABD, Türkiye’ye vurmaya başlayacak ve dozu her geçen gün arttıracak. Ekonomik ambargo da dahil her türden sancılı bir dönemin sinyali.‘Sarraf’ın önemli yansımasının diğer oyun alanı elbette Türkiye. Amerikan etkisi, Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP adımlarıyla artıp, derinleşecek. ‘Uzlaşma yoksa çatışma var seçeneği’ ülkede yeni bir kaosun da başlangıcı. Doğrusu rejimin bundan başka alternatifi de yok.

İktidar daha da sertleşecek
27 Kasım ile birlikte Amerika’dan sıçramasını engellemenin mümkün olamayacağı çamurun üzerini örtmek için iki yol denenecek.‘Gizleme’ ve ‘Topunuz gelin’ edebiyatıyla hamaset. Konu ile ilgili en küçük haberin bile gizliliğinin esas alınması mümkün.
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığının Bharara ve diğer ABD’li savcıları hakkında soruşturma başlatması, iktidar medyasının ‘FBI ajanları’ ile röportajlar yapması gibi trajikomik hadiseler yaşanacaklarla ilgili ipuçları veriyor.Engellenen haberlere, ‘kaldırılmasına karar verilen bilgilere’, kapatılan sitelere, ceza kesilen gazetelere, haklarında soruşturma açılan gazetecilere tanık olacağız.

Çamuru kapatabilmenin diğer yöntemi ise sözüm ona ‘antiemperyalist bir cephe’ kurmak. Bu, neredeyse oluştu bile. AKP’nin kendi kitlesinin ve milliyetçilerin yanı sıra ulusalcılar da buna hazır. Siyasi iktidar konsolide edeceği bir kitle üzerinden milliyetçilik dalgası yayacak. Fakat bağıra bağıra gelen ve daha çok ekonomiyi tetikleyecek olan bu kriz, iktidara yakın ya da uzak her kesimde büyük eleştirilere, tepkilere neden olacak. AKP’nin ve Erdoğan’ın bu nedenle toplumu daha çok baskı altına almak isteyeceği açık. İktidar kaynaklı şiddet süreci yeni bir noktaya evrilecek gibi.

Ellerindeki kir ülkeye bulaştı, bedeli hep birlikte ödeyeceğiz
Şüphesiz oyun büyük! Şüphesiz Türkiye kritik bir dönemeçte.Ancak bu oyunun, bir neden-sonuç ilişkisi ile kurulduğunu unutmamak gerekiyor. Bu açıdan kurana değil kurulmasına çanak tutana bakmak şart.Rıza Sarraf dosyası, her şeyden önce siyasal İslam ve İslamcının çöken ahlakını gösteren bir korku dalgası. Sarraf davası emperyalizmin kendiliğinden bir operasyonu değil. Yozlaşan rejim eliyle ülkenin mahkûm edildiği, içine çekildiği vahim bir durum demek daha doğru.
Ellerini kirletenlerin, o kiri ülkeye de bulaştırmaları ve bir de bunun üzerinden toplumu bölmeleri her zamanki gibi akılla açıklanacak gibi değil.

Rıza Sarraf davası milli ve yerli bir davaymış! Ne münasebet. Tek bir açıklaması var. Ne yazık ki sonuç bu açıklama üzerinden yürüyor.

Ülkeyi mahvettiniz. ‘Suç’ size aitti. Ancak  kirli ortaklıklarınızın bedelini birlikte ödeyeceğiz!

Erk Acarer / BİRGÜN

‘Baba’nın ölümü - Nilgün Cerrahoğlu

Mafya ile mücadelenin simgelerinden Palermo’lu ünlü mafya fotoğrafçısı Letizia Battaglia; “Sen deli misin? Oraya tek başına nasıl gittin?” demişti.
Letizia’nın “oraya” dediği yer Palermo’dan arabayla bir saat çeken mafya merkezi Corleone idi. 1992 yaz aylarında mafyaya savaş açan savcı Giovanni Falcone ile meslektaşı Paolo Borsellino henüz yeni, Uğur Mumcu gibi arabalarıyla havaya uçurularak öldürülmüşlerdi.
Hemen bir mafya röportajı için Sicilya’ya gitmiştim.
İlk işim, bir taksi kiralayıp mafyanın merkez üssü diye tanımlanan Corleone’ye gitmek olmuştu.
Kıyıdan içerde yemyeşil tepelerle çevrili bu kırsal cennetle ilk bakışta kimse mafyayı yan yana getiremezdi. Şoföre beni merkeze en yakın yerde bırakıp, beklemesini söyledim.
Arabadan inip kent meydanına yöneldiğimde, ilk izlenimin fena halde yanıltıcı olduğunu anladım. Öğlen vakti, dar sokaklardaki evlerin pancurları sımsıkı kapalıydı. Kapalı olmayan pencereler de ben önlerinden geçerken kapanıyordu. 

