İran mollalardan kurtulabilecek mi? - ERHAN NALÇACI

İran’da yılbaşından önce başlayan toplumsal ayaklanma büyük ölçüde sönümlendi. Belli ki düzenin emekçi sınıflara yüklediği iktisadi zorluklara karşı kendiliğinden ve iktidar isteminden uzak bir ayaklanmaydı. Öte yandan ABD ve İsrail, tam olarak ölçüsünü bilemeyeceğimiz bir şekilde ayaklanmaya müdahil olmaya ve hatta yönetmeye kalktı. ABD’nin bölgeyi yeniden cephelendirmek için bir operasyon içinde olduğunu biliyoruz.

Suudi Arabistan’daki darbe ve Suudi Arabistan’a yüz milyar dolarlık silah satışı, Kudüs kışkırtması, Ürdün’de darbe girişimi vb. Ama İran’da etkili olmayı başaramadılar.
Zaten dünyanın en haklı kavgasında bile olsanız ve arkanızdan Trump sizi destekleyen bir tweet atsa, ben ne yaptım diye bir eve gider düşünürsünüz.

Ancak bu köşede yanıtını arayacağımız soru, “Emekçi sınıflar İran’da iktidara gelebilir mi?” olacak.
Bu soruya yanıt bulmak içinse şu soruyu sormak zorundayız:
Neden 1979-1983 aralığında işçi sınıfı değil de, burjuvaziyi ve toprak sahiplerini temsilen dinci gericiler iktidara geldiler?
Ve neden bu iktidarı 40 yıldır koruyabildiler?
1978 yılında gerçekten İran’da devrimci bir durum vardı, Şah büyük bir hızla toplumu yönetme yeteneğini yitiriyordu. Toplumsal çelişkilerin kesiştiği ve düğümlendiği tarihteki nadir devrimci anlardan biriydi.
Bu dönemde birden fazla tarihsel çelişki üst üste binmişti. Toplum hızla kentlileşmiş, modern sınıflar oluşmuş, ancak Şah monarşiyi esnetmeye bile yanaşmayan bir katılıkla tarihsel ilerlemenin önünde bir tıkaç oluşturuyordu. İkinci olarak, İran bir ABD uşağı haline gelmişti ve petrol gelirlerinin yarısını ABD ile paylaşması büyük bir toplumsal yaraydı.
Böylesine önemli bir dönemeçte işçi sınıfı devrimini dinci gericilere kaptırdı.
Muhakkak bu kısa yazının izin vermeyeceği ayrıntılı bir toplumsal analiz sunmak gerekir.
Burada sadece belli başlı siyasi nedenlere değineceğiz.
Şah rejimi devrim öncesinde en çok sola saldırmış ve siyasi öncünün işçi sınıfı içindeki örgütlülüğünü kısıtlamıştı.
O dönemde dünya komünist hareketinin süreci yönetmeyi becerememesi nedeniyle işçi sınıfı siyaseti Sovyet yanlıları ve Mao yanlıları diye bölünmüşlerdi, bu İran’da da sınıfı bölen bir özellik gösteriyordu.
Sovyet yanlısı olan TUDEH Partisi ise, o dönemde Sovyetler Birliği’nin sosyalist devrimi değil, bir ülkede Sovyetler Birliği ile dost olabilecek bir rejim tercihinden etkilenmiş ve dinci
gericilerle iktidarı paylaşabileceği hayaline kapılmıştı.
Gericilik ise iktidarını pekiştirdikçe hiç acımadı yapılan hatalara, kanlı bir şekilde bir kâbus gibi toplumun üzerine çöktü.

Peki, neden 40 yıla yakındır iktidarlarını korumayı başardılar.
Öncelikle 80’li, 90’lı yıllarda dünya işçi sınıfı hareketinin bir krize girdiğini ve Sovyetler Birliği’ndeki karşı devrim sonrası yaşanan gericilik döneminden fazlasıyla yararlandıklarını söylemeliyiz. Ayrıca dinci ideolojinin emekçi sınıfların aklına azımsanmayacak bir saldırı olduğunu da unutmamalıyız.

Yalnız bu kadar değil, iki faktörü daha eklemeliyiz.
Dinci iktidar üretim araçlarında bir ulusallaştırmaya gitti ve devlet ağırlıklı bir ekonomi kurdu. Bu durum sosyal devletçi ve kamucu ekonomiye izin verdi ve toplumsal sınıfların arasındaki eşitsizliğin çok fazla açılması söz konusu olmadı.
Ayrıca ABD ve İsrail’e karşı -Irak ile savaş da böyle- meşru bir milliyetçi ideolojiyi toplumsal zamk olarak kullanmayı başardı. Suriye’deki tavrının da İran halkı tarafından desteklenen meşru bir konumu bulunuyor.

Şimdi artık bir işçi sınıfı iktidarı olanağı var mı diye bakabiliriz.

Öncelikle 2009’dan sonra Mollalar hızlı bir özelleştirme furyasına giriştiler. İranlı emekçiler, bizim çok iyi bildiğimiz, yöneticileri çürüten, sermaye sınıfını besleyen bir neo-liberal saldırı altında yoksullaşıyor ve hak kaybına uğruyor. İktidar sermaye sınıfını takip ederek emperyalizmin işbirlikçisi durumuna düşüyor.

Ayrıca şu anda yaslandıkları Çin’in önümüzdeki yıllarda yayılmacı amaçlarının saklanabilir olmaktan çıkması bekleniyor.
Ve en nihayet dünyada genel olarak işçi sınıfı siyasetlerinin yükselmesini ve yeni bir yol haritasının çizilmesini bekliyoruz.

Şimdi artık; Türkiye İran mı olacak, yoksa İran Türkiye mi olacak sorularını geçip her ikisi de ne zaman sosyalist olacaklar sorusunun zamanı geliyor.

Erhan Nalçacı / SOL

Türkiye kadar bir fotoğrafçı: Birol Üzmez - AHMET BÜKE

“Genel Maden-İş grev kararı aldı. 30 Kasım 1991 sabah 08.00’de makinemi kaptığım gibi Gedik Ocakları’na koştum. ‘Bu İş Yerinde Grev Vardır’ pankartının önünde haykıran işçileri hafif eğilerek kadraja aldım. Grevin ilk fotoğrafıydı”

İzmir’de, Kemeraltı’nın içinde, pek bilinmeyen bir çıkmazda, çoğunlukla önünden geçenlerin neşeyle keşfettiği Mirkelam Hanı durur. İşte o hanın hemen girişinde iki kişinin ancak sığabileceği, müzik taşan, tertemiz bir plak dükkânı göze çarpar. Tezgâhın ardında oturan beyaz saçlı, her zaman meşgul adamın ismi Birol Üzmez’dir. Herkes onu Plakçı Birol diye tanır ama çok az insan bilir ki, Üzmez ülkenin en iyi fotoğrafçılarından birisidir. Aldığı ödüller nedeniyle söylemiyorum bunu. Birol Üzmez, hayatını adadığı fotoğraf serüveninde Türkiye’nin unutulmaz tarihsel kırılma anlarına da tanıklık etmiştir.

“Doğduğum yer Akçakoca. 1960 senesinden fındık zamanı doğmuşum yani ağustos ayında. Tüm aile Akçakocalı ama köklerimizi sorarsan Gürcistan Lazlarıyız biz. Osmanlı Rus savaşından kopup gelmişiz Anadolu’ya. Büyük dedelerimden birisi Sinop Şehitliği’nde yatıyor. Öteki büyük dedemin İstiklal Madalyası bize en güzel mirastır.”

