10 Ocak 2018 Çarşamba

Hani canavardı? - MUSTAFA K. ERDEMOL

Batı medyasının taktığı adla “Küçük şişman felaket”, aslında Donald Trump’ı da, politikayı bildiğini sanan batılı politikacıları da cebinden çıkaracak kadar usta biri olduğunu gösterdi. 
ABD savaş gemileri burnunun dibine kadar her geldiğinde nükleer füze test ederek gücünü gösteren, komşularını kendisine karşı kışkırtanlara da pabuç bırakmayan Kuzey Kore lideri Kim Jong- un’un, ülkesi saldırı altındayken savunma konumundan vazgeçmeyeceğini, ama “dünyayı tehdit” ederken bile aslında barıştan yana olduğunu defalarca söylediğini duyan olmadı pek.

Kim Jong- un, Trumpseverlerin inanmamızı istediği gibi bir canavar değil. Tam tersine, başından beri barıştan yana bir lider. Babasının ölümünden sonra görevi devraldığında, 2013’de yaptığı konuşmada Güney Kore’ye “dostluk eli” uzattığını kaç kişi anımsar bugün. O gün yaptığı konuşmada genç lider, Güney Kore’ye “cepheleşmekten” vazgeçmesi çağrısında bulunmuş, önem verdiği tek konunun ülkesinin yaşam standardını yükseltmek olduğunu belirtmişti. Kore’nin bölünmüşlüğüne son vermenin yolunun zıtlaşmayı bırakmaktan geçtiğini de vurgulayan Kim’in en çarpıcı cümlesi bence şuydu: “Geçmişteki ilişkilere bakıldığında, aynı vatanın evlatları arasındaki cepheleşme, savaştan başka bir yere gitmedi”.

Trump’ın son zamanlarda gittikçe saldırganlaşan tavırlarından Kuzey Kore de payını aldı, malum. ABD’nin maço Başkanı, aslında ticari rakibi olarak gördüğü Çin’e de dolaylı olarak bulaşmanın bir aracı haline getirdiği Kuzey Kore’ye çullanırken iki Kore’nin yer aldığı bölgeyi bir gerginlik coğrafyasına çevirdi. Kendi halkını Kim’in nükleer silahları ile korkutarak ülkesinin yıllar önce özellikle Reagan ile “askerileştirilmiş dış politikası”nı 
sürdürmeye kararlı olduğunu gösterdi.

Bölgesel savaşlardan medet uman, yerel aktörleri bu savaşlarda ABD çıkarları için kullanmayı seçen Trump, sorunlu bölgelerde “düşman kardeş” kabul edilen toplumları birbirine düşürmek için mevcut sorunları krize dönüştürecek her fırsatı kullandı. İsrail-Filistin sorununu derinleştiren Kudüs kararı, iki Kore arasındaki sorunları iyice arttıran Kuzey Kore’ye yönelik kışkırtıcı tutumları son örnekleridir bu politikasının.
Kuzey Kore lideri Kim Jong- un’un böylesi provokativ bir ortamda bile, savunma politikasından (yani 2017’de 20’den fazla füze denemesi yapmaktan) asla vazgeçmeden , hem de doğrudan ABD’ye görüşme çağrısı yaptığını gerçekten anımsıyor muyuz? Çok zaman geçmedi oysa, Aralık ayında Kim, yaptığı nükleer testleri dünyaya “tehdit” gibi gösteren ABD Başkanı Donald Trump’a bir çağrı yapmış, “güvenlik garantisi” konusunda ABD ile “doğrudan” görüşme talebinde bulunmuştu.

Bu şu demekti açıkça, “nükleer denemelerimi ABD tehdidi yüzünden yapıyorum. ABD bana saldırmayacağı garantisi verirse ben de denemeleri durdururum. Bunu konuşmaya hazırım” demekti. Kim Jong-un’un bu önerisine Rusya Dışişleri Bakanı Servgey Lavrov da destek vermis, Rusya olarak arabuluculuk yapabileceklerini söylemişti. ABD Başkanı Trump’ın buna yanıtı tabii ki olumsuz olmuştu.

Batı basının “deli”, “küçük roket adam”, “deli şişman” diye sıfatlar taktığı Kim Jong- un, krizin Trump’la çözülemeyeceğini, aksine sorunun kendisinin ABD olduğunu bilecek kadar akıllı bir lider. Ülkesi ABD karşıtlığının deneyim kazandırdığı bir diplomasiye sahip. Ondan yararlandığı da kesin. O nedenle son hamlesi Trump’ı çok şaşırtmış olmalı. Trump’ı devreden çıkarıp Güney’le muhatap olması akıllıca bir tavır oldu. Neredeyse herkesin her an bir savaş çıkmasını beklediği bir anda Güney Kore’ye yine “barış eli” uzatan, “diyalog çağrısı” yapan Kim Jong- un oldu. Kuzey Kore’nin lideri yeni yıl mesajında Güney Kore’ye diyalog teklif edince, Güney Kore de kabul etti. İki ülkenin yetkilileri dün sınır köyü Panmunjom’da bir araya gelerek müzakerelere başladılar. Kuzey Kore’li sporcular Güney Kore’nin Pyeongchang kentinde 9 Şubat’ta başlayacak Kış Olimpiyat Oyunları’na katılacaklar. İki ülke arasındaki telefon hattı da yeniden açıldı. Askeri görüşmeler de yakında başlayacak.

Diyalog çağrısı, barış önerisi hep “canavar Kim’den” geliyor farkındaysanız.

Korkulacaksa Trump’dan korkulsun.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Üniversite yerli ve milli olsun, peki ekonomi? - FATİH YAŞLI

Üniversite, doğası gereği “yerli” ve “milli” olamaz, sağın olanca hamasetiyle “yerli ve milli değerler” adını verdiği değerlerle de uzaktan yakından ilişki kuramaz; çünkü bilim evrenseldir ve eleştirel aklın yerli ya da milli olmak gibi bir derdi yoktur. Bilim üretmesi ve eleştirel aklı öğrencilerine aktarması gereken bir kurum olarak üniversitenin, yerlilik ya da millilik gibi dertleri varsa ona üniversite değil, en fazla meslek edindirme kursu falan diyebiliriz.

Üniversite yerli ve milli olamaz ama her gittikleri ülkeden et ya da zeytinyağı ithal etmeye kalkanların bilmesi gereken bir şey vardır ki, ekonomi, üretim, tarım, hayvancılık yerli ve milli olabilir. Sağcılığın hamasi nutuklarının yerli ve milliliği değil elbette kastımız, kendi ayakları üzerinde duran ulusal bir pazardan ve bir üretim ekonomisinden söz ediyoruz.
Dün yaklaşık dört yıldır devam eden Soma Katliamı davasının duruşması vardı. Soma’da 301 kişinin yaşamını yitirdiği o büyük katliam, öncesiyle ve sonrasıyla sağ hamasetin bu ülkeyi nasıl bir uçuruma götürdüğünü, varoluş zeminimizi nasıl ayaklarımızın altından çektiğini bütün çıplaklığıyla gösteriyor.

Soma, yakın tarihe kadar bir tarım ve esas olarak bir tütün kentiydi. Termik santralın varlığı nedeniyle kent halkı madenciliğe yabancı değildi ama madende genelde dışarıdan gelenler çalışır, yöre halkı ise tarımcılıkla uğraşmaya devam ederdi. Ancak işler 2000’li yıllardan itibaren değişmeye başladı. Tarımda izlenen ve ne milli ne de yerli olan neo-liberal politikalar tütünü ve tarımı bitme noktasına getirdi, tarımdan elde edilen gelirin giderek düşmesiyle birlikte halk kaçınılmaz olarak madenlerde çalışmaya yöneldi.
Katliama giden yolda tarımdaki neo-liberal politikalar kadar madenlerin işletilmesinde uygulanan ve yine neo-liberalizmden beslenen özelleştirme ve taşeronlaştırma uygulamaları etkili oldu. Madenler hızlı bir şekilde özel sektöre devredildi, ancak mesele tek başına bu değildi, mesele şirketlere “sınırsız kömür alım garantisi” verilmesiydi. Bunun patronların kâr hırsını nasıl kamçılayacağı belliydi, işçiler güvencesiz koşullarda ve uzun çalışma saatleriyle madenlere yollandılar, ne kadar çok kömür çıkarılırsa o kadar iyiydi, çünkü müşteri hazırdı, devlet hepsini satın alıyordu.