Feodaliteye yolculuk
Muhteşem barok kiliselerin olduğu boş sokaklarda, yalnız ayak seslerimi duyarak meydana ilerlediğimi hatırlıyorum. Şehir meydanındaki insan grubu ise yalnız erkeklerden oluşuyordu.
Koca meydanda gün ortası nazar boncuğu gibi olsun tek kadın yoktu. Kahvede taburelerini atmış adamlar dik dik “Sen de nereden çıktın?” diye bana bakıyordu. Etrafımda motosikletleriyle bir anda daireler çizerek biten 13-14 yaşındaki ergen çocuklar, aralarında pis pis gülüyordu.
“Corleone mafyası” hakkında kimseye bir tek soru soramasam da, olduğum yerin yazılmamış feodal yasaları hakkında yeterince fikir edinmiştim...
Gece Letizia’ya yaşadıklarımı anlattığımda, “Bana baştan danışsaydın” dedi; “Yanına bir erkek almadan asla gitme derdim. Corleone’de sokaklar erkeklerindir. Kadınlar dışarıya sadece sabah saatlerinde bir başlarına okula gitmek veya ev alışverişi için çıkar!”
“Babaların babası/capo dei capi” Corleone’li Toto Riina ölünce, gözümün önünde bir Sicilya kartpostalı gibi, Corleone’nin inişli çıkışlı yollarında kepenklerini indirmiş evler canlandı...
Hayatta kalmak isteyenlerin uymak zorunda kaldıkları “omerta/
görmedim-duymadım-bilmiyorum üç maymun kuralı”nın ifadesi olan o manzara her şeyi anlatıyordu.
Bugün Pablo Escobar’la karşılaştırılan Toto Riina, bu “üç maymun kuralı” sayesinde çeyrek yüzyıl mesela göz önünde “kaçak” yaşamıştı. Bu sürede eşi hastanelerde doğum yapmış, kendisi “300 mafya cinayetine” imza atmıştı. Ta ki Falcone adlı bir savcı çıkıp, Riina’nın işbirlikçilerini konuşturana dek bu kural bozulmadı. “Omerta”nın çözülmesiyle birlikte, “maksi dava” diye anılan bir davada, “mafyanın çatısı” çökertildi ve önde gelen babalar içeri alındı.
İşbirlikçi savcılara alışık Riina bunu hazmedemedi, karşılığını Falcone ve Borsellino’yu havaya uçurarak verdi.
Devlete açılan savaşı sineye çekmeyen İtalyan yargısı, bunun üzerine nihayet Riina’yı tutukladı ve “müebbet”e mahkûm etti. 

Küreselleşmeyle yayıldı
Demir parmaklıklarda kaldığı çeyrek yüzyılda nedamet getirmeyen ve “baba” sıfatını koruyan Riina, 87 yaşında, sonunda kanserden öldü.
Ne ki Riina’nın ölümü, mafyanın ölümünü müjdelemiyor. Mafya sürekli nitelik ve boyut değiştiriyor. Riina’nın hapis yıllarında Sicilya mafyası zayıfladı ama İtalya’da başka suç örgütleri öne çıktı. Uyuşturucuda başı çeken Calabria mafyası “Nndrangheta” örneğin, bugün çok daha güçlü. Napoli’deki “Camorra” örgütü de Güney Amerika’nın uyuşturucu tekelleri ile aşık atıyor. Öyle ki İtalya’da artık TV dizilerine mafya değil “Camorra”nın maceraları konu oluyor. “Gomorra” adıyla konuyu işleyen bir dizi -misal- reyting rekorları kırıyor.
Mafya beri yandan dünya çapında dal budak sararak güç kazanan ve lokalleşen bir organizasyon halini aldı.
Rus mafyası, Ukrayna mafyası, Balkan mafyası, Türk mafyası.. yakın çevremize bakmak yeterli. Çeyrek yüzyıl önce Corleone’de mercekle mafya arayan ben, birkaç yıl önce Nişantaşı’nda evimin önünde Kalaşnikov’la birbirini tarayan babalar hesaplaşmasına tanık oldum. Küreselleşme mafyayı da kapımıza dek getirdi.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Önce ekmek vardı, bir de söz...- Mine G. Kırıkkanat

Oktay Akbal’ın ilk öykülerinden oluşan başyapıtı, insanın derisini delip yüreğine saplanan Önce Ekmekler Bozuldu başlığıyla 1946 yılında yayımlanan incecik bir kitaptır. Zaten ilk tümcesi, “Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey...” ifadesiyle öylesine mutlak bir gerçeği yakalamıştır ki, yüzyıllar geçse Türkiye’nin zayıf toplumsal belleği bile unutamaz. 