Akçakoca’da fındık bahçesi işleyen aile büyüdükçe, darlaşan geçim yüzünden, yeniden parçalanmaya başlamış. İlk gidilen yer bölgenin en büyük ekonomisine sahip Zonguldak olmuş.


“Önce annemin tarafı yani dayılarım gitmiş Zonguldak’a. Maden ekonomisi çekmiş onları. Büyük Dayım Necdet, Gedik Kömür İşletmesinde torna ustası olunca kalan fertleri yavaş yavaş Zonguldak’a çekmeye başlamış.”

O yıllarda Üzmez’in annesi Nuran Hanım ve babası Niyazi Bey, Akçakoca’da aynı mahalleden arkadaşlar.

“Annem sık sık Zonguldak’a ağabeylerinin yanına gidiyor. Babam da taşra kasabasından biraz olsun çıkmak, nefes almak istiyor. Ama Akçakoca’dan Zonguldak’a varmak kolay değil öyle. Kara yolu yok!” diyor Üzmez.

Tek ulaşım aracı İstanbul Zonguldak seferini yapan Kadeş Vapuru.

“Eğer hava patlamazsa Kadeş Vapuru Akçakoca açıklarına demir atıyor çünkü liman da yok. Yolcular kıyıdan sandallarla vapura ulaştırılıyor.”

Bu seferlerin birinde Nuran Hanım ile Niyazi Bey yine birlikte Zonguldak’a giderler. Sütliman olan deniz dönüşte köpürür adeta. Zavallı Kadeş Vapuru mecburen Akçakoca’yı pas geçerek İstanbul’a dümen kırar. Dönüş seferi ise bir hafta sonradır. İşte bu mecburi yolculuk, İstanbul’da geçen bir hafta Nuran Hanım ile Niyazi Bey’in aşkıyla sonuçlanır. Akçakoca’ya varışlarının ardından çok geçmeden evlenirler.

“Annemlerin aşkı büyük ama fındık bahçesi küçük! Geçim zorlaşınca yeni çareler aramaya başlıyorlar. İşte o zaman Zonguldak’ta yaşayan başka bir aile büyüğü bizimkileri yanına çağırıyor.”

Nuran Hanım’ın ağabeylerinden birisi askerde öğrendiği yeni mesleği, fotoğrafçılığı yapmak için Zonguldak’ı seçmiştir. 1960’lı yıllar Türkiye’de orta sınıfların yeni yeni sevdiği bir sektörün yıldızını parlatmaktadır: Stüdyo fotoğrafçılığı.

“Zonguldak’ın en iyi fotoğrafçılarından birisi olmuştu babam. Dükkânımızın ismi Foto Film’di. Aslında ben gözümü fotoğrafın içine açtım sayılır. İlk anılarım hep fotoğraf üzerine. Fotoğraf eskiden dükkânda çekilir, basılır; kurutma işlemi içinse eve getirilirdi. Evin bir odasına fotoğrafları sererdi babam. İlk geceyi bizimle geçirirlerdi. Başkalarına ait anlar, anılar evimize misafir olurdu. Basit bir konukluk değildi bu. Adeta bizim de bir parçamız haline gelirlerdi.”

Birol Üzmez Türkiye toplumsal hayatının yeniden alt üst olmaya başladığı bir zaman kesitinde, göbeği adeta fotoğrafla kesilmiş gibi büyür. Ailesi Zonguldak’ın giderek zenginleşen sosyal hayatının önemli parçalarından birisi olur. Fotoğrafhanenin yanı sıra açık ve kapalı iki sinemayı da işletmeye başlarlar.

“Ortaokul ve lisede fotoğrafçılık kolunu kurdum. Makine elimden hiç düşmezdi. Fotoğrafı iş olarak çok sevsem de hep başka bir şey yapmak istiyordum. Adını koyamıyordum ama galiba zanaat değil sanat olarak fotoğraf ile uğraşmak istiyordum. Tabii o zaman bunu bilince çıkaramıyordum.”

Birol Üzmez’in arzuladığı o birikme ve taşma zamanı ironik de olsa askerliğinde gelip çatacaktır.

“Askerlik kuramın çıktığı Ankara sanatın da başkentiydi o yıllarda. Her hafta sonu iznini sinemalar, klasik müzik konserleri, tiyatrolar, opera, bale gösterilerinde geçiriyordum. Bütün resim ve fotoğraf sergilerini izliyordum. Hele Dost Kitapevi bir kültür evi gibi olmuştu benim için. Çok okudum, çok izledim, çok düşündüm. Bu iki yılda sanatsal olarak olgunlaştım. Dolu dolu döndüm memlekete.”

Birol Üzmez dönüşte yine babasının fotoğrafhanesinde iş başı yapar ama fotoğraf onun için dört duvar arasında bir uğraş değildir artık. Yeteneğini geliştirmek için günü birlik yolculuklar yaparak İstanbul’da İFSAK’ın kurslarına katılır.
Üzmez, yerel yönetimi ikna ederek, Zonguldak’ın ilk sergi salonunun kurulmasında öncü olur. Her ay İstanbul’dan fotoğraf, resim sergileri getirtir. Ayrıca eski fotoğrafhanelerin arşivlerinde adeta kazı yapar.

“Büyük şans eseri Zonguldak’ın ilk fotoğrafçısı Nazım Baysal’ın kişisel arşivini buldum. Bir depoya atılmış binlerce negatif duruyordu. Babamla birlikte bütün fotoğrafları elden geçirdik, seçtiklerimizi yeniden bastık. Zonguldak’ın 1910-1930 dönemine ait yüzlerce dış mekân fotoğrafı vardı elimizde. Adeta bir şehrin hafızasını yeniden bulmuştuk.”

Sergi büyük olay olmuştur Zonguldak’ta. İnsanlar köylerden, kasabalardan akın akın gelip dedelerinin, ninelerinin eski anılarının yeniden gün yüzüne çıkmasına tanıklık ederler.

Birol Üzmez’in fotoğraf tutkusu her geçen gün artar ama sancılar da birlikte gelir. Nasıl bir fotoğraf sanatçısı olacaktır? Nasıl bir yön çizecektir kendine?

“Böyle elimde fotoğraf makinesi, aklım karmakarışık yürürken bir maden ocağının vardiya düdüğünü duydum. Bir aydınlanma anı gibiydi benim için. Memleketin en büyük maden şehrinde yaşıyordum, altımız kömür, etrafımız işçi emeğiyle doluydu.”
Üzmez böylece adını sonradan öğreneceği belgesel fotoğrafçılık alanına işçileri konu alarak başlamış olur. Onlarla ocaklara iner, kömüre bulanır, yemeklerini paylaşır, kahvelerinde oturur, evlerine, sofralarına konuk olur. Aynı zamanda madenciler gibi hissedip düşünmeye başlamıştır.

“Zonguldak’ta 12 Eylül sonrası ilk toplumsal kabarma 1989 yılında yapılan İnsana Saygı Mitingi ile fark edildi aslında. Alandaki işçilerin yumruklarının sıkışından bir şeylerin birikmeye başladığı belliydi. Sonra 1990 yılı geldi. Madenlere ne zaman gitsem yüzlerdeki gerginliği, huzursuzluğu görüyordum. Bir şeyler olacaktı ama ne?”

