İran nereye gidiyor? - L. DOĞAN TILIÇ

İran’da yüksek enflasyon, gıda fiyatlarının yumurtada sembolleşen aşırı artışı, işsizlik, yoksulluk ve yolsuzluğun tetiklediği gösteriler, önü alınamayan ve şiddeti artan bir hal alınca dünya gündeminin bir numarası oldu.
Tahran’la Batılı güçler arasında 13 yıldır süren nükleer anlaşmazlık 2015’te bir anlaşma ile sonuçlanıp İran’a yönelik abluka sona ermiş ve yıllardır dişini sıkan kitleler refah beklentisine girmişti. O beklenti hayal kırıklığı ile sonuçlandı; ne halkın yaşam koşulları düzeldi, ne yeni iş olanakları yaratıldı. Genç işsizliği yüzde 40’larda devam etti. Nihayet, önce ekonomik koşulları sonra iktidarı hedef alan protestolar patladı.

Daha düne kadar, başta Suriye olmak üzere bölgedeki gelişmeleri analiz edenler; İran’ı, Rusya ile birlikte, en kazançlı ülke ilan ederken, şimdi bir rejim değişikliği olup olmayacağını tartışıyorlar. Gelişmelerden en güçlü çıkan ülke diye gıpta edilen İran’da rejimin çökme ihtimali konuşulur oldu.

Bu tartışmada, hem İran Rejimi hem de onun yıkılması için en fazla ellerini ovuşturanlar “dış güçler” faktörünü besliyorlar.

Tahran, başta Suudi Arabistan olmak üzere, ABD ve İsrail’i suçluyor. Dış güçlerin, “parası, silahı, ajanları” devrede!

İran Milli Güvenlik Konseyi Sekreteri Ali Şamkani, Suudi Arabistan’a ağır bedel ödeteceklerini, kışkırtıcı sosyal medya kampanyasındaki haştaglarin yüzde 27’sinin Suudi hükümeti kaynaklı olduğunun belirlendiğini söyledi. Liderlikten yoksun görünen protestocuları şiddete yöneltenin, Halkın Mücahitleri olduğunu ileri sürenler de var.

Bu türden toplumsal protestolarla karşılaşıldığında, her anti-demokratik iktidarın ilk yaptığı “dış güçler”i suçlamak, protestocuları dinlemektense susturmayı seçmektir. 

Kendimizden de biliriz!

Kuşkusuz, bu “dış güçler”in hedef aldıkları ülkelerin mevcut yaralarını kanatmak için ellerinden geleni artlarına koymadıkları anlamına gelmez. Yeter ki, yumuşak karnınız olmasın, emperyalist güçler her fırsatta oraya çalışacaktır.

Suudi medyası ilk andan itibaren protestoları coşkuyla ve rejim değişikliğine yol açmasa bile İran’ı zayıflatıp bölgesel müdahale kapasitesini azaltacağı umuduyla destekliyor. Yaşanan protestolar uzun süre devam eder, halkın kendi refahı için harcanması gereken kaynakların SuriyeLübnanIrak ve Yemen’deki çatışmalar için harcanmasına tepkisi büyürse, Riyad buralardaki rakibinden kurtulmuş olacak.

İran’ı kendileri için tehdit olarak gören ABD ve İsrail de olayları aynı coşku ve umutla “izliyor”. Her halde, protestoların umutlarını gerçekleştirecek sonuçlara yol açması için ellerinden geleni de yaparak. 
Trump’ın tweetleri ortada!
Suudi gazetesi Okaz yazarlarından Hilah al-Mushawah; “Bu kez 2009’dan farklı ve başarılı olacak. Korku duvarı aşıldı” diyerek, protestocuların rejimi devireceği umudunu dile getiriyor, “4 Arap başkentini kontrol ettiğini sanan İran’ın kendi sokaklarını kontrol edemez hale geldiğini” yazıyordu.
Suudi finanslı Londra merkezli Asharq Al-Awsat’ın eski yayın yönetmeni Abdulrahman Raşid ise, “rejim devrilmesin ama dışarıda iş yapamayacak kadar zayıflasın, en iyisi bu” diyenlerden. Ona göre, İran liderleri şimdi hem İsrail’i hem Suudi Arabistan’ı tehdit ederken, dışarıda da uluslararası güçleri karşısına alıp aynı anda birkaç savaşı birlikte sürdürmenin ne kadar büyük bir aptallık olduğunu görecekler.

İran’da olayların nereye varacağını bugünden kestirmek zor. Rejim değişikliği gibi bir sonuçtan söz etmek içinse çok erken. Böyle bir sonuç beklemek için; protestoların genişleyerek daha uzun süre devam etmesi, güvenlik güçlerinden ve Devrim Muhafızları’ndan protestoculara katılımlar olması, iktidarın daha da artabilecek şiddetine karşın gösterilerin yaygınlaşması gibi gelişmeler görmek gerek.

İran’da yaşananlardan şimdilik çıkarılması gereken en net ders şu: İçeride güçlü bir ekonominiz, karnı tok, sırtı pek ve özgürlüklerin keyfini çıkararak hükümeti arkasında kenetlenmiş bir halkınız yoksa, dışarıda giriştiğiniz bölgesel güç olma maceraları en beklemediğiniz anda ters tepebilir!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN


'İnsan olmaktan yorulduk…' - GÜLAY DİNÇEL

9 yaşındaki kız çocuklarının evlenebileceğine ilişkin Diyanet fetvası karşısındaki anlık tepkinin ifadelerinden biri başlık. Mizacınıza göre benzeşen bir ruh halini sunturlu bir küfür ya da ağır bir ironiyle de dile getiriyor olabilirsiniz. Yeni bir yıla başlarken insan olamayanlarla, kalamayanlarla mücadeleyi güçlendirme ihtiyacı açık, ancak “insan olma gerilimi” üzerine düşünmek, konuşmak da elzem görünüyor.
  
Toplumsal olanla mesafelenmiş, toplumsal sorumluluklardan azade bir “insani gerilim” yaşanabilir mi? 

Umuttan yoksun bir “insani gerilim”den söz edilebilir mi?

“İnsani gerilim”den kastım çokça çaresizlik hissine açılan bireysel vicdan sıkışmaları değil. Aksine toplumsal düzleme taşındığında ve mücadele başlığı haline getirildiğinde kolayca çözüm bulunabilecek meselelerde insan olma sorumluluğu ile hareket etmeyi kastediyorum.
İnsanlığın geleceğine dair umutlu olmak saf bir iyimserliğin çıktısı değil elbette, iyimserlik de içkin olmakla birlikte sahip olduğumuz olanaklara dair bir aklın ürünü.

