Hoşgörü mazlumun zehridir - ALİ MURAT İRAT

Belli ki vicdan denilen şey bu ülkeyi çoktan terk etmiş. Onun yerine gelense, büyük bir aymazlık filan da değil, şımarıklık. Şımardıkça körleşen, körleştikçe şımaran ve örneğin şimdilerde resmi olarak casus kabul edilen birinin ilişkilerini ortaya çıkarmak için verilen araştırma önergesini zamanında kahkahalar atıp poz vererek reddedebilen bir şımarıklık. Yaşanılan şeyin bir karabasan olduğunu sanmıyorum, yaşanılan şey dünyanın, kapitalizmin ve dünyayı cennete çevireceğini vadeden büyük anlatıların yaldızlı yüzlerinin altından çıkan gerçek yüz.

Milyon dolarlar hap niyetine yutuluyor, insanların alın terinden topladıkları milyarlarca dolar, halkların, insanların katledilmesi için ortalığa saçılıyorken, birileriyse yerlerde sürüklenen annesine bakıp yalnızca çığlık atabiliyor: “İnsanlık onuru işkenceyi yenecek”. Ve biz bu çığlıkların bir yerlere dokunacağını, kararmamış bir yüreğe denk geleceğini sanıp aldanıyoruz. Bazı yüreklerin henüz kararmamış olacağı umudunu tazeleyerek  kendimizi aldatıyoruz. Ah insanın o büyük aldanışı. Ah iyiliğin bitmek tükenmez bilmek yenilgisi. Ah iyi bir dünya özleminin, kötülerin bile bir yüreğe sahip olduğunu sandıran o saf tutumu.

Çığlık yalnızca duyulsun diye değildir. Kanatmak, ağlatmak, karşıdakine de insan olduğunu hatırlatmak içindir. Ah bu çığlıklarımızın bir duvara vurur gibi geri dönüşü. Ne yaşanırsa yaşansın, birilerinin vicdanında hâlâ kararmamış bir yerin, dokunulabilecek bir yerin, “insan” bir yerin kalmış olabilme umudundaki naiflik ve bu naifliğin her daim yenilgiye duçar oluşu.
Oysa biz kadim bir coğrafyada insanlığa, merhamete, adalete bakınırken; rüşvetler, kollara takılan saatler, ülkenin geçmişini ve geleceğini satanlar karınca gibi çoğalmış. Toklar daha tok, açlar daha aç olurken, tam da böyle olmasını isteyenleri hangi açlık rahatsız edebilecekti ki. Hangi açlık onların gözünü doyuracak, hangi açlık akşam başlarını koydukları yastıklarda huzurlarını bozacaktı ki? Ah bizim sevecen açlığımız, açlığımızla lokmaları boğazlara dizeceğimizi sandığımız o büyük, o güçlü, o saf vicdanımız.

Birileri dini artık bir inanç olarak değil, bir kalkan olarak kullanmaktadır ki, eğer bir şirk varsa o da ancak bu olabilir. Çünkü Tanrı, oğlu İshak’ı (İsmail) öldürsün diye emir verdiğinde, İbrahim’in kendi emrine karşı gelip gelmeyeceğini sınamadı. Bu emir bir sınama değildi. Çünkü Tanrı’nın önceki emri “öldürmeyeceksin”di –ki İbrahim’e oğlunu öldürtmedi-. Tanrı artık paranın, insanın, nesnelerin, hayvanların değil insanın aklının, nefsinin, arzularının kendisine teslim edilmesini istemiş ve “kurban” geleneğindeki en büyük kırılmayı gerçekleştirmişti. İbrahim’i dinlere inanan, inandığını söyleyen ya da öyle olduğunu sandığımız kimilerinin bu dünyayı bir karabasana çevirmiş olmasındaki saik hâlâ insanı kurban etmeleri, hâlâ paraya ve nesneye tapmalarıydı. Bugün, İbrahim’in bıçağı onun çocuklarının göğüs kafesine inmiştir artık. Dünya kan gölüdür. İnsanların ve hayvanların kanı, diğer bütün canlıların ve cansızların acısı etrafa saçılmıştır.

Artık sevmek ve hoşgörü denilen şey ahlaki bir kuvvete sahip değildir. Bunlar yalnızca bazı insanların, bazı insanlar ve bütün insanların diğer canlılar üzerindeki tahakkümünü meşru kılmak ve vicdan muhasebesini önlemek için vardır. Sevmek ikiyüzlüdür. İnsan bir kedi yavrusunun katline/katiline vermesi gereken tepkiyi hakkıyla verebilmekte, ancak insana yapılan zulüm için susmaktadır.

Adaletin olmadığı yerde, hoşgörü ve sevgi, mazlumun zehridir.

Ve bunca acının ve adaletsizliğin üzerine, cennet önemli değil ama bir cehennem mutlaka olmalıdır, yoksa da olmalıdır.

ALİ MURAT İRAT   / BİRGÜN

Uluslararası yaptırımlar: Egemen ülkenin zayıf ülkeye sopası - MUSTAFA K. ERDEMOL

‘Uluslararası Yaptırımlar’ Soğuk Savaş sonrası bir kavramdır, ama, bir yaptırım türü olarak ‘ambargo’nun tarihi daha da eskiye gider. ‘Ambargo’ya ABD’de 1807’de rastlıyoruz ilk olarak. 


'Uluslararası Yaptırımlar' Soğuk Savaş’tan sonra yaşamımıza girmiş kavramlardan biri. Hem devletlerin, hem de uluslararası örgütlerin başvurdukları bir “zorlama yöntemi” olarak tanımlanıyor. Yaptırımlardan amaç elbette muhatabın gücünü zayıflatmak. 'Uluslararası Yaptırımlar’ın özelliği çoğunlukla bir barış dönemi uygulaması olmasıdır. Her zaman hukuka uygun mudur, değil midir; bu hala tartışılan, bir sonuca da bağlanmamış bir sorundur tabii.

Bu önleme başvuran devlet(ler) ya da kurum(lar) muhatabının hukuka aykırı olduğuna inandığı tutumunu cezalandırır aklınca. Bu, her zaman istediği sonucu verir mi, bu da ayrı bir tartışma konusudur. Ama kim ne derse desin, şu “uluslararası yaptırım”ı uygulayanlar daha çok küresel emperyal güçler ile onların güdümündeki kurumlardır. Güçlü aktörlerin güçsüz olana yaptırımlarıdır söz konusu olan. Bu yaptırımlar; ticaret yasağı koymak, hedef alınan ülkede yatırım yapılmasını engellemek, söz konusu ülkenin uluslararası pazarlarda mal alıp satmasını durdurmak gibi önlemler. Bu yaptırımlar BM eliyle yapılırsa buna küresel, AB gibi bölgesel bir birliğin uyugulaması ise adı üstünde bögesel, bir başka ülkenin bir başka ülkeye yaptırımı ise (örneğin ABD’nin İran’a yaptığı gibi ) bireysel yaptırım deniyor.

Uluslararası yaptırımların iki türü var: Silahlı kuvvet kullanmayı gerektiren ya da gerektirmeyen yaptırımlar. BM Güvenlik Konseyi barışın tehdit altında olduğunu iddia ederek BM Sözleşmesi’nin 7. Bölümü’nde belirtilen önlemleri uygular. Barışın tehdit altında olduğu durumda BM önce 41. Madde uyarınca kuvet gerektirmeyen zorlama önlemlerine başvurur, bu önlemlerin başarısız olması durumunda ise bu kez 42. Madde uyarınca silahlı kuvvet kullanmayı gerektiren uluslararası yaptırımlara başvurabilir.

Hepsi başarılı olmuş değil
Peki her yaptırım kararı başarılı mı? Değil tabii. Örneğin1935 yılında Habeşistan’ı (şimdiki Etiyopya) işgal eden İtalya’ya uygulanan BM yaptırımları, İngiltere’nin o zamanlar denetimi altında olan Süveyş Kanalı’nı kapatmaması nedeniyle pek de başarılı olmamıştı. Aynı durum 1960'larda da yaşandı. BM Güvenlik Konseyi'nin, ırkçı Güney Afrika rejimine karşı aldığı yaptırım kararı başta İngiltere olmak üzere İngiliz Milletler Topluluğu’na üye ülkelerin desteklememesi sonucu istenen etkiyi yapmamıştı.
Bazen hedef alınan ülke zayıflatılmak istenirken aslında güçlendirilmiş de olmaktadır. Örneğin, ABD’nin Pakistan’a uyguladığı silah ambargosunun böyle bir sonuç doğurduğu söylenir. Büyük ölçüde ABD silahlarına bağımlı olan Pakistan, bu yaptırımlar sonucu zayıf düşünce nükleer silah üretimi konusunda hız kazanmıştır.

Milliyetçilik de doğurdu
Konunun uzmanları bireysel olarak adlandırılan yaptırımların hedef alınan ülkelerde milliyetçi/bağımsızlıkçı hareketlerin doğuşuna yol açtığını belirtiyor. 1938’de ABD ile İngiltere’nin Meksika’ya uyguladığı ekonomik ambargolar bu ülkede milliyetçi akımların gelişmesine yol açtı. ABD’nin 1961’de Seylan’a (şimdiki adı Sri Lanka), Fransa’nın 1964’te Tunus’a uyguladığı yaptırımlar da aynı sonucu doğurdu. Bu yaptırımlar uzun sürdüğünde hedef alınan ülkeler bu yaptırımlara uygun ama kendilerine özgü bir sosyal yhaşam gerçekleştirmeye başladılar. Buna en uygun örnek olarak Küba gösterilebilir.

Ambargo daha eski
'Uluslararası yaptırımlar' Soğuk Savaş sonrası bir kavramdır tamam ama, bir yaptırım türü olarak ‘ambargo’nun tarihi daha da eskiye gider. ‘Ambargo’ya ABD’de 1807’de rastlıyoruz ilk olarak. ABD Başkanı Thomas Jefferson, söz konusu yıl, Napolyon Savaşları sırasında yani, ülkesinin uluslararası yükümlülükleri çiğnendiği gerekçesiyle İngiltere ile Fransa ticaret gemilerine tüm ABD limanlarını kapattı. Buna karşılık Napolyon da kara ve deniz ablukasına başvurdu ve bazı ABD gemilerie el koydu. İngilrere de aynı ablukayı gerçekleştirmişti daha önce. ABD’nin ambargo kararını Jefferson’un en büyük siyasi hatalarından biri kabul eder.

ABD, 1937’de İspanya iç savaşı sırasında İspanya’ya ambargo uyguladı. Başka ülkeler de ambargo uygulamasına başvurdular elbette. 1918’de tarafsız ülke durumunda olan Arjantin ile Şili, Alman gemilerine el koydular. Devamı da var. Norveç 1940’ta İtalya’ya petrol taşınmasını yasakladı, İtalya Norveç’e ambargo koydu ABD, 1975 -78 arası Kıbrıs Harekatı sonrası Türkiye’ye de silah ambargosu uyguladı.

Ambargonun klasik bir tanımı var: Bir devletin kendi limanlarında bulunan diğer devlete ait gemileri barış zamanında haciz ve tevkif etmesi. Tabii bu günümüzde artık böyle değil. Egemen bir ülke ya da kurum hedef aldığı bir ülkeyi ekonomik ya da siyasi açıdan zayıf duruma düşürmek için, o ülkeyle siyasi/ticari ilişkisi bulunan ülkelerin mal alım satımını yasaklar hedef ülkeyle.
Uluslararası Yaptırımlar içinde en çok başvurulan yöntem ambargodur. Çünkü zaman zaman başarısız sonuçlar alınmakla beraber yine de hedef ülke için yıkıcı sonuçlar alınacak en etkili yaptırım türü, ambargodur.

Şu İran ambargosu
Yıllardır duyduğumuz İran ambargosuna bakalım biraz da. Nasıl bir şeydir, nasıl uygulanıyor, İran nasıl etkileniyor, görelim.
Ekonomisi büyük oranda petrole dayalı olan İran’ın sanayisi ambargo yüzünden kalkınamıyor, belirtelim öncelikle. Kolay değil, neredeyse kırk yıla yaklaşan bir ambargo söz konusu bu ülkeye. Humeyni’nin liderliğindeki İslami devrimle başladığı sanılır ambargoların, ilgisi yok tabii. İran’da millileştirme operasyonları yapan Başbakan Musaddık, İran petrollerini dünya pazarlarına aracısız satmak isteyince İngiltere’nin ambargosuyla karşı karşıya kalmıştı ülke. Musaddık ABD marifetiyle devrilince ambargo sona ermişti.