Peki bu kömürler ne yapılıyordu? 
“Sadaka devleti” uygulamaları kapsamında, yardımlar aracılığıyla kemik seçmen kitlesi haline getirilmiş yoksullara dağıtılıyordu; yani yoksul maden işçilerinin canları pahasına çıkartılan kömür, patronlara kamu kaynaklarını pervasızca aktararak satın alınıyor ve sonra da oya tahvil olsun diye başka yoksullara dağıtılıyordu, mekanizma böyle kurulmuştu.
Dahası, kendisine kamu kaynakları aktarılan firmalar bir yandan aldıkları ihalelerin komisyonlarını farklı kanallar aracılığıyla bir yerlere aktarırken, öte yandan işçileri iktidar partisinin mitinglerine, toplantılarına katılmaya zorluyor, seçimlerde iktidar partisine oy vermeleri konusunda baskı yapıyorlardı.

Peki madende hiç mi denetim, hiç mi kontrol yapılmamıştı? 
Elbette ki yapılmıştı, herkes yaklaşmakta olan felaketin farkındaydı ama denetim raporlarının üzeri örtüldü, felaket görmezden gelindi, çünkü para konuşuyordu, çünkü patronlar semiriyordu, çünkü yoksullara oy adına kömür dağıtımına devam edilmesi gerekiyordu.

Tüm bunların neticesi, yerli ve milli 301 insanımızın göz göre göre ölüme gitmesi oldu, Soma’da bir iş kazası yaşanmadı, Türkiye tarihinin en büyük işçi katliamı yaşandı. Sermayenin, uluslararası tekellerin, yabancı şirketlerin, IMF’nin talepleri doğrultusunda bitirilen tarım, neo-liberalizmin doğasına uygun bir şekilde yürütülen taşeron ve güvencesiz çalışma, iktidar ve kâr hırsı bir araya geldi ve 301 insanın canını aldı.
Yerli ve milli hamasetinin bugün geldiği yer neresi peki? 
Sırbistan ve Fransa’dan et ithalatı, Tunus’tan zeytinyağı ithalatı, kuru fasulye, nohut ve barbunya ithalatındaki gümrük vergisinin sıfırlanması, yani bunların ülkeye girişinin kolaylaştırılması, saman ithalatı, tütün tekellerinin çıkarları adına sarma tütüne getirilen vergi…

Türkiye, giderek betondan başka bir şey üretmeyen, üretim ekonomisinden hızla uzaklaşan, milyarlarca dolar dış borcu olduğu, katma değere dayalı bir sanayi kuramadığı, gelir dağılımı ve vergilendirmede muazzam bir adaletsizliği devam ettirdiği yetmiyormuş gibi, tarımsal olarak da bağımlı hale gelen bir ülkeye dönüşüyor. Bu esnada güvencesiz çalıştırmaya bağlı olarak işçi ölümleri devam ediyor, İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin hazırladığı rapora göre 2017 yılında en az 2006 işçi çalışırken yaşamını yitirdi, yani en az 2006 iş cinayeti işlendi.

Tarımın, hayvancılığın, insanlarımızın ölümünün üzerine, milliyetçiliğin ve dinciliğin hamaset örtüsü örtülmek isteniyor, yerlilik ve milliliği buralarda değil üniversitede arayanlar ülkeyi bir meçhule doğru sürüklüyor. 

Ya o örtüyü kaldıracağız ya da meçhule yolculuğumuz hep beraber devam edecek.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Açık konuşmak gerekirse üniversiteyi bilmiyor - TAYFUN ATAY

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Boğaziçi Üniversiteliler Derneği’nin toplantısında, “Açık konuşmayı severim” diyerek bu üniversitenin kendi gönlünden geçen konuma ulaşamadığını şöyle belirtmiş: 
Bu üniversitemiz açıkçası biraz zayıf kalmıştır. Bu ülke ve milletin değerlerine yaslanamadığı için küresel bir marka haline gelme çabalarında hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır. Çok seslilikle, kendi ülkesine ve milletine yabancılık arasındaki çizgi doğru çizilmeden bunu başaramayız. Batı ülkelerindeki üniversiteler çok sesli değil mi? Bunlardan hangisinin kendi devletine, kendi halkının değerlerine karşı faaliyet yürüttüğünü gördünüz?” 

Cumhurbaşkanı’nın bu sözlerine onun üslubunca “Açık konuşmayı severim” diye başlayan geri bildirimlerde bulunmaya kalkmanın tek sakıncası, ifadelerin hangi birinden başlama yolunda yaşayacağınız zorluk ve kararsızlık olabilir. 

Sondan başlamayı deneyelim! 
Bugün Erdoğan’ın lideri, daha doğrusu sahibi olduğu iktidar makinesi AKP içinde görevli kimileriyle de yolumun kesiştiği, lisans-üstü eğitim yaptığım Londra’daki okulun kantininde bir sohbet esnasında; 
Londra Üniversitesi’nin meşhur “LSE”sinde (“London School of Economics and Political Science”) ders veren (2010 yılında kaybettiğimiz) İrlanda asıllı FredHalliday için, aramızdan birinin sarf ettiği şu söz hiç hatırımdan çıkmaz: 
Yahu, adam tam bir İngiliz düşmanı, ha!..” 
Halliday, dünyada siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler denince de, LSE denince de, ama en önemlisi “İngiltere” denince de akla gelen ilk isimlerden biriydi o sıralar.
 
Geçelim Amerika’ya... 
Dünyanın en saygın üniversitelerinden Columbia’da İngiliz Tarihi ve Karşılaştırmalı Edebiyat profesörü olup “Oryantalizm” üzerine yazdıklarıyla çığır açmış Filistin asıllı Arap-Hristiyan, (2003’te kaybettiğimiz) Edward Said, tarihe Lübnan’dan İsrail sınır koruma birliklerine simgesel taş atma eylemi gerçekleştirirken çekilmiş fotoğrafıyla geçti. 
Yahudi lobisi, yaşadığı ülkenin yüksek milli değerlerine ve uluslararası çıkarlarına aykırı ve de “terör destekçisi” bu davranışı nedeniyle Said’in defterini dürdürmek için yapmadığını bırakmadı üniversiteye... 
Ama üniversite, adeta “Said, Columbia’dır” dercesine püskürttü bu girişimleri. 

Fransa’da (1984’te kaybettiğimiz) Michel Foucault, Collège de France’ta “Düşünce Sistemleri Tarihi” kürsüsünde dersler verirken 1970’lerin sonunda İran İslam Devrimi’ni savunan, Humeyni’yi anlamaya çağıran makaleler yazdı. Onu tabii ki çok kınayan oldu ülkesinde de, Batı’da da, ama ne Fransa’da, ne de Amerika’da ders/konferans verdiği üniversiteler onu dışladı. 

Bu saydığım örnekler çoğaltılabilir ve bu insanların hiçbiri, çalıştıkları üniversitelerin bulunduğu ülkelere ihanet eden insanlar değildi. 
Onlar, bilim ve düşünce insanıydı. 
Elbette üniversiteler sütten çıkmış ak kaşık değil. 
Hele Türkiye’de hiç değil; ne bugün, ne de dün, hiçbir zaman olmadı. 
Ben yaklaşık 40 yıldır üniversitenin içindeyim ve bunun 6 yılı da Londra’da, o yukarıda zikrettiğim LSE’ye hemen hemen komşu konumdaki SOAS’ta (“School of Oriental and African Studies”) geçti. Bu okulda “ülkenin milli menfaatleri”, “İngiliz halkının değerleri” şeklinde genellenebilecek bir tavır ve motivasyona rastlamadım hiç. 
Aksine, milli-manevi değerlerin de, milliyetçiliğin de, yabancı düşmanlığı, ırk ayrımcılığı, İslamofobinin de lime lime edildiği bir yerdi SOAS... 