“(Marx’a göre)… özgürlük ve refaha doğru yol alan güçler aynı zamanda, insanın kudretini yerle bir etmekte, eşitsizlik ve yoksulluk üretmekte, insanların hayatları üzerinde zorbaca hakimiyet kurmaktadır. Barbarlık olmadan uygarlık, yoksulluk korkusu ve angarya olmadan katedraller veya şirketler olamaz. İnsanlığın sorunu sadece güçten veya kaynaklardan değil, böyle muhteşem bir evrimle geliştirdiği kabiliyetlerden de mahrum olmasıdır. İnsanlığı tehdit eden sadece geri kalmışlık değil, kibirdir. Marx’ta tarih insanın ilerlemesinin bir kaydı olduğu kadar, yaşayanların üstüne çöken bir kabustur da.” (*)

Eagleton’un kendi bağlamı için yaptığı değerlendirmedeki “muhteşem evrimle geliştirilen kabiliyetler” hiç kuşkusuz umudun ve insan olma sorumluluğunun en önemli dayanak noktalarından biri.

İnsan olma sorumluluğu, başlangıç olarak umudu içermek zorunda. Süreklileşmiş umutsuzlukla ne kadar insan kalınabilir ki?

Umudun olmadığı yerde haklı öfkenin, toplumsal tepkilerin de üretilmediğini, üretilemediğini görüyoruz. Türkiye’de sermaye iktidarının “muhteşem başarısı” çokça burada saklı. Yurtlarda çocuklar yanarken, toplu tecavüze uğrarken, son örnekte olduğu gibi devletin resmi kurumu 9 yaşındaki çocukların evlenebileceğine dair fetva yayınlarken yer yerinden oynamıyor. Toplumun geniş kesimleri onayladığı için değil, insan olma sorumluluğu çok fena askıya alındığı için. Biraz daha açık ifade etmek gerekirse milyonlar gericiliğin etkisinden kopamıyor çünkü milyonların daha büyük bölümü piyasa ilişkilerinin çekiminden çıkamıyor.

BM rakamlarına göre dünyada toplam kadın nüfusu içinde, 18 yaşından önce evlendirilmiş/birlikte yaşamaya mecbur edilmiş olanların sayısı 750 milyon! Kadın nüfusunun beşte biri. Güncel durumu daha iyi anlatan veriye de bakılabilir: Bugün 20-24 yaş arasında olan kadınların yüzde 27’si 18 yaşından önce evlendirilirken, bu sayının üçte biri de 15 yaşın altındaki çocuklardan oluşuyor. Dünya Bankası Kalkınma Göstergeleri’ne göre Türkiye’de 20-24 yaş arasındaki kadınların yüzde 15’i 18 yaşından önce evlendirilmiş. Resmi kayıtlara dayanan bu oranın gerçekte yüzde 20’yi aştığı tahmin ediliyor. Tüm kadın nüfusu dikkate alındığında üçte bire yaklaşan bir oran söz konusu. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı raporlarında “makyajlanmış” verilere dayanarak dünya ortalamasından iyi olduğumuz, hatta eski sosyalist ülkelerin ortalamalarına yakın seyrettiğimiz gibi değerlendirmeler yapılıyor. Diyanet fetvası kadar mide bulandırıcı, öfke uyandırıcı olduğu kesin…

İnsan olma sorumluluğu, bize “muhteşem evrimle geliştirilen kabiliyetler”e sahip çıkma, insanlığın yararına kullanmaya çaba harcama görevini yüklüyor. Diyanet fetvasındaki fütursuzluk, tek başına dinselleşmenin sonucu değil, aynı zamanda eğitimdeki özelleştirme uygulamalarının ürünü. Dolaylı değil, gayet doğrudan bir ilişki söz konusu.

Türkiye’de AKP iktidarının özel gayretinin de sonucu olarak orta öğretimde özel okulların payı yüzde 20’yi geçmiş durumda. Eğitimin amacı, “işgücü piyasası”nın ihtiyaçlarına uygun nitelikte insan yetiştirmeye indirgendiği oranda yoksul emekçi yığınlar ve elbette en başta da kız çocuklarının gerçek anlamda dışlandığı bir sistem yerleşiklik kazandı. İşgücü piyasasının ihtiyaç duyduğu kadar matematik, fen, dil becerileri kazanan bir kesimle, en temel becerileri kazanması “maliyet” olarak görülen geniş yığınlar… Birlikte oynayan, eğlenen, birbirinden öğrenen, eşit koşullarda sorumluluk duymayı öğrenen insanlar yetiştirmek gibi bir kaygı taşınmayan, ileri örneklerle karşılaşma olasılığının tamamen budandığı bir eğitim sistemi… Bir yanda gericiliğe teslim edilmiş yığınlar, diğer yanda toplumsal bir varlık olduğunu unutmaya yatkın, yeteneklerini acımasız kapitalist rekabet içinde tüketmesi beklenen “proje insanlar”…

Bugünün Türkiye'sinde “insan olma gerilimi”ni mücadele etmeden aşmak mümkün mü? 2018’de geriliminiz bol olsun…

Gülay Dinçel / SOL

(*) “İyimser Olmayan Umut”, Terry Eagleton, Ayrıntı Yay., 2016.

Erdoğan'dan kurtulmanın yegâne yolu - AHMET ÇINAR

Gericiliğin ikiz kardeşi nedir?

Öyle çift yumurta ikizi falan değil tek yumurta ikizinden bahsediyorum. Göbekleri birbirine bağlı, aynı anda döllenip birlikte ete kemiğe bürünen, genetik yapıları bile aynı olan ikizler.
Piyasacılıktır gericiliğin ikiz kardeşi. 

Türkiye'yi bir kanser gibi sarıp sarmalayan, kuşatan, karartan, nefes aldırmayan ikizler: Gericilik ve piyasacılık. Bu ikizlerin hüküm sürdüğü topraklardan yobaz ve tüccar fışkırır.
Ben denedim, siz de deneyin... İstediğiniz örneğe el atın, nerde bir gericilik varsa omuz başında bulacaksınız piyasacılığı… İstediğiniz piyasacılık örneğine tutun büyüteci, altında gericiliğin nefes aldığını göreceksiniz… Bu o kadar öyledir ki, dikkatli bakan gözler bir süre sonra hangi piyasacı deneyime baksa kendiliğinden görecek gericiliği, nerde bir yobazlık baş gösterse elinizle koymuş gibi bulacaksınız tüccarlığı.