İran’daki İslami rejimin ilanından sonra, 1980’de başlayıp 1883’te biten rehine krizi İran’a ambargonun ilk gerekçesi oldu. İranlı bazı üniversite öğrencileri Tahran'daki ABD Büyükelçiliği'ni işgal ederek, 66 diplomatı rehin almıştı. Bunun üzerine ABD Başkanı Jimmy Carter, İran'a anlaşmalar gereği verileceği vaad edilen 300 milyon dolar değerindeki askeri yedek parça yüklü gemiyi yollamamıştı. ABD petrol firmaları İran’ı terk ettiler. Onlarla beraber uzman ve teknoloji de çıkmış oldu ülkeden. Petrol üretimi trajik olarak büyük bir düşüş yaşadı böylelikle. Aynı yıl İran’ın ABD bankalarında bulunan 12 milyar doları bloke edildi. İran’a ilaç, gıda yardımı durduruldu. Diplomatların bir kısmının serbest bırakılması üzerine ambargo yumuşatılmasına rağmen el konulan para İran’a geri verilmedi.

ABD’nin kışkırtmasıyla Saddam Hüseyin liderliğindeki Irak, İran’a saldırdı. Bu savaşın üçüncü yılında İran’a silah ambargosu uyguladı ABD. 1984’te bazı kimya ürünlerinin İran’a satışına yasak getirildi.

Reagan döneminde ambargonun kapsamı daha genişletildi. İran’dan petrol alımı tamamen yasaklandı. Ancak daha sonra başka maddelerle geliştirilen amborgoya bazı Avrupa ülkeleri ile Japonya itiraz ederek İran’la ticaret yapmayı sürdürdüler. Hatta Japonya, İran ile petrol üretim tesislerini geliştirmek üzere anlaşmalar imzaladı.

Muhammed Hatemi’nin Cumhurbaşkanlığı döneminde Clinton tarafından gevşetilen İran’a yönelik ambargo, Mahmud Ahmedinejat’ın cumhurbaşkanı seçilmesi üzerine yeniden sıkılaştırıldı.
2015‘te İran ile Birleşmiş Milletler'in (BM) beş daimi üyesi ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa ve Almanya'nın oluşturduğu 5+1 ülkeleri arasında yürütülen müzakerelerde anlaşma sağlanması üzerine BM tarafından İran’a uygulanan ambargo kaldırıldı.

Yani şimdi Rıza Sarraf davası nedeniyle, dava sonuçlanınca Türkiye’ye herhangi bir ABD yaptırımı olur mu laflarının konuşulduğu bir ortamda uluslararası yaptırımlar ya da ambargo hakkında  bilgilerimizi tazeleyelim istedim.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Duvarın dibindesiniz kaldırın ellerinizi… - ORHAN AYDIN

-Kapana kısıldılar.
-Kapan ki ne kapan. Öyle yalnız ayaklara değil, tüm vücuda çelik çiviler saplandı.
-Bin yıldır tapındıkları efendilerinin nasıl bir namussuzluk olduğunu bilemediler!
-Çok zavallıca, bazen akıl kıtlıklarına acıyorum.
-Amerika’nın kendi parasının uluslararası dolaşımını nasıl kontrol ettiğini çözmüşler hem de bin bir türlü dalavereyle en küçük detayına kadar çözmüşler, dolayısıyla acayip kazık atmışlar ama öte yandan dinlendiklerini, içlerinin dışlarının ajan dolu olduğunu bilememişler.
-Film senaryosu gibi!
-Yapılacaktır zaten. Mahkemeyi izleyen gazetecilerin içlerinde senarist olanlar var. Hiçbir yapımcı, bu aptal tilki kurnazlığının macerasını kaçırmak istemez.
-Romanlara, oyunlara konu olacaklar.
-Bizim ülkemiz televizyonlarında yok ama tüm dünya da kapalı gişe iş yapıyorlar. Her yerde birinci haberler.
-İzledim ağabey. Reza başrolde ama her haberde bakanlar, bürokratlar, RTE, altınlar, bankalar, şemalar, krokiler var. Alman ZDF kanalında gördüm; saray’ın ihtişamından, içindeki görgüsüz zenginlikten, uçaklardan, korumalardan, çocuklarının servetlerinden, gemilerden, Emine Erdoğan’ın mağaza kapatılıp yaptığı alış-veriş trafiğinden, inşaatlardan, onlardan alınan Aslan paylarından filan bahsediyorlar ve dönüyorlar 17/25 Aralık günlerine. İzleyince ‘bilmediğimiz ne çok şey varmış vay anasını’ diyorsun.
-Ben de BBC de gördüm. Benzeri bir kurgu vardı ama daha çok dışarıda ve içerideki yolsuzluklarla çürüyüp biten bir AKP den söz ediliyordu. İnsan hakları, adalet, gelir eşitsizliği, dincilik, doğa ve çevre talanları ve betonlaşma. Buradan elde edilen büyük bir rant ve bunun paylaşımından. Dış oyunlardaki acemiliklerden, AB, Suriye, Irak, Rusya, Amerika, Katar, S. Arabistan, İsrail ilişkilerinden ve ABD ile sorunun temelinden.
-Duruşmaya katılan Fransız gazetecinin bir yorumu vardı bu ABD çuvallaması ile ilgili, ilginçti. “ABD Türkiye sorunu, ne PYD ne F.Gülen sorunudur. Türkiye F. Gülen’i alamayacağını bilir, PYD meselesi ise hiç karmaşık değildir. Birleşmiş Milletler de bile konuşulmuştur. Mesele İran ambargosunun delinmesidir.”
-New York Times da benzeri birkaç makale yayınlandı. Hollanda televizyonlarında açık oturumlar filan yapılıyor. Emekli savcılar, siyaset bilimcileri, akademisyenler, polis ajanları konuşuyor, hepsi

AKP ve Erdoğan’a akıl erdiremiyorlar ve Reza Zarraf’ı “fare” diye adlandırıyorlar. Ambardan mal çalmanın yolunu bulmuş ama evin kedisi tarafından izlendiğini anlayamamış bir lağım faresi.
-Şimdi bizdekiler cümbür cemaat buna “kumpas” diyorlar, Reza ya “casus” diyorlar, “mesele milli” diyorlar. Siyasetçileri de öyle medya dedikleri bataklıkta. İnandıramıyorlar halkı bu sefer hırçınlaşıyorlar, küfürbaz oluyorlar.
-Daha ileri gittiler ağabey, Dışişleri Bakanı “ABD yargı sistemine ve Senatoya F. Gülen sızmış” dedi.
-Ne deselerdi, ‘hepsi doğru, yaptık ve bedelini ödemeye hazırız’ filan mı yoksa ‘evet yaptık ve ambargoyu tanımıyoruz’ mu?
-Yok, ilki komik olurdu ama önceleri ikincisini savunur gibi oldular. Baktılar ki pabuç pahalı sustular.
-Düşünsene sofralarından kalkmadıkları, düğünlerde, nişanlarda, sahillerde, kuş sütünün bile eksik olmadığı davetlerde, bakanlık odalarında, yatlarda, katlarda ağırladıkları, ortaklık yaptıkları, ödül verdikleri adam bunları gammazlıyor.
-Hırt, koydurmuş ortaya bir tahta Bilal’e anlatır gibi anlatıyor.
-O konuştukça bunlar sıkışıyor, bakanlara yurtdışı çıkış yasağı koydular. Rezza’nın mal varlığına el koydular, Halk Bankası’nın adını bile değiştirebilecek yasa çıkardılar.
-Vatandaş bağırıyor, duvarın dibindesiniz kaldırın ellerinizi!
-Mahkemenin ilk günü, CHP’nin ortaya attığı MAN belgeleri bunları tam tersyüz etti. Çakılıp kaldılar. Kıyameti kopardılar.
-Hazırlık yaptılar öncesinden ama beceremediler, daha belge filan ortada yokken “Bunlar ne açıklarlarsa açıklasınlar sahtedir.” dediler ancak duyan olmadı. Belgeler ortalığa saçılınca başladılar veryansın etmeye. Mahkemelere başvurdular, tazminat davaları açtılar. Belgelerin ıslak imzalı olanları mahkemeye verildi,  basına fotokopiler dağıtıldı yine “sahte bunlar” diye bağırdılar. Tersi haber yapmak yasaklanınca ne yapsın uşaklar, başka kelime de bulamadılar, koro halinde “sahte” diye bağırdılar. Yetmedi belgelerin açıklandığı an canlı yayınlanırken, yayınları kesecek kadar eblehleştiler.
-Oysa her şey ortada. 1 Sterlin’e bir şirket kuruluyor ve başlıyor para trafiği.
-“Zinhar yalan”, “Bu ticarettir” diyorlar. Nasıl ticaretse, ortada alınıp satılan bir mal yok. Tıpkı Reza Zarrab’ın hayali gıda ticareti gibi!
-Ortalık karışık.
-Karışık ki ne karışık.
-Ne olacak ağabey.
-Filmi yine birlikte izliyoruz. Bu pisliğin bir gün paçalarından akacağını söylediğimiz film bu. Daha yeni başladı ve anlaşılıyor ki böyle bitmeyecek. Yeni dosyalar, yeni rakamlar, yeni kuklalar saçılacak ortalık yere.
-Orası kesin ama halkın çöpe süpürmediği bir pislik temizlenmiş olur mu onu düşünmek gerek.
-Duvarın dibindesiniz kaldırın ellerinizi diyen vatandaşlara kulak vermek gerek.

Orhan Aydın / SOL

Sermaye yuvarlaktır - ORHAN GÖKDEMİR

Çağırdılar, iş teklif ettiler. Maaş pazarlığına geldi sıra. “Benden öncekine ne veriyorsanız onu verin” dedi. Sözünü ettiği para 3,5 milyon Avroydu. “O olmaz 2,5 veririz” dediler, kabul etti.
Yani arkadaşa devletin kasasından aylık 1 milyon TL maaş veriyorlar. Bunun karşılığında çoğunu kaybettiği üç dört maçta takımın başında bulundu. Uyuşturucu ticareti yapsa bu kadar bol kepçe kazanma şansı yoktur.

Milli Takım Teknik Direktörü Mircea Lucescu’dan söz ediyoruz. Rumen’dir beyefendi, Romanya’nın sosyalizm döneminin tanığıdır. Yaşını başını almış, Romanya’da komünizm tasfiye edildikten sonra küpünü doldurmuştur. Yani insanın ölümlü olduğunu unutamayacağı bir yaştadır. “Kefenin cebi yok” demiş eskiler. Ama aşırı kazanç hırsı kefene cep diktirir. Yoksa o çapta o yaşta bir adam çıkarı için neden böyle eğilip bükülsün.

Geçen gün basına demeç verdi. Hayır, futbolla ilgili değil, kapitalizmle ilgiliydi söyledikleri. “Kapitalizmle Türkiye’de tanıştım” dedi, "Rumen basınında anlatıldığı gibi olmadığını gözlerimle gördüm" diye ekledi. Kendi beyanına göre eğitimi iktisat ilmi üzerinedir. Yani kapitalizmi anlamak için ne Rumen gazetelerine ihtiyacı vardır, ne de Türkiye’ye gelip bizzat görmesine. Parayı görmüş ve bildiklerini unutmuştur. Dediğinin özeti şu; ülkesinde profesyonellik yoktur, bu az para demektir ve beyefendi çok para kazanmak istemektedir. Bunun yolu komünizmden kaçıp, kapitalizme sığınmaktır. Kapitalizmde herkes birer sığıntıdır.
Söylediklerinde kendi açısından haklılık payı var. Komünizmde boş beleş işler için kimseye çuval dolusu para vermezler. Profesyonel futbol spor değildir zaten. Lucescu da artık bir spor adamı değildir. Bir holdingin “ceo”sudur, basit bir kâhya derecesindedir. Ücreti yüksek olsa da işvereninin emrindedir ve kapitalizme bayılmak zorundadır. Ama görüldüğü gibi etrafında hala komünizmin hayaleti dolaşmaktadır.