Birol Üzmez büyük bir öngörüyle o yıl şiddetli bir fırtınanın kopacağını hisseder. Olacakları sadece fotoğraflamak değil dünyada duyurmak gerektiğini düşünür. Bir akşam İstanbul otobüsüne atlar, doğruca Cumhuriyet Gazetesi’ne yollanır. Yurt Haberler Servisi Müdürü Yalçın Bayer’e çıkar. Zonguldak’ta yıl içinde büyük hadiselerin olacağını, bunları haber yapmak istediğini söyler.
“Beni Zonguldak muhabiriniz yapın diye yalvardım. Yalçın Bayer şaşırdı. Genç bir çocuk gelmiş tuhaf şeyler anlatıyordu. Yine de ilgilendi ve beni işçi haberleri yapan Şükran Ketenci’ye yolladı. O tamam derse alırız seni, dedi.”

Şükran Hanım, Üzmez’in anlattıklarını ilgiyle dinler. Sonunda olmuştur. Artık Cumhuriyet Gazetesi Zonguldak muhabiridir.
“Döndükten birkaç ay sonra Büyük Grev patladı. Genel Maden-İş grev kararı aldı. 30 Kasım 1991 sabah 08.00’de makinemi kaptığım gibi Gedik Ocakları’na koştum. Ortalık mahşer yeri gibiydi. Şemsi Denizer grev konuşmasını yaptı. O anda bir kare çektim. ‘Bu İş Yerinde Grev Vardır’ pankartının ö nünde haykıran işçileri hafif eğilerek kadraja aldım. Grevin ilk fotoğrafıydı.”
Üzmez bu fotoğrafı hemen gazeteye yollar. Ertesi gün Cumhuriyet gazetesinin manşetinde yer alır o kare. Zonguldak Grevi’nin ilk anları Üzmez tarafından dünyaya duyurulmuştur.

“Germinal filminin içine düşmüş gibiydim. Grev konuşmasından sonra herkes dağılacak sanıyorduk ama Denizer yürümeye başladı birden. İşçiler de onu takip etti. Binlerce işçi dalga dalga Gedik’ten Zonguldak merkeze doğru ilerliyordu. 20-25 kilometrelik yol boyunca haberi alan ocaklardan çıkan işçiler bir nehre katılan dereler gibi kitleye aktı, aynı anda atılan sloganlar tepeleri inletti. Durmadan fotoğraf çekiyordum.”



O günden sonra Zonguldak’ın rutini bu yürüyüşler olur. Her sabah binlerce işçi ocaklarından; halk köylerinden, evlerinden çıkarak kent merkezini işgal eder.

“Ankara’ya yürüyüş kararı alınınca Cumhuriyet’ten Şükran Ketenci de geldi Zonguldak’a. Artık o haber yazıyor, ben fotoğraf çekiyordum. Elbette yürüyüş de inanılmazdı. Önce kadınların katılmasını istemediler. Bunun üzerine Zonguldaklı kadınlar inadına kortejin en önüne yerleşti.”

Üzmez yürüyüş boyunca bütün detayları yakalamak için kortejin en önünden son safına kadar mekik dokur.

“Günde 20-25 kilometre yürünüyordu. Benim yaptığım yol bunun neredeyse iki katıydı. Herkes dinlenmeye çekildiğinde bir araba bulup Zonguldak’a koşuyordum. Filmleri yıkayıp, İstanbul otobüsüne teslim ediyor, doğru düzgün dinlenmeden kimi günler yemek bile yiyemeden yeniden korteji yakalıyordum.”

Büyük Madenci Yürüyüşü’nün yenilgisini fotoğraflamak da Üzmez’e düşer.

“Dönüş yolu çok kötüydü. Herkes sanki cenaze evinde gibiydi. O anları anlatmam olanaksız ama şunu söyleyebilirim, Zonguldak işçisi yalnız kaldığı için yenildi aslında. Eğer İstanbul, Kocaeli, İzmir gibi başka işçi kentlerinden de yürüyüşler başlasaydı geri dönülmezdi. ”

Üzmez’in kaderinde ertesi yıl, 1992 Kozlu Kömür Madeni faciasının tanıklığı da vardır. Yaşarken çektiği, sohbet ettiği işçilerin şimdi göçükten çıkarılışlarını fotoğraflamaktadır.

“Bu bana artık çok ağır geldi. Ölüm hep aramızdaydı ama bu bir katliamdı.”

Birol Üzmez bu faciadan sonra Zonguldak’ta ayrılır. İzmir’e gelir. TARİŞ emekçisi olur. Bu defa da zeytini, zeytinyağını, zeytin ağaçlarını, toprak işçilerini konu alır kendine. İzmir’in roman mahallerinde aylarca fotoğraf çalışması yapar. İzmir’in en yoksullarının yaşadığı aile evlerini fotoğraflar.


Eğer yolunuz Mirkelam Hanı’na düşerse, o meşhur plak evinde oturan adama bakın. Şimdi fotoğrafa küsmüş gibi dursa da aslında içten içe kaynayan bir volkan var orada. Kim bilir, Ahmet Telli’nin dediği gibi belki de “doğayı ve hayata sarsacak” başka bir saati sakinlikle bekliyordur.

Ahmet Büke / BİRGÜN

Dünya sınıf haritaları - KORKUT BORATAV

2017’nin çeşitli bilançoları çıkarılıyor; ekonomik, siyasî boyutlarıyla dünyaya ve Türkiye’ye odaklanılıyor. Ben de dünyada sınıf mücadelelerine göz atmak istiyorum.

Bu ifadeyi Immanuel Wallerstein’den ödünç aldım. Bu düşünür, kapitalist sisteme son verecek bir bunalım teşhisinden hareket ediyor ve insanlığın geleceğinin dünya solu ile dünya sağı arasındaki sınıf mücadelesi sonunda belirleneceğini ileri sürüyor.

Wallerstein’in kapitalizmin bunalımı teşhisinin dayanaklarını tartışabiliriz; dünya solu/dünya sağı ayrımının içeriğine katılmayabiliriz. Bunlar bir yana, ben, içinde yaşadığımız dünya sisteminin sınıfsal bir haritasının çizilebileceğini; bu haritadaki değişimlerin izlenebileceğini; dahası, karşıt konumlarda yer alan sınıflar arasında bir mücadelenin seyretmekte olduğunu düşünüyorum.

Mücadelenin tarafları arasında önemli bir ayrım var: Bu karşıtlığın egemen, güçlü tarafları,   dünya çapında bir sınıf mücadelesinin varlığının farkındadır. Bağımlı, zayıf konumdaki toplumsal gruplar ise, sınıf mücadelesini yaşadıkları ortamla, en iyi olasılıkla ülkeleri ile sınırlı görürler.
Algılamadaki bu farklılık, mücadelenin seyrini de etkilemektedir ve güçlü, egemen tarafa üstünlük sağlamaktadır.

Kapitalizmin Meşruiyet Krizi
Wallerstein’den biraz farklı olarak kapitalist sistemin ekonomik kökenleri olan bir meşruiyet bunalımından geçtiğini düşünüyorum. Bu bunalımın arka planında, 1980 sonrasında sermayenin sınırsız tahakkümünü tüm dünyaya yerleştirmeyi hedefleyen kapsamlı saldırının yenilgiyle sonuçlanması yatıyor.  

Saldırı, neoliberalizm diye adlandırıldı. Reel sosyalizmin çöküşüyle rakipsizliği (“tarihin sonu”) belgelendi. Nihaî (sanılan) zaferi, küreselleşme söylemi ile taçlandırıldı.