Bir yerde “faizsiz” tamlayanını gördüğünüzde hemen yanında “bankacılık” ve “sigortacılık” tamlamasını bulacaksınız: Biri gericiliktir, diğeri piyasacılık. (1)
Bir reklam afişinde “fetva” ile “besmele” yan yana geldiyse cümlenin hemen devamında “yatırım fonu” ve “portföy” göreceksiniz: İşte orada ilk gördüğünüz yobazlık, peşi sıra gelen tüccarlıktır. (2)
Bir yerde “helal” sıfatını okuduğunuzda, devam edin cümleye, karşınıza “Akreditasyon Kurumu” çıkacak: İlk rastladığınız dincilik, devamı piyasacılıktır. Çünkü “helal gıda” pazarında -bakınız “pazarı” diyorum- 2 trilyonluk potansiyel vardır. (3)
Rektörün biri görevi duayla, besmeleyle, salavatla devralıyorsa, birkaç ay sonra o okulun açılış dersini bir bankanın CEO’su verecektir, hiç şaşırmayın: İlki yobazlıktır, devamı tüccarlık. (4)
Bir üniversitenin yerleşkesi rant alanı olduysa, özel okullara peşkeş çekilmeye başladıysa kampüs; matematiksel bir kesinlikle söyleyebiliriz ki orada kısa süre sonra bir cami inşaatı yükselecektir: İlk adım piyasacılıksa, ikinci adım mutlaka dincilik olacaktır. (5), (6)
Dişinize narkoz veren bir hekim o sırada tekbir getirmeye başlamışsa ve siz de “Noluyor” diye tepki göstermişseniz, o hekim size “Beğenmiyorsan özel hastaneye git” diye “akıl” verecektir: Çünkü hekim yobazsa, aynı zamanda piyasacı olması şaşırtmayacaktır.
Özel bir okulun reklam afişlerinde parmak kadar çocukların başına türban geçirmişlerse, bu bir pazarlama tekniğidir: Bir yobaz patron, gericilik yaparak parsa toplayacağına yüzde yüz emindir. (7)
Yolda, sokakta, iş yerinde, mahallede, yaşam alanlarınızın her anında ve her alanında çevrenize biraz dikkatli bakın: Rastladığınız herhangi bir gericilik örneğini kazıyın tırnaklarınızla, altından piyasacılık, pazarlamacılık, satış, PR, marka, tüccarlık mutlaka çıkar… Bir yerde bir piyasalaştırma mı var, kazıyıp bakın, altından bir yobazlaştırma/ ahmaklaştırma düzeneği çıkacaktır…
Siz hiç imam hatiplerden rahatsız olan bir patron gördünüz mü? Diyanet’in lağvedilmesi gerektiğini düşünen bir para babasına rastladınız mı?
Siz hiç özelleştirmelere karşı çıkan bir tarikat lideri tanıyor musunuz? Ya da “Her yıl 20 bin işçinin ölmesi kader de değildir, kaza da değildir, bu ölümlerin hepsi iş cinayetidir”diyen bir imam işittiniz mi?

Ama kıdem tazminatının helal olmadığını savunan tarikat liderini hepimiz biliyoruz.(8)

***

Bütün bunların Erdoğan’dan kurtulmakla ne ilgisi mi var?

Erdoğan’ı Erdoğan yapan değerler bunlar... Erdoğan’ı Erdoğan yapan değerlerle savaşmadan, o değerlerden kopmadan, o değerlerle dişe diş, göze göz, yumruk yumruğa bir mücadeleyi göze almadan Erdoğan’dan kurtulmayı düşünmek en hafif deyimle siyasal bir ahmaklık.

Piyasacılık sürsün, dincilik devam etsin ama Erdoğan gitsin: Yok öyle bir dünya!
Bunu savunmak şu anlama gelir: Erdoğan gitsin ama Erdoğan rejimi devam etsin! Erdoğan gitsin ama piyasacılık ile dincilik birlikte yürümeye devam etsin!
“İmam hatipleri biz kurduk” diye övünen Kılıçdaroğlu’nun, “zorunlu din derslerine” ve “özelleştirmelere” tek söz söylemeyen Akşener’in piyasacılığa ve dinselleşmeye itirazı olabilir mi, “Erdoğan’ı Erdoğan yapan değerlerle” bir kavgası olabilir mi? Patronlara gülücük, yobazlara mavi boncuk dağıtanların, Erdoğan'la kavga edebilmesi mümkün mü? 
Piyasacılığın vahşetinden, gericiliğin karanlığından kurtulmadan Erdoğan’dan kurtulmanın bir yolu da yok, yordamı da.

Ama Erdoğan’dan kurtulmanın yolu ve yordamı belli: Piyasacılık ve gericilikle kavga etmek... Bu ikiz kardeşleri, yani tüccarlar ile yobazları siyaset sahnesinden silmek, tarihin çöplüğüne göndermek.

Ahmet Çınar / SOL

İran’ı düşünürken - ERGİN YILDIZOĞLU

Geçen hafta İran’da patlak veren eylemler, enerjilerinin aldıkları dinamikler açısından 2009 eylemlerinden önemli farklılıklar sergiliyor. İran’da bu son olaylarda yaşanmakta olanların ayrıntılarını tam olarak bilemiyoruz. Ancak emperyalizm filan demeye başlamadan önce, olup bitenleri, yeni veriler geldikçe anlamlandırmaya yardımcı olacak bir çerçeve kurmayı deneyebiliriz.

Ekonomik koşullar... 
Örneğin ilk bakışta ekonomik koşullar kötü değil. İran ekonomisi, Ruhani iktidara geldiğinden bu yana resesyondan çıktı ve büyümeye devam ediyor; hatta büyüme hız (veriler çok güvenilir olmasa da) bu yıl yüzde 10’un biraz üzerinde.

Devlet mülkiyetindeki, petrol ve gaz sektöründeki büyüme hızı mart ayında, yıllık yüzde 62’ye ulaşmış. Ancak yeni istihdam yaratma kapasitesi çok düşük olan bu sektörün etkisini çıkardığımızda, ekonominin geri kalanının büyüme hızı yüzde 3’e düşüyor. İran’ın, Suriye ve Irak’taki askeri operasyonları da, ülke içinde harcanabilecek, milyarlarca doları emiyor. Bu durumda işsizlik, özellikle gençler arasında, yüzde 25-30 düzeyine kadar tırmanarak artmaya devam ediyor.  Sermaye sahiplerinin faaliyetlerini sınırlayan sendikal haklardan, emek piyasasının katı kurallarından, asgari ücretten çok rahatsız olduğunu sık sık ifade eden Ruhani iktidara geldiğinden bu yana ki bu döneme uluslararası “yaptırımlar sonrası” dönem de diyebiliriz, neoliberalizmi andıran ekonomi politikaları uygulamaya çalışıyor. Ruhani, ekonomiyi yabancı yatırımları cezbedecek biçimde yeniden yapılandırmak için enflasyonu düşürmeye, kemer sıkma politikalarına, sosyal yardım harcamalarını kısmaya, özel girişimci sınıfı teşvik etmeye öncelik veriyor; ancak savunma ve askerin bütçesini yüzde 145 artırmayı da ihmal etmiyor.