                                                                            ***

Beyefendi Komünist Romanya’da iktisat eğitimi aldığına göre şunları biliyor olmalıdır:
“Toplumun, son derece zengin küçük bir sınıf ile mülkiyetten yoksun büyük bir ücretliler sınıfına bölünmesi, toplumun üyelerinin büyük bir çoğunluğu aşırı bir yoksulluğa karşı hemen hemen korunmamış durumda iken, o toplumun kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulması sonucunu verir. Bu durum, her geçen gün daha saçma, daha gereksiz olmaktadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir.” Engels bunları 1891 not ediyor. Yoldaşının 1847 Aralığında Alman İşçiler Birliği’nde verdiği konferansın dökümünün sunuşudur. “Ücretli Emek ve Sermaye” adıyla biliyoruz.
Şöyle devam ediyor: “Bugünkü sınıf farklılıklarının ortadan kalkmış olacağı, toplumun bütün bireylerinin daha şimdiden zaten var olan muazzam üretici güçlerinin planlı olarak kullanılması ve genişletilmesi yoluyla, herkes için zorunlu ve eşit çalışma ile yaşamdan zevk alma, bedenin ve zihnin tüm yeteneklerini geliştirme, seferber etme araç ve olanaklarından herkesin eşit bir biçimde ve durmadan artan bir bolluk içinde yararlanabileceği yeni bir toplum düzeni olanaklıdır.”
Buna kısaca “Komünizm” diyoruz. Lucescu’nun yarım ağız kötülemeye çalıştığı şeydir ve kendine çuvalla para aktaran kapitalizmin taban tabana zıddıdır.

Komünizm ekonomiyi zapturapt altına alıp toplumun çıkarlarına göre düzenlemek demektir. Buna da kısaca planlama diyoruz. Kapitalizm ise toplumu zapturapt altına alıp ekonominin çıkarlarına göre düzenlemek demektir. Kısası piyasa toplumudur, insan doğasına aykırı yanlış bir iştir. Bildiğimiz tek bir numarası vardır; mülksüzleştirdiği insanları örtük açlık tehdidiyle ücretli çalışmaya zorlamak.
Yani komünizmde toplum ekonomiye hükmederken, kapitalizme ekonomi topluma hükmeder. Onun için bir avuç asalak büyük zenginliğe sahip olur. Onlar bu zenginliğe sahip olduğu için geri kalan büyük kitle aşırı bir yoksullukla karşı karşıyadır. Ve Engels’in öngördüğü gibi modern kapitalizm kendi ürettiği fazlalığın ağırlığı altında ezilip boğulmaktadır. Bu düzen Lucescu’nun kapitalizmi öven sözleri kadar gereksizdir, saçmadır. Bu duruma son verilmelidir, verilebilir.

                                                                            ***

Bu denklemde Lucescu’nun bilmeme olasılığı olan bir yan var ama. O da sermayenin yalnızca ezilen sınıfları değil, ezen sınıfı da köleleştirdiği, kendine bağımlı kıldığı, kendi ihtiyaçlarına göre şekillendirdiğidir.

Saraydan örnek vererek anlayabileceği şekilde açıklayalım. Öfkesi burnunda AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan geçen gün çıktı, bazı iş adamlarının mal varlıklarını yurtdışına kaçırma girişimleri olduğunu belirterek “prompter”a bakmadan şöyle dedi; "Buradan sesleniyorum, önce kabinemize sesleniyorum, bunların hiçbirine çıkış için asla izin vermemelisiniz. Çünkü bu adımlar ihanet-i vataniyedir. Bu ülkede kazanıp bu kazançları yurt dışına kaçırmak isteyenlere biz iyi gözle bakamayız."
Diplomasını göremedik henüz ama beyanına göre iktisat okumuşluğu var. Sermaye sevmez öyle talimatları, başına buyruk olmayı ister. Özgür özgür kâr peşinde koşar, engellenirse kaçar. "Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui même"dir aslı. Sermayenin koyduğu kuraldır, ne saray dinler, ne sultan. Ne dini vardır ne imanı. Karşı çıkana çakar tokadı.

Bakın aslan sosyal demokratlar koşup hemen beyefendinin promptersiz konuşmasını tekzip ettiler. CHP Genel Başkan yardımcısı Çetin Osman Budak, söz konusu açıklamanın Türkiye'den uzaklaşan yabancı sermayeyi daha çok ürküteceğini söyledi. Çünkü "Türkiye serbest piyasa ekonomisini uygulayan, sermayenin, malların ve emeğin serbestçe dolaşmasını benimsemiş” bir ülkeydi. Sermaye kontrolünü çağrıştıran “kapıları kapatın” gibi bir yaklaşım, panik yaratacaktı.

Düzeltme hemen geldi zaten. "Dün 'Bazı iş adamlarının varlıklarını yurt dışına kaçırma girişiminde bulunduğunu duyuyorum' demiştim. Bunun üzerinden farklı değerlendirmeler yaptığını gördüm. Türkiye serbest piyasa ekonomisine sahip bir ülkedir. İsteyen herkes parasını yurt dışına çıkarabilir ve buna devam edilecektir" dedi Sultan. ''Yatırım için değil ülkesine güvenmediği için parasını yurt dışına götürene sitemimi dile getirdim” diye ekledi.

O nedenle bu nedenle, götüren götürür kuralı işleyecekti özetle. Sermayenin geliş gidiş amacını sorgulamak kimin haddine?
Laissez faire, laissez passer, le monde va de lui meme… E bu durumda sultan olsan hükmün sermaye ters ters bakana kadar.
Hem zaten kral “mülk benim” derken aynı zamanda mülk sahibinin kral olduğunu beyan etmektedir. Sermayedir gerçek kral. Krallı indirir bindirir. Çakma sultanları dize getirir. Ona hizmet etmeyen hiçbir şeyin meşruiyeti yoktur.
                                                                              ***

Biz mi?
Devrimimizin ilk gününde gücünü mülkiyetten alan o kralı alaşağı etmeyi planlıyoruz. Son vereceğiz dolaşım özgürlüğüne, kıracağız bacaklarını, yürüyemeyecek hale getireceğiz. İnsanın gerçek kurtuluşu sermayeden kurtuluşu olacak.
Boş beleş ayaktopu hocasına 1 milyon, işçiye 1.400 olur mu? Saçmadır ve buna derhal son vereceğiz. Hazırlanıyoruz. Sermaye yuvarlak olsa bile son maç kesinlikle bizim.

Unutmadan, Lucescu’ya selamlar!

Orhan Gökdemir / SOL

Togem-Der, Sarraf’tan 18 milyon TL aldı mı? - ÇİĞDEM TOKER

New York’ta tanık sıfatıyla ifadesi süren, ülkemizde de casusluk suçlamasıyla hakkında soruşturma başlatılarak mal varlığına el koyulan istisnai Türk vatandaşı Rıza Sarraf’ın, dağıttığı rüşvetleri ve yaptığı bağışları ne kadar titiz yöntemlerle kayıt altına aldığını artık biliyoruz. Sadece 17-25 Aralık belgelerinde değil, ABD’de tutuklandıktan sonra hayırsever bir işadamı olduğunu göstermek için avukatlarının yaptığı kefalet başvurusu ve nihayet ikinci haftasına giren yargılamadaki ifade ve şemalar üzerinden de.
Bir önceki yazıda yönelttiğim soruyu, güncelleyip açarak tekrarlayacağım. 

***

Sarraf’ın 18 Mayıs 2016 tarihli kefalet başvurusunda, Emine Erdoğan himayesinde faaliyet gösterdiği pek çok kaynakta yer alan Togem-Der adlı derneğe milyonlarca dolar tutarında bağış yapıldığı listelenmiş biçimde yer alıyordu. 

 Önceki yazıda aktardığım 2.3 milyon dolarlık bağış tutarının eksik olduğu, bu rakamın yalnızca 2016 yılına ilişkin olduğu, kefalet dilekçesinde Togem-Der’e Sarraf’tan 2013’te 850 bin, 2014 yılında da 1.5 milyon dolarlık daha bağışın yapıldığı bilgisi hatırlatıldı. 
 
Böylelikle Rıza Sarraf’ın Togem-Der’e yaptığı toplam bağış tutarı 4 milyon 650 bin dolara ulaşıyor. (Zaten, o dönem, yani Mayıs/Haziran 2016’da bu bağışlar, TBMM’de birden fazla soru önergesine konu edilmiş.)
Sarraf’ın, ABD yargısına verdiği bir dilekçede yanıltıcı veya yalan bilgi verme ihtimali var mıdır sizce? 
Düşük bir olasılık olsa da kesin bilmiyoruz. Yine de, Togem- Der’e yapılan bağış tutarının bugünün döviz kuruyla yaklaşık 18 milyon TL olduğunu biliyoruz.
Sorulara geçelim:
- Açık adı “Toplumsal Gelişim Merkezi Eğitim ve Sosyal Dayanışma Derneği” olan Togem-Der, Rıza Sarraf’tan 4 milyon 650 bin dolar bağış aldı mı?
 
- Bugünün kuruyla 18 milyon TL olan bu bağış tutarı nerelerde ve hangi amaçlarla harcandı?
- Harcamalar denetlendi mi? 

 
- İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’nın başlattığı soruşturma kapsamına Sarraf’ın yaptığı yüklü bağışlar da dahil edilecek mi? 


İstisnai vatandaş
Önceki yazımda İzmir milletvekili Zeynep Altıok’un Sarraf’ın istisnai vatandaşlığıyla ilgili sorularına da yer verdim.
Oysa bu soruların birçoğunun cevabı, -Hürriyet’teki görevine bu yılın başında son verilen- meslektaşımız Tolga Tanış’ın yazısında duruyormuş meğerse. 4 Haziran 2016 tarihli “Zarrab’ı kim TC vatandaşı yaptı?” başlıklı yazıda Tanış, eski İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’yla konuştuğunu ve “Zarrab’ın savunma avukatlarından, kendisinin ne zaman ve nasıl TC vatandaşı olduğunun belgesini edindiğini” aktarıyor. Sarraf, Türk Vatandaşlığı Kanunu’nun 6. maddesi uyarınca, Bakanlar Kurulu’nun 1 Haziran 2007 tarihli toplantısındaki 2007/12274 sayılı kararıyla vatandaşlığa alınmış.
Tolga Tanış’ın yazısından konuya dair bölüm:
“Daha ilginci, Zarrab’ın vatandaşlığa alınmasından sonra çıkan Resmi Gazete’leri taradım. Kararı online arşivde de bulamadım. Bu tür vatandaşlık işlerini bilen bazı istihbaratçılarla konuştuğumda ise, devletin zaman zaman faydalı gördüğü kişileri istisna kabul edip Bakanlar Kurulu kararıyla vatandaş yapabildiğini ama Resmi Gazete’de yayımlamayarak kanunları ihlal edemeyeceklerini öğrendim.”
 
Tanış’ın Sarraf’a istisnai vatandaşlık verildiğini yazdığı 1 Haziran 2007, genel seçimlerden kısa bir süre öncesi. Bu tarih aynı zamanda, yasa gereği İçişleri Bakanı’nın da görevi bıraktığı döneme de rastlıyor. Sarraf’ın, genel seçim öncesi ve tarafsızlık gözetilmesi gereken bir dönemde istisnai vatandaşlığa alınması, Resmi Gazete’de yayımlanmayışını da izah ediyor olabilir.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Fazla karışık – gayet sade - AYDEMİR GÜLER

ABD’de süren davanın fazla karışık olduğu belli. Bir jüri üyesi bile işin içinden çıkamamış ve gözkapaklarındaki ağırlığa direnememiş. Sarraf tahtayı şemalar, oklar, açıklamalar, sayılarla dolduradursun, mahkeme başkanı uyuklayıp kötü örnek olan jüri üyesini görevden almış mecburen.
Konşimento sözcüğünü Sarraf okula gitmeden önce öğrenmiş olabilir. Yalnız Türkiye nüfusu değil, dünyanın mutlak ve çok büyük çoğunluğu sözcüğün nasıl yazıldığını bilemediği için sözlükten de yardım alamayacaktır.

Velhasıl bu dava bu yanlarıyla fazla karışıktır.