Ne var ki, eleştirel düşünce yok edilemedi. “Aykırı” Marksistler, üniversitelerden uzak tutuldu; ama, çağdaş kapitalizme, emperyalizme dönük eleştirilerini kesintisiz sürdürdü. “Yeni sol” ve geleneksel sosyalist akımlar, neoliberalizm ve küreselleşme karşıtı platformlarda, örneğin Dünya Sosyal Forumu’nda birleşti. Çeşitli vesilelerle ve ısrarla küreselleşme söyleminin sahteliğini, iddiaların geçersizliğini, teorik kofluğunu teşhir etti.

Neoliberal saldırının yirminci yılı tamamlanırken, düşünce dünyasındaki muhalefete çeşitli coğrafyalarda kitleler katılmaya başladı. Sol siyaset canlandı, iktidara ulaştığı ülke sayıları (özellikle Latin Amerika’da) arttı.

Kapitalizm tarihinin ağır bir bunalımı 2007’de patlak verdi. Kısa zamanda algılandı ki krizin ekonomik kökeninde küreselleşme adına izlenen politikalar ve bunların uzantıları vardır. Dahası, kriz yönetimi “suçlulara”, yani bunalımı yaratan çevrelere devredildi. Sonunda küreselleşme söylemini savunmak imkânsız hale geldi. Öyle ki, söylemin baş pazarlayıcılarından IMF, küreselleşme sözcüğünü dahi raporlarından eledi, ayıkladı.

Sonuç, ciddi bir meşruiyet bunalımıdır. Kapitalizm tarihi boyunca sert, ağır ekonomik krizlerden geçmiştir, ama bu derecede vahim bir meşruiyet bunalımı ile ilk kez karşılaşmıştır.

Sınıf Haritaları Yeniden Çizilirken
Neoliberalizme muhalefetin kitleselleşmesi, siyasete taşınması bu dönemdeki bölüşüm bilançosunun yaşanması, algılanmasıyla ilgilidir. Halk sınıflarının olumsuz algılamaları, uluslararası gelir ve servet dağılımı istatistiklerince doğrulanıyordu. Brankovic ve Piketty gibi araştırıcılar bu verileri sistematik olarak çözümlediler. Bunların sonuçlarını daha önce aktardım; tartıştım. Kısaca hatırlatayım.

1980’i izleyen otuz küsur yıllık bir zaman diliminin ülkelere ait bölüşüm bulguları, diğer ülkelerin gelir, servet dağılımı ve millî gelir verileriyle birleştirildi. Böylece ülke ekonomilerinde karşıt konumlarda yer alan toplumsal sınıflar (ulusal kimlik özellikleri korunarak), tüm dünyayı kapsayan gelir ve servet dağılımı tablolarına yerleştirildi.  

Bu bilgilerin sunumu, salt istatistikî (ve yapay) bir kurgu olarak algılanmamalı; zira, küreselleşmenin, daha doğrusu emperyalizmin yol açtığı dış ticaret, sermaye hareketleri, savaşlar ve göçler, bu sınıfları kapitalist dünya sistemi içinde gerçekten de birleştiriyor.  Sözünü ettiğim tablolar da, bu birleşmenin bir görüntüsü oluyor.

Dev ABD sermayesi, sanayi üretimini “Güney’e” (Çin’e, Meksika’ya) taşıyınca Çin ve Meksika ücretleri Amerika’daki işgücü piyasalarıyla birleşiyor; istihdamı ve ücretleri aşağı çekiyor. Emperyalist saldırılar ve neoliberal politikalar sonunda sefilleşen milyonlarca emekçi Orta Doğu’dan, Afrika’dan Avrupa’ya akıyor; Fransa’da, Almanya’da, İngiltere’de işgücü piyasalarına giriyor; bölüşüm göstergelerini değiştiriyor. 

Böylece sınıf haritaları uluslararası düzleme taşınmış oluyor; yeniden çiziliyor.

Neoliberal Dönemde Kaybedenler, Kazananlar
Brankovic’in tabloları, Piketty’nin bulgularıyla ve diğer verilerle birleştiğinde neoliberal dönemde kaybedenlerin ve kazançlı çıkanların bir dökümü ortaya çıkıyor. 

Otuz küsur yıl boyunca büyümüş olan bir dünya ekonomisinde gelir payları aşınmışveya gelir düzeyleri düşmüş toplumsal grupların sınıfsal ve ülke aidiyetleri belirleniyor. Buna göre göreli veya mutlak anlamda kaybedenlerin iki büyük toplumsal gruptan oluştuğu anlaşılıyor: Birinci grup, “azgelişmişlerin yoksulları”dır. Neoliberalizmin ve emperyalizmin Afrika’da, Güney Amerika’da, Orta Doğu’da yarattığı şokların halk sınıfları saflarındaki kurbanlarıdır.  

İkinci kaybedenler grubu ise, Batı işgücü piyasalarına çevre ekonomilerinden gelen baskılardan etkilenen “Batılı kurbanlar”dır. Bir yandan ticaret ve sermaye hareketleriyle bütünleşmiş olan bir dünya emek havuzu, bir yandan da emperyalizm ve neoliberalizmin tetiklediği göç dalgaları, zengin Batı dünyasının, geleneksel, mavi yakalı işçi sınıflarını artan işsizliğe, eriyen ücretlere, reel gelir kayıplarına mahkûm etti.

Peki kazançlı çıkanlar? 
Üç grup söz konusudur. Birisi iyi biliniyor: Batı toplumlarının en üst yüzde 1’lik diliminde yer alan insanlardan oluşuyor. Finans kapitalin çılgın coşku dönemi içinde parazit özellikleri ağır basan bir sermaye katmanından söz ediyorum. Bu grubun dünya gelirleri içindeki payı hızla tırmanmıştır. Aynı grup, 2007 sonrasının kriz ortamı içinde de (az sayıda istisna hariç) önce gözetilmiş; devlet bütçelerinin aktarımlarından nemalanmıştır. Merkez bankalarının likidite pompalamasının yaşandığı sonraki sekiz yılda ise, Batı burjuvazisinin finans kapitalden beslenen öğeleri, ölçüsüz servet artışlarından yararlanmıştır.

İkinci “kazançlı” grup, bu dönemde “dünyanın fabrikaları”na dönüşen, ihracat sayesinde hızlı büyüyen “Güney” ekonomilerinin işçi sınıflarıdır. Gözlemler daha çok Asya’ya odaklanmıştır. Çin, tipik örnektir. Mao döneminin köylülere sağladığı sosyal güvencelerini yitirerek kentlere yığılan “göçmen işçiler”, önceki gelirlerini fazlasıyla aşan ücret düzeylerine kavuştu. “Yükselen Güney” örneklerinin tümünde ülke-içi bölüşüm bozulurken, gelir düzeyleri hızla artan insanlar (Çin’in göçmen işçileri), dünya gelir dağılımı tablolarının üst dilimlerine çıkabildi.

Bir başka “kazançlı” kalabalıktan da söz edebiliyoruz: Azgelişmişlerin en yoksulları (yani kaybedenler) içinde ABD’ye, Batı Avrupa’ya göçen bir azınlık da var. Bu insanlar içinden, çeşitli, sancılı badireler sonunda çalışmayı, yerleşmeyi başaranlar, yeni ülkelerinde geçmiş gelirlerini fazlasıyla aşan ücret düzeylerine ulaşabildiler. Bu ilerlemeyi de Batılı geleneksel işçi sınıfının ücretlerini eriterek gerçekleştirdiler. 