Ve sınıflar... 
Ruhani’nin programı, iki sınıfın çıkarlarıyla çatışıyor. Bunlardan birini, petrol-gaz rantından, devlet işletmeleri üzerindeki kontrollerinden beslenen, bir devlet kapitalisti sınıfa dönüşmüş Devrim Muhafızlarından ve Şii Ruhbansınıfından oluşan bir ittifak oluşturuyor. İkincisini de Ruhani’nin “reformlarından” en büyük zararı gören işçi sınıfı. 

İşçi sınıfının 2009 yılında sokaklara dökülen eğitim düzeyi yüksek “yeni”kesimi, bu kez protestolarda henüz etkin değil. Bu kesimin, Ruhani’nin kemer sıkma politikalarına, sosyal hizmetlerde yapılan kesintilere dayanma gücü daha fazla; temel talepleri demokrasi, ruhban sınıfının ve devrim muhafızlarının gücünün kırılması doğrultusunda. İran’ın dünya ekonomisine açılmasının bu taleplerin gerçekleşmesini hızlandırmasını, yeni iş olanakları açmasını bekledikleri de söylenebilir. 

İşçi sınıfının, eğitim düzeyi düşük, geleneksel kesiminin siyasal İslamın 40 yıllık devlet şekillenmesinin ve dini ideolojisinin etkisi altında, muhafazakâr bir dünya görüşüyle yaşadığını, olaylara da bu görüşünün bilişsel haritası içinde tepki verdiğini, henüz bu haritayı kıramadığını söylemek olanaklı. 

Son seçimlerde Ruhani’nin rakibi, Devrim Muhafızları ve ruhban sınıfının adayı İbrahim Raisi de 4-5 milyon yeni iş yaratma, toplumsal yardım harcamalarını artırma vaatleriyle, işçi sınıfının bu kesiminin çoğunluğunun oyunu almıştı. 

Eylemlerin, enerjilerini geleneksel işçi sınıfının, öncelikle (en azından başlangıçta) Ruhani hükümetine, dünya ekonomisine açılma politikalarına karşı tepkilerinden aldığını söyleyebiliriz. Bu nedenle, bu son isyan dalgası, çok büyük bir yıkıcı potansiyele sahiptir.
 
Bu durum, siyasal İslamın egemen sınıfı açısından, kültürel hegemonyasını yitirme, kendi tabanının rızasını kaybetme riski getiriyor: Bir taraftan, protestoları doğrudan karşılarına almamaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, sanayi proletaryasının yıkıcı potansiyelinin, yeni orta sınıf proletaryanın da katılmaya başlamasıyla, gerçekleşmesini, emperyalizm, Suudi (Sünni) komplosu propagandalarıyla ve şiddet uygulayarak önlemeye çalışıyorlar. Dinci rejim, bu kez 2009’dan daha şiddetli olmasa bile, daha derin ve yaygın bir tepkiyle yüz yüze.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

‘15 Temmuz’u doğru okumak - ALİ SİRMEN

Şu sıralarda gündemin ön sıralardaki yerinden düşmeyecek görünen 696 sayılı KHK, etkilerini hâlâ hissetmekte olduğumuz “15 Temmuz olayını” nasıl okumamız gerektiğinin bir kez daha sorulmasına neden oldu. 

Dilerseniz bu konuda yardımcı olması için 15 Temmuz ertesi işinden olan KHK’zede Mustafa Benli’ye kulak verelim. KESK’e bağlı Büro Emekçileri Sendikası Mardin Şube Müdürü ve KESK Dönem Sözcüsü Mustafa Benli, Mardin’de Vergi Dairesi’nde 14 yıllık memurken 15 Temmuz darbe girişiminden sonra, 679 sayılı KHK ile görevinden uzaklaştırılmış bir vatandaş. 

Şimdilerde zeytinyağı satarak yaşamını sürdürmeye çalışan Mustafa Benli, 15 Temmuz darbe girişimine “her türlü darbeye hayır” diye karşı çıkarak tavrını belirtmiş olmasına karşın işinden atılmış ve bu olay AKP’li bir komşusu tarafından “Oh ne iyi yaptık. Bunlara çobanlık da yaptırmazlar” diye sevinçle karşılanmış olan ve bu yolla mevcut iktidar tarafından açlığa mahkûm edilmek istenmiş bir vatandaş.

Şimdi gidin de Mardinli Mustafa Benli’ye “15 Temmuz’da ne iyi oldu,özgürlüklere yöneltilen tehdit önlendi, demokrasi kazandı” deyin bakalım ne yanıt alırsınız! 
Mustafa Benli darbe başarıya ulaşsaydı da yine kendisinin işinden atılacağını, nitekim 12 Eylül döneminde de abisinin işinden olduğunu söyleyecek kadar doğru okuyor olayı.

***

Evet, Mardinli Mustafa Benli ve onun gibi biat etmemiş olanlar için, 15 Temmuz’dan önce de özgür ve insanca yaşama olanağı yoktu, 15 Temmuz’dan sonra da... Demokratik hak ve değerleri savunanlar için de kendisi için de darbenin başarıya erişmesi veya erişmemesi arasında hiçbir fark yoktu. Nasıl olsa kabak yine sendikal haklarına sahip çıkan insanların, biat etmeyen vatandaşların başına patlayacaktı. 
15 Temmuz’u doğru okuyan herkes görecektir ki olayın demokrasiyi savunmakla uzaktan yakından ilgisi yoktur. 

Darbe başarılı olsa, vatandaşın hak ve özgürlükleri çiğnenecekti, başarılı olmayıp bastırıldığında da yine aynı şey oldu. 

15 Temmuz günü darbeye karşı dururken canlarını verenlerin amaçları demokrasiyi savunmak da olsa, AKP iktidarını savunmak konumundan öteye geçememişlerdir. 
Ne kadar acı olsa da gerçek budur. 

Ve bu gerçeği birçok vatandaşımız gibi, Mardinli Mustafa Benli de yaşayarak görmüştür. Olaya Mustafa Benli’nin ağabeyinin öyküsünü de kapsayan daha geniş bir perspektiften bakıldığında görülen ise, çalışan ve biat etmeyen vatandaş açısından 12 Eylül, AKP iktidarı veya 15 Temmuzcular arasında hiçbir fark olmadığıdır. 

15 Temmuz olayını doğru okuyunca, 15-16 Temmuz’da, “Halk Özel Harekâti” Genel Başkanı Fatih Kaya misali ‘Emiri Mümin’in talimatı üzerine sokağa çıkanların, demokrasiyi korumakla uzaktan yakından herhangi bir ilişkileri olmadığı görülür. Onlar, o gece, nasıl sadece rejimdeki AKP kaşesini savunma konumunda olmuşlarsa, gelecekte de benzer girişimlerde yine aynı işlevi göreceklerdir.