Akbal, aynı ustalık ve şiirsel bir güzellikle devamını getirdiği öyküde savaş koşullarıyla açıklar ekmeğin bozulmasını.
Ama o ilk tümcede yakaladığı mutlak gerçeğin ne denli evrensel bir güncellik taşıyacağını kuşkusuz öngörmemiştir: Tüm dünyada önce ekmekler bozuldu, sonra her şey ve savaş zamanında bile değil, en uzun dedikleri barış sürecinde işlendi insanlığa karşı bu cinayet...
Randıman diye entansif tarıma geçip toprağı ve suyu kimyasallarla kirlettiler, hem böcek ilaçlarıyla zehirli, hem de kısır bir buğday türü yaratıp, aşırı oranda içerdiği glüten bağışıklık sistemini altüst eden tek tip, kalitesiz bir una mahkûm ettiler ekmek sanayini.
Son buluşları ne, biliyor musunuz?
Zaten tohumluk vermeyen o kısır buğday türünü, hep randıman gerekçesiyle, biçerdöverlerin boyuna ayarlamak için cüceleştirdiler!
***
Dünyada pek çok insan artık hem sağlığımız, hem de beslenme kültürümüzle oynayan bu gelişmelere isyan ediyor.
Roland Feuillas, işte böyle bir isyandan doğan yepyeni bir ekmek bilincinin dünyadaki zanaatkâr imzası.
Eurocopter, Airbus ve Avrupa Uzay Ajansı’yla çalışan bir bilgisayar şirketinin baş mühendisi ve sahibiyken, 2004 yılında her şeyi bırakıp Fransa’da Kathar Şövalyelerinin yaşadığı topraklarda küçücük Cucugnan köyüne yerleşen Roland Feuillas anlatıyor:
“Topluma sunabileceğim en temel değerin, ekmek olduğunu düşündüm. Çünkü her şeyden önce ekmek ve söz vardı. İnsanlar, iyi ekmekten kötü ekmeğe geçince söz de kötüleşti, öz de... İşte kaybedilen bu temel değeri yeniden bulmaya ve paylaşmaya karar verdim.”
Eşi Valerie’yle birlikte her şeyini satıp savıp Cucugnan’a yerleşen Roland Feuillas, bugün dünyanın en iyi ekmek ustalarından biri.
Gülün Öteki Adı* kitabımı okuyanlarınız, Fransa’nın güneyindeki Kathar topraklarının isyancı ruhunu bilir. İşte o ruha sahip pek çok köylü, artık Roland Feuillas’la sanayi tarımından vazgeçip doğaya saygılı, sağlığa yararlı geleneksel tarıma geçtiler. 

***
Aralarında Siyes buğdayının da bulunduğu, altı çeşit buğday ekiyorlar. O buğdaylar köyün ortaçağdan kalma Kathar değirmeninde öğütülüyor, dağlardan gelen kaynak suyu, Fransa’nın hâlâ elle toplanan ünlü ‘tuz çiçeği’ gri deniz tuzu ile birleşip; bir önceki hamurdan ayrılan yaş mayayla bizzat Roland Feuillas tarafından yoğruluyor. Özellikle de fazla yoğrulmuyor, çünkü hamur ne kadar az ellenirse o kadar iyi oluyor.
Sonra fırıncı Feuillas, üç hilal çizip odun ateşinde pişirdiği ekmekleri internetten tüm dünyaya satıyor. Değirmeni ve fırını tam kapasite çalıştığı için, ancak belli sayıda kurumla çalışıyor, daha fazla sipariş almıyor.
Ama ekmek okulunda 500 fırıncı yetiştiriyor. Barack Obama’yla yazışıyor. Amerikalı şef Dan Barber’a ekmek dersi veriyor. Ekmek üstüne bir kitap yazıyor. Bir de hakkında çevrilen filmler var...
Türkiye’nin sünger ekmek dramı, elbette ki AKP hükümetinin yerli buğday satışını yasaklaması ve ülkeyi iğrenç, ilaçlarla zehirli, aşırı glütenli, sanayi tipi kısır buğday türüne mahkûm etmesiyle başladı.
Ama dramın temelinde, ekmeğe âşık ve buğday kalitesini savunacak zanaatçıların olmaması yatıyor! 

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET
 
*Kırmızı Kedi Yayınevi, 2014

Brezilya’da siyasi kriz Türkiye ile benzerlikler taşıyor - Erhan Nalçacı

Coğrafi olarak birbirinden uzak ve tarihleri oldukça farklı olan Brezilya ve Türkiye bazı açılardan birbirlerine benziyorlar ve birlikte ele almak ikisini de anlamayı kolaylaştırıyor. Tabi ki benzerlikler üzerinden gitmenin riskleri var ve mekanik bir karşılaştırma işe yaramaz. Bunları göze alıp süreçlere göz atalım.

Her iki ülkeden burjuva iktisadi terminolojisiyle “yükselen ekonomiler” olarak bahsediliyor. Gerçekten Brezilya ulusal gelir açısından dünyada 8. ülke haline gelirken Türkiye 13. sırada yer alıyor. Kendi kavramlarımızla olaya yaklaştığımızda ise her iki ülkenin de ucuz emek gücünü, korunmasız ve kuralsız bir emek piyasasını, doğal kaynaklarını ve mali sistemini uluslararası sermayeye sunarak bir sermeye birikimi sağladığını görüyoruz.

Her iki devletin de sermaye sınıflarının elde ettiği birikimle emperyalist sistemin izin verdiği kadarıyla bölge gücü haline gelmeye ve iktisadi olarak bölgelerine müdahale etmeye çalıştıkları görülüyor.

Yine her iki ülkenin sermaye sınıfının emperyalist hegemonya krizinden akıllarınca kazançlı çıkmaya ve ABD’nin hegemonyası altında yaşamaya alışmışken, Çin ve Rusya’nın yükselişinden pragmatik, ilkesiz ve öngörüsüz bir yararlanma çabası içinde oldukları anlaşılıyor.