Erdoğan’ın, dini iyi bilen bir arka plâna sahip olduğunu (birtakım eleştirilere muhatap olma pahasına) hep söyleyegeldim. Onu, Erbakan’dan özellikle tarikat-cemaat çevreleri nezdinde farklılaştıranın bu olduğunun altını çizdim. 
Evet, Cumhurbaşkanı, ulemadan değilse de teolojiye hâkim diyebiliriz. 

Ama Cumhurbaşkanı sosyoloji bilmiyor. 

Cumhurbaşkanı, üniversite nedir, ne değildir, bunu da bilmiyor. Üniversite, “vatan-millet-sakarya” müessesesi değildir. 
Üniversite biat-itaat değil merak; inanç değil kuşku; duygu değil sorgu diyarıdır. Üniversite, bir ülkede “milli-manevi değerler” retoriği etrafındaki 
“etnosantrik”(bizmerkezci) duyarlılıklara en fazla mesafeli olunması icap eden kurumdur. 
Üniversite yerli değil, milli de değil, ama evrensel bilgi, düşünce, eleştiri “site”sidir... 
“Şeyh uçmasa da mürit uçurur” sözünü bilen bilir. 

Bu, bir karizmatik şahsiyete körü körüne bağlı kitlelerin ona nasıl olağanüstülükler, olmadık meziyetler yüklediğini anlatan bir deyiştir. 
Fakat böylesi liderlik pozisyonunda olan bazı “mahir” şahsiyetler, o sözün çekimine karşı temkinli ve ihtiyatlıdır. 
Çünkü onun büyüsüne kapılmanın en büyük tehlikeyi kendilerine doğuracağını bilirler. 
Cumhurbaşkanı, üniversite konusunda uçtukça uçuyor. 
Kendisine bağlı, büyük bir kitlenin “uçurması” doğrultusunda uçuyor. 
Çevresinde ona üniversite konusunda makulü arz edecek birileri yok mu, var. Ama susuyorlar. 
Herhalde azımsanmayacak yüzdedeki “bağlılar” kitlesinin (“müritlerin”“lider”i uçurması, onları da savrulma riski, kaygısı, korkusuna ittiği için susuyorlar. 
Kraldan çok kralcılık, içinde bulundukları iklimde geçerli olduğundan susuyorlar. 
Biz ise her daim olduğu gibi “üniversite” bahsinde de bütün hışmı üstümüze çekme pahasına yine diyoruz ki... 

Kral çıplak!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Bölücülük - ÖZGÜR MUMCU

Devlet Bahçeli, kimseyi şaşırtmayan hamlesini yaptı ve başkanlık seçiminde Recep Tayyip Erdoğan’a destek vereceğini ilan etti. Bununla da yetinmedi, 2024 senesine kadar sayın Erdoğan ne yaparsa hepsine onay vereceğini de açıkladı. Böylelikle erimekte olan partisini AKP gemisine yedekledi. 

Cumhurbaşkanı, bir önceki cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve çevresini kaybederken, Bahçeli ve çevresini kazandı. Aslında referandumdaki kamplaşma değişmiş değil. 
Bütün otoriter rejimler, milletin gerçek temsilcilerinin kendileri olduğunu ileri sürer. Bu anlayış, kendilerine oy vermeyen kesimleri milletten dışlamaya, gayrı milli saymaya kadar gider. AKP’nin ve özellikle Sayın Erdoğan’ın giderek sertleşen ifadeleri de toplumu bölerek yönetme taktiğinin devam edeceğini göstermekte.

AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dünkü şu açıklamaları, bu kamplaşma taktiğinin en belirgin yanlarına işaret etti: 
“Bugün Tayyip Erdoğan ve AK Parti’ye yönelik saldırıların hedefi biz değil Türkiye’dir. Tabii, Türkiye’yi de sadece Türkiye olarak görmek yanlıştır. Türkiye demek Avrupa’nın ortalarından Afrika’nın derinliklerine kadar koskoca bir coğrafyada yaşayan yüzlerce milyon kardeşimizin göğsünde çarpan kalbi, tüm umutları demektir.” 

Buna göre Erdoğan ve AKP, Türkiye demek. Hatta Türkiye de değil bütün İslam dünyası demek. Haliyle kendisine ve partisine yapılan her türlü muhalefet de Türkiye ve İslam âlemine karşı bir saldırı olarak değerlendirilecek. 

Kendini bütün bir devletin ve dünyanın Müslüman nüfusunun yerine koymak, kabul edilmelidir ki çok sağlıklı bir yaklaşım değildir. Böyle bir ruh halinin memleketin geleceği açısından ne derece sakıncalı olduğunu da herhalde söylemeye gerek yoktur. 
Fakat sayın cumhurbaşkanı dünkü konuşmasında ilerisi için daha da kaygı verici şeyler söylemeyi başardı: 
“2019 seçiminin yerli ve milli olanlarla ipi başka mahfillerin elinde olanlarla geçeceği açıktır.” 

Böylelikle kendisine oy vermeyecek vatandaşları şimdiden ipi başka mahfillerin elinde gayrı milli unsurlar olarak damgaladı. Bu da milletin yaklaşık yarısının millet kavramından dışlanması anlamına geliyor. 

Bunun bir adım ötesi kendine oy verenleri vatansever, kendine oy vermeyenleri “vatan haini” ilan etmektir. Kaldı ki dünkü açıklamalar o adımın çok da ötede olmadığının altını şüpheye yer vermeyecek şekilde çizmiştir. 

Otoriter rejimler, doğaları gereği kapsayıcı olamaz. Bölüp yönetmek zorundalar. Bu bölücü yaklaşım bugün Devlet Bahçeli’nin de tam desteğini almaktadır. 

Oysa millet Erdoğan’dan da, AKP’den de, MHP’den de büyüktür. Üç büyük şehri kaybetmiş, gençlerden oy alamayan, ancak OHAL şartlarında ve YSK zelzeleleriyle yüzde 50’yi zar zor geçen bir siyasi gücün, milleti bölme çabasının varacağı tek yer devleti sarsmaktır. 

Kendini devlet zannedenler için bu son tahlilde iyi bir taktik olmasa gerek.

Özgür Mumcu / CUMHURİYET

Sürdürülebilir yoksulluk - ÇİĞDEM TOKER

Dünkü Resmi Gazete’de “muhtaçlar” ile ilgili bir Bakanlar Kurulu kararnamesi yayımlandı. Muhtaç ailelere ısınma amaçlı kömür yardımı öngören bu düzenleme 81 ilde milyonlarca eve, 500’er kg kömürün bedelsiz dağıtımını sağlayacak. 
Türkiye’yi 16 yıldır AKP yönetiyor. 
“Muhtaçlık” bu uzun zamanda bitmek bir yana çoğalırken iktidarın değişmemesinin izahı tek: AKP için yoksulluğun bitirilmesi değil sürdürülebilir ve yönetilebilir olması önemli. Bu tercih, iktidar aygıtlarına, bürokrasi ilişkilerine ve mevzuatın kullanılma ve uygulanma biçimlerine baktığımızda apaçık görünüyor. 
Böyle olmasa 2000’li yılların başında vergi rekortmeni listesinde üst sıralarda yer alan bir kamu kurumu olan Türkiye Kömür İşletmeleri (TKİ) her yıl artan görev zararlarıyla boğuşmak zorunda kalmazdı. 
Böyle olmasa TKİ ve TTK’nin görev zararları büyürken, onların kiracısı konumundaki özel kömür şirketleri (ki, çoğu da işçileri önlem almadan yerin altına indiriyor) devlet eliyle, yoksullara bedava dağıtılacak kömür satın alınarak zenginleştirilmezdi. 
Eğer muhtaçlara kömür dağıtımı, yoksulluğu yönetmek değil de sosyal politika aracı olsaydı, partili müteahhitlere bütçe kaynaklarından yarışmasız, kuralsız ihale vermek üzere sistem kurulmazdı. 
(Dünkü yazım üzerine gelen bir okur mesajında, 10 bin nüfuslu ilçesinde ki genç müteahhidin Passat’a bindiği yazıyordu.)