Değişen Bölüşüm Tablolarından Sınıf Mücadelelerine
Bu bölüşüm bilançosu, sermayenin karşı saldırısının yaşandığı son otuz küsur yılın nesnel (“kendiliğinden”) sınıf konumlarını ve onlardaki değişimleri veriyor. Wallerstein’den esinlenelim ve sorgulayalım: Bu karşıtlıklar, kapitalizmin kaderini belirleyecek bir sınıf mücadelesine ve muhalifler (“Dünya Solu”) ile kurulu düzeni savunanlar (“Dünya Sağı”) arasında bir sınıf mücadelesine dönüşmüş müdür? İki cephenin bileşenleri kimlerden oluşuyor? Mücadele nasıl seyretmektedir?
Hayalî bir senaryodan değil, süregelen çatışmalardan, çalkantılardan söz ediyorum. 1980 sonrasında Türkiye de bu mücadelenin içinde yer aldı.

“Kendiliğinden” sınıflar ile “kendisi için” sınıf bilinçleri, özellikle “mazlumlar”ın saflarında daima çakışmaz. Yukarıda “neoliberalizmden kazançlı çıkmış halk sınıflarına” değindim: Hızla büyüyen Asya’nın (Çin’in) işçileri ve Batı’ya yerleşmiş, çalışmakta olan Güneyli göçmenler… Bunların dünya sınıf mücadelesi içindeki öznel konumları şimdilik belirsizdir.

19’uncu yüzyılda Batı emperyalizminin nimetlerinden pay alan “işçi sınıfı aristokrasisi” suçlamasının bir benzerini bugün tersine çevirerek bu emekçi sınıflara yönetebilir miyiz? 

“Beyaz” emekçilerin ırkçı tepkileri, neo-faşizme savrulmaları bu tür suçlamalarla bağlantılı değil midir?

Bu soruları ileride tekrar gündeme getirmek, 2017’nin bilançosuna bu açıdan bakmak istiyorum.

Korkut Boratav / SOL

Bakanlıktaki kadrolaşma - RIFAT OKÇABOL

Milli eğitim bakanlığındaki kadrolaşma, AKP iktidarının ilk aylarında başlamıştı. Hukukçu olan bakan Erkan Mumcu döneminde, bakanlık merkez örgütünde 276 üst düzey yönetici değiştirilmiş 160 yeni atama yapılmıştı. Atananların 13’ü Gazi Üniversiteli olan akademisyen, 28’i bakanlık dışından ve 17’si de eğitimci olmayan kişilerdi. Göreve getirilenlerin önemli bir bölümü işlerinin ehli olmayan ve de irticai faaliyetlerde bulunma ve görevi kötüye kullanma gibi nedenlerle ceza almış kişilerdi (bkz. R. Okçabol, AKP iktidarında eğitim, Ütopya Yayınevi, 2013). 

Mumcu’dan sonra Edebiyat Fakültesi mezunu ve cemaat üyesi olduğu bilinen Hüseyin Çelik,  2003-2009 arasında bakanlık yaptı. Kendisine yakın muhafazakar kişileri göreve getirdi. “Bir peygamberin ümmetinden” olduğunu söyleyen Prof. Dr. Necati Birinci’yi, 2007 seçimlerinden sonra da, ski valilerden Muammer Yaşar Özgül’ü bakanlık müsteşarlığına getirdi. 3-4 kez Talim ve Terbiye Kurulu (TTK) başkanını değiştirdi. 2009’da bakan olan hukukçu Nimet Çubukçu, Esengül Civelek’i müsteşar yaptı. 2005’te intihal yaptığı gerekçesiyle profesörlüğü elinden alınan işletme mezunu Ömer Dinçer, 2011 de bakan olunca hukukçu M. Emin Zararsız’ı bakanlık müsteşarlığına getirdi. 2013’te bakan olan İletişim profesörü Nabi Avcı, siyaset bilimci Yusuf Tekin’i müsteşar yapmıştır. 
Makine mühendisi olup hukuk da okuyan eski ülkücülerden İsmet Yılmaz, Mayıs 2016’da bakan olmuştur. Yılmaz, henüz müsteşarı değiştirmese de, bakanlıktaki gerici kadrolaşmayı hızlandırmıştır. Örneğin bir ilahiyatçı olan Alpaslan Durmuş’u Ağustos 2016’da TTK başkanlığına getirmiştir. Durmuş, resmî ve özel öğretim kurumlarında görev yapmış ve bir eğitim danışmanlığı firması kurmuştur. Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, Diyanet İşleri Başkanlığı, sınavlara hazırlık kitapları olan EDAM Yayınları, Türkiye Diyanet Vakfı gibi kuruluşlarda yazı işleri müdürlüğü ve editörlük gibi görevlerde bulunmuştur. Durmuş, ilahiyatçı olduğu kadar da piyasacıdır. Durmuş’un TTK başkanı olarak ilk işlerinden biri 24-25 Eylül 2016 günlerinde ÖNDER İmam Hatipliler Derneği tarafından Kahramanmaraş’ta düzenlenen 13. İmam Hatipliler Kurultayı’nda, bir konuşma yapmak olmuştur. Durmuş, “Hz. Muhammed’in Hayatı” ders programında evin reisinin erkek olduğu, kadının reise itaat etmesi gerektiği gibi ifadeleri savunarak da ününe ün katmıştır.

TTK’da Durmuş ile birlikte 11 üye vardır. TTK’nin iki başkan yardımcısından biri, ilahiyatçı Dr. Mehmet Sürmeli’dir. Sürmeli’nin yayımlanmış kitapları şunlardır: Tevhid Risalesi, Kur’an’da Velayet Kavramı, Gaye İnsan Hz. Muhammed(s.a.v.), Muhammed Suresi, Ayet Tefsiri, Sahabenin Kur’an Anlayışı, Beş Terim, Hz. Peygamber’in Kur’an Anlayışı, Nasıl İman Edelim (Kur’an ve Sünnette İmanın Hakikati), Dini Terimler Sözlüğü (ortak çalışma), Çocuk Terbiyesi, İsra Suresi, Ayet Tefsiri.

Bilindiği kadarıyla, TTK’nin diğer dokuz üyesinden biri ile TTK başkanlığına bağlı daire başkanlarından biri de imam hatip mezunudur. Din Öğretimi Genel Müdürü de, Ensar Vakfı ile işbirliği içinde olan ilahiyatçıdır. 

Hayat Boyu Öğrenme Genel Müdürlüğüne atadığı Adalet Bakanı Abdülhamit Gül’ün kardeşi olan Mehmet Nezir Gül de, ilahiyatçıdır. Tüm Zamanların Efendisi / 100 Soruda Hz. Muhammed, Cemil Dede Namaz Surelerini Anlatıyor (Resimli, İlköğretim Öğrencileri İçin), Esmâü’n Nebi / Peygamberimizin İsim ve Sıfatları ile İslam’ı Aşkla Yaşayanlar gibi çalışmaları vardır. 
Yılmaz’ın eğitim bakanlığını çiftliği gibi kullandığı görülmektedir. Bir emniyetçiyi basın müşavirliğine, yeğenini Milli Eğitim Bakanlığı Özel Eğitim ve Kaynaştırma Daire Başkanlığına, kardeşinin kayınbiraderi ve kendisinin de koruma müdürü olan Uğur Tecir’i, Din Öğretimi Genel Müdürlüğü'nde Daire Başkanlığına getirmiştir. Yılmaz, kendisinin meclis işlerini takip eden İsmail Güler’i, Milli Savunma Bakanı iken daire başkanı yapmıştı, şimdi de, Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü'ne Daire Başkanı yapmıştır. Yılmaz, Metalürji Teknolojisi öğretmeni olan yeğeni Fikret Yılmaz’ı da, Özel Eğitim ve Rehberlik Genel Müdürlüğüne bağlı Özel Eğitim Kaynaştırma Daire Başkanlığına vekaleten atamıştır. 