AKP dediğiniz kalabalık köylü kurnazlığını iktidara taşımış bir demagoji uzmanları merkezi. Bunların güttüğü siyasetin, yaptığı analizin herkesi aptal varsayması ama herkesin aptal olmamasının bir önemi bulunmuyor. Zaten karışık olan hayatı içinden çıkılmaz, anlaşılamaz hale getirebiliyorlar. İnsan anlamadığını değiştiremez.

Bu paralar kimin parası, belli değil. İran’la ticaret yapmak suç mu peki?
Amerikalılar yasak dedi diye mahkeme neyi tartışıyor?
Peki alışverişi dolarla yapmasalar olacak mıymış?
Bir de Kılıçdaroğlu’nun açtığı dosya var.
O ada ne adası?
Hakikaten, o para buradan mı oraya gitmiş, oradan mı şey olmuş?
Vergiden mi kaçırmışlar, faizi var mıymış?
Faiz caiz miymiş?
Bu tartışmaların içinden tereyağdan kıl çeker gibi çıkılması zaten imkansızdır. En iyisi işi bir “uzmanlık konusu” haline getirmektir.
Uyuyakalan jüri üyesi misali, Türkiye kamuoyunun da içinin geçmesi olasılığı çok yüksektir. AKP meseleyi karıştırmaya oynamaktadır ve zaten mesele karışıktır. Konşimento yenir mi, içilir mi?

                                                                         *    *    *

Diğer taraftan olay sadedir ve bir ahlaksızlar güruhu halkın rüyasında göremeyeceği, kaç sıfır koyması gerektiğini bilmediği paralarla oynamaktadır. Rüşvet vermektedirler, demek ki yaptıkları işte bir ayıp olmalıdır. Para ne kadar çoksa ayıp da o kadar ağır olsa gerektir.
Amerikan adaletine kim inanır?
Ne adaleti ne sistemi?
Adam suçluyum diyor ve yargılanmıyor!
Koskoca bir devletin benimsediği şey, özetle ve alenen adaletin yadsınması! Akşam sanık yatıp sabaha tanık kalkılabilen bir dünyada, bizimkiler de adamı geçen ay hayırsever ilan edip sonra hain saymışlarsa, ne olmuş yani?
Karşımızda bir düğüm var ve belli ki, bir Amerikan yargısı, iki Graham Fuller’i falan tutuklamaya kalkan çılgın Türkler, üç Kemal beyin dosyaları, dört Trump-Rusya ilişkisinin üstündeki tepinmeler, beş AKP’nin bölge dansları… yani sonsuz uzayan bir liste bu düğümü kılıçla bile kesilmez hale getiriyor.
Türkiye halkı meseleyi anlayacak da…
                                                                       *    *    *

Ama detaylardan kaçarsanız anlaşılmayacak bir şey de yok. Demiş ya halkımız; çok laf yalansız, çok para haramsız olmaz!
Bildiğin, hırsızlık…

Lakin sadece Türkiye değil bütün dünya “çaldım ama bir sor niye çaldım” yüzsüzlüğüne boyun eğilen bir çağdan geçiyor. İranlı kardeşlerimiz için, mazlumlar için, din için, ticaretin doğal parçası olduğu için, Amerikalıları ve dahi haçlıları ifrit etmek için, hakkımı almak için, hacca gitmek için, haccı buraya getirmek için…
Bir kere soruyu meşru saydın mı, yanıtlar ortalığı daha da karıştıracaktır. Dinin ahlaksızlığa dönüştüğü bir zamandayız ve bu yeterince karışık geliyor “sokaktaki insana.”
                                                                            *    *    *

Bütün bunlar komik değildir ve süregiden, ayyuka çıkan dolandırıcılık, yolsuzluk, rüşvet mekanizması halksız döndürüldüğü gibi, halksız resmedilmektedir. Bu çark, seyretmekle yetinenin anlayamayacağı bir çarktır. Dahası, Türkiye görülmemiş, benzersiz bir dejenerasyon yaşamaktadır ve bu dejenerasyondan “kamuoyu” da bağışık değildir.
Seyredenlerin önemli bir kısmının, sıfırlarını sayamadığı paralara imrendiği sır mıdır?
Haksızlıklar halksız bir sahneye yerleştirildiğinde meşrulaşır.
Halk o şemaları anlayacak işletme bilgisine sahip olduğunda seyrettiğini anlamış olmaz. Halk jüri olup kimseyi yargılayamaz; uyur kalır.
Halk taraf olunca olunur.
Halk seyretmeyip “yaptığında” halk olur.
Halk kendi varoluşuyla, yani emeğiyle, vicdanıyla haksızlığın her türü karşısında çileden çıkıyorsa, gücü yettiğinde elinin tersiyle ahlaksızlığı süpürmek için harekete geçiyorsa, harekete geçmeden edemiyorsa halktır.
İşte o zaman hayat gayet sade olacaktır.
Yoksa bu kabaran dalganın artık birilerini yutacağı açıktır. Ama halk harekete geçmiyorsa “gelen gideni aratır.”
Bunu da yine en iyi bu sonuncu uydurmuş olan halkımız bilir.

Aydemir Güler / SOL

Aynı gemide miyiz? - MELTEM GÜRLE

Şimdi bizi ülkeyi soyup soğana çevirenlerle aynı gemide olduğumuza ikna etmeye çalışıyorlar. En büyük suçları işleyip sonra pişkince yüzümüze gülenlerle aramızda bir mesafe olmadığına inanmamızı istiyorlar. Halbuki düne kadar bizden fenası yoktu.


Ignazio Silone’nin 1934’te yazdığı “Tilki” (La Volpe) adlı öykü, İsviçre’de İtalya sınırındaki küçük bir köyde geçer. Karanlık bir dönemdir bu. İtalya’da faşizm hüküm sürmektedir. Komünistlerin ve rejim karşıtlarının çoğu ya öldürülmüş ya da şimdi Hırvatistan sınırları içinde kalan Arbe gibi sürgün adalarına gönderilmiştir. 

“Tilki”nin ana karakteri Daniel, ilk bakışta ailesiyle huzurlu bir hayat süren sıradan bir çiftçi gibi görünür. Ama aslında Mussolini’ye karşı örgütlenen anti-faşist hareketin parçasıdır. Arkadaşı Agostino ile birlikte, İsviçre’ye geçmek isteyenlere yardım etmek başta olmak üzere birçok faaliyeti birden yürütürler. Öykü, Daniel’in geceleri kümese girip tavukları öldüren tilkiyi yakalamak için bir tuzak kurmasıyla açılır ve kendisine karşı kurulan bir başka tuzakla karşılaşmasıyla devam eder. İtalyan gizli servisi, Daniel’in evine bir ajan göndermiştir. Adam eve yaralı olarak ulaştığı için, ailenin bütün kadınları ama özellikle de evin büyük kızı Silvia tarafından misafir muamelesi görür. Yüzü gözü sarılı bir vaziyette olduğundan gerçek kimliği de uzun süre ortaya çıkmaz. Daniel ise, durumu şüpheli bulur. Fakat evine sığınmış hasta bir adama ihanet etmeyi kendine yakıştıramaz. Böyle davranırsa, inandığı her şeyi yok saymış olacaktır çünkü.

Bir gece yemekler yenip içkiler içildikten sonra ikisinin arasında ilginç bir konuşma geçer. Yakınlarda bir tren kazası olmuş ve yüzlerce kişi ölmüştür. Ajan gazetede okuduğu bu haber hakkında, bilgece olduğunu düşündüğü bir iki laf eder. Ona göre, bütün insanlık aynı gemidedir. İşte bakınız, der, bu trene binen herkesin farklı farklı hayatları, beklentileri, hayalleri vardı. Kimi yoksul kimi zengindi. Aralarında öğrenciler, köylüler, iş adamları, askerler, doktorlar, avukatlar vardı. Kimi sevgilisine yazacağı mektubu düşünüyordu, kimi pazardaki fiyatları, kimi ise akşam ne yiyeceğini. Ama trenler çarpıştığında, işçinin yamalı kasketi ile iş adamının gümüş saplı bastonu aynı yöne doğru savruldu, öğrencinin elindeki kitapla avukatın o anda üzerinde çalıştığı dava dosyası da öyle. Hepsi öldüler. Her birimiz aynı kaderi paylaşıyoruz. Bu dünyada hepimiz aynı gemideyiz.

Daniel ise, size burada kısaca aktardığım bu uzun tiradı, sabır ve nezaketle dinler. Romantik ve idealist bir genç kız olan Silvia’nın bu süslü konuşmadan etkilendiğinin farkındadır. Bu da onu ayrıca tedirgin etmektedir.

Karşısındaki adam kentli bir mühendistir. Eğitimlidir, iyi giyimlidir, ağzı laf yapıyordur. Fakat kendisine atfettiği derinlikte sahte bir taraf vardır. Üstelik kaza ile ilgili haberi de yeterince dikkatli okumamıştır. Daniel sonunda adama dönüp şöyle der: “Ölümün yarattığı eşitlik duygusundan söz ediyorsunuz. Fakat belli ki, demiryolları sizinle aynı fikirde değil. Kürk mantolu cesetlerin diğerleriyle yan yana yol kenarında yatmasına gönülleri razı gelmemiş, onları alıp başka bir yere götürmüşler.” Sonra kızının şaşkın bakışları arasında devam eder: “Evet, hepimiz öleceğiz. Ama aynı gemide değiliz.”

II. Dünya Savaşı sırasında kendisi de faşizme karşı mücadele eden Ignazio Silone’nin, önemli bir ahlâki mesele üzerine kurduğu bu uzunca öykü birçok açıdan ilginçtir. İki tuzak arasında gidip gelerek ilerleyen karmaşık olay örgüsü, öyküye adını veren tilki figürü üzerinden açılan zengin sembolizmi ve ana karakterinin sağlam kişiliği sebebiyle bizi etkiler. Yalnızca taşıdığı siyasi gerilim nedeniyle değil, şiddete nasıl karşı koyacağımız sorusunu çok insani bir yerden sorduğu için de önemlidir. Yine de, bence en unutulmaz tarafı, Daniel’e söylettiği bu cümledir: Aynı gemide değiliz.

“Tilki”nin ana karakteri Daniel gibi, Ignazio Silone de kimlerle aynı gemide olmadığını çok iyi bilir. Taşrada küçük bir kasabada doğup büyümüştür. Yoksulluk ve adaletsizlikle erken yaşlarda tanışmıştır. Annesi, bir kardeşi ve ailesinin büyük bir kısmı 1915’teki depremde yıkıntıların altında kalır. Hayatta kalan diğer kardeşi faşistler tarafından öldürülür. Karısı ise bir ayaklanmada vurulur. Daniel’e yukarıda alıntıladığım cümleyi söyletir, çünkü bazıları çalıp çırparak cebini doldururken, diğerlerinin yoksulluk ve çaresizlik içinde yaşadığının farkındadır.

Hangi tarafta yer alacağına daha gencecik bir delikanlı iken İtalyan Sosyalist Partisi’ne üye olduğunda karar vermiştir. Daha sonra bu partinin liderliğini yapacak ve Komünist Parti’nin de kurucu üyelerinden biri olacaktır.

Bu seçiminin ideolojik olduğu kadar kişisel ahlakı ve seçimleriyle de ilişkisi olduğunun farkındadır, Silone. Belki de bu nedenle, “Tilki”de karakterini sadece sınıfsal aidiyeti açısından değil ahlâken de malum geminin yolcularından ayırır. Öykünün bir yerinde, “Faşistler senin gibi vicdani meselelerle zaman kaybetmiyor, bizi buldukları yerde öldürüyorlar,” diyerek isyan eden arkadaşı Agostino’ya “Biliyorum,” diye cevap verir Daniel: “İşte tam da bu nedenle faşist değilim.”

Şimdi bizi ülkeyi soyup soğana çevirenlerle aynı gemide olduğumuza ikna etmeye çalışıyorlar. En büyük suçları işleyip sonra pişkince yüzümüze gülenlerle aramızda bir mesafe olmadığına inanmamızı istiyorlar. Halbuki düne kadar bizden fenası yoktu. Fatih Yaşlı’nın geçen gün BirGün’de çıkan harika yazısında söylediği gibi, “Hava güneşliyken, deniz dalgasızken ve yelkenler rüzgârla şişiyorken aynı gemide olduğumuz akıllarına bile gelmedi.” Ne zaman ki, işler sarpa sarmaya başladı, şimdi birden milli hislerimiz kabarsın, birlik beraberlik şarkıları söyleyelim istiyorlar.