***

Muhtaçlara kömür dağıtımı, muhtaçlara kömür dağıtımından fazlasını ifade ediyor. 
Yukarıdan aşağıya doğru lütfeden el, ülke geneline yayıldıkça, verme işi devamlılık kazanınca minnet ve şükür ilişkisi de sürekli kılınmış oluyor. 
(Bakanlar Kurulu kararname ekindeki illerin, hangi ayda kömür alacağını resmeden ayrıntılı çizelgedeki itinaya göz atmanızı öneririm.) 
Varsın Türkiye Taşkömürü ve Türkiye Kömür İşletmeleri milyarlarca lira görev zararı yazsın.
***

Muhtaç ailelere kömür dağıtımı, AKP’nin icat ettiği bir uygulama değil. Tarihi Özal dönemine uzanıyor. AKP, bu uygulamayı “işledi.” Görev zararlarına aldırmayarak sürekli kılarken, kamu işletmelerinden çıkıp partili müteahhitleri içine alacak biçimde genişletti. 

2005 yılından bu yana, parasız dağıtılan kömür, TKİ’nin kendi işlettiği sahalara ek olarak, bağlı ortaklık ve iştiraklerini rödovans yoluyla kiralayan şirketlerden de satın alınıyor. Bu kömürlerin bedeli görev zararı yazılıyor. Görev zararları da bütçeden ödeniyor. 
Resmi verilerle bitirelim: Sayıştay’ın Kamu İşletmeleri Genel Raporu’na göre, 2012 yılında 1.5 milyar TL olan görev zararı ve sübvansiyonlar, 2016’da 3.3 milyar TL’ye yükseldi. 
Hazine’den KİT’lere ödenen görev zararının 1.3 milyar TL’si TKİ, 426 milyon TL’si Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları’na (TCDD) ödendi. (TCDD muhtaç ailelere dağıtılacak kömürün ulaştırılmasından sorumlu.) 
Hazine bu ödemeleri kamu işletmelerine tam ve zamanında yapamıyor. Bu da kamu işletmelerinin finansman dengesini bozarak, kredi kullanmak zorunda bırakıyor. 
Kamu işletmelerinin zarara girmesinin ise iktidar açısından önemli olmadığı ortada. 
Önemli olan, muhtaçlara yardım adıyla uygulandığı halde sadakaya dönüşmüş minnet ilişkisinin sürdürülebilir olması. 
Minnet ilişkisinin sürdürülebilirliği de partili müteahhitlere, kolaylaştırılmış yollarla aktarılan kaynakların “akıllıca” (!) kullanımından geçiyor.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

Devlet Bahçeli ne istemektedir? - KEMAL CAN

Bahçeli, AKP - MHP ittifakının açıkça ve kendisi için maksimum avantajla tescil edilmesinin gecikmemesini ve kongresine resmi iktidar ortağı olarak çıkmak istiyor.

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli çok da sürpriz olmayan kararını açıkladı: Cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP aday göstermeyecek ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ı destekleyecek. MHP Genel Başkanı grup toplantısında meseleyi biraz daha ileri taşıyarak, “yeni sisteme” desteğin seçimle sınırlı olmayacağını söyledi. Böylece, işbirliği konusunda, Bahçeli kendisini bağladığı gibi, meselenin resmileşmesi için çağrı yapmış oldu. Kimseyi şaşırtmayan bu gelişmenin içeriğinden çok zamanlaması tartışmalı. Neden bu kadar erken ve böylesi bağlayıcı bir açıklama ihtiyacı duyuldu? “Bahçeli, ne yapmak, nereye varmak istemektedir?”

Erken kalkan yol alır
Zamanlama konusuna, ittifakın önemli ayaklarını, dönemeçlerini hatırlayarak girelim. Çünkü, bu kronolojide hep Bahçeli’nin erken hamleleri ve açtığı yol takip ediliyor: İşin görünür başlangıcı herkesin malumu: 7 Haziran 2015 seçiminden sonra Bahçeli muhalefet partileriyle, Kılıçdaroğlu’nun ifadesiyle “yüzde 60 blokuyla” davranmayacağını, koalisyonlara katılmayacağını açıkladı. Bu çok aceleci açıklama, seçimin yenilenmesinin yolunu açtı ama birçok siyasi seçeneğin de önü kesildi.
Bu hamleye paralel olarak, Erdoğan’ın “çözüm sürecini” bitirmesine, MHP’den “zorlayıcı” bir destek geldi. Çok değil bir yıl önce “iç güvenlik paketi” görüşmeleri sırasında HDP ile işbirliği görüntüsü ve bizzat Bahçeli’nin sıcak fotoğraflar vermesinden çekinmeyen MHP, HDP’yi “flu görmeye başladı”. Bahçeli, “taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmasın” laflarına, ısıtılan idam tartışmalarına kadar uzanan bir tonda “sertliği” teşvik etti, cesaretlendirdi ve zorladı. MHP’nin ideolojik ve ciddi oy katkısıyla AKP, 1 Kasım sonucunu aldı.
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından oluşturulan “dış düşmanlar ve onların içerdeki destekçileri” çemberinin, bütün muhalefeti içine alacak kadar genişletilmesi, “Yenikapı ruhu” ve “yerli milli” tartışmalarında, MHP ve Bahçeli, neredeyse AKP sözcülüğü görevini üstlendi. Bahçeli, çok ileri bir söylem hattı oluşturarak, OHAL uygulamalarından dış politika hamlelerine kadar çeşitli alanlarda iktidara meşruiyet takviyesi sağladı, gerilimleri tırmandırmanın “koç başı”, “uç beyi” oldu.

Yeni sistem, küçük ortak
2016 sonlarına doğru Bahçeli yeni bir aceleci hamle daha yaptı ve Cumhurbaşkanlığı sisteminin önünü açan anayasa değişikliği tartışmalarını başlattı. AKP’nin telaffuz etmekte zorlandığı “fiili durumu hukukileştirelim” sözünü, daha önce başkanlık sistemine itiraz ettiğini ilan etmiş MHP’nin lideri Bahçeli dile getirdi. MHP’nin başlattığı süreç, 16 Nisan 2017 referandumu ile sonuçlandı. Bahçeli kendi seçmeninin çok azını ikna edebilmiş olsa bile, “evet” oyu çıkmasında kritik bir rol üstlendi. Bahçeli, seçim yasalarındaki değişiklikler konuşulmaya başlanmadan yine hamle önceliği alarak, baraj tartışmasını gündeme getirdi. Açılan baraj tartışması, AKP-MHP seçim ittifakının zeminini oluşturdu, kolaylaştırıcı bir etki yaptı. Kendisini AKP’nin eski başbakanı ve cumhurbaşkanına cevap vermeye bile mezun gören Bahçeli’yle ittifak, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “size ne” diyerek AKP’lileri bile karıştırmadığı konu haline geldi. Belki Erdoğan ittifaka zorlandı, belki de Erdoğan’ın eli rahatlatıldı.
Bu küçük kronolojide görüldüğü üzere, Bahçeli önemli hamlelerle başlatıcı ve yönlendirici bir rol oynadı. Bazen bir sürecin yolunu açarak, bazen önemli ihtimallerin önünü kapatarak. Bazen anahtar, bazen kilit, bazen tamamlayıcı, bazen bozucu fonksiyonlar üstlendi. Oy kaybını, partideki etkinliğini ve -birçok konuda kendi sözünü fena halde ezerek- siyasi tutarlılığını kaybetmesine rağmen, gündemdeki “ağırlığını” korudu. Bunun bir siyasi kurnazlığın mı, yoksa bir rol paylaşımının mı sonucu olduğu tartışması daha sürecek!