Yılmaz, gerici kuruluşlarla iş birliği yaparken de, bakanlığı çiftliği gibi kullanmaktadır. 

Bakanlık merkez örgütünde çalışan imam hatip ya da ilahiyat mezunu olmayan eğitimciler sessiz kalıp aldıkları eğitime ihanet içinde oldukça, bu bakanlıktan gerici uygulama çıkmayıp da ne çıkar? 

Rıfat Okçabol / SOL

Guadealupe Konferansı ve İran - CEYDA KARAN

İran’da İslam Cumhuriyeti’ndeki huzursuzluğu ‘demokrasi devrimine çevirme’ hevesleri gayet anlaşılır. Lakin bu noktada emperyalizmin rolü ihmale gelmez. ‘Emperyalizm artık değişti, zaten nedir ayol, bir grup anlaşamayan adam’ analizlerini bırakıp en başta tarihe bakmalı. 
O da bize ABD’nin şu veya bu biçimde müdahil olduğu bir kriz varsa, ‘sakınmak gerektiğini’ gösteriyor. Bizatihi İran’ın kendi tarihi ibretlik derslerle yüklü.

***

Hayır, salt İran’da petrol kaynaklarını millileştirip, gelenekçi Şii toplumunda ilerlemeci sosyal ve ekonomik reformlara soyunmuş seçilmiş Başbakanı Muhammed Musaddık’ın CIA darbesiyle devrilmesinden bahsetmiyorum. Asıl sol muhalefeti kırıp Şii ulemayı güçlendiren bu hamleden sonra ABD’nin bizzat İslamcı İran’ın yolunu açması var. 
Bu açıdan Amerika’da 2016 ortalarında gizliliği kaldırılan diplomatik belgeler ve şöyle bir anılıp geçilen Guadealupe Konferansı önemli.

***

4-7 Ocak 1979’da Karayipler’de Fransa’ya bağlı Guadeloupe Adası’nda Cumhurbaşkanı Valery Giscard d’Estaing’in ev sahipliğinde ABD Başkanı Jimmy Carter, Batı Almanya Şansölyesi Helmut Schmidt, Britanya Başbakanı James Callaghan’ın buluşması ‘Guadeloupe Konferansı’ diye anılır. Dünya işlerinin konuşulduğu konferansın asıl gündemi İran’daki siyasi çalkantıydı. Dört lider İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi’nin artık kurtarılamayacağına hükmetmiş, bunun iç savaş ile Sovyet nüfuzunun artmasına yol açacağını öngörmüştü. 

Konferansta Şah’ın aslında devrilmesine karar verildi ve ‘İslamcı İran’ için düğmeye basıldı. Zaten Carter yönetimi ve CIA çalışmaktaydı.

***

İran resmi anlatısında devrim, Humeyni’nin cesurca ABD’ye meydan okuması ve ‘Büyük Şeytan’ın Şah’ı çaresizce iktidarda tutma girişimi olarak sunulur. ABD anlatımında Carter yönetiminin Şah’ın arkasında durması ve istihbarat zaaflarına vurgu yapılır. ABD diplomatik yazışmaları ise bize, önemli nüansları sunuyor. Nedir bunlar? Carter yönetimi Humeyni ile doğrudan diyaloğa geçmiş, İran ordusunun üst düzeyini gemlemiş, ‘İslamcı İran’ın bizzat yolunu açmıştır.
İran’ın siyasi kaos yaşanan, kamu hizmetlerinin altüst olduğu, işçi grevlerinin petrol akışını sekteye uğrattığı, ordunun solcu muhalefetle kapıştığı günlerde, Ayetullah Ruhullah Humeyni’nin liderliğini yaptığı Şii ulema aslında ABD ile pazarlığa oturmuştur.

***

Humeyni 5 Ocak’ta Fransa’da kendisini ziyaret eden Amerikalı’ya, Washington’a iletmesini istediği mesajında “Petrol konusunda bir korku olmamalı. Petrolü ABD’ye satmayacağımız doğru değil” der. 14 Ocak’ta ABD Dışişleri Bakanı Cyrus Vance’ın Humeyni ile doğrudan temas kanalı açılması talimatı gelir. 15 ve 18 Ocak’ta ABD’nin Fransa elçiliğindeki siyasi temsilci Warren Zimmermann Paris dışındaki Neauphlele- Chateau’da Humeyni’nin ekibinin başı İbrahim Yezdi ile görüşür. Humeyni’nin derdi İran ordusunun üst kademeleridir. Carter, ABD yatırımları, petrol akışı, askeri ve siyasi ilişkiler ve Sovyetler’e karşı ortaklık ister.

 27 Ocak’ta Humeyni’den Washington’a ulaşan mesajda ‘dönüşü için yumuşak yol’ bulunması, anayasal hükümetin istifaya zorlanması ve ordunun tavizi istenir. Humeyni bölgeyi istikrarsızlaştırmayacaklarını ve bölgeye karışmayacaklarını vaat etmiştir. 
İki gün sonra Washington’dan verilen yanıt 35 sene gizli kaldı. Burada İran siyasi sistemine dair ‘esnek olunacağı’, ‘anayasanın değiştirilebileceği’ ve ‘ordunun sözde bütünlüğünün korunması’ yer alır. Humeyni’ye kilit enformasyon verilmiştir: İran askeri liderlerinin siyasi geleceklerine dair esnektiler. Mesaj Tahran elçiliğine yollandığından Ayetullah’ın eline hiç geçmez. Zaten fark etmez. 1 Şubat’ta Ayetullah geri dönüş yoluna koyulmuştur. 
ABD’nin evdeki hesapları çarşıya uymaz tabii. Sonrası malum.

***

Hasılı, ABD İran’da siyasal İslamcıların iktidar olmasını umursamadı. ‘Yeter kiAmerikancı olsunlar’ diye düşünülüyordu. Umursadıkları da hâlâ değişmiş değil. Bizde de ‘sosyal özgürlük’, ‘kadın devrimi’ denildiğinde akan sular duruyor. Acıklı olan da bu.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Gerçek din ve gerçek ahlak bilgisi - MİNE SÖĞÜT

Diyanet’in, sapkınlığı körükleyen bitmek bilmez fetvalarına ve yaydığı bilgilerin işaret ettiği dini gerçekliklere veryansın etmeden önce... 
Bizim kendi zihnimizde ve kalbimizde bazı şeyleri halletmemiz gerekiyor. 
Din hakkında gerçekten ne düşünüyoruz, ne biliyoruz? 
Bildiğimiz şeylerle yüzleşiyor muyuz? 
Yüzleştiğimiz gerçeklerle baş edebiliyor muyuz? 
Her konuda olduğu gibi bu konuda da görmezden geldiklerimiz, eninde sonunda başımıza bela... 
O beladan kurtulmak istiyorsak önce kendi duygularımızı ve ahlakımızı kurcalamaya cesaret etmeliyiz. 
Bunu yaparken de gerçekçi ve adil olmalıyız. 