Oysa biz nerede durduğumuzu gayet iyi biliyoruz.
O zaman, Silone’yi ve unutulmaz karakteri Daniel’in söylediğini hatırlamanın zamanıdır: Biz onlarla aynı gemide değiliz. Hiç olmadık. 
 
MELTEM GÜRLE / BİRGÜN

‘Mevlid-i Nebi’, Noel’e naziredir! - TAYFUN ATAY

Önce şunu kaydedelim: İslam’da doğum gününün ehemmiyeti yoktur. Aslolan ölümdür. Çünkü o, Hakk’a yürümektir.
Altı üstü bir imtihandan ibaret şu “yalan dünya”ya gelmiş olmanın değil, bir anlamda “gerçek doğum” ya da “uyanış” demek olan ölüme gidişin anlamı büyüktür esas…
Hadis de var: “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” Bir rüyaya dalmak demek olan “doğum”un nesini kutlayacaksın?!
Hâl böyleyken bu memlekette bir “etkileşimsel yenilik” olarak karşımıza çıkan “Kutlu Doğum Haftası” üzerine dinbaz bir çekişme doğrultusunda hanidir koparılan kıyamete bir bakın!.. 

***

Geçen hafta gündemdeydi: Diyanet İşleri Başkanlığı, kendisiyle birlikte Türk Diyanet Vakfı’nın 1989’dan itibaren düzenlemeye başladığı Kutlu Doğum Haftası’nın adını, “Mevlid-i Nebi” (“Peygamber Doğumu”) olarak değiştirdi.
“Ha Ali Veli, ha Veli Ali” gibisinden bir değişim değil mi, evet öyle…
Başka ne yapmışlar? Her yıl miladi takvime göre 14-20 Nisan tarihleri arasında kutlanan haftanın, hicri takvime göre ve Mevlit kandiliyle eşzamanlı mahiyette 12 Rebîülevvelde başlamasını karara bağlamışlar.
Böylece söz konusu etkinlikte “FETÖ girdisi”nin temizlenmiş olacağı düşünülüyor! 

***

Gülen’le bağlantılı isimlerin dönemin Diyanet’ine önerisiyle şekillendirildiği ileri sürülen Kutlu Doğum “proje”sinin başlangıçta yine hicri takvime göre her yıl başka bir tarihte kutlandığı ama 1994’te bunun 20-26 Nisan olarak sabitlendiği bilinmekte. Çünkü herkesçe doğru sayılmayan kimi kaynaklara göre Peygamber’in doğum günü miladi takvimde 20 Nisan’a denktir.
Fakat gelin görün ki bu haftalık kutlama tarihinin son günü de Gülen’in doğum gününe denk geliyor muymuş?!
Bu sebeple duyulan rahatsızlıklara bağlı olarak Kutlu Doğum 2008’de bir hafta öne çekilerek 14-20 Nisan arasında eda edilir olsa da 15 Temmuz sonrası süreçte daha öteye gitmek ve etkinliğin mazisini FETÖ’den iyice arındırmak gerekti.


İşte şimdi yapılan bu: “Kutlu Doğum” adını “Mevlid-i Nebi” yaptık ve haftayı Ramazan ve Kurban bayramları gibi hicri takvim düzenine oturttuk, oldubitti!.. 

***

İyi de böyle bir etkinliğin İslam geleneğinde yeri var mı, yoksa bu bir “gelenek icadı” mı?..
Ve eğer öyleyse, yukarıda kaydettiğimiz üzere neyle “etkileşimsel” bir icat bu?..
En kısa ve hemen hiç kimsenin öyle kolay kolay itiraz edemeyeceği cevap, Noel…
İsa’nın doğumuna yönelik (ki onun da kökeni “paganik”tir) ve 25 Aralık’ta başlayıp 1 Ocak Yılbaşı ile birleştirilmesi âdetten olmuş kutlamaya bir karşılık verme, yani “nazire”de bulunma girişimi bu… 

***

Peygamber, “doğumda yüceltilecek bir şey yok” ilkesine bağlı kaldı. Rivayetlere bakmayın, sağlığında onun doğum yıldönümü kutlanmamış, ne de Dört Halife, Emevi ve Abbasi dönemlerinde böyle bir uygulamaya rastlanmıştır. “Mevlit”i, Peygamber’in soyundan geldiklerini söyleyen Şiî Fâtımîlere borçluyuz (A. Özel, “Mevlid”, TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 29, 2004).
Sünni İslam bünyesinde Fâtımîlerden esinle belirmiş Mevlit kutlamalarının İsa’nın doğumuna yönelik kutlanan Noel’den etkileşimle ortaya çıktığı da, özellikle Endülüs’te (Müslüman İspanya) Hıristiyan etkisine bir karşılık olarak takdim edildiği kaynaklarda belirtilir (V.J. Hoffman, “Festivals and Commemoration Days, Encyclopedia of the Qur’an”, Cilt 2, 2002). 

***

Sonuçta peygamber sevgisini abartıp Allah’a eş koşmak (“şirk”) sayarak karşı çıkan, başını Selefi-Vahhabi zihniyetin çektiği bir dolu çevre olsa da Rebîülevvel ayının 11’ini 12’sine bağlayan gece İslam dünyasında Mevlit kandili olarak yaygınlıkla kutlandı hep.
Fakat ister FETÖ marifetiyle olsun, ister olmasın ve adı da ister “Kutlu Doğum” olsun, isterse “Mevlid-i Nebi”, bizde yakın zamanlarda “icat edilmiş” haftalık kutlama geleneği, tam mânâsıyla Hıristiyan Noel’ini “tartmaya” yönelik bir amaç taşımakta.
Orada da Selefilikle bir çekişme şöyle dursun, esasen bu topraklardaki “sekülerlik”le bir hesaplaşma etkisinin daha belirleyici olduğu kanaatindeyim.
Hıristiyanlıkta, daha doğrusu Batı Hıristiyanlığında Noel 25 Aralık’ta başlayıp 1 Ocak Yılbaşı’sıyla birleşiyor ya…
Bizde de laik/seküler “gafiller”, tüm dünya gibi Yılbaşı’nı kutluyor ya…
İşte size Hıristiyanlık menşeli bu kutlamaya Müslüman mahallesinden bir karşılık: Mevlid-i Nebi’yi bir kandil günüyle sınırlamak yerine bir haftaya yaymak!..
Bakalım bayram ilan edilmesi ve tatil teklifi ne zaman gelecek?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bu panik korkutucu - ERGİN YILDIZOĞLU

Zarrab’ın itirafları, CHP’nin açıkladığı belgeleri karşısında siyasal İslamın seçkinleri gündemi belirleme gücünü kaybedince paniğe kapıldılar. 

Şizofreni ve şiddet
Biri “ABD ile savaşırız. Yokum diyen şimdiden gitsin” diyor, bir başkası “acımasız direniş hattı” kurmaktan söz ediyor; “Türkiye’ye yönelik yeni operasyon dışarda ABD, içerde CHP üzerinden yürüyor” suçlamasıyla CHP’yi, vatan haini ilan etmeye çalışıyor. Akıl gittikçe istikrarını kaybediyor: Yüzlerce kez “yanıldım”... sonra kalk “önemli mevkidekiler yanıldım diyemez”, ya da, Zarrab... Önce vatansever, sonra iftira yalan komplo... Şimdi devlet sırrını açıkladı, hain...
Realiteyle bağları çoktan kopmuş bir yazara göre, “Türkiye’nin varlık nedeni İslami yörüngenin öncü gücü olmasıdır”. Bu sırada, Suudiler, Körfez ülkeleri, Ürdün, İsrail ile yakınlaşıyor. Mısır yönetimi AKP yönetimini, darbe komplosuyla suçluyor. İran ise kendi planlarıyla meşgul. “İslami yörünge” filan yok, kimsenin de bu öncü güçten haberi yok. Yazarsa, sayıklamaya devam ediyor: “İslamın önünü açmaya odaklanırsak kimse diz çöktüremez bize”. 
 
Bu ruhsal durum, şizofreniye çok benziyor. Şizofreni realiteyle bağların kopmasına, anormal davranışlara yol açan bir akıl hastalığıdır; yanlış inançlar, kafa karışıklığı, başkalarının duymadığı sesler duymak, başkalarının görmediği şeyler görmek, paranoya gibi belirtileri vardır. Kimi zaman da realite ile hastanın kafasındaki düşünceler arasındaki uyumsuzluktan kaynaklanan, intihara, öldürmeye kadar varabilen bir şiddet eğilimi ortaya çıkabilir. Tamamen içine kapanmadıysa, şizofren hasta, arada sırada, geçici bir süre için realiteye dönebilir. 

 
Bugün ülkeyi yöneten İslamcı seçkinler (entelijansiya) hem, realiteye dönemiyorlar, kendi kafalarındaki kurguların (fantezilerin) içinde yaşıyorlar, hem de bir şiddet dili gittikçe güçleniyor. 

Bu sırada realite
Zarrab’ın ifadelerine, ifadelerde Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın adının de geçmeye başlamasına bakan yorumcuların kullandıkları ifadeler utanç, kaygı verici boyutlara ulaştı. ABD’de, iki partiden uzmanlardan oluşan Bipartisan Policy Centre, “Erdoğan Türkiye’sinde İktidar ve Yolsuzluklar” başlıklı bir rapor yayımladı. The Atlantic’de, “Recep Tayyip Erdoğan’ın inatçı paranoyası” başlıklı kapsamlı bir araştırma yazısı var. 
 
ABD’nin, dış politikada en etkili düşünce kuruluşu, Council on Foreign Relations’ın dergisi Foregn Affairesde, Deniz Harp Okulu lisans üstü bölümünden Prof. Gingeras’ın yazısı, Türkiye bir MAFİA devletine mi dönüşüyor diye soruyor. Yazıda, son 10 yılda, Türkiye’de örgütlü suçlardaki artışa, para aklamaya, IŞİD topraklarıyla Türkiye arasında petrol kaçakçılığı ve diğer yasadışı işlere, Türkiye sınırını kullanan “yabancı savaşçılara”, Türkiye yönetiminin bu alanlardaki tutumuna değiniliyor. Hükümetin, güvenlik kurumlarına kendi taraftarlarını doldurabilmek için ülkenin eğitim standartlarını düşürdüğü ileri sürülüyor... 
 
Washingon Post ve New York Times, Zarrab davasına Erdoğan’ın da ismi karıştı derken, NewsWeek, kapsamlı bir araştırma yazısında, Flynn’in itiraflarıyla Erdoğan yönetimini birbirine bağlamaya başlıyor. AKP liderliği realiteden kopmuş, “ABD bizi yargılayamaz” diyor... “Atı alan Üsküdar’ı geçti” bile... 
 
Yaklaşık 10 yıldır hep birlikte gözlemlediğimiz gibi, AKP’de temsil edilen siyasal İslamın devlet, toplum yönetme anlayışı ile kapitalist ekonominin uzun dönemli gereksinimleri ve kapitalist devletin parlamenter biçiminin özellikleri arasındaki uçurum gittikçe derinleşiyor. Seçimleri ilahi irade ile karıştırıyorlar: Kazanan her şeyi yapar anlayışıyla seçim kazanmak için, en temel seçim kurallarını yok sayıyorlar. Hükümeti eleştiren, hele düşürmek isteyen, akçeli işlere karışan yöneticileri ifşa eden herkesi, darbeci, terörist, ya da ajan/hain ilan ediyorlar. İktidarda kalmak için her türlü şiddete başvurmaya kararlı bir anlayış bu! 
 
Bu YSK ile, OHAL altında seçimlere “Hayır” demek, caydırıcı olabilmek için de solda geniş bir direniş cephesi yaratmak gerekiyor!