***

Kaldı ki menfur 15 Temmuz girişiminin, sokağa çıkan halk tarafından engellendiği ve bu yüzden amacına ulaşamadığı iddiası da yine bu olayın yanlış okunmasıdır. 

15 Temmuz’da TSK’nin mensuplarının büyük ölçüde harekete katılmadıkları, yer yer karşı koydukları için darbeciler amaçlarına ulaşamamışlardır.
 
Bu gerçek, tabii ki direnen sivil vatandaşın davranışının değerini azaltmaz, ama olayın yanlış okunması, gelecekte benzer girişimlere karşı başka tehlikeler doğuracak yanlış önlemlerin alınmaya kalkılması, şu anda çok tehlikeli belirtilerini görmekte olduğumuz milis güçler oluşturulması tehlikesini doğurabilir.
 
Silahlı Kuvvetler içinde yeterli desteği bulamadığı için akim kalmış olan 15 Temmuz’un salt sokağa çağrılan halkın tepkisi ile önlendiği yanlış okumasından hareketle kimilerinin oluşturmaya çalıştığı milis güçlerini haklı gösterebilmek mümkün değildir.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Abdullah olmazsa Hayrünnisa Gül daha uygun! - AYŞE YILDIRIM

Unutuyoruz. 
Balık hafızalı olduğumuzdan değil. O kadar çok şey yaşıyoruz, gündem o kadar hızlı ve can yakıcı halde değişiyor ki; unutuyoruz. Ve oyuna geliyoruz.. 
AKP yazıyor, biz oynuyoruz... CHP Parti Sözcüsü Bülent Tezcan “Bu tuzağa düşüp tartışmanın bir parçası olmamak lazım” diyerek doğru bir uyarıda bulundu. Çünkü 11. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün haklı KHK çıkışını bir anda “başkanlık” adaylığı tartışmasına çekti AKP. 

Oysa Gül’ün bu yönde bir kararı olmadığını dostu da düşmanı da gayet iyi biliyor. Evet, Gül’ün ofisi hareketli. Ama bu hareketlenme yeni değil. Dedim ya; unutuyoruz. 
Erdoğan dolayısıyla AKP’nin Gül’e yönelik çıkışları bir anda en sıcak siyasi gündem oluverdi. Sanki ikilinin arası yeni açılıyormuş gibi. Çok değil iki yıl önceye gidelim. Gül’ün 12 yıllık danışmanı Ahmet Sever, yaşadıklarını ve gördüklerini “Abdullah Gül ile 12 Yıl” adlı kitabında anlatmıştı. Ve o tanıklıkları Cumhuriyet’in manşetinde “Meğer kardeş değillermiş” başlığıyla yer almıştı.
 
İkilinin arası hiçbir zaman iyi olmamıştı. Taa 2007 yılında Gül’ün Cumhurbaşkanlığı adaylığı sırasında çekişme kapalı kapılar ardında yaşanmaya başlamıştı. 367 krizinin ardından Gül’ün aday olmaması gerektiğini söyleyen isimler o dönem Erdoğan’a yakın isimlerdi ki aralarında Akif Beki de vardı. İkilinin ve yakın çevresinin de dahil olduğu diğer krizleri dün Erdem Gül’ün yazısında da okumuşsunuzdur. (Erdoğan’ın Gül’ün ikinci kez aday olmasını, partiye dönüşünü nasıl engellediğini.) 
Bu süreç o kadar sancılı olmuştu ki Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’ndan vedası için verdiği resepsiyonda eşi Hayrünnisa Gül resmen patlamıştı: 
“Bizi çok üzdüler. İnsan kendisine zor hâkim oluyor. Bizi hiçbir şey görmüyor, bilmiyor, farkında değiliz mi sanıyorlar. Her şeyin farkındayız. Ben her şeyi biliyorum. Şimdi ben de susuyorum ama fazla susmayacağım; asıl intifadayı ben başlatacağım.” 
Öyle ki bu sözlerini onaylamayan eşi Abdullah Gül’e de “Sana söylemiştim Abdullah Bey. Sen konuşmazsan ben konuşacağım demiştim” diye yanıt vermişti. 
Ve Gül, Köşk’ten indikten sonra etrafında bir hareketlenme oldu. Tıpkı bugünkü gibi. Belki bir iki tık daha düşüğü hepsi o kadar. O günlerde de “Gül ne yapacak” sorusunun peşine takılmıştık hep birlikte. AKP’nin küskünleri, kırgınları kapısını aşındırmaya başlamıştı çünkü. 

Oysa Gül’ü yakından tanıyan herkesin bildiği gibi “şartlar tam oluşmadan, garanti görmeden” harekete geçmeyen bir isimden söz ediyoruz. 

Evet, Gül’e “Haydi ne duruyorsun, harekete geç, aday ol” diyenler çok. Ve muhtemelen de onların başında Hayrünnisa Gül geliyor. Söz konusu adaylık için geçen isim Hayrünnisa Gül olsaydı emin olun AKP’nin korkusu daha başka olurdu.

AKP her zamanki gibi bir taşla birçok kuşu vurma peşinde. Bir anda sivillere güvence getiren KHK ile ilgili tartışmalar bıçak gibi kesiliverdi. Ve Gül sanki adaymış gibi muhalefete başlandı. Başkanlık için sandıktan önce bir galibiyet hesaplanıyor.

Muhalefetin ortak adayı gibi lanse edilen Gül, “aday değilim” dediği anda bu başarıya ulaşacak. Bunun için de yandaş yazarlar “açıkla, açıkla” diye tempo tutturmaya başladı. 
Ha bir de daha vahim bir durum var ki AKP’lilerin Gül’e yönelttiği “bugüne kadar hep sustu” eleştirisi. Söylemek istedikleri “Erdoğan’ın yanında neden yer almadın.” Evet haklılar, Gül hep sustu. Yanlışları gördüğünü ima etti ve Erdoğan’a mesafe koymaya çalıştı belki ama konuşmadı. O yanlışları yüksek sesle dile getirmeyi tercih etmedi. Onun için Gül’e bir eleştiri yöneltilecekse belki de ilk eleştiri bu olmalı; “neden sustun?” 
Gül’ü çok iyi tanıyan AKP, sözcüleri Mahir Ünal’ın dediği gibi “ilgi neredeyse enerji oradadır” taktiğini uygulayarak gündemi Gül üzerinden sürdürüyor görünüyor. Onun için Gül’den medet umanların tek bir cümle ile konuyu kapatmaları lazım artık. 

“Ya şimdi konuş ya da sonsuza dek sus. Ya da bırak Hayrünnisa Gül konuşsun.”