İşe, herhangi bir inanca ve inanana saygı duyduğumuz zaman aslında neye saygı duyduğumuzla net bir şekilde yüzleşerek başlayabiliriz. 
Bunun için meselenin artık bireyin iç dünyası meselesi olmadığını kavramamız gerekiyor. 
Devlet politikasının tam merkezine çöreklenmiş toplumsal bir duygu sömürüsü ve sinsi bir sistem dönüşümü var karşımızda. 
Meseleye bu bilinçle bakmadığımız sürece işin içinden çıkmamız zor. 
Dogmatik bilgilerin dokunulmazlığının gerçek hayatta nelere mal olabileceğini görmek zorundayız. 
Laiklikten zorla koparılmış ve bir kaosa doğru sürüklenmekte olan bir ülkede yaşadığımız gerçeğiyle yüzleşmeliyiz. 
Dini değerleri kendisine kalkan yaparak ilerleyen iktidarın hukuku ortadan kaldırmasının ne anlama geldiğini net bir şekilde sorgulamalıyız. 
İlkokul öğrencilerini bile akın akın namaza taşıyan bir eğitim inşa eden iktidarın niyeti belli. 
Dindar ve kindar bir nesil yaratacağı kendi beyanı. 
Kadını toplumda en alt basamağa itmeyi marifet saydığı ortada. 
Kız çocuklarına ve hatta oğlan çocuklarına ne gözle baktığı da. 
Ve tüm bunları bir dini inancı referans göstererek yapmakta. 
O inanç bu coğrafyada öyle güçlü ve etkili bir inanç ki, karşısında akan sular duruyor. 
Buna güvenen iktidar anayasayı elinden çoktan attı. 
Ülkeyi yeri gelince kafasına, yeri gelince kutsal kitaba göre yönetmeye kararlı. 
İşe, dine saygı adına laiklikten ödün isteyerek başladı... 
O ödün verildiği andan itibaren iş bu noktaya kadar vardı. 
Artık şu gerçeklikle yüzleşmek zorundayız. 
İnancın temelinde yer alan dogmatik bilgileri değiştiremeyiz. 
Eğer kitap çocukların buluğ çağına varır varmaz evlendirilebileceğini yazıyorsa dinen küçük çocuklar evlendirilebilir demektir. 
Aydınlanmasını daha yaşamamış olan İslamdan Hıristiyanlık gibi esnemesini bekleyebileceğimiz bir çağda değiliz. 
Kız çocuklarının erkenden kafalarını kapatmaya çalışan bir inanç sisteminden, onları cinsel obje olarak görmemesini beklemek saflık. 
Kadınların ve kız çocuklarının bedenlerini, erkeklerin nefislerine bir tehdit olarak kodlayan bir zihniyetin savunduğu ahlak, kaçınılmaz olarak içinde sapkın bir dil ve algı barındırır. 
Bunları görmezden geldiğimiz, “Gerçek din bu değil” samimiyetsizliğini kabul ettiğimiz, “inanca saygı” engeli karşısında ürktüğümüz sürece... 
İktidar dini duyguları rahat rahat sömürür... 
Sırtını ona dayayan Diyanet de usulen laf ebeliği yaparak, sinsiliğini sürdürür. 
Neticede; 
Okullardaki din derslerinde sadece dinler tarihi, felsefesi ve sosyolojisi okutulmadıkça... 
İnanç sistemlerinin insanlık tarihi boyunca matruşkalar gibi birbirinin içinden çıkarak yol aldığı, sokaktaki en cahil insanın bile aklına sokulmadıkça... 
Her şey gibi inancın da kültürel bir evrim geçirerek bugünkü haline vardığı insanlar için sıradan bir bilgi olmadıkça... 
Dogmatik inançlar topyekûn arkaik değer rafına kaldırılmadıkça... 
İnanç meselesi psikolojik bir olgu olarak kafalara kazılmadıkça... 
Devlet işlerinin dinlerle alakası kökünden kesilmedikçe... 
Çocuklar hep tehlikede.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Tarihin en büyük ayrımcılığını sınavla gizlemek - ÜNAL ÖZMEN

450 bini merkezi idarede, 450 bini yerel yönetimlerde, 120 bini geçici işçi olarak kamuda istihdam edilen bir milyon 20 bin taşeron işçiyi ilgilendiren Taşerondan Kadroya Geçiş Sınavı takvimi açıklandı. 
Böylece, TKGS olarak kısaltacağımız sınav, taşeron uygulamasına son verilmediği sürece belli aralıklarla yapılacak sınavlardan biri olarak hayatımızdaki yerini almış oldu.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Politikalar Bakanı Jülide Sarıeroğlu, Anadolu Ajansı Editör Masasında, taşeron işçilerin kadroya alınması sınavı hakkında bilgi verirken “Şu an zaten kamuda istihdam etmek için aldığımız kardeşlerimiz yıllardır görevlerini yapan kişiler, bu anlamda da hiçbir sıkıntıya kapılmasınlar. (Merkezi idareyi kastederek) 450 bin kişi şartsız, yaş kriteri olmadan, eleme anlamı taşıyacak hiçbir düzenleme olmadan kadroya geçecek.” dedi. Yorum gerektirmeyecek kadar açık; kamu işyerlerinde çalışan taşeron işçinin tamamı kadroya alınacak. Hiçbir işçi elenmeyeceği için sınav, hangi işçinin hangi birimde istihdam edileceğine karar verileceği becerileri belirlemesi amacı taşıyor!

Sınav programına bakıldığında taşeron işçinin kadroya geçebilmesinin, Sırat Köprüsü’nden geçmek kadar zor olduğu gözüküyor. Bir taşeron işçinin kadro alabilmesi için önce şubatta askıya çıkacak “taşeron kadro kesin listesi”ne girebilmesi gerekiyor. Sonra sınav, ardından mülakat, onun ardından güvenlik soruşturması! Üstelik her kurum ister yazılı, ister sözlü, ister uygulamalı, isterse sözlü uygulamalı olarak tercih ettiği bir sınav yöntemi belirleyecek. Buna göre A kurumundaki çaycı yazılı sınava tabi tutulurken B’deki çaycı, müdürün çayını servis hızıyla test edilebilecek!

Bakan söylediği gibi taşeron işçiler “hiçbir şart aranmaksızın 657 sayılı devlet memurları kanununun 4(D) kapsamına” alınacaksa insanlara bin dereden su getirtmenin anlamı ne; bakanın dediği gibi yıllardır aynı yerde çalışan taşeron işçilerin, aynı yerde aynı işi yapmaya devam edebilmeleri için onlara hendek atlatmak niye? 
Öyle ya, hastanede morg bekçiliği, belediyede lağım kazıcılığı yapabilmek için bu denli kapsamlı bir sınav programına ne gerek var?
Eğitim yazan biri olarak, Taşerondan Kamuya Geçiş Sınavının lüzumsuzluğu kadar adil olmayan yönünü yazmak niyetindeydim. Herkes gibi benim de sınava ilişkin ilk yorumum, AKP’ye yakın olmayan taşeron işçilerin sınavla eleneceği yönündeydi. Fakat sınav yapmaya karar veren devlet ‘bu bir formalite’ anlamında açıklamalar yaptığına göre sınav açmanın başka bir nedeni olmalıydı. 
Bu noktada kafam karıştı!
Bize anlamsız gelen bu sınavın arka planında başka neler olabileceğini anlayabilmek için sosyal güvenlik politikaları konusunda uzman, yılların gazetecisi dostum Ahmet Kıvanç’ı aradım. Ahmet, “Taşeron işçilerin kadroya alınmasına ilişkin olarak AKP’nin TBMM’ye 2015’te sunduğu yasa tasarısını, üzerinden üç yıl geçmesine rağmen neden yasallaştırmadığını sanıyorsun” diye bana yönelttiği soruyla ayılmamı sağladı.
Dostumun soruya yanıtı şöyle oldu: AKP tarafından meclise sunulan taşeron işçilerin kadroya alınmasına ilişkin kanun tasarısı gündeme alınmayarak AKP’ye yakın olmayan taşeron işçilerin, bu sürede bizzat (CHP’li belediyelere işçi bulanları da dahil) AKP’li olan taşeronlar tarafından elenmesi sağlandı, yeni işçi alımları kadro hesabına göre yapıldı; bugün açılan sınav ise tarihin bu en büyük kadrolaşmasına meşruiyet sağlama amacı taşıyor!