Her iki burjuvazi sanki emperyalizmin bir geleceği varmış gibi “yeni bir emperyalist piramit kurulacak ve biz orada orta ölçekli bir çıkar grubu olarak yer alabiliriz”in hesabını yapıyor.
Bunun doğal sonucu olarak emperyalist hegemonya krizinin bütün sarsıntıları, siyasi restorasyon dalgaları, her iki ülkeyi esir alıyor ve daha büyük bir çürümeye ve çöküntüye doğru taşıyor.
Brazilya’da Lula ile başlayan ve Rousseff ile devam eden İşçi Partisi iktidarı tam da böyle bir döneme işaret ediyordu. Brezilya sermayesi adına sermaye birikimini arttırdılar, Çin ile yatırım anlaşmaları yaparak ABD ile bağları azaltmaya çalıştılar, her emperyalist devletin yapmaya çalıştığı gibi işçi sınıfının bazı tabakalarından bir orta sınıf yaratmaya ve ülke içinde sermayenin egemenliğini garanti almaya çabaladılar.

Sonunda ABD’nin ve bazı sermaye çevrelerinin başlattığı siyasi restorasyon geçen yıllarda yükseldi. Yargıyı örtülü bir darbe için kullandılar ve görevi suiistimal ettiği iddiasıyla 2016’da Brezilya devlet başkanı Dilma Rousseeff görevinden azledildi.

Görevini suiistimal edip etmediğinin işçi sınıfı açısından bir önemi olmadığını, sermaye sınıfı adına yapılan her görevin ağır suçlarla yüklü olduğunu zaten biliyorsunuz. Burada suçlamaların ülke siyasetine yön vermek için bahane olarak kullanıldığını hatırlatmış olalım.

Ancak Rousseff’in yerine getirilen Temer, ABD’nin üretmeye çalıştığı siyasi çözümlerin zayıflığının göstergesi olarak zaten öylesine kirli bir adamdı ki, Brezilya bir yıl geçmeden kendini ağır bir siyasi krizin içinde buldu.

Temer’in şirketlerden rüşvet alarak çalıştığı, hırsızın dik alası olduğu kanıtlandı, kamuoyu yoklamalarında desteği %7’lere geriledi. Şimdi ilk kez Brezilya’da nitelikli dolandırıcılıkla bir başkanın yargılanması için meclis oylamalarına başvuruluyor. Ekim sonunda yapılan oylamayı Temer kazandı ve yargılanmasını ertelemiş oldu. Mecliste seçimi kazandı, çünkü Meclis üyelerinin yaklaşık üçte biri ile yarısı oranında kendisi gibi hırsız olduğu söyleniyor.

Temer’in yolsuzluk oylamasında elini güçlendirmek için sermayeye tavizler verdiği biliniyor. Örneğin, kölelikle mücadele yasalarını köle çalıştıran sermaye lehine gevşetmiş.
Evet, yanlış duymadınız, Brezilya’da 160 bin kadar insanın kölelik koşullarında, özellikle sığır çiftliklerinde, boğaz tokluğuna ve dövülerek, tehdit edilerek çalıştırıldığı biliniyor. Yasa bu köle çalıştıran işletmelerin bir listesinin yapılmasını öngörüyormuş, bunu Temer ve yandaşları kaldırmış.
Ayrıca dünyanın soluk alıp vermesi için olağanüstü önemi olan Amazon ormanlarından Danimarka büyüklüğünde bir parça maden şirketlerinin insafına terk edilmiş.

Bu ülkenin daha ne kadar çürüyeceğini, ne zaman devrimiyle buluşacağını göreceğiz.

17 Kasımda başlayan Brezilya Komünist Partisi’nin 14. Kongresine bu anlamda başarılar diliyoruz.
Başka bir yazıda daha genişçe ele almak üzere, Amazon ormanlarının panik içinde gününü kurtarmaktan başka bir şey düşünmeyen sermaye sınıfına bırakılamayacağını, uygarlığın var olması için bütün kaynakların ve zenginliklerin emekçi sınıfların eline geçmesi gerektiğini hatırlatalım.

Erhan Nalçacı / SOL

Sansüre şaşırmalı mı? - AYDEMİR GÜLER

Yapı Kredi Yayınlarının böyle bir şey yapmasına şaşıranlar oldu. Yıl gelmiş 2017’ye. Sen hâlâ kalkmışsın dizelerin içinde komünistlik ayıklıyorsun!
Ne kadar da saçma…
Bu kadar saçmaysa, karşımızda sansürcüler değil de, hataya düşenler var demektir. En fazla kifayetsiz denebilir bunlara. Ama hata insana özgüdür. Üstelik öğreticidir. Yoksa başlarına gelenden ders almalarını mı beklemeliyiz?

Nâzım’ın eserinde komünizm propagandası yapmasından hoşlanılmıyorsa, Nâzım’ı bırakacaksın. Basmayacaksın, satmayacaksın, okumayacaksın. Çünkü ne kadar uğraşsan didinsen, ciltler dolusu eserini siyasal içerikten yalıtamıyorsun. Başkasını bilmem, ama ömründe yalnızca partili bir komünist olmakla övündüğünü söyleyen birinden söz ediyoruz.