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Düğün takılarıyla zengin olan Bakan ya da Sarraf davası - Fatih Yaşlı

Tarih 28 Ekim 2011. 19 Ekim’de Çukurca’daki saldırıda 24 asker, 23 Ekim’deki Van depreminde ise 600’den fazla insan yaşamını yitirdiği için ülkede bir matem havası var. Ulusal gün ve bayramları kutlamamak için sürekli bahaneler arayan iktidar ise ölümleri gerekçe göstererek 29 Ekim kutlamalarını iptal etmiş. Ancak iptal edilmeyen bir şey var: Dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan’ın oğlunun düğünü. Ankara Sheraton Oteli’ndeki düğün, paranın, gücün, ihtişamın, lüksün gövde gösterisi adeta. Protokol için yollar kesilmiş, düğüne giden araçlardan Çankaya trafiği tıkanmış, yakışıklı beyler, alımlı hanımlar, iş dünyasının ve siyasetin tepesindekiler düğünde arzı endam etmiş, yüzlerinde matem havasından eser yok…

Siz bu düğünü hatırlamıyor olabilirsiniz ama şimdi anlatacaklarımdan sonra hayal meyal de olsa hatırlayacaksınızdır bence. Düğünde sahneye çıkan iki türkücü, İzzet Yıldızhan ve Rasim Ozan’ın türkü söyleyebilen versiyonu Nihat Doğan, düğünden sonra otelde “âlem yapmak” isterler ve odalarına dört kadın davet ederler. Söylenenlere bakılırsa kadınların parası düğün sahibi tarafından ödenmiştir. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nın  hazırladığı iddianameye göre, İzzet Yıldızhan, “tuhaf” isteklerini kabul etmeyen kadınlardan ikisini tokatla ve kafalarına tabancasının kabzasıyla vurarak darp eder. Kadınlar şikâyetçi olur ve mesele yargıya taşınır, aynı zamanda kamuoyunda da hemen duyulur.

Hadisenin duyulmasının ardından Yıldızhan ve Doğan çeşitli açıklamalar yaparlar ve kendilerini savunurlar. Yıldızhan şöyle diyecektir: “Çocuklarım ve ailem var. Kocaman bir aileyim. Türkiye’yi idare eden dostlarım var. Bugün haberlere bakarken utanç duydum. Beni buralara gazeteciler ve medya patronları getirmedi. Ama öyle getirilenleri var. Ben halkın sevgisiyle geldim.” Nihat Doğan’ın açıklaması ise şu şekildedir: “Benim kadar bayrağına sahip çıkan ikinci bir sanatçı yoktur. Bu Anadolu çocukları ne kadar bayrağına sahip çıkarsa çıksın ikinci sınıf vatandaştır. Ne halt varsa hepsini popçular yiyor. Roma’da aç aslanların önüne atılan masum insanlar gibiyiz. Ama Nihat Doğan hemen asılıyor.”

Yoksul halk çocuklarının dağlarda ölmesi, depremin koca bir kenti vurması, -şimdi “Atatürkçü” olduklarını hatırlayarak söyleyelim- tüm bunlar bahane edilerek ulusal gün ve bayramların unutturulması/önemsizleştirilmesi hedefi adına 29 Ekim etkinliklerinin iptali ama düğünden, eğlenceden vazgeçilmemesi, “vatan millet aşığı”, “milletin değerlerine saygılı” türkücülerin otelde yedikleri herzeler, kadına şiddet, sonra hemen bayrağa, sağcılığın hamaset diline sarılmaları… Hepsinin bir arada gözlemlenebileceği, yeni Türkiye’nin ne olduğunun bütün çıplaklığıyla anlaşılacağı muazzam bir tablo…

Bu tabloyu aklımızda tutarak devam edelim. Çağlayan bu düğünden yaklaşık bir buçuk yıl sonra diğer oğlunu da yine aynı otelde ve şaşalı bir şekilde evlendirdi, bu düğün de para ve gücün gövde gösterisine dönüştü, eğlenildi, göbek atıldı… Gecenin sonunda bir öncekine benzer bir vaka yaşandı mı bilmiyoruz, zaten konumuz da bu değil. Konumuz şu: 17-25 Aralık operasyonları sonrası kurulan Meclis Soruşturma Komisyonu Çağlayan’a banka hesabına yapılan para transferlerini sorduğunda Çağlayan oğlunun düğününe 4500 kişinin katıldığını ve 2,5 milyon liraya yakın tutarda takı ve döviz takıldığını söyledi. Düğün takıları bozdurulunca 2 milyon 537 bin lira etmişti ve hesabına yatırılan paraların kaynağı hem bu düğündeki hem de bir önceki düğündeki takılardı. Oysa Sözcü gazetesindeki 18 Ocak 2015 tarihli habere göre, muhabir Veli Toprak Sheraton Oteli’ni arayıp Çağlayan’ın oğlunun düğününe kaç kişinin katıldığını öğrenmek istemiş ve yetkililer kendisine otelin biri 400 diğeri ise 960 kişilik iki salonu bulunduğunu söylemişti. Yani 4500 kişilik düğün de 2,5 milyon liralık takı da bir palavraydı.
Çağlayan ve diğerlerine yönelik iddiaların üzeri, biliyorsunuz, her ne kadar bakanlıktan alınsalar da Meclis’te güle oynaya örtüldü, seçim gecesi otobüsün üzerinde hep birlikte zafer pozları verildi ve vatan millet edebiyatıyla lüks ve ihtişamlı hayatlara devam edildi. Şimdi o üzeri örtülen hadise, ABD mahkemelerinde, tüm dünyanın gözü önünde, uluslararasılarmış bir şekilde devam ediyor, Türkiye ve dünya duruşmayı ve Sarraf’ın itiraflarını heyecanlı bir Hollywood filmi izler gibi izliyor.

Sarraf “yırtmak” adına her şeyi en ince ayrıntısına kadar anlatıyor, o büyük tezgâhın, o büyük saadet zincirinin nasıl kurulduğunu, kimlere nasıl rüşvetler dağıtıldığını, aklımızın hayalimizin almayacağı büyüklükteki rakamlarla gözler önüne seriyor. Sanık sandalyesinde olmadıkları halde, duruşmanın muhatabının kendileri olduğunu bilenler ise, bir kez daha milli birlik beraberlik edebiyatına sığınıyor, hamasi nutuklar atıyor.

“Aynı gemide değiliz” demiştik bir önceki yazıda, hatırlatalım, değiliz. Bir tarafta emeğiyle geçinen, onurlu, haysiyetli insanlar var, diğer tarafta ise “düğün takılarıyla zengin olanlar.” Bu dava bizim davamız değil, orada Türkiye yargılanmıyor, orada bu ülkenin namuslu insanları yargılanmıyor. Bu yüzden tüm bu vatan-millet-Sakarya edebiyatının bir işe yaramayacağını biliyoruz. Ancak bir şeyi de unutmamamız lazım, bu hesabı asıl olarak  Türkiye halkının sorması, kendisinin, çocuklarının ve bu ülkenin çalınan geleceğine sahip çıkması, kurtuluşun kendi ellerinde olduğunu görmesi gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Zihinlerdeki engeli aşmak - ZAFER DİPER

“İzliyoruz Man’leri Sarraf’ları; ne şenlikli geçiyor Aralık ayı derken, sıkıcı geliyor hemencecik, çünkü senaryo yeni bir şey söylemiyor. Benim için, ünlülerle dolu savlı(iddialı) başlayan ama birkaç hafta sürdükten sonra sona erecek benzeri dizilerden biri gibi.” Kapısı aralık. Odasına doğru sesleniyorum: “Duydun mu ufaklık?”

Elinde gazeteyle dalıyor içeriye: “Bugün 3 Aralık, Engelliler Günün kutlu mu olsun desem, bugünde bol bol ağlar mısın desem…” “Dur, dur bakalım,” diye kesiyorum, “neler saçmalıyorsun. Bu önemli konuda dalga geçmene izin veremem hem!” “Hayır, çok ciddiyim!” “Sanırım ‘elinde, ayağında, özürlü bir durum falan yok da başka önemli bir yerinde var sorun’, bunu mu demek istiyorsun?” “Eh…” diyor yalnızca. “E, söyle o zaman!” diyorum. Konuşmuyor  da, parmağını şakağına bastırarak gösteriyor. “Haa, anladım, beynimde diyorsun sakatlık, aklım iyi çalışmıyor?…” Bana takılmayı sürdürüyor alayımsı: “Yaa nasıl bildin, aferin sana babacık…” “Peki, sinirlenmeyeceğim, evet sakin sakin soracağım: nerden ve neden bu yargıya vardın?” Yanıtlamıyor, gazeteyi bana uzatıyor, güle oynaya dönüyor odasına. Gitmeyeceğim arkasından, sormayacağım da. O, günü gelir söyler nasıl olsa…

Okuyorum. Veli Ağbaba, 3 Aralık Engelliler Günü nedeniyle yaptığı yazılı açıklamada özetle şunlara yer vermiş: “Engellilerin sorunlarının araştırılması, insanca yaşayabilecekleri ortamların hazırlanması için bugüne kadar çok sayıda araştırma ve soru önergesi verdim. Engelli öğretmenlere kadro verilmemesini, engelli memurların göreve başlatılmamasını, engelli tutukluların insanlık dışı hayatlarını, engelli avukatların yaşadıkları ızdıraplarını, engelli öğrencilerin 3. katta sınava sokulduklarını, yanlarına özel eğitim almamış kişilerin görevlendirildiğini konuşmalarımda ve önergelerimizde dile getirdim. Ancak engellilere asıl engeli Meclis’in kendisi çıkarıyor.

Araştırma önergelerimiz reddediliyor, soru önergelerimiz es geçiliyor. AKP kendi çıkardığı yasayı uygulamakta bile aciz. Engelliler hâlâ evlerinde hapis. Hâlâ okuma yazma oranı son derece düşük. Engelliler görmezden geliniyor. Türkiye'de henüz engellilerle ilgili somut ve süreklilik arz eden politikalar gündeme alınmamakta, günü kurtarmaya dönük politikalar süslenerek halka sunulmaktadır. Engellilere her yıl 3 Aralık'ta sözler verilip bir gün  sonra unutulmaktadır. (…) Fırsat tanındığı zaman toplumun en çok üreten kesimi olmaya aday olan engelliler Türkiye’de halen istihdam, eğitim, ulaşım ve erişim alanlarında bin bir sorunla karşılaşmaktadır. Zihinlerdeki engeli aşmak için, engellilerin hayata eşit katılımını sağlamak için çalışmalarımıza aralıksız devam edeceğiz…”

Zafer Diper / BİRGÜN

AKP, Graham Fuller’e çok şey borçludur - TAYFUN ATAY

“Gelecek ne getirirse getirsin, bir şey kesindir: O eski, öngörülebilir ve sadık Amerikan müttefiki olan Türkiye artık tarihe karışmıştır. (…) Her ne kadar bu süreç, Washington’un ‘müttefik’ bir Türkiye’ye sahip olduğu o eski güzel günleri aramasına sebep olabilirse de, yeni Türkiye aslında gerek kendi çıkarlarına ve gerekse bölgenin genel istikrarına muhtemelen daha iyi hizmet edebilir. Eminim ki münevver Amerikan gözlemciler, demokratik süreci güçlendirip derinleştirmiş, sorunlu ve çalkantılı Orta Doğu bölgesinde bir istikrar abidesi olan böyle bir yeni Türkiye’nin varlığını takdir edeceklerdir.”

 Bu sözler, önceki gün hakkında 15 Temmuz darbe girişiminde parmağı olduğu gerekçesiyle yakalama kararı çıkarılan CIA Ulusal İstihbarat Konseyi eski başkan yardımcısı Graham Fuller’e ait. (G. E. Fuller, “Yeni Türkiye Cumhuriyeti: Yükselen Bölgesel Aktör”, Çev. M. Acar, Timaş Yayınları, İstanbul, 2008, s. 321 ve 325.)

Ajan Fuller, AKP’nin “Yeni Türkiye”sinin isim babası olduğunu düşündürten bu sözleri 2007 tarihli kitabında sarf etti ki kitabın adı da zaten bu bakımdan tam bir “muştu” gibi: “The New Turkish Republic: Turkey as a Pivotal State in the Muslim World”. Tamı tamına çevirmek gerekirse: Yeni Türk(iye) Cumhuriyeti: Müslüman dünyada pivot [yani en önemli, merkezi, oyun kurucu] devlet olarak Türkiye...