“Şartsız, yaş kriteri olmadan, eleme anlamı taşıyacak hiçbir düzenleme olmadan kadroya geçecekler” diye yapılan Taşerondan Kadroya Geçiş Sınavının, tarihin en büyük kitlesel adaletsizliğini gizlemek amacıyla yapıldığını anlıyoruz. Sınavın karmaşıklığı kadar gündemde tutulması haksızlığa, adaletsizliğe, ayrımcılığa uğrayanlarda bir milyon kişinin adil bir seçimin sonunda güvenceli bir işe başladığı algısını pekiştirecek. Bu denli büyük bir adaletsizliği adil bir işlemle(!) meşrulaştırmak ancak Şeytan’ın fikri olabilirdi!

•••

Burada dikkat çekmeye çalıştığımız iktidarın vatandaşları arasında ayrımcılık yapıyor olması, bunun böyle bilinmesini isteriz. Tabi ki güvenceli, düzenli, istikrarlı bir iş sahibi olması için çaba içinde bulunduğumuz tümü yoksul mevcut taşeron işçilerinin kadroya alınmasını destekliyoruz. Onların haklarına dil uzatmamız söz konusu olamaz, şimdiden kadroları helali hoş olsun.

Ünal Özmen / BİRGÜN

Yesinler sizin ahlakınızı! - GÖZDE BEDELOĞLU

Yaşları yedi ile on bir arasında değişen kız çocukları dans ederken tercihlerini şort giymekten yana kullandıkları için Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK), programın yayınlandığı TV8’e para cezası kesti. Cezayı savunan AKP’li üyelere göre, çıplak bacaklarla dans eden ÇOCUKLAR milleti tahrik ediyordu. Kendi algılarını millete mal ettiklerinde ortaya çıkan genellemenin korkunçluğu ise belli ki umurlarında değil. Aksi halde, milleti yedi yaşındaki şortlu kız çocuklarından tahrik olabilen bir yığın olarak tarif etmenin, Türkiye’nin kapısına ‘pedofili diyarına hoş geldiniz’ diye tabela asmaktan bir farkı olmadığını idrak edebilirlerdi.

•••

Şikayet ederek, küçücük kızların şortlu dans gösterisinden tahrik olan millet tespitine imkan sağlayan kurum, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı! Çocuk Hizmetleri Genel Müdürlüğü tarafından RTÜK’e yazılan yazıda, gösteri için ‘çocukların yaş ve gelişim düzeyine uygun olmayan kıyafetlerde dans ettikleri görülmektedir’ deniyor. ÇOCUKLAR için uygun bulunmayan kıyafeti bir kez daha hatırlatalım; şort ve askılı üst. Aile Bakanlığı, RTÜK’e yazdığı yazıda şikayetinin gerekçesini şöyle sıralamış:
“Bakanlığımızca çocukların korunması, haklarının güvence altına alınması, ihmal ve istismardan korunmaları amacıyla çalışmalar yürütülmektedir. Çocukları etkileyen tüm yasa ve politikalarda, idari ve yargısal kararlarda ve hizmet sunumunda çocuğun yüksek yararı, ilkesi göz önünde bulundurulmaktadır. Yarışmada çocukların gelişim düzeyine uygun olmayan kıyafetlerle dans ettikleri görülmektedir. Söz konusu yayın çocukların fiziksel, zihinsel, psikolojik veya ahlaki gelişimlerine zarar verebilecek içerikte olup, çocukların ihmal ve istismardan korunması amacıyla gerekli cezai yaptırımın uygulanması hususunda gereğinin yapılmasını...”

•••

Cümleler çok şık değil mi? Ancak konu, ulusal ve uluslararası raporlarda belirtildiği gibi, Türkiye’nin çocuklara yönelik cinsel sömürü karnesinin ne kadar berbat olduğuyla ilgili değil. Dert, Avrupa’da erken yaşta evliliğin en fazla gerçekleştiği ülke olmamız da değil. Hassasiyet, tarikat yurtlarında, hapishanelerde, aile ve yaşadığı çevre içinde taciz ve tecavüze uğrayan çocuk sayısındaki artış hiç değil! Aile Bakanlığı’nı ‘çocukların fiziksel, zihinsel, psikolojik veya ahlaki gelişimine zarar verebileceği’ konusunda endişelendiren, harekete geçiren şey kız ÇOCUKLARININ şortla dans etmesi! Tersi mümkün olsaydı zaten, Türkiye’nin çocuğun cinsel istismarında hem kaynak hem de transit ülke olduğunu ortaya koyan uluslararası raporlar (ECPAT) fazlasıyla utanç verici olduğundan, iktidar çocuğun tecavüzcüsüyle evlendirilmesi halinde suçlunun cezasının ertelenmesini mümkün kılacak bir yasayı Meclis gündemine taşıyıp durmazdı.

•••

RTÜK tarafından milletçe şortlu çocuklara bakıp hallenen insanlar olabileceğimiz fikrinin bulantısı ve ağırlığı altında bırakılmışken, bir diğer salvo da Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan geldi. Başkanlığın internet sitesinde yer alan Dini Kavramlar Sözlüğü’nde “buluğ (ergenlik) çağının alt sınırı erkekler için on iki, kızlar için dokuz yaş olarak belirlenmiştir” deniyor. Buluğ çağına gelmiş ÇOCUKLARIN, yanında velisi olsun olmasın, EVLENEBİLECEĞİ söyleniyor. Bu, on sekiz yaşın altındaki herkesi çocuk kabul ederek istismara karşı korumayı amaçlayan evrensel hak bildirileri rehberliğinde hazırlanmış yasaları yok saymak anlamına gelirken, dokuz – on iki yaşındaki çocukların tecavüze uğramasını, zorla evlendirilmesini de gerekçelendirmek demek. Aile Bakanlığı toplumun ahlaki gelişimine engel olarak şortla dans eden kız çocuklarını görüyor, beri yandan; devasa bütçesiyle pek çok bakanlığı geride bırakan Diyanet’in, dokuz yaşındaki kız çocuklarının evlenip gebe kalabileceğine dair yayınladığı görüşe sessiz kalıyor. Yesinler sizin ahlakınızı.

Gözde Bedeloğlu /BİRGÜN

Öne Çıkan Yayın

‘İbrahim İttifakları’, “terörsüz Türkiye ittifakı”, Hıristiyan siyonizmi, İslam siyonizmi - Adnan Gümüş / Evrensel -

Bir süredir, en azından 1940’lardan bu yana, “Daha iyisini tahayyül edemediğimiz bir dünyada mı yaşıyoruz?​” Adorno 1956’da Horkheimer’la te...