Peki Yapı Kredi Yayınları, adını taşıdığı banka ve bankanın arkasındaki, memlekette zenginlerin en köklüsü diyebileceğimiz malum aile…
Bunlar komünizm propagandasından rahatsız olmazlar mı?
Rahatsız olmuş ve sansüre, tahrifata yönelmiş olabilirler mi?

soL portalda konuyla ilgili haberler yapılıyor, ilgililere görüşleri soruluyor… Yukarıdaki sorular Koç ailesine yöneltilse, yalnızca “estağfurullah” demekle kalmayacak, komünizmin çoktan ölüp gittiğini, bir kompleksleri olmadığını anlatacaklardır.

Ne ilginçtir ki, bir yandan komünizm öldü derler, öte yandan da intikam almak için her yolu, yöntemi denerler. Şimdilerde siyasete hem AKP üstünden dönen, hem de CHP tarafından çekiştirilen Tansu Çiller özelleştirmeleri “son komünist devleti yıkmak” hedefiyle birleştirmişti. Karayolu sevdalılarına göre “demiryolu komünistti.” Demokratik Batının yöneticileri, Nazilerin komünistleri ne de iyi ezdiğini neo-nazi gösterilerine bakarken yad etmektedirler muhtemelen.

Nâzım’a gelince… Nâzım’ın çok okunması, çok etkili olması durumuna denk düşen en iyi okur görüşü “komünist ama yine de iyi şair” olsaydı, komünizm yine ölmüş olmazdı, ama sermayenin rahatsız olmasını gerektiren bir şey de kalmazdı.


Durum böyle değildir.
Kimse “tuhaf tuhaf devrimci şeyler yazmış, onlar saçma tabii. Ama asıl aşk şiirleri muhteşem” der mi Nâzım için?
Okur “tabii ki adam hayalci, komünizm falan olacak şey değil, ama memleket hasretini ondan okuman lazım” diye arkadaşına tavsiye eder mi Nâzım’ı?
Durum böyle değildir ve Nâzım şiiri komünizm adına en ikna edici mesajların, devrim çağrısının, işçi sınıfının saflarına katılma övgüsünün adresi olmaya devam etmektedir. Nâzım’ın bir kitabı doğum günü hediyesi olmuşsa eğer, hediyeyi veren diğerine komünizm propagandası yapmaktadır aslında.
Bu mesajlara tepesi atanın Nâzım’ı sevmesi mümkün değildir. Ama bizim şair o kadar güçlüdür ki, “ben beğenmiyorum” diyenin şiirden anlamaz bir hödük, insanlık düşmanı aşağılık bir burjuva sayılması olasılığı çok yüksektir. Anti-komünistlerin Nâzım Hikmet’in eserini beğenmediklerini söylemeleri cesaret ister.

Özetle şairimiz komünizm propagandası yapmaya ve etkili olmaya devam etmektedir! Yayınevi, banka ve zengin ailenin “kim korkar Nâzım’dan” repliği gece karanlığında mezarlıkta ıslık çalmaya benzer…

Buna eşlik eden, daha doğrusu goygoyculuğa soyunan entelektüeller de yok değil. Bunlar YKY’nin Nâzım’ı sansürlemek için nedeni olmadığını, çok kaliteli bir yayınevi olduğunu ve zaten komünizmin de geçmişte kaldığını açık veya örtük olarak yayarken, Koçlara yaranma güdülerini, piyasa düzeninin hizmetkarı olduklarını sergilemiş oluyorlar.

Kapitalistleri ve sermayenin sanat-kültür alanına müdahalesini aklamak için yapılan “işin kalitesine” işaret etmek… Bu da ilk kez olmuyor. Ekonominin geneli söz konusu olduğunda “işin kalitesinin” altındaki gerçek, sömürüdür. Sanata ve kültüre yatırımı zenginler hayır için mi yapar?
Bunun yanıtı açık.
Ama varsayalım ki, holdingler sanat ve kültür alanında kâr amacıyla iş görüyor olmasınlar. Yatırdıkları para nereden geliyor peki?
Koç holding bu yılın üçüncü çeyreğinde kârını yüzde 31,5 artırmış. İşçilerine ne olmuş bu arada?
O işçiler korkunç gelir adaletsizliğine boyun eğsin diye, işsiz bırakılan milyonlar peki?
Ya ülkeyi boğan otomotiv sektörü? Yükselen militarizmden kimler para kazanmış?
Uzatmayayım; işin aslı bir taşla sayısız kuştur.
Kültür sanat alanında boy göstermek, kelimenin gerçek anlamıyla kanlı sömürünün üstüne narin bir örtü serilmesidir. Üstelik birkaç satır yukarıda geçen varsayımın geçersiz olduğu da bellidir; bunlar kitap basıp, konser düzenlerken de kâr ederler.
Ve bir kuş da, devrimci sanatçıların eserleri üzerine konan tekeldir. Bu sonuncusu benzersiz bir yüzsüzlüktür. Sermaye, kendisine yönelik eleştiriyi de metalaştırmaktadır!
Olay budur.
Olay belirli bir yayınevinin Nâzım’a sansür uygulamasında, eserlerini tahrif etmesinde somutlanmış, acı bir yansısını bulmuştur. İşin özü kapitalizmin önüne gelen her şeyi alınıp satılır bir mal sayması, o hale getirmesidir.
Sorun bu yaklaşımdadır. Bu yaklaşım egemense, temel dürtü kârsa, maksat sömürücü bir sınıfın ve düzenin aklanmasıysa, hangi satırda hangi kelime tahrif edilmiş, bunun belirleyici bir önemi yoktur. Kapitalizm defolu mal ürettiği için değil, derdi toplumsal yarar olmadığı için tarihsel olarak yanlış ve gayrimeşru bir sistemdir. Toplumsal yarar değil, kâr peşinde koşan bir sistemin defolu ürün çıkartması ise talihsizlik değil, normal durumdur.