Evet, şimdi darbe teşebbüsünün tezgâhçısı olduğu gerekçesiyle suçlu ilan edilen Graham Fuller, AKP’nin “Yeni Türkiye”sini dünya âleme ilan eden kişi idi! Üstelik onun ABD'den bağımsız hareket etmesinin ABD'nin yararına olacağı telkiniyle...

Ajanımızın AKP’yi öne çıkarması ve onun ABD yönetimi, daha geniş çerçevede küresel sistem nezdinde “lansman”ını yapması, 2000’lerin başına tarihlenir.

2002 baharında kaleme aldığı “Siyasal İslam’ın Geleceği” başlıklı makalesinde Fuller (ki daha sonra aynı başlık altında bir kitap oluşturacaktır), 11 Eylül saldırısı (2001) sonrası Bush yönetimini, “Biz ve İslamcı-teröristler” ikiliğine düşmeme hususunda uyarır. Çünkü bu, Usame bin Ladin’in “İslam ve Kâfirler” ayrımından hiç farklı bir yaklaşım olmayacak ve onun ekmeğine yağ sürecektir.

O yüzden Başkan Bush’a Müslüman dünyada İslamcı olmakla birlikte “liberal” ve “demokrat” da olan siyasi eğilimleri teşvik etmek gerektiği nasihatinde bulunur. Diğer bir deyişle, küresel kapitalizme lânet kusan El Kaide ve benzeri İslamcı odaklar karşısında küresel kapitalizme nimet sunan İslamcı oluşumlar bulmak ve onları parlatmaktan yanadır Fuller…

Bu doğrultuda makalede işaret ettiği en “ümitvar” örnek Türkiye’dir; daha özel olarak da Erbakan’cı Refah ve Fazilet partilerinden kopuşla türemiş AKP ve kendince apolitik saydığı Gülen hareketi.
Fuller’in makalesi gayet manidar şekilde Tayyip Erdoğan’ın başbakan bile değilken, AKP lideri olarak Beyaz Saray’da Bush tarafından ağırlanmasıyla eşzamanlıdır.

Bu bağlam ve anlamda Fuller için, küresel kapitalizmin ufkunda bir umut olarak doğmuş AKP’nin ebesi dense yeridir!..

O, yıllar boyunca “AKP-Gülen” iktidar koalisyonunun uluslararası arenada kredisini yükselten isim oldu.

Dönelim ve bakalım yine onun “Yeni Türkiye” kitabına:
“Türkiye, sadece Türkiye için değil, aynı zamanda genelde günümüz İslam dünyası için oldukça önemli iki dinamik İslami hareket üretmiştir: Gayet politik AKP ve büyük ölçüde apolitik cemaatçi Fethullah Gülen Hareketi. (…) Gülen cemaatinin birçok üyesi bugün artık, Gülen hareketine bir alternatif olarak değil ama onun siyasi bir tamamlayıcısı olarak, AKP’ye katılmıştır” (Türkçe çeviri, 2008, s. 100 ve 128).

Elbette köprülerin altından çok ve bir hayli de kirli su aktı. Dostluklar, düşmanlığa dönüştü. Ajan Fuller de 2000’ler başından itibaren “İslam ve demokrasi” adına umut saydığı AKP’yi “hayal kırıklığı” olarak niteleme noktasına 2015’te geldi.

Sonrasında o pis darbe girişiminin neresindeydi ve ne yaptı, ne yapmadı, Allah bilir...
Ama sonuçta o, Müslüman dünya için "pivot” saydığı “Yeni Türkiye” başındaki AKP’nin ABD merkezli küresel-kapitalizmce kabul görmesinde “pivot” rol oynamıştır.

AKP, şimdi yakalama kararı çıkarılmış Fuller’e çok şey borçludur.
AKP, şimdi mal varlığına el koyulmuş Sarraf’a da çok şey borçludur.
Ve AKP, şimdi lanetledikçe lanetlediği Gülen’e de çok şey borçludur.

Her şey, olabilecek en kötü, kirli ve karanlık şekilde, üstelik din, İslam, Müslümanlık retoriği etrafında oldu!..

Daha çok şey yazmak geliyor içimden ama…

Midem kaldırmıyor!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Avrupa, Avrupa duymasan da gör bizi! - Mine G. Kırıkkanat

Kola takılan saatten, oturulan koltuk ve yaşanılan haneye kadar yayılan büyüklük tutkusu ya da gösteriş merakı diyebileceğimiz tavır; elbette bir üstünlük ifadesidir.
Üstünlük duygusu ise aslında iç benlikteki yetersizlik, çapsızlık kanısını, başka bir deyişle kişiliğe “ezikliğini” unutturmaya yarayan psikolojik bir sendrom olarak aşağılık kompleksinin bir tezahüründen ibarettir.
Büyüklükle gösterişin en çok prim yaptığı devletler nedense dikta rejimleriyle yönetilir ve her şeyin devasasına vurgun devletlilerin hemen hepsi de nedense diktatörlerdir!
Mussolini, Hitler ve Çavuşesku’nun devasa mimari yapı ve bazıları proje olarak kalan muazzamlık hayallerindeki benzerlik, tıpkıbasım düzeyindedir. Franko ise meşumluğuyla meşhur Şehitler Vadisi’yle aynı hayali gerçekleştirmiştir.
Afrika’daki en az gelişmiş; yolsuzluğun, yoksulluğun ve katliamların tavan yaptığı ülkelerdeki diktatörlerin ezilen halkla alay eder gibi diktikleri saraylar, elbette raslantı değildir.
Aşağılık duygusu, kötülüğü de büyük ve gösterişli yapan canavarlar yaratacak kadar verimli bir hastalıktır!

***

AB’nin ikinci başkenti sayılan Strasbourg’da Türkiye’nin bir büyükelçiliği, bir de konsolosluğu var. Alsace bölgesinde de 145 bin Türk göçmen yaşıyor. Türkiye, şimdiki binaların verdiği hizmete dar geldiği gerekçesiyle 2014 yılında tüm misyonları tek bir adreste toplayacak yeni bir temsilcilik inşaatı başlattı.
Strasbourg’luların epeyce şaşkın, biraz da “içine ne koyacaklar acaba” diye tedirgin bakıp “süper konsolosluk” adını taktığı yeni temsilciliğin boyutları; kıt’a büyüklüğünde sayılacak ülkelerden ABD’deki Beyaz Saray’ın, Çin’deki Zhongnanhai Sarayı’nın boyutlarını aşmış, Rusya’daki Kremlin’e ve tabii kıt’a büyüklüğünde bir ülke sayılmasa da dünyanın en büyük sarayına sahip Türkiye’nin Beştepe Külliyesi’ne az çok yaklaşmış durumda: 4 binadan oluşan Strasbourg Külliyesi, 8 bin 900 m2’ye yayılıyor...
Dışı Strasbourg’a özel pembe taşlar ve İznik’ten getirtilen turkuvaz çinilerle kaplanan külliyenin, bitince çok güzel olacağı kesin. Ama asıl amacın, Türkiye’nin Avrupa’ya üstünlük taslaması olduğu da belli!

***

İsviçre, bildiğiniz İsviçre: Yüzölçümü ve nüfusu gayet mütevazı, ama dünyanın en zengin, halkını en iyi yaşatan ve en demokratik ülkelerinden biri. Kendi topraklarında hangi muazzam sarayı ve hangi ülkedeki devasa temsilcilik binasıyla göze çarpıyor, bilmiyorum. Ama Strasbourg’daki Avrupa Buluşmaları’na İsviçre’den katılan Zürih Üniversitesi Finans Profesörü Marc Chesney’i dinlerken, en büyük sarayı görmekten çok daha büyük bir şaşkınlık yaşadım, hayranlık duydum:


İsviçre’de bilim insanları, sanayide robotların kullanılmasıyla işsiz kalacak emekçi kitlelerine “insanca” bir yaşam sunacak formül üzerinde kafa yoruyorlar. Prof. Marc Chesney’in verdiği bilgiye göre, İsviçre’de şimdiye kadar hiçbir yerde vergilendirilmeyen “sanal ortamda finans akışı”ndaki her transferin artık yüzde 0.4 oranında vergilendirilmesi kabul edilmek üzere.

***

Yapılan hesaplara göre, finans ürünlerinden alınacak bu minicik vergiden 400 milyar İsviçre Frankı gelir elde edilecek ve vatandaşlardan başka vergi toplamaya ihtiyaç bırakmayacak! Tam tersine İsviçre, çalışan ya da çalışamayan tüm yurttaşlarına ve daimi oturma izni bulunan göçmenlere, “kamu yararına” görecekleri bir iş karşılığı ayda 1000 İsviçre Frangı tutarında “koşulsuz taban maaş” bağlayacak.
Kamu yararı dedikleri, ormanları, dağları temizlemek, engelli komşunun bahçesini bellemek, hatta evinde çocuğuna bakmak gibi işler...
Yasaların halkoylamasına sunulduğu İsviçreli finans profesörü Chesney, “100 bin imza topladık” diyor. “Yasa da en geç 2018 Şubat ayında çıkar. Çünkü devlet, iktidar, muhalefet, herkes anladı: Toplumsal barış bu formülden geçiyor!”

 
Büyük devlet, galiba asıl böyle olunuyor. Ne dersiniz?


Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Her çikinova kumpas mı? - Nilgün Cerrahoğlu

“Çikinova” işler sırf Zarrab’ın tekelinde değil... 
 
Dünyada giderek dal budak saran bir “çikinova düzeni” var. 
 
Bunun ana sütunlarından biri bizzat Trump ve avanesi. 
 
Bir yıl önce Beyaz Saray’a çıkan ABD Başkanı’nın üzerinden skandal hiç eksik olmadı. Skandalların en devasası doğrudan başkanlık seçimlerini içeren “Russiagate” olayı.
Hillary Clinton’ın yitirdiği “2016 seçimlerindeki Moskova etkisi” şeklinde özetleyebileceğimiz “Russiagate”in göbeğinde Michael Flynn adlı Trump’ın eski güvenlik danışmanı var.
Trump ekibini kurarken selefi Obama; “Yapma” diye uyarmış: “Bu adamı bu göreve getirme. Sağlam pabuç değildir.” Trump dinlememiş. 
 
Flynn’in Washington’da kolaylıkla “yabancı devletlerin paralı askeri” olabilecek kıratta biri olduğu bilinirken çiçeği burnundaki başkan bu şaibeli şahsiyeti, ABD dış politikasının tüm sırlarına hâkim ulusal güvenlik danışmanlığına getirmiş. 
 
Flynn bu görevde 23 gün kalıyor. Ruslarla kuralları by-pas eden temasları yüzünden jet hızıyla istifa ediyor. Hakkında “Russiagate” bağlantıları yüzünden bir soruşturma açılıyor. Washington’daki soruşturmayı “eski FBI Başkanı” olan Robert Mueller adında dişli bir yargıç yürütüyor.
“Bomba” haber son olarak Flynn’in “itirafçılık” karşılığında bu yargıçla anlaşması.
Zarrab gibi... Flynn de, dakika bir, gol bir... soruşturmanın başında yalan beyanda bulunduğunu ve gerçeği gizlediğini itiraf etti. Zarrab gibi yapılacak yüklü ceza indirimi karşılığında eteğindeki taşları dökmek için pazarlık yaptı. 

 
Mueller’in Flynn’den öğrenmeye çalıştığı şey, Trump’ın Rusya ile yakınlığının içyüzü.
Amerikan yargısı başkanlık seçimlerinde döndüğü iddia edilen dolapları çözmek, Moskova ile gizli temasların damardan Trump’ın talimatıyla yapılıp yapılmadığını öğrenmek istiyor. 