Hamleler, hedefler, hayaller
“Bahçeli ne yapmak istemekte” sorusuna dönersek: Öncelikle, Erdoğan iktidarının korunması “mutabakatı”nın parçası olma ve ismiyle müsemma bir görev yapma iddiasını sürdürüyor. İkinci olarak, AKP-MHP ittifakının açık biçimde ve kendisi için maksimum avantajla tescil edilmesinin gecikmemesini istiyor.
Üçüncü olarak, muhaliflerin kopmasına rağmen sıkıntıları bitmeyen MHP’nin bu yıl yapılacak kongresine, resmi iktidar ortağı olarak çıkmak istiyor. İktidar işbirliği içinde seçim gündemini sıcak tutma görevini üstleniyor. “Yeni sistemde” seçim ittifakından daha etkili bir mevki beklentisini ortaya koyuyor.
Peki, Bahçeli’nin siyasi gerekçeleri neler? Birincisi, “yüzde 60’lık ‘sağ’ çoğunluk blokunda” kalmanın, sosyolojik - ideolojik -retorik olarak tarihsel- bir zorunluluk olduğuna inanıyor. Olağanüstü kongre sürecinde de görüldüğü gibi, MHP genel başkanlığında kalmak için “bir desteğe” ihtiyacı olduğunu biliyor, görüyor. Üçüncü olarak, sağladığı desteğin “vazgeçilmezliğinin” nimetlerini önemsiyor. Son olarak da, oy kaybını durdurmayı, durduramasa bile “bildiği suların” daha güvenli olacağını umuyor. Kazanç-kayıp hesabını “değişik” yapması kadar, bilinçli olarak “köprüden önceki son çıkışı” geçmiş olması da başka bir gerekçe elbette.

MHP biter mi?
Uzunca bir süre AKP’liler ve iktidarı destekleyen liberal çevreler, özellikle “çözüm süreci” konjonktüründe, fonksiyonu kalmadığı için MHP’nin biteceğini iddia ettiler. 7 Haziran sonrası ve referandum sürecinde de muhalefet sözcüleri MHP’nin kendisini imha etmekte olduğunu dile getirdi. Son çıkışın ardından da, MHP’nin “dükkân kapattığı” söylendi. Fakat, bütün bu süreç boyunca Bahçeli, siyasi gücünün üzerinde bir siyasi etki yaratmayı, partisinin başında kalmayı becerdi. (MHP’nin 1970’lerde efsane lideri Türkeş’in liderliğinde, en fazla yüzde 7 oy almasına rağmen “cephe koalisyonlarıyla” çok etkili olabildiğini ve Bahçeli’nin iyi bir Türkeş öğrencisi olduğunu hatırlatalım.)
Siyasi tutarsızlık ve söylem değişikliği konusunda -şampiyon olamasa da- sıralamadaki iyi yeri garanti olan Bahçeli’nin, herkese “tuhaf” gelen hesaplamaları, “formülleri” şimdiye kadar bir biçimde işledi. Toplamda zarara uğrasa da “zararı (riski) küçültmeyi” başardı. Bahçeli’nin hesaplamalarının ve formüllerinin “değişik”, anlaşılmaz bulunması, çok karmaşık olmalarından değil, fazla “yalın” olmalarından. “Bittiniz siz”, “böyle bitersiniz” şeklinde parmak sallamalar, Bahçeli’yi etkilemediği gibi, MHP seçmenini de fazla hareketlendirmiyor. Bu bilgiye aşina isimlerin bulunduğu İYİ Parti bu yüzden yumuşak bir tepkiyle yetiniyor. MHP’nin bitip bitmemesi, Bahçeli’nin hamleleri kadar bütün diğer siyasi aktörlerin akıbetini de belirleyecek gelişmelere bağlı olacak.

Kemal Can / CUMHURİYET

9 Ocak 2018 Salı

Huzur idiotokraside! - ORHAN GÖKDEMİR

Gördünüz Büyük Reis’in tabelasını. Söyleşiyi yapan Fransız televizyonu olunca ve şike mümkün olmayınca danışmanı ekran arkasından tabelaya yazarak kopya verdi reisine. Tabelada yazan ne? “Adalet suçlunun cezalandırılmasın gerektirir.” Tam da bizdeki OHAL-KHK düzenine yakışan bir adalet yorumu. Doğrusu tam tersi, adalet masumun cezalandırılmamasını gerektirir. Onun için modern hukuk teorisine göre bir masumun korunması bin suçlunun yakalanmasına evladır.

Ama bizde bir suçluyu yakalamak için bin masumu atıyorlar ateşe. Yanan yanıyor, kaçan kaçıyor, geride kalanlar suçlu. Kavurmacılar, pastırmacılar, börekçiler, enişteler, damatlar çoktan paçayı kurtardı. Nuriye ve Semih ta 15 Temmuz’dan bu yana yemek yemiyor bunların o çarpık adalet anlayışı yüzünden. Çünkü suçsuz oldukları halde KHK ile kapı önüne konup, işsiz, aşsız ve düşsüz bırakıldılar.

Halimiz belli. Danışman ne yazsın boş tahtaya? Kendisine ne söylendiyse o. Kaldı ki danışmanlarından çoğu zulümde zalime nal toplatır. Tekmeci Yusuf Yerkel’den hatırlayacaksınız.

Fakat soru hala cevaplanmadı; Bir insan nasıl ve ne sebeple “adalet suçlunun cezalandırılmasını gerektirir” cümlesi için sufleye ihtiyaç duyar?
Kameranın arkasından gördüğümüz tabela öyle duruyor ortalıkta. Okudu tabelayı ve sonra gitti Boğaziçi Üniversitesini tokatladı reis. Üniversite milletin değerlerine yaslanamadığı için hedeflerine tam manasıyla ulaşamamışmış... Bunun anlamı artık malum, sufleye ihtiyacı yok. Milletin değeri imama ya da imam hatibe delalet. Boğaziçi Üniversitesini imam hatip yapacak, meali bu. Çünkü devletin standardını artık imam hatipler belirliyor. Sürünün ve sıranın dışına düşüyor Boğaziçili o nedenle. Ya benzeyecek ya benzetilecek, mecbur!

***

Milletin değerleri söz konusu olur da, saraya biat eden “milletin ikinci adamı” Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa’yı anmadan geçmek olur mu? O bir akademisyen künyesine bakılırsa ama hangi konuda uzman bilmiyorum. Bunun bir önemi de yok aslında. Geçen gün yaptığı son konuşmayı aktarayım, bana siz de hak vereceksiniz. Şöyle dedi:
“A Partisi seçime girecekse, MHP, C Partisi'ni ittifak olarak takdim ediyor. A ve B partisi bir tarafta, bir tarafta da C ittifakı. C altında ittifakı oluşturan hangi parti varsa, bu E ve F Partisi olabilir. O zaman ittifak E ve F Partisi olacaktır.”

Boşuna ne dediğini anlamaya çalışmayın. Tercüme edeyim size. “Cumhurbaşkanlığı seçiminde MHP aday göstermeyecek, Tayyip Erdoğan’ı destekleyeceğiz” diyor. Hebelek gübelek etmesi söylediğinden kendisinin de emin olmamasından. Hâlbuki bildiği konularda konuşurken oldukça nettir. Misal, YPG’ye yapılması gerekenleri şöyle ifade etti geçen hafta: "Teröristler nerede ise oraya girilmeli, taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmamalıdır."