Artık sansürü, tahrifatı sürdüremeyecekler. Hatta kapağı gıcırdayan buzdolabını, içindeki programlardan ikisi tutukluk yapan çamaşır makinesini nasıl piyasadan çekmek zorundalarsa, şimdi de sansürledikleri eserleri tıpış tıpış düzgünüyle değiştirecekler. Komünist Nâzım’a direnemeyecekler daha fazla.

Ama asıl önemlisi, hem kültür ve sanattan hem de bu dünyadan silinmeyi çoktan hak etmiş bir düzeni temsil ettikleridir.

Özetle yıl gelmiş 2017’ye. Nâzım Hikmet kalkmış mezarından sömürü düzeniyle mücadele ediyor hâlâ!

Aydemir Güler / SOL

IŞİD sonrası Ortadoğu - Nilgün Cerrahoğlu

TV’de defalarca izlediğimiz “Baba” filminden hatırlarsınız. Güç, “Baba” Vita Corleone’den genç ve hırslı oğlu Michael Corleone’ye geçerken, “rakip baba”lar bir otel odasında toplu halde taranarak yok edilir.
Corleone ailesi böylece Amerikan mafyasının “rakipsiz başı” olmuştur. Marlon Brando’nun oynadığı yaşlı “Don Vito”dan bin kat acımasız çıkan gözü kara Michael Corleone, artık “Babaların Baba”sıdır.
Ne zaman Suudi Arabistan’ın 32 yaşındaki genç velihatı “MbSMuhammed bin Selman’ı görsem, şimdi aklıma hep Michael Corleone geliyor. 
 
82 yaşındaki yaşlı ve bunadığı söylenen “baba Selman”dan tahtı bugün yarın devralması beklenen MbS haberleriyle her karşılaşışımda, gözümün önünde beş yıldızlı bir otelin özel toplantı salonunda birlikte katledilen “rakip babalar”ın akıbeti canlanıyor.
MbS de Michael Corleone gibi sonuçta Ortadoğu’da rakipsiz “babaların babası” olmak istiyor...
En az oğul Corleone denli hırslı olduğu anlaşılan Suudi velihat prens de, rakip gördüğü prensleri “tarihi bir ilk”le toplattı. Henüz onları imha etmese de, Riyad Ritz Carlton’da rehin ve tutsak aldı. Sonra “mafya raconuyla” rehinlerin mallarına, finans kaynaklarına ve banka hesaplarına el koydu.
 

Riyad-Paris-Beyrut üçgeni
Yetmedi.
Lübnan Başbakanı Saad Hariri, ardından apar topar Beyrut’tan “uçuruldu”.
MbS’nin özel isteği/emri ile… hokus pokus Riyad’a uçan Lübnan Başbakanı, Suudi Arabistan’ın başkentinde yaban ellerden kimseyi ikna etmeyen bir biçimde “istifasını sundu”. Sonra bu ülkede günlerce ev hapsinde tutuldu.
Her ne kadar Lübnanlı lider “Ben aslında serbestim” dese de, uluslararası bilmece nihayet Fransa Cumhurbaşkanı Macron’un diplomatik atağı ile çözüldü.
MbS’yle arabuluculuk yaparak devreye giren ve Lübnan Başbakanı’nı Fransa’ya davet eden Macron, her şeye rağmen kendisini, “bunun gerçekte bir sürgün olmadığını” söylemek mecburiyetinde hissetti.
Fransa Cumhurbaşkanı’nın “sürgün” lafını sarf etmesi dahi, koşulların ne kerte olağanüstü olduğunu kanıtlamaya yetti.
Macron-MbS anlaşmasının bir engelle karşılaşmadan gerçekleşmesi durumunda, Hariri’nin bugün Paris’e uçtuğunu göreceğiz.
Bu da bir film sahnesi gibi.
Bir Hollywood filminin mesela “memleketini zor altında terk edip” bir bölge gücü ülkede istifaya zorlanan bir Ortadoğu liderinin ev hapsiyle dava açılmasına kolaylıkla tanık olabiliriz. Sonra bir Batılı güç devreye girer ve “rehin alınan piyon ülke lideri” pırr… bir Avrupa başkentine uçar.
Ortadoğu senaryoları artık Hollywood senaryolarına rahmet okutuyor. Bölgede hep palmiye kadar çok diktatör oldu. Diktatör görmeye çoktan alışığız.
Ama artık bu “babalar raconu” ile işleyen bir başka eşik. Bu yeni “babalar siyaseti” döneminde, Ortadoğu’da IŞİD sonrası etabın ittifakları şekilleniyor. Post IŞİD dönemde mesela yepyeni bir Riyad-Paris-Beyrut üçgeni boy veriyor.
Bitmedi. İsrail Genelkurmay Başkanı General Gadi Eisenkot, gene bir ilke imza atarak Suudi medyasına konuşuyor ve verdiği demeçte “İran Şii hilaline karşı Suudilerle bir büyük ortak strateji oluşturmanın öneminden” bahsediyor.
Bu amaçla Tel Aviv’in “Suudi Arabistan’la her türlü istihbarat paylaşımına hazır olduğunu” duyuruyor.
 