Ayşe Yıldırım / CUMHURİYET

Kendisine ‘kadından korktu’ dedirtmeyen erkek - MİNE SÖĞÜT

Bir düşünün... 
Hangi erkekler kendilerine “kadından korktu” dedirtmezler? 
Hangi erkekler kendilerine “kadından korktu” dedirtmemek için her şeyi göze alırlar. 
Hangi erkekler kendilerine “kadından korktu” dedirtmemekle tarif edilebilecek kadar ağır bir psikoloji taşırlar? 
Bizimki gibi muhafazakâr üçüncü dünya ülkelerinde erkekler net bir şekilde ikiye ayrılırlar.
 Kadınlardan korkanlar ve korkmayanlar. 
Saygıyı korku diye kodlayan cahil toplumlar, kadına değer veren, kadın üzerinde iktidar kurmaya heveslenmeyen, ayrımcılık yapmayan, eşitlik algısı gelişmiş erkeklere korkak damgası vururlar. 
Korkaklar onların gözünde aynı zamanda kılıbıktır. 
Beceriksizdir. Eziktir. İktidarsızdır. 
Hiçtir. 
Kadından korkmayan erkekse... 
Kadını hor gören, onu aşağılayan, yasaklarla kuşatan, ona söz hakkı tanımayan... 
Onu kıskançlıklarla köşeye kıstıran... 
Kadının varlığını, hiçe sayan... 
Dilediği zaman döven, kendini tutamadığında öldürüveren... 
Kadın üzerinde her türlü hakkı kendinde gören erkektir. 
Güçlüdür. Egemendir. Galiptir. İktidar sahibidir.
Heptir. 
O yüzden ülkenin iktidara talip tek kadın lideri Cumhurbaşkanı için; 
Erdoğan kendine bir kadından korktu dedirtmez. Ülkemiz adına rahat olun” dediğinde... 
Rahat değil aksine çok rahatsız olmak gerekir. 
Kendisine “kadından korktu dedirtmeyecek” bir politik lider, hem kendisi için hem de toplum için çok tehlikelidir. 
Biliriz ki, bu ülkede, kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek kültürü yüzünden geçen yılın ilk dokuz ayında tam 328 kadın öldürülmüştür. 
Bu ülkede, kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek kültürü yüzünden son on yılda 250 bine yakın çocuk cinsel istismara uğramıştır. 
Bu ülke kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek kültürü yüzünden çocuk istismarında dünya üçüncüsü olmuştur. 
Kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkekler, sokaklarda, evlerde, işyerlerinde dehşet saçarlar. 
Ve anneler hâlâ kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek evlatlar doğururlar. 
Bu karanlık döngüyü besleyen ve destekleyen iktidar yüzünden... 
Kadınlar yıllar içinde kazandıkları tüm hakları hızla kaybediyorlar. 
Toplumdaki eşitlikçi yerlerinden edilip kıyılara, köşelere sürülüyorlar. 
Kadınların kafalarını ve kalplerini dış dünyaya kapatmayı marifet sayan eril ve mütecaviz siyaset... 
Aklına ve iktidarına mahkûm edilen kadınlığı, zar zor kırılmış kalın kabuklarının içine yeniden hapsetme telaşında. 
Çoktan törpülenmiş, ehlileştirilmiş, çağdaşlaştırılmış olması gereken tehlikeli bir yargı, en ilkel haliyle hortlamakta. 
Bu toplum, kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek çocuklar yetiştirdiği; 
Kendisine “kadından korktu” dedirtmeyecek erkek liderlerin peşine düştüğü sürece... 
Kaybeder. 
Kadınlarını kaybeder, çocuklarını kaybeder, kendini kaybeder. 
Bu kâbus ancak... 
Ülkeyi kendisine “kadından korktu” denildiğinde buna gülüp geçecek ve kadınları, tüm insanları sevdiği gibi sevebilecek bir erkek yönettiği gün biter.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Böyle başladı, nasıl biter kim bilir? - MUSTAFA K. ERDEMOL

İran’daki protestoların talihsizliği; ABD, İsrail, Suudi Arabistan gibi İran karşıtı ülkelerin fırsatçı bir tutumla gösterilere desteğini belirtmiş olmaları. Elbette emperyal merkezlerin niyetlerini bilerek, ama halkın kırk yıldır İslami rejim altındaki yaşantısını da hatırlayarak yaklaşacağız gelişmelere.

İran’daki ayaklanmaların sembolü yumurta olursa şaşırmayalım. Çünkü en son yumurta fiyatlarına yüzde kırk oranında zam yapılmasının bardağı taşıran son damla olduğu belirtiliyor. İran’ın büyük kentlerinde hızla yayılan gösterilerin sadece ekonomik nedenlerden kaynaklandığını ileri sürenler şimdi bu yumurta örneğini veriyorlar.

Oysa ekonomik nedenler İran’daki toplumsal patlamalarda önemli etken olsa da tek etken değil. Guardian ve New York Times gibi gazeteler protestoların çok küçük bir bölümünün ekonomik gerekçesi olduğuna dikkat çeken analizler yazdılar. Bu doğru. Çünkü İran halkının çok ciddi demokratik talepleri var. Bunu daha “Arap Baharı” adı verilen süreç başlamadan iki yıl önce yaşanan “İran Yeşil Devrimi” girişiminde görmüştük. Şu son protesto gösterileri de 2009’da, ayaklanmaya kadar varan o “protestolara” benzetiliyor.

“Yeşil Hareket” demokrasi mücadelesi
Bugün yaşanan gösterileri anlayabilmek için 2009’u anımsamamız gerekiyor. Söz konusu yıl yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine yönelik tepkiler büyük kitlesel gösterilere dönüşmüş, çıkan olaylarda 110 gösterici pols kurşunuyla yaşamını yitirmişti. İki aşamalı seçimlerin ilk turunda mevcut Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın yüzde 60’dan fazla oy alarak seçilmesi, kazanacaklarından emin olan reformist adayların en popülerlerinden Musevi’nin çok düşük oy alması seçimlerde hile yapıldığı inancını doğurmuştu.

Sonuçlara tepkili olan Musevi yanlıları sokaklara çıkmış, ülkeyi saran protesto gösterileri “rejimi” ciddi olarak ürkütmüştü. Rejimin “bekçisi” Devrim Muhafızları’nın müdahale etmesi sonrasında gösterilerde kan dökülmüştü.

2009 protestolarını halkın rejime yönelik öfkesi olarak gösteren en önemli olay İran “devrimi”nin lideri Ayetullah Ruhullah Musavi el İmam Humeyni’nin mezarının da bombalı saldırıya uğramasıydı. 2009’daki gösteriler, seçim yolsuzluklarına karşı olarak başlayıp aslında ciddi bir “modernlik” talebi de içeriyordu. “Yeşil Devrim” demokrasi gösterilerinin bu tarafının az fark edilmesinin nedeni “rejim destekçilerinin de halk desteğine dayanarak rejimi sorgulama” nedeniyle gösterilere yığınsal olarak katılmalarıdır. Gösterilerde başı açık kadınların yanı sıra, “devrimin özüne dönmesini” isteyen muhafazakarların da yer aldığı görülmüştü.