Hafife almayın, Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa’nın dili gerçekten de devletin dilidir. Kafasındaki siyasal denklem karışık olsa da siyasi eylemi gayet nettir devletin: Taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakılmayacaktır. Devlet dilidir bu. Bakın “SiSi”kod adlı İçişleri Bakanına, o dili göreceksiniz. Polise seslendi, suçluları hedef gösterdi mesela. “Ayaklarını kırın, suçu üzerime atın” dedi. Ne yapacak, hukuka davet edecek değil ya. Hem sufle ortada, adalet suçluların cezalandırılmasını gerektirir. Hukuk mukuk, hepsi teferruattır.

***

Boğaziçililer gibi zındık olmayıp, milletin değerlerine yaslanan öğretim üyelerinden bir başkasını devletin kanalına çıkardılar geçtiğimiz günlerde. Konu “Nuh Tufanı”ydı. “Madem tufan var içinde, sudan-selden anlayan birini çağıralım” diye düşünmüş olmalılar, İstanbul Üniversitesi Deniz Bilimleri Fakültesinden Öğretim Üyesi Dr. Yavuz Örnek’i davet etmişlerdi programa. Pek ateşli bir “bilim” insanıydı Yavuz Örnek. Milletin değerlerine de haddinden fazla yaslanmıştı, konuşmasından belliydi. Dedi ki “milletin” gözünün içine baka baka, "Hz. Nuh'un cep telefonu vardı. Gemiye binmeyen oğlunu ikna etmek için cep telefonuyla görüştü. Oğlu da babasının telefonundan sonra uçağa atlayıp Nuh’un gemisine yetişti…"   


Çok mantıklı bir akıl yürütmesi var milletin hocasının. Nuh’un o kadar bitkiyi, hayvanı tek başına toplamasının mümkün olamayacağı, olsa olsa Amerika’dan, Fransa’dan sipariş edip kargoyla toplamış olacağı çok belli. Mantıklı mı? Mantıklı! Ne mantığı? Milletin mantığı...

Nitekim bu tür programların ve bu tür konukların piri olmuş sunucu bile dayanamadı daha fazla. Önce yüzü ağlamaklı oldu, sonra yüzündeki ifadeyi saklamak için masaya kapandı. Ardından titreme nöbeti geçirip gülmeye başladı. Yavuz Hoca rahattı, “ben bilim adamıyım, bilim adına konuşuyorum” dedi. Bilimin o ürkütücü otoritesi karşısında kim ne diyebilir? Olayın son sahnesinde Rize ağzıyla söylendiği için büsbütün içinden çıkılmaz hale gelen “Ç”ler “C”ler ve Nuh Nebiden kalma insansız hava araçları stüdyoda uçuşuyordu.

***

Nuh konuştu diye cep telefonu kutsal oldu falan sanmayın. Kocasından “bylock” çıktığı iddia edilen AKP bakanı Fatma Betül Sayan, “telefon-u şerif” falan demeden saydırdı nuvzuhur kutsal emanetimize. 3-4 yaşındaki bebeleri kuran kursuna götürmekte sakınca yoktu ama ellerine telefon vermek çok sakıncalıydı. Cinleri, melekleri duyup manevi olarak donanan çocuklarımız, cep telefonunda istenmeyen içerikle karşılaşınca manen çöküntü yaşıyordu. Ekledi, ''Sayın Cumhurbaşkanımızın ifade ettiği gibi, zehir evlerimizin içine girmiş durumda. Bu nedenle, aileler ve öğretmenler olarak üzerimize büyük sorumluluklar düşüyor. Bugün teknoloji, internet bağımlılığı tıpkı uyuşturucu bağımlılığı gibi çocuklarımızı tehdit ediyor." Biliyoruz artık cumhurbaşkanını nebi falan sayıyorlar ama neticede söz konusu olan koskoca Nuh Peygamber. Seller görmüş, fırtınalar atlatmış. O esnada cep telefonuyla fıtı fıtı fıtı… Onun elindekini, çocuklardan esirgememiz haddimize mi? Sünnettir bundan böyle!

Dinci cehalet böyledir; aralarında 1500 yıllık bir zaman farkı olduğuna aldırmaz, Roma sütunlarına bağlayıp İbrahim'i Atargatis'in havuzuna fırlatır. İsa'yı bakireden doğurtur, Muhammed’i uçurtur. Nuh'u cep telefonu ile konuşturur, insansız hava aracına bindirir.

***

Malum kapitalizmin son aşamasındayız. Haliyle dünyayı emperyalizmin çöplüğüne çevirdi sistem. Çevre neyse merkez o, taşra neyse şehir o, Rize neyse Washington o, Trump neyse Tayyar o. Her yerde aynı kör cehalet…

Biz bunlarla boğuşurken dünyanın akıl küpü Donald Trump, fiziksel ve akıl sağlığının Başkanlık için uygun olmadığı yönündeki iddialar nedeniyle bir hekime görüneceğini müjdeledi. Bu sağlık kontrollerinde Trump’a uyuma alışkanlıkları ve cinsel hayatı hakkında sorular sorulacak. Demokrasinin gözünü seveyim. Bizde olsa KHK ile yasaklanırdı. Koca reise “kuş ötüyor mu” diye sorulur mu?
Peki, nedir Trump hakkındaki iddialar?
Sürekli TV izliyormuş. Peskevitçi Yedisekiz Devlet Paşa da izliyor. Eski arkadaşlarını tanımıyormuş. Biz on beş yıldır bizimkinin asker ve okul arkadaşlarını arıyoruz, bulamıyoruz. Ne var bunda? Çocuk gibiymiş. Her daim taltif edilmeye ihtiyacı varmış. Her şey onunla ilgiliymiş. İlahi, sorun mu bu? Okumuyor ve dinlemiyormuş. Vallahi bunlar bizde politikaya girmenin şartları arasında. Okuyan, dinleyen politikacı mı olur? Fast food alışkanlığı varmış. E bu kadar ağır moronluğu sürekli beslemek lazım, değil mi?
Çıktı reddetti hakkında söylenenleri, “çok istikrarlı bir dâhiyim” dedi. Sınırsız para kazandığına göre öyle olmalı. 
Sistem her gün bunu söylemiyor mu hepimize?

***

İdiokrasi bir ahmaklar düzenidir. Genetik bir yetersizlik değildir ahmaklık, tekelci kapitalizmin son aşamasında insan beyninin aldığı haldir. O beynin artık okumaya, anlamaya, öğrenmeye, biriktirmeye ihtiyacı yoktur. Sürekli beslenmeli ve sürekli uyur halde tutulmalıdır. Uyandığında televizyon izletilmeli ve fast food yedirilmelidir. Söylüyorlar zaten; Mutluluk cahilliktedir…

Haliyle temel eğitime de artık ihtiyaç kalmamıştır bu düzende. Dağın taşın imam hatip yapılabilmesi böyle imkân haline gelebilmektedir. Aksi halde kim Boğaza paralel boğaz açmayı, şehrin merkezindeki parkı yıkıp alışveriş merkezi dikmeyi, yayladan otoyol, denizden köprü geçirmeyi aklından geçirebilir ki? Ahmaklık bir düzen olmasa böylelerine birileri çıkıp, “bir dakika kardeşim siz manyak mısınız?” diye sormaz mı?

Gördünüz tabelayı: Kurtuluş suçluların cezalandırılmasını gerektirir. E kalkın hadi!