Kara deliğe emanet
Dahası var…
Yeni ortamın mimarisini inşa eden ismin Trump’ın damadı Jared Kushner olduğu anlaşılıyor.
İsrail Başbakanı Netanyahu ile yakın ve özel ilişkileri olan “Yahudi damat” Kushner Suudi tahtına çıkacak MbS’yle de aynı zamanda “kanka”.
New York Times”, komşu kapısı yaptığı Suudi Arabistan’ı en son ekim sonu ziyaret eden Kushner’in Washington diplomasisini Ortadoğu girişimlerinden hiç haberdar etmediği için “kara delik” diye anıldığını yazıyor.
Ortadoğu’da dengeler özetle “kara deliğe” emanet.
Bölgede IŞİD bitse bu defa bir “kara delik” beliriyor ve velhasıl bela bitmiyor. Çok uzun süre de bitmeyecek.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

İlhan Selçuk nasıl öldü? - Ayşenur Arslan

Ankara Cumhuriyet Başsavcısı Yüksel Kocaman, 17-25 Aralık için “FETÖ soruşturmalarında toptan bir kriter değil” demiş. Yani, 17-25 Aralık’ın MİLAT olmadığını söylemiş. Sorumluluk, bu tarihten öncesine uzanır diye yorum getirmiş.
Peki, nedir bu tarihin öncesi?
FETÖ, bu tarihten önce nerede / kiminle / neler yapıyordu?
Başlık, yanıtlardan birini veriyor elbette. Ergenekon, Poyraz, OdaTV derken.. 17-25 Aralık’tan çok çok önce Türkiye kumpaslarla altüst oluyordu. Aralarında İlhan Selçuk’un olduğu çok sayıda sivil, asker, gazeteci akıldışı iddialarla içeri atılıyordu.

Bütün bu kumpasların arkasında FETÖ olduğunu bilmeyen var mıydı acaba? Ya da o sırada AKP iktidarının, bizzat Erdoğan’ın desteğinden kuşku duyan var mıydı?

Yazmaya başladığım anılarımda, o yıllar... Mehmet Ali Birand yönetimindeki Kanal D Haber’de başıma gelenler... FETÖ kumpasına sessiz kalmadığım için (çıkış kapısı zannettikleri CNN TÜRK ve Medya Mahallesi programına) Kanal D Haber’den sürülmem.. Oynanan oyunun ta o zamanlardan ne kadar açık ve anlaşılır olduğunu gösteriyor.
Yazdığım zaman görülüyor.
Anlayacağınız, kimsenin “biz anlamamıştık, bilmiyorduk” deme hakkı yok.
Olayın sadece FETÖ ile bağlantılı olduğunu, iktidarın “kandığını / kandırıldığını” düşünmenin deme hakkı ise hiç hiç hiç yok!
Ben, en azından dönemin MİT Müsteşarı Emre Taner’in bu meseleyi Erdoğan’a rapor ettiğini biliyorum.
Yazdım da..

•••

Sadece Başsavcının sözleri değil..
Gezi’deki FETÖ provokasyonunu bile bile, Osman Kavala’yı “organizatör” falan ilan etmeleri.. Hiçbir mantığa sığmayan, zaten delili olmayan iddialarla içeri atmaları da değil..
Bu yazının nedeni, hepsi ve bir fotoğraf.

Yerli otomobil için Cumhurbaşkanı Erdoğan ile bir araya gelip poz veren BABAYİĞİTLER!!!
Sermayenin iktidarı desteklemesinden daha doğal bir şey olamaz elbette. Hele, gelir dağılımı yoksullar aleyhine tamir edilmesi güç biçimde bozulurken sermaye kârına kâr katmışken..
Sermayenin dini, ahlâkı da olmaz.

Peki!

Yine de, o fotoğrafta yer alan bir isim, İnan Kıraç için iki çift laf etmek istiyorum.