Davalar örtüşür mü?
Konu uzun ve ayrıntılı. Dökümüne girmek istemiyorum. Ama kimilerine göre ABD Başkanı’nın görevden alınmasına dek uzanabilecek davanın bizi ilgilendiren tarafı, bu çok “şaibeli ismin” Washington’da bir dönem şişkin ücretlerle Türk hükümetinin de lobiciliğini üstlenmiş olması.
Flynn’in “Russiagate” itirafları yanında acaba şimdi Ankara için kovalanan “misyonlar” da gündeme gelecek mi?
Uluslararası medyada ilgi duyulan mevzu bu.
Flynn marifetiyle, ABD yasalarını bypas eden yollardan Gülen’in postalanıp Türkiye’ye gönderilmesine ilişkin örneğin bir ara yoğun bir şekilde öne sürülen iddialar tekrar deşilecek mi? Flynn’in “Zarrab’ın serbest bırakılması” için ayrıca çabaları olmuş olabilir mi?
Özetle Zarrab-Flynn davaları kesişip bir noktada birbirlerine bağlanır mı?
Uluslararası basında spekülasyonu yapıldığı üzere olur da işler bu noktaya dayanırsa yandaşlar merak ediyorum ne diyecek?
Flynn konusunu da mesela “reise komplo”ya mı bağlayacaklar?
Gözler dünyada şimdi etkileri, ulusal sınırları aşıp uluslararası siyasete uzanan ABD’deki bu iki dava üzerinde.
Washington’daki “itirafçı Flynn” davası ile... New York’taki “itirafçı Zarrab” davaları birbirine etki edecek/eklemlenecek mi? 

Çinliler tuzağı görmüş
Bizde kafadan “komplo” diye değerlendirilen Zarrab davası da, Flynn davası gibi gerçekte “küresel bir dava”...
Zarrab davasının temel konusu “İran ambargosunun kırılması”, bizdeki rüşvet çarkı değil.
Davanın ilk günlerinde Zarrab’a sırf Türkiye’deki işleri değil, Dubai’deki, Çin’deki, Hindistan’daki “çikinova”ları da soruldu.
Zarrab, Türkiye’de “uluslararası bir merkez/ hub” haline getirdiği “çikinovanın” ayaklarını Hindistan ve Çin’e de genişletmeye kalkmış. Ama başaramamış.
Yargıç, Zarrab’a bunu niye başaramadığını soruyor.
Yakın zamana değin “hayırsever işadamı” diye anılan çiçeği burnunda “itirafçı”; “Başaramadık çünkü” diyor; “Bu ülkelerde bağlantı kurduğumuz bütün bankalar İran adını duyar duymaz bizimle hemen ilişkiyi kesti. 2-3 ayda tüm operasyonu bitirmek zorunda kaldık!”
Elin adamı bizimkiler gibi tuzağa düşmemiş...
Çinliler ve Hintlilerin feraseti bizde de olsaydı, bugün Zarrab gibi küresel çapta bir sorunumuz olmayacaktı.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Mafya kendine madik atanı cezasız bırakmaz! - IŞIL ÖZGENTÜRK

Önce şunda anlaşalım; Amerika Birleşik Devletleri ister Cumhuriyetçiler ister Demokratlar tarafından yönetilsin, bugün dünyadaki eşitsizliğin, kötülüğün nedeni çokuluslu şirketlerin taşeronudur. 
Bu kapitalist düzenin bekçiliği ona verilmiştir. Bu bekçiliği sürdürmek için karşılıksız dolar basmak Amerika’nın birinci işi olmuştur. Yani Amerikan Federal Bankası 1 milyon dolar basacaksa, bunun sadece yüzde 10’unu gerçek bir değer olarak yatırmaktadır, yüzde 90 değersizdir.Yani bir yığın değerli gibi görünen kâğıt; havadır. 

Şimdi gelelim şu İran ambargosuna; bilindiği üzere 1979 İran İslam Devrimi’nden kapitalist dünya hiç hoşlanmamıştır. Ama İran zengin bir ülkedir, kendi kaynakları vardır, öyle de olsa dış dünyaya açılmak zorundadır. Bunu önlemek için, 1980 yılında dört Amerikan askerinin tutuklanması neden gösterilerek, İran için uluslararası 35 yıl sürecek bir ambargo kararı çıkarılmış ve tam o sırada da Amerika’nın açık desteğindeki Irak, İran’a saldırmış ve 1 milyon kişinin ölmesine neden olan Irak-İran savaşı başlamıştır. Bu savaş 8 yıl sürmüş ve kazananı olmamıştır. Ama her iki ülke de yoksullaşmıştır. 

Şimdi kim inanır İran ambargosunun çok sayıda uluslararası şirket tarafından delinmediğine? Basit bir gözlem,1989 yılında gittiğim İran’da bir Azeri şoförün şu sözlerini hiç unutmam: “Tamam Amerikan şirketleri gitti ama Japon ve Fransız arabaları şak diye ülkeye girdi.” Özellikle de Fransız arabaları, vallahi ambargodaki İran’da gittiğim o festivalde Fransız Dışişleri Bakanı bile konuktu ve acayip itibarlıydılar, ben de Humeyni’nin mezarına bir Renault arabayla gitmiştim.
Kısaca ambargolar delinir, delinmek zorundadır, özellikle İran gibi nüfusu yoğun, yüzölçümü büyük ve doğal kaynakları inanılmaz zengin bir ülke başıboş bırakılmaz. Doğal olarak Türkiye de komşusu İran’a uygulanan bu ambargoyu delmeye çalışmıştır. 
İşte bu delme işinde Rıza Sarraf’ı görüyoruz, gerçekten çok çetrefilli bir para trafiği söz konusu. Kavrayamıyoruz bile, para oradan giriyor, altın buradan çıkıyor. Ve bir Türk yurttaşı olarak ben, keşke diyorum, bu delinme işinden gelen paralar gerçekten ülke yararı için kullanılsaydı da Rıza Sarraf bizim sorunumuz olaydı.

 Şimdi işin püf noktasına gelelim. Tüm uluslar şirketleri aracılıyla bu ambargoyu delerken, kapitalist dünyanın açıklarından faydalanmışlardır. Çünkü paranın iki türlü dolaşımı vardır, biri legal dolaşımdır, bu herkes tarafından kolaylıkla izlenir. Bir de illegal para dolaşımı vardır, bütün uluslar bu dolaşımdan faydalanırlar ama bunun da kuralları vardır. Ve herkes bu kurallara uymak zorundadır.
Bekleyin geliyorum, yani şu yaşlı dünyamız bir büyük mafya çetesi aracılığıyla yönetilir, bir de küçük çeteler vardır. Her şey büyük mafya çetesinin kontrolündedir, ne zaman ki küçük mafya kendine kural dışı yontmalar yaparsa, büyük olana madik atmaya kalkarsa, işte o anda büyük mafya meseleye el koyar ve madiklenen paraları ister. Şimdi bu Sarraf davasında da Amerika bizim kasaba kurnazlarının anlaşılmayacağını sandıkları madikleri istemektedir. Olay budur, kimselerin giderek yoksullaşan Türkiye için üzüldüğü filan yoktur, iç edilen paralar istenmektedir. 

Bizim kasabalı mafya çetesi, doymak bilmeyen bir çetedir. Üstelik sadece bu illegal ticaretin değil, her şeyin rüşvetini alıp mezara götürmek istemektedirler. Geçen gün Face’de bir soru sordum, “Yahu bunlar bu rüşvet paralarını nasıl harcıyorlar” diye, yığınla yanıt aldım. Kimileri yeni zengin AKP’li kadınların bir estetik cerrahı bir yıllığına kiraladıklarından, bedenlerine altın tozu serptiklerinden söz etti. Kimileri bana yat ve jet fiyatlarını yolladı. 
Meğer böyle harcanıyormuş.

Bu arada bütün bunlar olurken ülkemizde bir genç kadın, çocuklarını ısıtamadığından intihar etti. 

 Son söz; yaklaşık 125 milyar dolar Amerikan bankalarına ödenecek, bundan kurtuluş yok ve bu paralar da gene bizden çıkacak. 

Lanetliler dünyasında işler böyle oluyor.

Işıl Özgentürk / CUMHURİYET

Fidel ve Kennedy - ERHAN NALÇACI

Altmış bir yıl önce bugün, 2 Aralık 1956’da Meksika Körfezi’nin dalgalı sularında aşırı yüklü bir tekne kusmaktan bir hal olmuş 81 yolcusunu taşıyarak karanlıkta yol alıyordu ve Küba’nın güney doğusunda karaya yanaştı. Kendilerinden 61 yıl önce Jose Marti’nin özgürlük savaşını başlatmak üzere karaya çıktığı yeri arıyorlardı. Tekneden bataklığa atlayan yolcuların arasında Fidel, Che, Raul ve Camilo da bulunuyordu.

Küba’da Batista rejimine karşı olan bu devrimciler 1959’un ilk ayında mücadeleyi kazanarak Havana’ya girdiler. Tekneden inip de mücadeleye devam edebilen 12 kişi yüz binler olmuştu.
Ancak esas mücadele şimdi başlıyordu. Batista’nın arkasındaki ABD hemen adanın 90 km kuzeyindeydi. Küba’yı İspanya-ABD savaşından beri sömürgeleştirmiş olan ABD bir eyaleti gibi yönetiyordu. Amerikan şirketlerinin adeta sömürgesi olan Küba, aynı zamanda ABD’li zenginlerin kumar ve fuhuş merkeziydi. Bir ABD’linin kendi ülkesinde yapamadığı her şeyi burada yapabildiği söyleniyordu.

Küba bu onursuzluğa ve sömürüye karşı bir kez ayağa kalkmıştı. ABD’nin ise bunu sindirmesi mümkün değildi, büyük bir öfke ile Küba’ya saldırdılar. Halen süren bu saldırının bütün ayrıntılarını bu kısa yazıda anlatmak mümkün değil. Buna karşılık çok yeni Yazılama Yayınları’ndan basılan Fabian Escalante’nin Kennedy Cinayeti isimli kitabı inanılmaz ayrıntılarla dolu. Küba haberalma örgütünün yöneticiliğini yapmış olan Escalante o süreci bir istihbaratçının titizliği ile anlatmış.
Kitabı okumanız için önerdikten sonra çok kısaca içeriğine değinelim. Kitap Kennedy cinayeti ile Küba’da karşı devrim ve Fidel’i öldürmek için duyulan dayanılmaz arzunun kesiştiği noktayı anlatıyor.

ABD’nin Küba devrimini yenmek için ayırdığı muazzam bütçeyi, CIA’nın devleti yöneten bir klik haline gelişini, başta Miami’de olmak üzere büyük bir karşı devrimci orduyu beslediği ve yönettiğini, bu sürecin uyuşturucu ve silah kaçakçılığını da içeren bir sektöre dönüşünü mükemmel bir şekilde betimliyor.

Kennedy başkan seçildikten ve füze krizinden sonra süreci kontrol altına almaya ve daha makul hale getirmeye çalışıyor. Bu nedenle ABD devletinin içinde olduğu bir suikasta uğrayarak yaşamını yitiriyor.

Trump güya yasal süre dolduğu için Kennedy suikastıyla ilgili belgeleri açacaktı ama açamadı. Çünkü belgeler devletin nasıl bir komployu ördüğünü ve halkı nasıl kandırdığını söyleyecek. Açtığı belgelerden Fidel’e bin bir türlü suikast planı ve girişimi çıktı, aradaki ilişkiyi kavrayınca bunun tesadüf olmadığını anlıyoruz.

Peki, neden ABD Fidel’i öldürmek için bu kadar yanıp tutuştu?
Tarihe bakınca bunun iki nedenini görüyoruz:
Birinci Fidel satın alınamazdı.
Robespierre için söylenen onun için de doğruydu. Fiyatı olmayan insanlardandı. Yurtdışı bankalarda parası, off-shore hesabı yoktu. Rüşvet işlemezdi. Pazarlık yapmazdı. Kendisi gibi özgürlük ve eşitlik savaşçısı olan ve Küba’ya çıktığının ilk ayında yaşamını yitiren değerli aydın Jose Marti’nin yurtseverlik ve gözü pekliğiyle donanmıştı.
Satın alınamazdı ama öldürülebilirdi.
İkincisi ise, her devrimin çok gereksinimi olduğu, en zor ve çetrefil durumlarda binlerce alternatifin içinden doğru olanı seçebilme yeteneğine sahipti. Bu yüzden ABD için Fidel’i öldürmek Küba devrimini yenmek ile eş anlamlıydı.

Boğazına kadar pisliğe batmış bu ülkede Fidel’in devrimci değerlerini ve ahlakını benimsemeye ne dersiniz?

Buna hiç şans tanımayacak mıyız?

Erhan Nalçacı / SOL


Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı +Gündem" -20 Haziran 2025-

  Belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı! Meclis’te kabul edilen yasa ile belediyelerin öğrenci yurdu açma yetkisi kaldırıldı. ...