Orhan Gökdemir / SOL

1 Mart 2003’ten bugüne AKP - EROL MANİSALI

AKP dün ABD’nin Ortadoğu politikasının destekçisi (ve ortağı) idi. 1 Mart tezkeresinin geçmesi için elinden geleni yaptı. ABD, AKP’yi (ve siyasal sistemi) var gücüyle destekliyordu. 
TBMM, bazı AKP’lilerin de sağduyusu sayesinde ABD’nin (ve emperyalizmin) dayatmasını reddetti. Bu duruş Ankara ve Şam’ı, “ortak hükümet toplantısı” yapacak bir noktaya taşıdı. ABD sonra, 1 Mart’ta yapamadığını, AKP’yi (ve Ankara’yı) Suriye savaşına sokarak Kürdistan politikasına PYD ve YPG maşaları ile adeta ortak etti. 
Ankara (ve Erdoğan), 1 Mart 2003’te TBMM’nin aldığı ABD’ye ret kararından “dönmek zorunda” kaldı. Moskova ve Tahran’a, hatta Bağdat ve Şam’a yanaştı. Ancak Ankara’nın 2010-2016 arasında Gülen ve Suriye konularında yürüttüğü akıl almaz yanlış uygulamalar Türkiye’yi büyük bedel ödemeye sürükledi. 1 Mart 2003’teki gibi bir Meclis’in 2010’dan itibaren tamamen ortadan kalkmaya başlaması, “bugünkü kimi doğru kararların bile yanlış sonuçlar vermesine yol açacaktır”. 
Meclis’siz ve tek adamlı uygulamaların bedeli 80 milyona ödetilecek; 
-Ankara’nın Suriye’ye “dahli” dolayısıyla ithal etmek zorunda kaldığımız “4 milyon kişinin siyasi, iktisadi ve güvenlik bedelleri” çok büyüyerek sürecek. 
-İçeride üstünü örttüğümüz için, “ihraç ettik sanılan” Sarraf olayı, yalnız iktidara değil, halkın tümüne de büyük bir bedel ödetecek. 
-Batı karşıtlığını “akılcı dengelerden kopararak 6-7 Eylül olaylarına benzetmek isteyenler ortalığı kaplayacak”. 
-Ege adalarımızı Yunan işgal ederken biz Afrika’nın Sudan gibi çağdışı ülkelerinden “ada kiralayacağız”. İşler “kanun benim, devlet benim” noktasına getirilince, koskoca Türkiye Cumhuriyeti bir kabile devleti gibi algılanmaya başlar. 
1 Mart 2003’ün Meclis’inden, tek adam ve tek otoriteye gelmiş oluruz. Polisin nasıl hareket edeceğini de kanunlar değil, siyasi güç belirlemeye başlar. 
 
Abdüllatif Şener ve AKP 
Şener’in son zamanlarda Halk TV’deki konuşmalarını ilgiyle izliyorum. Onunla yolum 1-2 defa kesişti. 2003 yılı 20 Temmuz kutlamaları için AKP hükümetini temsilen KKTC’ye gelmişti. Dome Oteli’ndeki resepsiyonda sohbet ediyoruz; kendisine ‘Başbakanınız bu iş Denktaş’la yürümez, 40 yıllık Kıbrıs politikamızı değiştireceğiz’ dedi. Anlaşılan artık bugün Girne semalarında izlediğimiz ‘Türk yıldızları’ birkaç yıl sonra Lefkoşa-Magosa hattında uçamayacaktır” dedim. Bana, hocam çok karamsarsınız diye yanıt verdi. 
Birkaç yıl sonra dediklerim çıktı: daha da ötesi Şener de AKP’nin uygulamaları ile çatıştığı için ayrılmak zorunda kaldı. 
Şener, İslami kesimden bir mütedeyyindir. Bugün Halk TV’de yaptığı değerlendirmelerin yüzde 99’una destek veririm: kuvvetler ayrılığı, Cumhuriyetin değerleri, kamu yararının önceliği, ulusal değerler ve dengeli dış politikası konusunda söylediklerine  Ecevit de Demirel de Erdal İnönü de imza atarlardı. Özal ve Çiller için tereddütlerim var. Ve Şener’in kuruluşta etkili olarak yer aldığı AKP nasıl bugünkü duruma geldi? 
Uygulamalar hukukun üzerine çıktı.
Özellikle de dini (ve dinci) örgütlenmelerin bu olumsuz gelişmedeki işlevleri açısından Şener, çok önemli ipuçlarını da sıralama cesaretini gösterdi. Dinin siyasete alet edilmesinin AKP’yi nasıl etkilediğinin ipuçlarını açık açık söylüyor.
Şener’le yüzde 99’dan arta kalan yüzde 1’lik ayrılığıma gelince: ben yüzde 100, sonuçların öbür dünyaya bırakılmadan “bugünkü dünyada” alınmasına inanıyorum. 
Allah insana akıl vermiş: “Sana akıl veriyorum, aklını bulunduğun dünyada kullan, benden başka yardım isteme” demiş. Buna uyarak işleri bu taraftayken halletmek tek çıkar yoldur diye düşünüyorum. 
Yoksa, “onları Allah’a havale etmek, bu dünyada zarar gören insanlara bir şey kazandıramaz”. Adaleti, insanca ve demokratik örgütlenmelerle bu dünyada çözmek zorundayız. 

1600’de Engizisyon’un yakarak öldürttüğü Giordano Bruno’nun sözünü etmeden geçemeyeceğim: “Tanrı iradesini, yeryüzündeki iyi insanlar aracılığı ile gösterir: dünyadaki kötü insanlar da dini (ve Tanrı’yı) kullanarak insanları sömürürler

Erol Manisalı / CUMHURİYET

Evsizler, kapitalizm, solun halleri - İBRAHİM VARLI

Gün geçmiyor ki uluslararası ajanslar, dünyanın gelişmiş kapitalist ülkelerinin sokaklarında yaşayanların dramatik hallerini servis etmesin. Dünyayı saran kapitalizmin yapısal kriziyle birlikte günbegün artan yoksullaşma milyonları sokaklarda yaşamaya mahkûm bırakıyor. İşsiz kaldıkları, yoksullaştıkları ve kiralarını ödeyemedikleri için sokaklarda yaşamak zorunda kalanlara her geçen gün yenileri ekleniyor. Fransa’dan ABD’ye, İngiltere’den Almanya’ya dünyanın en “müreffeh” ülkelerinde tablo değişmiyor. Rüyalar ülkesi Amerika, demokrasinin beşiği İngiltere, barış ve refahın kıtası Avrupa… Fakat modern kapitalist dünyanın sokakları aynı dili konuşmuyor.

Peşpeşe yayımlanan raporlar, bu acı tabloyu güzler önüne seriyor. Dünya Kaynakları Enstitüsü’nün (WRI) temmuz ayında yayımladığı rapora göre “330 milyon hane ve buna karşılık gelen 1,2 milyar insan, sürdürülebilir ve karşılanabilir barınma garantisinden mahrum.” Bu rakamın 2025’e kadar yüzde 30 artarak 440 milyon hane ve 1,6 milyar insana ulaşacağı tahmin ediliyor. Avrupa çapında evsizlerin (homeles) sayısı 3 milyonu bulmuş durumda. Kapitalizmin içinde bulunduğu çıkmazla, tablo daha da vahimleşiyor.

Almanya: 52 bin kişi sokakta
Alman Evsizlere Yardım Çalışmaları Birliği’nin (BAG) kasımda açıkladığı son araştırma verilerine göre, ülke genelinde, kalacak evi olmayanların sayısı bir önceki yıla oranla 350 bin artarak 860 bine çıktı. Bu kişilerden yaklaşık 52 bininin sokakta yaşadığı açıklandı. Bu sayı Avrupa genelindeki evsizlerin toplamının yarısını oluşturuyor. Bu sayıya evi olmayanların yarısından fazlasını oluşturan 440 bin resmi iltica başvurusu kabul edilmiş kişiler de dahil edildi. 860 bine çıkan sayının 2018’de 1 milyon 200 bine ulaşacağı belirtiliyor. BAG Başkanı Thomas Specht, bu durumun ortaya çıkmasında suçun göçmenlere yüklenemeyeceğini, on yıllardır devam eden yanlış iskân ve yoksullukla mücadele politikalarının etkili olduğunu söyledi.

Fransa: Bir ayda 21 bin evsiz başvurusu
Fransa’da da durumlar aynı. Evsiz sayısı Almanya’nın da üstünde. Net bir rakam verilmese de Fransa Sosyal Dayanışma Kurumları Federasyonu tarafından yapılan bir araştırmaya göre, sokakta yatıp kalkan evsizlerin sayısında çok büyük bir artış var. Sadece 10 Haziran ile 10 Temmuz 2017 tarihleri arasında yardım amaçlı telefon hattına 41 kentten 21 bine yakın kişinin yardım için aradığı kaydedildiği açıklandı.