Zira kendileri sadece işadamı, holding sahibi, Koç’un damadı değildir. Bir zamanlar Cumhuriyet (Gazetesi) Vakfı yöneticiliği de yapmış.. Yani, mesleğimize şu ya da bu biçimde katkı sunmuş bir kişidir. Vakıf’taki yönetici dostlarından biri, Ergenekon davasında Silivri’ye tıkılmış, tecrite mahkûm edilmiş Mustafa Balbay’dır.
Kendisi de o sıralarda hedefte değil miydi, hatırlasanıza!
Hatta Fehmi Koru ve Avni Özgürel “EJDER” kod adıyla anıp, üzerine yazılar yazmamış mıydı! Küresel düzeyde vahim suçlamalar getirmemişler miydi! Yaylım ateşine tutmamışlar mıydı!
O sırada İnan Kıraç, damadı olduğu Koçlar sayesinde mi kurtuldu, bilmiyorum.
Kurtulmuş.
FETÖ / AKP ortak prodüksiyonu kumpasların odak noktasındaki Cumhuriyet’teki görevine de devam etmiş.
Sevgili dostu Mustafa Balbay Silivri’de yatarken..
İlhan Selçuk hastanede ölmeye yatmışken..

•••

Gözaltındayken kalp rahatsızlığı geçirip hastaneye kaldırılmıştı. By Pass ameliyatı oldu.. Daha sonra felç geçirdi.. Yoğun bakıma alındı.. Aylarca orada kaldı.
Ölümünden bir süre önce telefonda konuşmuştuk. Medya Mahallesi programına telefonla katılıp katılamayacağını sormuştum. “Olabilir” demişti, “durumum elverirse..”
Akla, bırakın ölümü, hastaneyi getirmeyen son derece kibar, sağlıklı bir konuşma gibiydi.
Oysa daha sonra bilenlerden, özellikle sevgili Miyase İlknur’dan dinlediklerim bambaşkaydı.
İlhan Selçuk öleceğini biliyordu. Daha doğrusu bunu “diliyordu”. Mahkemede kendisini savunamadan, hakkındaki hem temelsiz hem de “aşağılık” iddialar hakkında iki söz söyleyemeden de öldü! Hakkında “Ergenekon Terör Örgütü yöneticiliği” iddiasıyla hazırlanan dosya da dürülüp kaldırıldı.

•••

Cumhuriyet Gazetesi şimdi bir başka kumpasın odak noktasında.
Bu kez Cumhuriyetçiler FETÖ yandaşlığı, hatta daha da ileri gidip “FETÖ Terör Örgütü yöneticileri” olmakla falan suçlanıyor.
Haklarını pek çok kişi teslim etti.
Ben de edeyim.
Yandaş kimi kalemler bile gidilip mahkemede “Bu arkadaşlarımızın terör örgütü ile ilgisi olduğuna inanmıyorum” diye ifade verdi.

Ya İnan Kıraç Bey ne yaptı?

Mahkemeye gitti. “Artık Cumhuriyet okumadığını” beyan etti. Yayın politikasını doğru bulmadığını kimbilir kaçıncı kez açıkladı.
Hakkıdır, olabilir.
Ama..
Tutuklu tutuksuz Cumhuriyet yöneticileri ve yazarlarına bakıp da “Evet, biz Cumhuriyet Vakfı’nda bir anlaşmazlık yaşadık. Ama bu insanları ‘terör örgütü’ suçlamasıyla yargılayamazsınız, hapse atamazsınız” demedi, diyemedi.

Çok değil, sadece iki ay sonra İnan Kıraç’ı Erdoğan’la birlikte poz verirken gördük. Yerli otomobili yapacak babayiğitlerden biri olarak.

Geçmiş belli ki çoktan geçip gitmişti.

Erdoğan o geçmişin üzerine çektiği karanlık süngerle belli ki her şeyi unutturmuştu.
Kumpaslardaki payını... Ya da hadi kendi deyimiyle söyleyelim “aldanışını”... İlhan Selçuk’un kendisini savunamadan ölmesini... Çekilen onca acıyı... Bugün yaşananları...
Osman Kavala’nın cezaevinde sessizliğe / unutulmuşluğa / çürümeye terk edilmek istenmesi...
Marx’ın sözleriyle, “burjuvazi pek çok değeri bencil hesapların buzlu sularında boğar, boğmuştur”.

Dolayısıyla şaşıracak bir şey yok.

İnan Kıraç’ın tutumuna ve RTE ile hizalanmasına da..
Aydın Doğan’ın “gazeteci değil işadamı olduğunu keşfetmesine” de...
Daha birçok şeye de şaşacak değiliz.

Yine de, ERDOĞAN VE BABAYİĞİTLERİ fotoğrafına bakınca iki kelam etmek istedim.

Görüşlerine yakın olmasam da İlhan Selçuk’u yâd etmek istedim. Yine, kimilerinin görüşlerine yakın olmasam da Cumhuriyet Gazetesi’nin tutuklu / tutuksuz sanıklarına bir selam göndermek istedim.

Tarih sizi de yazacak.

İnan Kıraçları.. Sarraf davasından neden / nasıl korktukları artık apaçık ortaya çıkan iktidar ortaklarını da...

Ayşenur Arslan / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

"Gündem" -21 Haziran 2025-

Ankara'da lityum fabrikasında gaz sızıntısı: 2 işçi öldü, 3 işçi yaralandı!-Birgün- Ankara'nın Polatlı ilçesinde bir fabrikada boru ...