2009 Cumhurbaşkanlığı seçimlerine adaylığını koyanların ortak noktaları ABD ile ilişkilerin normalleştirilmesini talep etmeleriydi. Seçimleri Ahmedinejad’ın kazanmış olmasına olan öfkenin büyüklüğü bu talebin hayata geçemeyeceği, tam tersine İran’ın gittikçe içe kapanacağı endişesinden de kaynaklandı.

Yeşil Demokrasi gösterilerinin kanla bastırılması bu açıdan rejimin bekası için önemliydi.

Tam yıldönümünde başladı
Geçen cumartesi binlerce göstericinin sokaklara çıkarak protesto gösterileri yaptıkları tarihin, 2009 Yeşil Demokrasi gösterilerinin ezildiği günün yıldönümüne denk gelmesi rastlantı sayılabilir mi? Herhalde sayılmaz. Bu nedenle protesto gösterileri önceden, tabii ki sosyal medya üzerinden, planlı olarak örgütlenmiş görünüyor. Protestocular, popüler sosyal medya ağı “Telegram” aracılığıyla duyurdular seslerini, ardından yabancı sosyal siteleri kullandılar. Bu nedenle gösteriler çok çabuk yayıldı. Tahran dahil büyük kentlerde sokağa çıktı kitleler. Asıl sürpriz ise en muhafazakâr kent olan Kum’da bile protestocuların fazla oluşuydu.

Ama İran’da gösteriler her zaman planlandığı gibi olmamıştır. Huzursuzluk İran’ın ikinci büyük kenti Meşhed’de başladı. Görünürde Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin söz verdiği reformları yapmamasına kızgınlıktı sokağa yansıyan. Ama gösteriler kısa sürede rejim karşıtı bir karaktere büründü. Bu karşıtlık ölçüsüzce yapılan zamlar, İran’ın Suriye ve Lübnan politikalarına itiraz biçiminde sergilendi.

Protestoların büyüklüğü değişiklik gösteriyor. Bazı kentlerde çok katılımlı ama nispeten barışçılken kimi yerlerde örneğin Kürt kenti Kirmanşah’ta polisle çatışma noktasına kadar gelebildi.

İki önemli rejim karşıtı slogan
Protestoların rejim karşıtı karakterini belirleyen iki önemli slogan var. Biri ülkenin mutlak otoritesi Dini Liderlik makamına yönelik “Diktatöre Ölüm” ile “Ne Gazze ne Lübnan sana canım feda İran” sloganları.

Dini Liderlik ülkede her türlü eleştiriden muaf bir makam. Bir tabu aslında. Protesto gösterilerinde ilk kez Dini Lider’e karşı sloganlar atıldı, mevcut Dini Lider Hamaney’in posterleri yakıldı. Bu çok önemli bir değişiklik önceki gösterilerle kıyaslandığında.
İkinci slogan ise protestocuların İran İslam Cumhuriyeti’nin “ideolojisini” paylaşmadıklarının kitlesel olarak dile getirilmesi anlamına geliyor. Gazze, İran İslami ideolojisi açısından önemli bir sembol. Lübnan ise, İran’ın başta Fransa olmak üzere tüm Batı’yla ilişkilerini bozan bir sorun. İran’ın Lübnan’a ilgisinden memnuniyetsizlik bu sloganla dile geldi. Radyo Ferda’nın bir haberine göre atılan bir diğer slogan da “Suriye’yi bırak bizimle ilgilen”di.

“Arap Baharı”ndan çok çok farklı
Bu son gösteri dalgası, emperyal merkezlerce manipüle edilen “Arap Baharı”ndan çok farklı. Söz konusu süreçte İran’da neredeyse yaprak bile kımıldamadı. “Arap Baharı”nda kitleler ülkelerinin rejimlerine karşı olarak ortaya çıktılar, “bahar”ın sonradan büründüğü hal başka elbette. İran’da 2009 gösterilerinde olduğu gibi şu son gösterilerde de rejime karşı olan kitlelerin içinde, reformlarından (!) memnun olmadıkları Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’yi etkisizleştirmek isteyen muhafazakârlar da var oysa.

Şimdi ne olacak?
Öncelikle olanı belirtelim. Rejim ile kitleler arasındaki makas gittikçe açıldı. Bu bir gerçek. Kapanması da kolay değil. Bundan sora rejim eski tutumunu sürdüremez. Son zamanlarda kadınlara yönelik açılımlar bu sürdüremezliğin de bir yansıması, Suudilerle bu alanda rekabet etmeleri bir yana. Tam da ABD ve Suudi Arabistan’la ciddi sorunların yaşandığı bir dönemde ülkede şu anda olan durum büyük bir siyasal kriz.

Protestolar ılımlı olduğu söylenen Ruhani için de önemli bir test olacak. Ancak reformcular ülkedeki huzursuzluğun arkasında yabancı güçlerin olabileceğini belirtiyorlar. Bunda şaşılacak bir yan yok. Mutlaka birtakım “merkezler” işin içindeler. 2009 olaylarında İngiltere’nin çok büyük etkisi olduğu ileri sürülmüştü.

Kimi İran uzmanları bile gelecekte ne olacağı konusunu kestiremiyorlar. Yönetimde her zamanki gibi Batı’nın da onaylayacağı kimi değişiklikler yapılabileceği belirtiliyor. Bu gösterilerin önü alınmazsa siyasal krizin derinleşeceği de kesin gibi.

Değişiklik hemen gelmeyecek belki ama dediğim gibi halk ile rejim arasındaki mesafe açıldı, daha da açılacak. Bu protestolara her kesimden katılım olduğu belirtiliyor. Bunlar kim olabilir peki? 1) ABD ile her tür ilişkiyi reddeden muhafazakârlar, 2) ABD ile ilişkilerin geliştirilmesini savunan liberaller, reformcular, 3) Batı’yla ilişkiler normalleşirse liberalleşecek olan ekonomi politikasından zararlı çıkacağını düşünenler.

Bu katılım çeşitliliği nedeniyle rejim için tehlikeli boyutta bir kriz yaşanıyor. İranlılar içe kapanık olmanın ne olduğunu yaşayarak kavradılar. Dünyanın en büyük petrol üreticisi olan ülkelerinin bu zenginliğinden pay alamadıklarını, petrol gelirlerinin “değer ihracı” politikası güden mollalarca İslami çalışmalar için harcandığını düşünüyorlar. Demokrasi talepleri olduğu kadar zenginlik talepleri de var İranlıların.

Rejim yıkılırsa ne olur?
İran, devlet geleneği eski bir toplum. Rejim yıkılırsa kesinlikle kendine özgü laik bir sistem kurma şansı var. Unutmayalım, Ortadoğu’da “anayasal monarşiyi” hayata geçiren tek ülkedir İran. İyidir kötüdür ayrı mesele ama böyle bir deneyimi var.

Eğer mollalar rejimi yıkılırsa bu Sovyetlerin dağılması kadar büyük bir etki bırakır. İran’ı merkez gören (Şii ya da Sünni) hareketler önce bir moral merkez, sonra da ideal bir “islami sistem” örneğini kaybetmiş olurlar.

İran’daki protestoların talihsizliği, ABD, İsrail, Suudi Arabistan gibi İran karşıtı ülkelerin fırsatçı bir tutumla gösterilere desteğini belirtmiş olmaları. İran’da rejimin baskılarından bunalan yığınlar şu an kendilerine destek verecek her ülkeye özellikle ABD’ye karşı çıkıyor değiller. Aksine bu desteği talep de ediyorlar. Gösterilerde atılan sloganlardan biri “Trump bize silah ver”di örneğin.

Elbette emperyal merkezlerin niyetlerini bilerek, ama halkın kırk yıldır İslami rejim altındaki yaşantısını da hatırlayarak yaklaşacağız gelişmelere.

 MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Ey yumurtaya can veren! - L. DOĞAN TILIÇ

Yumurta deyip geçmeyin, onun içindeki yaşam ve insanı yaşatma gücü o kadar güçlü ki Allah’ın nelere muktedir olduğunu anlatmak için bile ona başvuruyoruz: Ey yumurtaya can veren Allah’ım!

Bu sözle hem Allah’ın nelere kadir olduğu vurgulanır hem de bir türlü baş edilemeyen sorunlar o her şeye muktedir olana havale edilir.

Dünyanın dört bir yanında insanlar yeni yılı kutlamak için sokaklardayken, havai fişekler patlatırken; İranlılar sokaklarda lastikleri ateşe veriyor, iktidara lanet okuyordu.
İranlıların “birdenbire” ve gittikçe çoğalarak sokaklara dökülmesini “Amerikan işi” olarak görenler az değil. Trump’ın Twitter’ın başına oturup İranlı protestoculara gaz vermesini de bunun işareti sayanlar var.

Öyle ya; Suriye ve Irak’taki gelişmeler, Moskova’nın ve Tahran’ın bölgede pozisyonlarını pekiştirmesi sonrası ABD’nin İran’ı hedef tahtasına oturttuğu, bundan sonraki her hamlesini İran’a karşı yapacağı analizleri yapılmıştı. Yeni yılın bölgemizde ve dünyada dikkatleri üzerine toplayan ilk büyük olayı İran’da iktidarı hedef alan gösteriler olduğuna göre, ABD düğmeye basmış olmalıydı.Emperyalist güçlerin bir eli her zaman o düğmenin üzerindedir; ancak eğer içeride bir düğmeye basıldığında kanatılacak yaralarınız, zayıflıklarınız, patlayama hazır toplumsal sorunlarınız yoksa, ne kadar düğmeye basarlarsa bassınlar yapabilecekleri sınırlıdır.

İranlıları 2018’i sokakta ve protestolarla karşılamaya iten etkenler arasında yumurtanın payı Trump’ın basmış olabileceği düğmeden çok daha büyük. Üstelik, İranlılara biraz daha ekonomik refaha kavuşacaklarına dair umutlar veren nükleer anlaşmaya karşı çıkan Trump’ın protestocular arasında bir popülaritesi de yok. Tweetlerinin ters etki yapma olasılığı daha fazla.

İran’da nükleer anlaşmasının imzalanması ile doğan birazcık nefes alma umudu büyük ölçüde boşa çıktı. Gelir dağıtımındaki adaletsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlik İran toplumunu ne zamandır içten içe kaynatıyordu. Dışardaki çatışmalara (Irak, Suriye, Yemen) kaynaklar harcanırken içeride yoksulluğun artması, hak taleplerinin baskıyla / tutuklamalarla susturulmaya çalışılması epeydir bir toplumsal patlamanın enerjisini biriktiriyordu. Resmi enflasyon oranı yüzde 10’u aşmışken, halkın büyük çoğunluğunun temel gıdası olan tavuk ve yumurta fiyatlarındaki artışlar homurdanmalara yol açıyordu. Protestoların patlamasına yol açan da yumurta ve tavuk fiyatlarına yapılan yüzde 40’lık zam oldu.

Kuşkusuz, temelinde ciddi ekonomik sorunlar olan bu toplumsal protestoları, etnik ve mezhebi fay hatlarını da harekete geçirerek kendi çıkarları için manipüle etmeye çabalayacak emperyalist güçler olacaktır.

Yumurta, İranlıların protestolarına can verdi belki, ancak hikâyenin sonunun iyi gelmesi için İran halkının “yumurtaya can veren”den ya da birtakım dış güçlerden medet ummadan kaderlerini kendi ellerine almaları gerekiyor.

2018’in en dikkat çekici çatışması dışarda İran’da yaşanan protestolarsa, içeride de Erdoğan ve Gül arasında artık gizlenemez olan didişmedir. Belli ki, 2019’a giderken, belki de 2018’de gerçekleşecek “yaşamsal” seçim(ler) öncesi, Gül’ün “kıpırdanışı” Erdoğan’ı epey ürküttü ve önümüzdeki günlerde o hedefe daha fazla yönelecek.Onun bu yönelişi, dilerim içeride Erdoğan karşıtları arasında Gül’den medet umanları artırmaz!

Yıllardır (sol) muhalefetin söylemekten eyleme geçmedikçe başarı şansı olmadığını yazar dururum. Benim “söyleme” hali olarak ifade ettiğimi, Selçuk Candansayar dün “bekleme” hali olarak ifade etmişti. Şimdi, artık gizlenemez olan Gül-Erdoğan gerilimi muhalefetin sonuç beklediği yeni “dinamik” olursa, vay halimize!

2018 zor bir yıl olacak. Daha da keskinleşecek bir mücadele yılı!

Böyle bir zamanda “yumurtaya can veren”e yakaracaksam; “Ey Yumurtaya can veren” derim, “Bir şeyleri değiştirmek isteyenleri kendileri dışındaki güçlere bel bağlamaktan uzak tut!

L. DOĞAN TILIÇ / BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

BİRGÜN "Köşebaşı+Gündem" -22 Haziran 2025-

Lokomotifler kıskaçta -Havva Gümüşkaya- Lokomotif sektörlerde üretim çarkları yavaşladı, istihdam azaldı, siparişler düştü ve konkordato baş...