İngiltere: 78 bin kişi geçici barınma merkezlerinde, 9 bin kişi sokaklarda
İngiltere’de milletvekillerinden oluşan bir komite, evsizliğin ülkede ulusal bir kriz haline geldiğini ve hükümetin bu soruna yaklaşımının kayıtsız olduğunu açıkladı.
Parlamentodaki Kamu Muhasebesi Komitesi raporuna göre İngiltere’de 9 bin kişi sokakta yaşıyor. Sabit bir evi olmayan, geçici barınma mekânlarında kalan ailelerin sayısı ise 78 bin. Evsiz ebeveynlere sahip çocukların sayısı ise 120 bin civarında.
Rapora göre geceleri sokaklarda uyumak zorunda kalan insanların sayısı 2011’den beri yüzde 134 arttı. Shelter Vakfı tarafından yapılan bir araştırma ise ülkede yaklaşık 255 bin kişinin evsiz olduğunu gösterdi.

ABD: 550 bin evsiz
Uluslararası yardım kuruluşu The Salvation Army’nin araştırmasına göre dünyanın en büyük ekonomisi ABD’de yaklaşık 550 bin evsiz var tabii. Sayı katlanarak artıyor. Evsizlik ve Yoksulluk Ulusal Hukuk Merkezi’ne (NLCHP) göre yıllık toplam 3,5 milyon civarında kişi, evsizlik deneyimi yaşıyor. Bunlar her an evsizler ordusuna eklemlenebilir!

Sol neden krizi fırsata çeviremiyor?
Ekonomik kriz, yoksulluk, gelir adaletsizliği ve sosyal huzursuzluklar artarken, koşullar sola bulunmaz imkânlar sunuyor. Almanya ve Fransa solu “bu krizi neden kullanamıyoruz, neden sol değil de aşırı sağcılar bu buhrandan faydalanıyor” diye ciddi bir sorgulama içerisinde. Sancı ve tartışmalar yeni sol partilerin doğumuna yol açmak üzere.Fransa solu dümeni daha sola kırmalıyız tartışmasını yaşarken, Almanya’da Sol Parti içinden çıkan bir grup, yeni bir parti hazırlığında. 
Eski lider Oscar Lafontaine “halkçı bir yeni sol parti” kurulması için harekete geçti.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Kıbrıs’ın seçimi - L. DOĞAN TILIÇ

Bugün pek çok köşede Bahçeli’nin bilineni ilan ettiği; “Aday göstermeyeceğiz, Erdoğan’ı destekleyeceğiz” sözleri tartışılacaktır. Sürpriz olamayan bu açıklama önümüzdeki günlerde daha çok konuşulur.

2019 seçimi ve adaylar konusunu bugünlük bırakıp Kıbrıs seçimlerine bakmak istiyorum. Solun oradaki seçim sonuçlarına ve sonuçlar üzerinden kendisine bakmasında yarar var.
Bir süredir Kıbrıs’ın, Türkiye’yi yaşanılmaz bulan ve gittikçe de daha yaşanılmaz olacağını düşünen hali vakti yerinde ve eğitimli Türkiyeliler’in tercihi olmaya başladığını duyuyordum. Türkiye’den “kaçış”ta yeni adreslerden biri olmaya başlamıştı Kıbrıs. Sükûneti, daha çağdaş ve hoşgörülü toplumsal iklimi ile burada bunalanları cezbediyordu.

Burada Kıbrıs’a ilgi böylesine artarken, Kıbrıs’ta “sessiz sedasız” bir seçim oldu. Sessiz sedasız diyorum, çünkü galiba şimdiye kadarki Kıbrıs seçimleri içinde Türkiye’den en az ilgi ile izlenen seçim oldu. Belki de “izlenmeyen” demek daha doğru.

Hoş, bu ilgisizlik yalnızca buraya özgü de değildi. Kıbrıstürk halkının geçen pazar yaptığı ve 1976’dan bu yana yapılan 14’üncü milletvekili genel seçimi şimdiye kadarki seçimler içinde adada da en az ilgi uyandıran seçim oldu.

Kıbrıstürkleri için her seçimin en önemli konusu olan “Kıbrıs sorunu”, KKTC’nin geleceği ve partilerin bu konudaki yaklaşımları hemen hiç konuşulmadı. Partilerin bu konuyu hiç tartışmadıkları kampanya sonucu vatandaşın sandığa ilgisi de son derece düşük oldu.
Bir önceki seçimde yüzde 82 oranında katılım sağlanan seçime bu kez katılım yüzde 62 düzeyinde kaldı. Mevcut koalisyonun büyük ortağı merkez sağ Ulusal Birlik Partisi (UBP) hemen hemen hiçbir şey söylemeyerek yüzde 36 civarında oy aldı ve zafer ilan etti. Geçen seçimde aldığı oyun yüzde 27.3 olduğu düşünülünce zafer ilanında pek de haksız sayılmaz.

Ancak, sandığa ilgi göstermeyenlerin (bir anlamda boykot edenlerin) yüzde 38’lik oranına bakınca, en büyük partinin boykot partisi olduğu da söylenebilir.

Kampanyasını boykot üzerine kuran ve “Sandığa gitmemek sorumluluktan kaçmak değil, ortak olmamaktır”, “Pazar günü mevcut sisteme karşı öfken, seçimi boykot ile sokakta umuda dönsün…” ve “HAYIRlı Pazarlar…” gibi sloganlar kullanan ÖDP’nin Kıbrıslı dostu Yeni Kıbrıs Partisi (YKP) sonucun “Hayırlı” olduğunu söyleyecektir.

Ancak, YKP’nin daha önce de boykot çağrıları yapmasına karşın böyle bir sonuca hiç ulaşılmadığı düşünüldüğünde, ortaya çıkan tablonun ardında farklı nedenler olduğunu görmek gerekir.

İlk kez uygulanan nispeten karmaşık seçim sisteminin de katılımın düşüklüğünde bir etkisi olabilir. Yine de bu, sol partiler arasında bir sorumlu arama tartışmasının başlamasını engellemeyecek. Zaten pazar gecesinden itibaren katılımın bu denli düşük olması nedeniyle seçime gitmeyen sol eğilimli siyasi parti, oluşum ve bireylere yönelik suçlamalar da başladı.

Siyasi yaşamına SSCB çizgisinde başlayan ve önceki iki seçimde oylarını sürekli artırarak yüzde 38’lere getiren Cumhuriyetçi Türk Partisi’nin (CTP) bu kez yüzde 21’lere gerileyerek tarihi bir yenilgi yaşadığı ortada.

Ancak, sorun CTP ile sınırlı değil. Bu son seçimde “milliyetçi duyguların” en etkin olduğu 1976 yılındaki ilk genel seçimlerin yüzde 70 sağ - yüzde 30 sol oy dağılımına geri dönülmüş oldu!

Seçime ilk kez giren ve “temiz siyaset” kampanyası yürüten sağ çizgideki Halkın Partisi (HP) oyların yüzde 17’sini alarak sürpriz yaptı. İlk anda iki sağ partinin (UBP + HP) rahat bir koalisyon kurabileceği akla gelse de, HP’nin kuruluşundan beri geçmiş hükümet üyelerinden hesap sorulmadan, onlarla koalisyon yapmayacağı vurgusu ve seçim sonrası yaptığı açıklama bu koalisyonu neredeyse olanaksız kılıyor.

Bu sonuçlar, belki de yeni bir erken seçimi dayatacak. Yakın zamanda yüzde 50’lere yaklaşan oy oranlarına ulaşmış solun, bugünkü noktaya hangi politikalar sonucu geldiğini sorgulaması, barış ve demokrasi için meydanları dolduran insanları evlerine göndermenin karşılığını iyi tartması gerekecek!

L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN