12 Ocak 2018 Cuma

Diyanet kapıyı iki kere çalar - MİNE SÖĞÜT

Devlet tarafından görevlendirilen din adamları, telkinleriyle hepinizin kapısını çalmak üzere. 
Siz evinizin kapısını açmasanız bile... 
Yönetici apartmanın kapısını açacak. 
Çocuklarınız onlara okullarda yakalanacak. 
Oturduğunuz kahveye gelecekler. 
Çalıştığınız sivil toplum kurumuna girecekler. 
Öğrenci yurtlarından çıkmayacaklar. 
İşyerlerinize dadanacaklar. 
Ve size nasıl yaşamanız gerektiğini anlatacaklar. 
Dinen günah ve sevap olan şeyleri... 
Nasıl evleneceğinizi, nasıl sevişeceğinizi, nasıl boşanacağınızı. 
Ahlakı onlardan yeniden öğreneceksiniz ve ahlaksızlığı. 
Sosyal medyayı nasıl kullanacağınızı, nasıl kitaplar, dergiler okuyacağınızı, nasıl giyinip nasıl eğleneceğinizi size bir bir anlatacaklar. 
Çocuklarınızı nasıl yetiştireceğinize, onları ne zaman, nasıl evlendireceğinize, nasıl eğiteceğinize karışacaklar. 
Devletin görevlendirdiği din adamları... 
Hayatınızın tam ortasına çok yakında destursuz dalacaklar. 
Ve bu toplumu bu çağda düşebileceği en düşük seviyeye indirmek üzere adam adama, canla başla çalışacaklar. 
Sizin bugüne kadar savunduğunuz tüm çağdaş değerleri rafa kaldırmak için... 
Kadınların zar zor kazandıkları hakları karalamak için... 
Yeni neslin ufkunu dogmatik bilgilerle karartmak ve daraltmak için... 
Sizi ikna etmeye kalkışacaklar. 
Bu bir tehdit. 
Ama adını hiç koymayacaklar. 
Dini sohbetlerin kutsallığı maskesiyle dayatacakları hayat tarzı üzerine bir süre daha tartışmalar yapılacak. 
İtirazlar havada asılı kalacak. 
Alışacaksınız. 
Mahallenizde dolanan, evlerinize dadanan Diyanet görevlilerinin varlığını bir süre sonra kanıksayacaksınız. 
Tıpkı ilkokul çocuklarının kafilelerle camilere taşınmasını kanıksadığınız gibi. 
Memurların ısrarla cuma namazlarına çağrılmasını kanıksadığınız gibi. 
Cumhurbaşkanının taraflı olmasını kanıksadığınız gibi. 
Gazetecilerin hapse atılmasını kanıksadığınız gibi. 
Akademisyenlerin işten atılmasını kanıksadığınız gibi. 
Ve katlanacaksınız. 
Hukuku hiçe sayan bir yargıya katlandığınız gibi. 
Seçilmişlerin görevden alınmasına, hapislere tıkılmasına katlandığınız gibi. 
Şaibeli seçim sonuçlarına katlandığınız gibi. 
O kara deliklerle dolu darbe aldatmacasına katlandığınız gibi. 
Olağanla olağanüstünün anlamını ters-yüz eden bu hileli hale katlandığınız gibi. 
Buna da katlanacaksınız. 
Dini irade karşısında bireyin iradesinin bir hiç olduğu fikrini topluma aşılamaya çalışacaklar; 
Siz katlandığınız için, aşılayacaklar da. 
Kadere inanan ve biat eden bir toplum inşa etmeye soyunacaklar; 
Siz katlandığınız için başaracaklar da. 
Diyanet kapıyı defalarca çalacak. 
Siz defalarca açacaksınız. 
Kapıları yüzlerine çarpmadığınız sürece; 
Daha çok şeye alışacak... çok şeye katlanacaksınız.

Mine Söğüt / CUMHURİYET

Öğrencileri çembere almak - ÜNAL ÖZMEN

Milli Eğitim Bakanlığı’nın (MEB) kaynak göstermediği bilgiye göre; ortaöğretime giden her 100 öğrenciden 42’si mesleki eğitimi tercih ediyormuş! Mesleki ve Teknik Eğitim Genel Müdürlüğü’nün hafta içinde Antalya’da düzenlediği Mesleki Eğitim Çalıştayı’nda, Genel Müdür Osman Nuri Gülay paylaştı bu bilgiyi.

Genel Müdür’ün aynı konuşmada verdiği bilgiye göre; imam hatipler hariç 3 bin 583 meslek lisesinde, 1 milyon 68 bin 660 öğrenci eğitim görüyor. Genel Müdür’ün iki yıl önceki bir açıklamasına rastladım; meslek liselerinin 2016’daki öğrenci sayısının 1 milyon 740 bin olduğunu söylemiş. Ee, sormak gerekmez mi, madem ortaöğretim öğrencilerinin yüzde 42’si meslek liselerini tercih ediyor, ortaöğretimde okullaşma oranının artığı bir dönemde meslek liselerinin öğrenci sayısı neden üçte bir oranında azalıyor?

MEB’in, Devlet Bahçeli’nin matematiğini kullanarak hazırladığı istatistikleri, hiçbir zaman Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’nın istatistiklerinden daha güvenilir bulmadım. Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı sığır adedini hangi yöntemle hesaplıyorsa, MEB insandan müteşekkil personelini aynı yöntemle sayıyor. Mesela bu gün, Eğitim Bakanı’na kaç öğretmen açığın var diye sorun, mutlaka dün bir başka yerde verdiğinden düşük rakam söyler!

MEB’in internet sitesinde, imam hatipler hariç meslek lisesindeki öğrenci sayısının 2 milyon 82 bin 935 olduğu yazılı! Bu bilgiye göre mesleki ve teknik liselerin ortaöğretimdeki oranı yüzde 35,87. Ortaöğretimdeki payı yüzde 11,6 olan imam hatip lisesi öğrencisiyle birlikte meslek lisesinin ortaöğretimdeki oranı yüzde 47,47 ediyor! Bu oran, hükümetin, mesleki eğitimde yüzde 50 olan 2018 hedefine üç aşağı beş yukarı ulaştığını gösteriyor (Hükümetin mesleki eğitimdeki 2023 hedefi yüzde 65. Hükümetin işine geldiğinde meslek okulu, gelmediğinde ayrı bir okul türü saydığı imam hatipler bu orana dahil değilse 2023’e kadar yüzde 20’lik bir kesimi de Bilal’e ayırın; geriye yüzde 15’lik akademik lise öğrencisi kalır. Böylece zengin-yoksul ayrışması sağlanmış olur).

Ben bu Genel Müdür’ün verdiği rakamların, yanlıştan ziyade kasıtlı bir hesaba dayandığına inanıyorum. Çünkü konuşmasının bir yerinde, “Yeni sistemde mesleki eğitim olarak yüzde 90’lık bir hedef kitlemiz var. Çünkü yüzde 10 öğrenci sınav ile yerleştirilecek” gibi bir laf ediyor. Genel Müdür, meslek liselerine devam eden öğrencileri az, talebi yüksek göstererek, imam hatip liselerinin, müsteşarının çizdiği çemberde tek seçenek olarak sunulmasına meşruiyet yaratmaya çalışıyor. Sınavla öğrenci alan okullara yerleşemeyecek yüzde 90’a, “Milletimiz istedi biz yaptık!” diyecekler.

Eğitim Bakanlığı, 980 Anadolu Meslek ve Teknik Lisesi’ndeki tamamı teknolojiyle ilgili teknik program tür ve alanlarının 2018-2019 eğitim yılı itibariyle kapatılmasına karar verdi. Kapatma gerekçesi öğrenci sayısının azlığı, öğrenci sayısının azalmasıyla eğitim maliyetinin yükselmesi… Bir ay önce imzadan çıkan kapatma kararının altındaki imza ise “öğrencilerin yüzde 42’si mesleki eğitimi tercih ediyor” diyen Genel Müdür’e ait!
Bine yakın okul, bu derslerin öğretmeni ve öğrencisi, programlarının kapandığını resmi yazı ellerine geçtiğinde öğrendi. Türkiye bürokrasisinin böyle bir yeteneği var; geçiyor bilgisayarın başına, bakıyor rakamlara, veriyor kararı! Bu okul türünü kaldırdım, bu programa son verdim; buraya şu okulu açıyorum, şunu kapatıyorum, ötekini imam hatip yapıyorum… Sahada görev yapan personelin, yerel yöneticilerin, hizmet alan yöre halkının söz söyleme hakkı yok!

İslamcıların “memleket meselesi” diye bir derdi olmadığı için İslamcı Eğitim Bakanlığı’nın derdi de mesleki ve teknik eğitim değil! Onlar için tek meslek imamlık! Bütün açma-kapamalar, eksilen çoğalan rakamlar, yalan-yanlış gerekçeler imam hatipleri üç çemberin üçüne ayrı ayrı yerleştirmek için!

ÜNAL ÖZMEN / BİRGÜN

Justitia’nın gözleri - GÖZDE BEDELOĞLU

Mitolojide en bilinen adalet imgesi Themis’dir. Kanundur, kuraldır; değişmez, evrensel ve ölümsüz doğa yasasıdır. Her yerde ve her zaman vardır.* Hak, doğruluk ve adalet simgesi olan Themis’in, Roma mitolojisindeki karşılığı tanrıça Justitia’dır. Bir elinde terazi, diğer elinde kılıç tutar. Gözleri bağlıdır. Kılıç ve terazi birbirinin dengesidir. Kılıç adaletin keskinliğini ve gücünü; terazi ise eşit olarak tartılıp dağıtılmasını ifade eder. Terazinin olmadığı yerde kılıç kaba kuvvetten başka bir şey değildir. Justitia, gözleri bağlı bir kadındır. Kadın olması bağımsızlığı, gözlerinin kapalı olması da tarafsızlığı simgeler. Kör değildir. Zulme açılan keyfiliğin önüne geçmek için elzem olan hukuku, herkes adına eşit çalıştırmak için bilinçli olarak görmeyi reddeder. Bu iradeli körlüğün asıl amacı yargıyı egemenlerin baskısından korumaktır. Ancak gözleri bağlı bir adalet; iktidardan bağımsız hareket edebilir ve ancak o zaman gücün taraf olduğu bir davada adil karar verebilir. Justitia gözünü gerçeğe değil, baskıya karşı kapatmıştır. Adalet dağıtmak ahlaki ve vicdani bir sorumluluktur çünkü.

 Alev Alatlı’nın “bize göre değil” dediği de aslında budur.

•••

Hafta başında Adalet Bakanlığı tarafından düzenlenen Adalet Şûrası’nda konuşan yazar Alev Alatlı, yargıya güvenin yüzde 30’lara düştüğü iddialarının gerçeği yansıtmadığını savunarak başladığı konuşmasını, “Roma hukukunun gözleri bağlı Tanrıçası bize göre değil, bizim gözlerimiz fal taşı gibi açık olmalı” diyerek taçlandırdı. Hatırlayacaksınız, kendisi 3 yıl önce, Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülleri töreninde edebiyat alanında verilen ödülünü kucaklarken de iddialı açıklamalarda bulunmuştu. 1984 romanıyla her türlü muhalefetin yok edildiği totaliter bir rejimin tehlikelerini anlatan George Orwell’in bugün yaşasa Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı ayakta alkışlayacağını öne sürmüştü. “Sizin sahici dostlarınız sanatçılar ve edebiyatçılar arasındadır” diye de eklemeyi ihmal etmemiş ve Emine Erdoğan’ın gözlerini nemlendirmişti. Alev Alatlı 3 yıl sonra bu kez, adalete dair hangi katkı ve çalışmaları gereği çağırıldığını bilemediğimiz bir sebepten dolayı, Adalet Şûrası’nda konuştu. Öyle anlaşılıyor ki o dost sanatçılar ve edebiyatçılar pek kalabalık değil. Görev yine kendisine düşmüş. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu konuyla ilgili sıkıntısını geçen yıl katıldığı Ensar Vakfı Genel Kurulu’nda dile getirmişti. “Hala sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılar var.”

•••

Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu gibi konunun uzmanı olup da Adalet Şûrası’na çağırılmayan pek çok akademisyen KHK’ler ile çalıştıkları okullardan ihraç edildiğinden olacak, ‘sarsıcı’ tespitleriyle Adalet Şûrası’na damgayı vuran yazar Alev Alatlı oldu. Adalete güvenin düşmüş olduğuyla ilgili iddiaları mesnetsiz bulduğunu söyledi. Sıkıntımız oymuş ki, mezun olan hukukçuların girebilecekleri yüksek ve doktora programları yetersizmiş. Yoksa keyfimiz paşada yok! “Adalet sistemi kötü” diyenlere de kızdı Alev Alatlı; çemkirmekle olmuyormuş, hukukçuların elini taşın altına koyması gerekiyormuş. Ne hoş değil mi? ‘Çalışan kazanır elması kızarır’ sıcaklığında tavsiyeler! Bu bakımdan milli ve yerliliği tartışılmaz. Ancak konuyu evrensel hukuk değerleri bağlamında ele alınca durum berbat. Avukatlar, mesnetsiz iddianamelerle tutuklanan meslektaşlarıyla dayanışmak için, engellemelere direnerek, aylarca adalet nöbeti tuttu. OHAL kararlarıyla savunma hakkının kısıtlanması gibi evrensel hukuk değerleriyle örtüşmeyen uygulamalarla karşı karşıyalar. 19 avukat tutuklu. Alev Hanım endişe etmesin, Justitia’nın gözleri de kulakları da nicedir fal taşı gibi açık. “Öyle bırakmam ben onu”, “akademisyen de terörist olabilir”, “kitap bombadan daha tesirlidir” sözlerini gayet iyi duyuyor, gayet iyi görüyor. Terazisi kırık, kılıcı keskin. Orwell bugünü görse, “edebiyatçı gibi edebiyatçıymışım” derdi.

GÖZDE BEDELOĞLU / BİRGÜN

* Azra Erhat ‘Mitoloji Sözlüğü’

11 Ocak 2018 Perşembe

Macron AB’nin kararını Erdoğan’a tebliğ etmiş oldu - İLKER BELEK

Şimdiye kadar hiç bu kadar açık söylememişlerdi. 
Avusturya’dan bir süredir Türkiye’nin AB üyeliğinin hiçbir şekilde söz konusu edilmemesi gerektiği yönünde açıklamalar geliyordu. Merkel de yakın geçmişte iki ülke arasında ayyuka çıkan sorunlar vesilesiyle bu yönde imalarda bulunmuştu. Ama Erdoğan’ı sarayında misafir eden Macron’un yüzünde bir tebessümle Erdoğan’ın yüzüne özellikle bakarak söyledikleri AB’nin resmi açıklaması olarak kabul edilmeli. Zira Paris AKP’ye karşı uluslar arası diplomaside standartlaşmış klasik kibar tutumunu hemen hiç bozmamıştı.
Şöyle dedi Macron: “Yeni başlıkların açılması gibi bir durum söz konusu olmayacaktır. Her iki tarafın da süreç normal bir şekilde ilerliyormuş gibi sergilediği iki yüzlülüğü bırakması gerekir.”


Oysa eskiden hava çok farklıydı. 
Aralık 2004’te Brüksel’den üyelik sözüyle dönüşünde Erdoğan iki saatte ancak ulaşabildiği Kızılay meydanında büyük tantanayla karşılanmış, “bize güvenin, Türkiye çok farklı olacak, ülkemizde demokrasi daha farklı bir güç kazanacak” demişti.
Bu hava son birkaç yıla kadar yine büyük kutlamalar eşliğinde böyle devam etti. Her 9 Mayıs Avrupa Günü’nü ülkenin dört bir yanında AB zevatı ile birlikte şenliklerle kutlamak gelenek halini almıştı.

Biz ise en başından beri bu işin hiç olurunun olmadığı noktasında kesindik.

Evet AKP’nin ilk yıllarında Türkiye’nin AB üyeliği işi biraz daha ciddi bir görüntü veriyordu. Ama bu proje üyelikle sonuçlandırılmak maksadıyla değil, bir oyalama taktiği olarak gündemde tutuluyordu.
AKP bizzat kendisini iktidara getiren ABD tarafından AB üyeliğine doğru yönlendirildi. ABD bu konuda Almanya üzerinden de bir ikna faaliyeti yürüttü. Hatırlanacaktır o dönemde ABD ile AB arasındaki ilişkiler de uyumluydu. Emperyalistler hep birlikte AKP’yi albenili bir paket içinde pazarladılar. O paketin üzerinde demokrasi yazıyordu. AKP Türkiye’de demokrasiyi ileriye taşıyacaktı ve AB üyelik süreci yalnızca yabancı sermaye girişlerinin sürekliliği bakımından değil, AKP’nin demokrat diye yutturulması bakımından da “çıpa” işlevi görecekti.

Dikkat edersek AKP’nin AB üyelik hayallerinin suya düşmesi ile emperyalist sistemin AKP’ye bakışının değişmesinin tam bir paralellik gösterdiğini görürüz. AKP’nin (bu haliyle) emperyalist sistem açısından işlevini yitirdiği günümüzde gerçeğin Erdoğan’ın yüzüne karşı ve açık bir basın toplantısında söylenmesinde artık hiçbir çekince hissedilmiyor.

AKP’nin bu oyunu görme ihtimali, başka şeylerde olduğu gibi, hiç yoktu. Gerçekten de Türkiye’yi AB üyeliğine taşıyabileceklerini sandılar. Böyle göstermek işlerine de geldi tabi ki. Aynen Kürt sorununu çözebilecekleri, Türkiye’yi büyük bir bölgesel güç yapabilecekleri iddialarında olduğu gibi. 
Oysa Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesiyle AB üyeliği ve Kürt sorununun çözülmesiyle Türkiye’nin bölgesel bir güç haline gelmesi hepsi birbirlerini çelen olgulardı.

Neden böyleydi, neden AB üyeliği bir hayalden öte bir şey değildi?
Bunun farklı nedenleri var şüphesiz. Örneğin Türkiye’nin Müslüman kimlikli bir ülke olması, AKP’nin bu kimlikle Türkiye’yi yeniden inşa etme işini fazlasıyla abartması, Yeni Osmanlı retoriği etkili şeyler.
Ayrıca Türkiye’nin AB’nin belirlediği kriterleri yerine getirme olanağı da hiç yoktu.
Ancak esas belirleyici faktörü yine iktisadi dinamiklerde aramalıyız. Türkiye işsiz yığınları, dev gibi ekonomik ve mali sorunları ile AB’nin sindiremeyeceği kadar büyük bir ülke. Serbest dolaşım hakkı kazanmış milyonlarca işsizimizin Avrupa sınırlarını geçtiğini düşünün. Birkaç milyondan değil, birkaç on milyondan söz ediyoruz. On milyonların içinde, yerinde yurdunda bir türlü insanca yaşayamayan ve bu düzende çözümü olanaksız bir sorun içinde kıvranan Kürtlerin bu tabloya katacağı ilave hengameyi de aklımızda tutmalıyız.
Ve AB sınırlarını eski sosyalist ülkelere doğru genişlettikçe bu sorun açısından zaten fazlasıyla yüklenmişti.

Ama bu oyalama taktiği aynı zamanda emperyalizmin çaresizliğinin de tezahürüydü.

Koskoca bir ülkeyi içlerine almaları da, bu sorunlu haliyle yanı başlarında tutmaları da mümkün değildi. Oyalayacaklar ama oyalamayla geçen süreç her tür sorunu daha da belirgin hale getirecekti. Şimdi bu noktadayız. AB hem kendi içinde hem ABD ile hem de Türkiye ile kavgalı. Ekonomik kriz uzadıkça anlaşmazlıklar da derinleşip, yayılıyor. 
Hatta AB olgusunun kendisi Avrupa emperyalizmi için bir kriz başlığı oluşturuyor.
Her tür sorunun bu hali bizi düzen dışına, sosyalizme davet ediyor.

İlker Belek / SOL

Gazeteciliğin gazetecilik olduğu yıllar... - Nilgün Cerrahoğlu

“Dünyanın en büyük gazeteci hapishanesi” olmanın bunaltıcı kasvetinden kurtulamayan Türkiye, hüzünlü bir “Çalışan Gazeteciler Günü”nü daha arkada bıraktı. 
Biz, usanmadan “Gazetecilik suç değildir! Tutsak gazetecileri özgür bırakın”çağrıları yaparken; dünya sinemalarında şu sıra Washington Post’un 1970’lerdeki efsane gazeteciliğini anlatan “The Post” vizyona giriyor. 
Logosunda bugün dahi “Demokrasi karanlıkta ölür” ibaresini taşıyan, Watergate skandalını ifşa etmenin yanında sayısız ödülle özdeşleşen gazetenin siyasi iktidarla mücadelesini anlatan film hakkındaki beklentiler çok büyük. 
Öncelikle yapıt Steven Spielberg’in imzasını taşıyor. Meryl Streep ve TomHanks’in oyunculuğu göklere çıkarılıyor.
“The Post”un konusu, ilk anda düşünülebileceği gibi Watergate değil... 
Watergate skandalının sıcak gündem olduğu ’70’lerde o mevzu zaten “Başkanın Bütün Adamları” filminde işlenmişti. 
Bu defa Spielberg, Alan Pakula’nın çok yankı getiren ’76 yapımı Watergate hikâyesinden farklı olarak “Pentagon Papers/ Pentagon Dosyaları” olayına el atıyor...
‘Özgürlük güvenliğin parçası’ 
“Pentagon Dosyaları” Vietnam Savaşı’nda ABD hükümetinin söylediği yalanları ortaya koyan belgeler. 

Gizli Pentagon belgelerine ulaşan Daniel Ellsberg isimli bir uzman bunları, ülkenin prestijli iki gazetesi New York Times ile Washington Post’a sızdırıyor. 
Beyaz Saray yayını durdurmak için hemen hukuki yollara başvuruyor. 
TV şirketlerinin lisans iptali ve hisselerinde düşüş gibi yaşamsal riskleri göze alan Washington Post (WP) ve “casusluk” ithamı altında kalan New York Times; bu tehdit, gözdağı, yıldırma yöntemlerine rağmen belgeleri yayımlamaktan geri kalmıyor... 
Olayın yasaya intikal aşamasında yargıçlar; “Devlet güvenliği sırf cephede sağlanmaz. Kurumların özgürlüğü de güvenliğimizin parçasıdır. Bildiğinden şaşmayan, geçimsiz, burnunu her şeye sokan bir basına, iktidarlar, haber alma özgürlüğü gibi daha üstün değerleri korumak adına katlanmak zorundadır” diye fetva veriyor... 
“Kadın bir medya patronunun hâkimiyetindeki” “WP”nin serüvenini bugün güncel kılan, hem sürmekte olan “cinsiyet eşitsizliği savaşları”, hem de Trump, Beyaz Saray’ı... 
Spielberg’in, demokrasilerin bekçi köpeğinin medya olduğunu hatırlatan bu son yapımı, Trump’ın Washington’daki 1. yılını anlatan “Ateş ve Öfke” kitabının yayınının durdurulması için Beyaz Saray’ın devreye girdiği dönemle çakışıyor.

Rastlantısal başkan 
Michael Wolff adlı ünlü bir gazetecinin yazdığı kitabı durdurmak için avukatlarını devreye sokan Başkan, bunu başaramadı. 269 sayfalık kitap ışık hızıyla internette çoğaldı ve posta kutuma dek anında hemen yayıldı. 
Müthiş akıcı bir dille yazılan kitap bundan böyle sadece ABD de değil dünyada tartışılıyor. Zira Trump’ın kirli çamaşırlarını ortaya koymanın ötesinde, “şakayken ciddiye binen bir başkanlığın” fotoğrafını çekiyor. 
Başkan seçileceğine kendisi dahi inanmayan, bunun için hazırlığı olmayan Trump, neden sonra havaya giriyor. Washington’daki “rastlantısal başkan” haliyle dünyayı korkutuyor. 
Söz Hollywood’dan açılmışken... ’70’lerde gene çok konuşulan “BeingThere/Merhaba Dünya” isimli bir Peter Sellers filmi vardı. 
Filmde Sellers tesadüflerle ünlenen zekâ özürlü biriydi. 
İsmi “Chance/Şans, Rastlantı” olan Sellers’in TV programlarında söylediği acayip ipe sapa gelmez şeyler giderek ciddiye alınmış ve önüne Beyaz Saray’ın yolu açılmıştı... 
“Ateş ve Öfke” de şimdi, “Chance” gibi tıpkı Trump’ın bildiğiniz zekâ sorunlu bir rastlantısal başkan olduğunu iddia ediyor. 
Trump’ın derhal karalama kampanyası ile karşılık verdiği yazar Michael Wolff ile Wolff’u Beyaz Saray’a sokan, ayrıca cüretkâr açıklamaları ile gündem olan eski danışman Steve Bannon şimdi hedefte. 
“Pentagon Papers”dan burnu kanamadan çıkan Washington Post gazetecilerinden farklı olarak, Bannon, Trump baskısıyla derhal Breitbart News medya grubundaki görevini terk etmek zorunda kaldı. 
Bakalım daha neler göreceğiz?

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

‘FETÖ’cülük gerekirse, onu da AKP yapar’ - ALİ SİRMEN

FETÖ davaları içinden çıkılmaz bir hal aldı. Yargıçlar olaylar yumağını çözemezken kararlar da kamuoyunda ciddi soru işaretleri yaratıyor... 
Soru işaretlerini gündeme getirenler hiç de haksız değiller, düne kadar, kahraman bilinenler FETÖ’cünün en halis haini, düne kadar FETÖ darbesinin başarıya ulaşması halinde gözde sıkıyönetim komutanı olacağı iddia edilenler kumpas mağduru çıkıyorlar! 
Son olarak da, “Yurtta Sulh Konseyi”nden Mehmet Partigöç’ün düzenlediği, önemli görevlere getirilecek kişiler listesinde adları bulunduğu için tutuklu olan Tümgeneral Adnan Arslan, Tümamiral Ercan İnceoğlu, Tümgeneral Mustafa İlter, Korgeneral Erdal Öztürk, Korgeneral Abdullah Barutçu, Tümgeneral Celalettin Çoban ve daha 12 kişi, listenin bir kumpas ürünü olduğunun ortaya çıkması üzerine delil yetersizliğinden serbest bırakıldılar.

***

Garip bir durum çarşambanın hainleri perşembenin kahramanları haline gelince, artık perşembenin gelişi çarşambadan da belli olmaz oldu. 
Yargının bir zamanlarki anlı şanlı hâkim ve savcıları da, daha sonra FETÖ kumpasçılığından soruşturulup kovuşturulunca insan kime ve neye inanacağını şaşırır hale geliyor. 


Bu her şeyi kaybettiği anda, kuşkunun tohumunu herkeste filizlendiren FETÖ’nün başarısıdır. 
Tam artık kimse hiçbir şeye şaşırmaz oldu derken yine de şaşılası bir olayla karşılaşıverdik. 
FETÖ’nün akademik yapılanmasından İstanbul 25. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmakta olan Fatih Gürsul hakkında verilen mahkûmiyet kararında gerekçede açıklandığı üzere “sanığın ana muhalefet partisi olan Cumhuriyet Halk Partisi’nin Genel Başkanı’nın Başdanışmanı olarak görev yapmış bulunduğu konumunun örgüte sağlayabileceği yarar ve sanığın bu kapsamdaki etkinlik imkânı temel cezada artırım yapılmasında dikkate alınmış”. 
AKP’nin çok etkin noktalarında görev yapmış olan birçok FETÖ’cü, kıllarına bile dokunulmadan ellerini kollarını sallayarak gezerlerken bir bakıyorsunuz ki, bir başka FETÖ’cünün, CHP Genel Başkanı’nın danışmanı olduğu için cezasında artırıma gidiliyor. 
Bir zamanlar kendini iktidarla çok özdeşleştiren tek parti döneminin Ankara Valisi Nevzat Tandoğan’a atfen anlatılan çok çarpıcı bir öykü vardı. 
Rivayet olunur ki, Nevzat Tandoğan bir solcu aydını şöyle paylamış. 
- Hem size ne oluyor ulan, memlekete komünizm gerekiyorsa onu da biz getiririz! 
Durum onu hatırlatıyor. 
Şimdi de eski CHP’li Fatih Gürsul’a aynı Tandoğan mantığıyla sesleniliyor: 
- Hem size ne oluyor ulan, memlekete FETÖ’cülük gerekiyorsa onu da AKP yapar!

Onat Kutlar’a sesleniş
Onat Kutlar’ı yitirişimizin 23. yıldönümü. Bu vesileyle Onat’a bir kez daha seslenmek istedim: 
Sevgili Onat, 
Bugün sen kültürel değerlerine katkılarda bulunduğun “sevgili kentler”in Gaziantep ve İstanbul’u bütün diğer sevdiklerinle birlikte ardında bırakarak aramızdan ayrılalı tam 23 yıl oldu. Bu süre içinde sık sık, senin ham ervah göçüyle kültürel havası kirlenen İstanbul’a biraz nefes alsın diye Gaziantep’in armağanı olduğunu düşündüm ve dile getirmeye çalıştım. 
Buraları soracak olursan Onat, sen gideli beri memlekette iyiye giden bir şey olmadı. Baskı ve zulüm yine eskisi gibi, hatta eskisinden de beter, artarak sürüyor. Neyse, birçok ülke benzeri günleri yaşadı, yaşıyor, yaşayacak da. Onlar gibi bizler de “bu da geçer yahu” diye teselli bulmaya çalışıyoruz. 
Senin Gaziantepli ve de İstanbullu hemşerilerin güç günleri, daha önce yaşadılar, kentleri yirminci yüzyılın başlarında işgal edildi. Ama onlar dişlerini sıktılar, direndiler, sonunda işgal kuvvetleri çekildi, kentler sahiplerine kaldı ve zenginliklerini artırarak yaşamı sürdürdüler.
Ama korkarım ki, bu kez öyle olmayacak gibi. 
Bu kez kentlerimizi çaldılar, yok ettiler. 
Bu kez her iki kentimizi de işgal edip yağmalayan işgalciler gittiklerinde geriye bir şey kalmayacak. 
Evet, kentlerimizi çaldılar, yok ettiler, şimdi sıra geçmişimiz ve belleğimizde.

Ali Sirmen / CUMHURİYET

Sağırlar ülkesinden Onat’a... - ZEYNEP ORAL


Sevgili Onat, Seni katlettiklerinden bu yana bugün 22 yıl oldu... 
Ne çabuk geçti diyecektim ama hayır... Geçmedi, geçmiyor... Daha dün senin o gürül gürül kahkahaların eşliğinde yeni yıl kahvesi içiyorduk. Ve sen 23 yıl öncesinden uyarıyordun: 
Cehalete karşı, şiddete karşı, yozluğa karşı, kültürsüzlüğe karşı avaz avaz haykırıyor, milleti uyarmaya çalışıyordun! 
“Bir gemiye binmiş gidiyoruz, fırtına koptu, kayalara doğru sürükleniyoruz, parçalanıp yok olacağız. Haykırıyorum; fırtına koptu diyorum, kayalara sürükleniyoruz diyorum; ne fırtınası; ne kayası, sen neden söz ediyorsun diyorlar... Sesimi bir türlü duyuramıyorum...” diyordun. 
 
Osman Kavala’yı hapseden mantık 
Sen gideli burası tam bir sağırlar ülkesi oldu Onat... Artık kimse sesini duyuramıyor... Sesi duyulan sadece biri var... Bir de, çevresindekilerin baş sallaması... Yandaş olmayanlar inatla haykırsa da duyan yok!.. 
O nedenle ülkemin en başarılı üniversitesi olan Boğaziçi Üniversitesi hedef alınabiliyor. “Ülke ve milletin değerlerine yaslanmadığı için” karalanmak isteniyor! 
Millet aştan işten olmuşken, gençler işsizlikten kırılıp kaçmaya çalışırken bize ne müthiş ekonomik büyüme yaşadığımız anlatılıyor... 
Sevgili Onat, sen de, ben de inatla “Bu ülkenin bilime, sanata, özgürlüğe, içtenlikle bağlı insanlarla aydınlığa çıkacağına” inandık. 
Gel gör ki artık o insanlar tek tek yok ediliyor, yok edilmeye çalışılıyor... 
Düşünebilir miydin hiç: Şu Anadolu’da yetişen, gelişen her kültürel gerçekliğe el veren, yürek veren, çağdaş evrensel değerleri yücelten Osman Kavala arkadaşımız bile hapiste! Hem de tüm terör örgütlerini (FETÖ, PDY, PKK, KCK, DHKPC, MLKP ve daha nicelerini) desteklemek bahanesiyle... 
Osman Kavala’yı hapseden mantık nasıl bir değerler sistemine sahiptir diye düşünmeden edemiyor insan! 
Sen bile, bilge kişiliğinle, “derviş” halinle, bunu anlamakta, inan güçlük çekerdin!!! 
 
Hangi değerler? 
Sevgili Onat, 
Milleti iyice ayrıştırıp birbirine düşürmek için her şey, akla gelen her şey yapıldıktan sonra burası artık sağırlar ülkesi oldu. 
“Ülkeyi ayakta tutacak olan cahil halktır, en tehlikeli olanlar üniversite mezunlarıdır” diyen profesör mü bizim milli değerimiz? 
Laik Türkiye Cumhuriyeti’nden pazar sabahı 7’de çocukları namaza götürmek için okul müdürlüklerine çağrı yollayan kaymakam mı; hukukçularla buluşmak istediği için tüm hukukçuları sabah namazına çağıran Adalet Bakanı mı ülke değerlerini savunuyor? 
Kadın ve çocuklara taciz ve tecavüzden geçilmeyen ülkemde; “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değildir” ... “Telefon, faks, internet ile eşinizden boşanabilirsiniz” ... “Müslüman olmayanla evlenilmez” ... “Milli Piyango haramdır”; bu fetvaları verebilenler mi, bu ülkenin temsilcisi... 
Tamam Sevgili Onat, Nuh Peygamberi’n cep telefonuna ciddi ciddi inanan ve savunan “bilim adamına” çok güldük ama yetti gayri! Bu kadar da gülmeyelim! 
Senin deyişinle: 
“Para, ün ve iktidar hırsının gözleri bürüdüğü, ortaçağ karanlığının her gün biraz daha koyulaştığı; devletin ve halkın iliklerine kadar soyulduğu, soygunun soyana kâr kaldığı, goygoycuların minareye kılıf hazırladığı, eğitimin ve yönetimin şeriatçılara teslim edildiği, erdemin, dürüstlüğün, onurun unutulduğu; kültürün, kültürfizikle karıştırıldığı bu şiddet, bu soygun ve ikiyüzlülük toplumunda” gerçekten bizim değerlerimiz ne? 
Adaletin yok sayıldığı, yazarların, gazetecilerin hapislere tıkıldığı; yandaş olmayanların cezalandırılmaya çalışıldığı bu ortamda evrensel, çağdaş değerlere dönmenin tek yolu var: O da laiklik ilkesi. Bu ilkeyi herkes içselleştirinceye dek, haklısın Onat, bahar isyancı olacak. Ve biz her bahar ve her mevsim seninle birlikte isyanımızı bilemeyi sürdüreceğiz...

Zeynep Oral / CUMHURİYET

Hayvanları koruma yasa tasarısı yeterli mi? - BURAK ABATAY

Hayvana yönelik şiddet uzunca bir zamandır tartışmalardaki yerini korurken, hayvan hakları savunucuları ve yurttaşlar tarafından konuya dair suçlulara daha ağır yaptırımların olmasına yönelik çok sayıda eylem düzenlendi. Hükümete yapılan çağrılarda örgütler ve aktivistler, hayvanlara yönelik şiddetin bir kabahat değil suç olması yönünde taleplerini iletmişti.

Meclis’te görüşülmek üzere hazırlanan ve gün içerisinde medyaya yansıyan torba taslakta ise Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu, Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun ve Kabahatler Kanunu’ndaki çok sayıda maddede de değişiklik yapıldığı ortaya çıktı. Bu değişikliklerden birisiyse hayvanlara eziyeti önlemek amacıyla hazırlanan kanun tasarısı taslağı. Taslak torba taslağa dönüştürüldü ve bu kapsamda hayvanlara işkence yapanlar, öldürenlere 4.5 yıl, nesli yok olma tehlikesi altında olan hayvanları öldürenlere yedi yıla kadar hapis cezası öngörülüyor.
Peki tüm bu değişiklikler yeterli mi? Hayvan hakları çalışmalarıyla tanınan gazeteci-yazar Zülâl Kalkandelen ile Hayvanlara Adalet Derneği Yönetimi Kurulu Üyesi ve Aydın Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Ilgın İstenç Yalçınkaya, yapılan değişiklikleri BirGün’e yorumladı.
***

Yalçınkaya: Asla yeterli bir tasarı değil
Hayvanlara Adalet Derneği Yönetimi Kurulu Üyesi ve Aydın Barosu Hayvan Hakları Komisyonu Başkanı Ilgın İstenç Yalçınkaya, BirGün’e yaptığı değerlendirmede torba yasa tasarısında sevinecek hiçbir şey olmadığını ve Adalet Bakanlığı’ndan randevu alarak bu konuyu kendileriyle doğrudan görüşmeye çalışacaklarını ifade etti.

“Alt sınır en az 2 yıl olmalı”
Hayvan hakları savunucusu hukukçular olarak tasarıda yer alan 4 ay alt sınırı yetersiz bulduklarını aktaran Yalçınkaya, “Hayvana yönelen şiddet eylemlerinin alt sınır olarak en az 2 yıl hapis cezası öngörülmesidir. Aksi takdirde verilen adli hapis cezaları para cezasına çevrilebiliyor, ertelenebiliyor ya da hükmün açıklanmasının geri bırakılması kararı verilebiliyor. Dolayısıyla iki yılın altında verilecek cezalar caydırıcılık bakımından yetersizdir” dedi.

“Tecavüz fiili ceza kapsamına alınmamış
Öte yandan Yalçınkaya, tasarıda hayvana tecavüzün fiili ceza kapsamına alınmadığını hatırlatarak fiilin mutlaka alt sınırı 2 yıldan az olmayacak şekilde cezai müeyyideye bağlanması gerektirdiğini aktardı.
Tasarının bu haliyle yasalaşmasıyla beraber hayvanlara yönelik şiddetin sahipli hayvanlar için sahipleri tarafından; sahipsiz hayvanlar için ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından şikayet edilebilecek. Yalçınkaya’ya göre bunun iki büyük sıkıntıyı doğuracak.

“Orman ve Su İşleri Bakanlığı’na bu görev verilmemeli”
Yalçınkaya, başvurulara yönelik sıkıntının doğuracağı ilk sorunu şu sözlerle aktarıyor: “Orman ve Su İşleri Bakanlığının iş yükü çok artacak, bununla başa çıkamayan Bakanlık teşkilatı da bu davaların peşine düşmeyecektir. 14 yıldır yürürlükte olan 5199 sayılı Kanunda yazılı idari para cezalarını kestirmek için bile defalarca başvuru yapmamız gerekirken, her hayvana şiddet eyleminde Bakanlığın şikayetçi olacağını ve davayı takip edeceğini düşünmek en iyi ifade ile hayalciliktir. İster sahipli isterse sahipsiz olsun, hayvanlara yönelen her türlü şiddet eylemi için şikayet şartı kaldırılmalıdır. Hayvanların yaşama hakkını güvence altına almayı amaçlayan bir düzenleme, insanların şikayetçi olmaları şartına bağlanamaz. Konu cumhuriyet savcılıkları tarafından re'sen soruşturulmalıdır.”
Yalçınkaya doğacak ikinci problemi ise şöyle ifade ediyor: “Sahipli hayvana yönelik yapılacak şiddetin suç duyurusunu kişi kendisi yapacak. Bu durumda kişi kendi hayvanını öldürür, yaralar ya da hayvana eziyet ederse yargılanması mümkün olmayacaktır.”

“Katliam yapılan belediyelere yaptırım yok”
Yalçınkaya korumasını, aşılarını ve tedavilerini yapması gerekirken hayvanları itlaf eden belediye çalışanları ile emri veren yetkililer hakkında ağırlatıcı neden düzenlenmesi gerektiğini aktardı.

“Suçlar ayrı ayrı düzenlenmelidir”
Yaralama, öldürme, eziyet ve cinsel saldırı ile hayvanları dövüştürme eylemlerinin tasarıda ayrı ayrı düzenlenmesi gerektiğini söyleyen Yalçınkaya, “Bu maddeler insanlara yönelen şiddet eylemlerinde nasıl ayrı ayrı düzenlenmişse, hayvanlar için de ayrı ayrı düzenlenmelidir. Ceza hukukunda suçta ve cezada kanunilik ilkesi vardır. Bu ilke şu anlama gelir: Kanunun açıkça suç saymadığı bir konuda kimseye ceza uygulanamaz. Kıyas yasaktır. Hal böyle olunca her fiilin tanımı ve kapsamı net olarak belirlenmeli, cezaları ayrı ayrı ve açıkça belirtilmelidir ki Kanunu uygulamaya çalıştığımızda karmaşa yaşanmasın. Kanun sistematiği ve yapımı, ayrıca dili ve ifadeleri açısından da son derece zayıf bir yasa taslağıyla karşı karşıya olduğumuzu net olarak söyleyebilirim” dedi.

***

Basına yansıyan haberlere göre Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılması düşünülen değişikliklerle ilgili taslakta sonunda sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı gözetilmeden hayvanlara karşı zalimce davrananlara hapis cezası öngörülmesini olumlu bir gelişme olarak değerlendiren gazeteci Zülâl Kalkandelen, düzenlemenin medyaya yansıdığı şekliyle yürürlüğe girmesininin yeterli olmayacağı görüşünde.

“Sahipsiz hayvanlar için bireyler de dava açabilmeli”
Taslakta yer alan sahipli/sahipsiz hayvan ayrımının uygulamada bir takım sorunlara yol açabileceğini savunan Kalkandelen, şunları söyledi:
“Birincisi alt sınır 4 ay deniyor. Bunun yükseltilmesi şart. Caydırıcılığı artırmak için alt sınırın 2 yıl olması gerekir. Hayvanlara karşı işlenen suçlara verilecek hapis cezalarında sahipli-sahipsiz hayvan ayrımı kaldırılıyor ama taslağa göre davaların açılmasında yine bir olumsuz durum var. Sahipli hayvana karşı işlenen suçlar sahibinin şikayetine bağlanırken, sahipsiz hayvanlara karşı işlenen suçlar, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Cumhuriyet Başsavcılığına yazılı başvuruya bağlanıyor. Bakanlık da bu görevi bölge müdürlükleri, il ve ilçe teşkilatları aracılığıyla yerine getirecek deniyor. Oysa bu süreci hem yavaşlatır hem de siyasetin etkisine sokar. O nedenle gerekli kanıtlar bulunduğu takdirde bireylerin de dava açabilmesi mümkün olmalı.”

“Tecavüz belirtilmeli”
Kalkandelen’e göre hayvan dövüştürenlere yönelik öngörülen cezanın alt sınırının yeterli değil. 2 ay olarak öne çıkan cezanın alt sınırının en az 1 yıl olması gerektiği görüşünü ifade eden Kalkandelen, hayvan tecavüzlerinin de muhakkak ayrıca belirtilmesi gerektiğini söyledi.

“Ertelemesiz olmalı”
Hapis cezalarının ertelemesiz verilmesi şartının olması gerektiğini aktaran Kalkandelen, “Erteleme yapıldığı takdirde caydırıcılığı azalır. Bu suçların hayvanlarla ilgili görevlerde çalışanlarca işlenmesi halinde cezaların yarı oranında artırılması lazım. Çünkü belediye barınaklarında ve özel veteriner kliniklerinde yaşanan zulmün sonu gelmiyor. Belediye barınaklarında çalışanlar bu suçları işlediğinde, kişisel olarak yargılanarak cezayı kendilerinin şahsi olarak ödemesi koşulu getirilmeli” diyerek mahkumiyete dair görüş bildirdi.
Konuya ek olarak Kalkandelen, bu suçların faillerin sabıka kayıtlarına işlenerek bir veri tabanı oluşturulmasının suçun izlenmesi açısından son derece önemli olduğunu belirtti ve ekledi: “Bu veri tabanı sayesinde hayvana kötü muameleden ceza alan kişilerin hayvan edinmesinin ve hayvan barındıran tesislerde çalışmasının yasaklanması sağlanmalı.”

“Hayvan ticareti de engellenmeli”
Hayvanlara yönelik bireysel şiddete dair uygulanacak yaptırımları içeren torba yasa tasarısına hayvan köleliği üzerinden ticaret yapan yunus parkları, hayvanlı sirkler, AVM’lerdeki hayvanlı eğlence parkları ve atlı faytonların da eklenerek bu uygulamaların da kesinlikle yasaklanması gerektiğini söyleyen Kalkandelen “Bunun gibi tesisler kapatıldığında, bugüne kadar esir tutularak zulmedilen hayvanların yaşam haklarının güvence altına alınması ve ömürlerinin sonuna kadar güvenli ortamlarda yaşatılmaları sağlanmalı. Petshop’larda tüm hayvanların satışının her şekilde yasaklanması gerekli. Bir ara ilgili Bakanlık katalogdan hayvan satışını öneriyordu. Bu da kesinlikle söz konusu olmamalı. Ticaret için merdiven altı cins hayvan üretimini artıracak bu yöntemlere kesinlikle başvurulmamalı, petshop’lar sadece hayvan bakımı ile ilgili malzemeler satmalı. Bir hayvana evini açmak isteyen herkes barınaklara yönlendirilmeli” dedi.
Tüm bunlara ek olarak Kalkandelen, medya kurumlarında hayvanlara uygulanan şiddete karşı kamu spotlarının yayınlanması ve halkın bu konuda bilinçlenmesinin acilen sağlanması gerektiğini ifade etti.

***
Kapsamında neler var?
Adalet Bakanlığı Kanunlar Genel Müdürlüğü’nce 4 Ocak tarihli yazıyla Türkiye genelindeki adalet komisyonu başkanlıklarına görüşe gönderilen 27 maddelik 48 sayfalık taslakla ilgili 30 gün içinde görüş bildirilmesi istendi.
Medyaya yansıyan taslakta yer alan ifadelere göre Hayvanları Koruma Kanunu’nda yapılan değişiklikler şöyle:
  • Sahipli veya sahipsiz hayvana acımasız ve zalimce muamelede bulunan veya eziyet eden ya da haklı bir neden olmaksızın öldürene 4 aydan 3 yıla kadar hapis cezası verilecek. Birden çok hayvana karşı bu suçu işleyenin cezası yarı oranında artırılarak 6 aydan 4.5 yıla çıkacak.
  • Nesli yok olma tehlikesi altında olan bir hayvanı öldürene 3 yıldan 7 yıla kadar hapis cezası verilecek. Birden çok hayvana karşı bu suçu işleyenin cezası yarı oranında artırılarak 4.5 yıldan 10.5 yıla kadar hapis olacak.
  • Hayvanları birbirlerine zarar verecek şekilde dövüştürenler 2 aydan 2 yıla kadar hapisle cezalandırılacak.
  • Sahipli hayvana karşı işlenen suçlar sahibinin şikayetine, sahipsiz hayvanlara işlenen suçlar ise Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından başsavcılığa yazılı başvurusuna bağlandı. Bakanlık bu görevi bölge müdürlükleri ile il ve ilçelerdeki taşra teşkilatları aracılığıyla yerine getirecek.
BURAK ABATAY / BİRGÜN

Tren - L. DOĞAN TILIÇ

Tren komünist işidir!

1950’lerden beri Türkiye’yi yöneten sağ iktidarlar ona bu kafayla karşı çıkmış, Demokrat Parti iktidara gelir gelmez temelinde demiryolu olan 5 yıllık kalkınma planını çöpe atmış, ABD’den getirilen uzmanlara dayanarak karayoluna ağırlık vermişti.

Trene istediğiniz zaman binip istediğiniz zaman inemezsiniz, o bir yerden kalkar ve gideceği yere kadar durmaz. Oysa, karayolu öyle mi? Bin otomobile; dilediğin yerde dur, kalk, in, bin. Karayolu özgürlüktür!

AKP kendini hariç tutacak, hızlı tren falan diyecektir, ama trene hep böyle baktı sağ iktidarlar.

En son geçen gün AKP grubunda konuşurken, Erdoğan yine trenden söz etti. Yine diyorum, çünkü tren metaforunu tam da bugünkü bağlamda ilk kullanışı 2009 Martıydı sanırım. 2004’te AKP’den Şanlıurfa Belediye başkanı seçilen A. E. Fakıbaba2009’da aday gösterilmeyince bağımsız aday olmuş, Erdoğan da 6 Mart’ta yapılan Şanlıurfa mitinginde “AK Parti treninden inen bir daha binemez” demişti.
Fakıbaba 2013’te o trene tekrar bindi ve şimdi birinci mevkide bakan olarak seyahat ediyor!

O yüzden, bugün birazcık dikenlerini gösteren güllerin, Salı günü söylenen; “Biz bu yola çıkarken ahdederek çıktık. Bu ahitle çıkarken de sadakatin aslolan bir kavram olduğunu bilerek çıktık. Bu trenden düşenler, düştükleri yerde kalırlar” şeklindeki sözlere bakıp fazla endişe etmesine gerek yok. 
Onlar aynı trenin yolcuları!
AKP treni “komünist” değil; sadece inenler tekrar binmiyor, birazcık gayretle o trenin yoluna en büyük taşları koyanlar bile binebiliyor!
İşte Bahçeli!

Ankara’nın tren garında canlı bombalar katliam yaptığında “Türkiye AKP’nin teröre sempatik ve sıcak bakışının, dış politikadaki tarafgir ve gayri milli yaklaşımın bedelini ödemektedir” demişti, ki “terör sempatizanlığı” ve “gayri millilik” AKP’ye ve Erdoğan’a karşı söylediklerinin en hafifidir. O da şimdi, memnuniyetle buyur edildiği trende 2019’dan sonra da daha 5 yıl sürecek uzun yolculuğuna hazırlanıyor.
Şu net yani; makiniste itiraz etmeyip biat etmeyi kabul edenler, dün o trenin tekerine kaç kez taş koymuş olurlarsa olsunlar trene binebiliyor. Tek örnek Bahçeli değil ki, İçişleri Bakanı Soylu da var!

Erdoğan’ın düşeni düştüğü yerde bırakan “tren”i ile “Ailenin parçasıysan, ailenin bir üyesiysen, aile ile ilgili meseleyi ortaklıkta konuşmayacaksın” diyen Elitaş’ın “ailesi” aynı anlama geliyor ve zaten ikisi de Gül kapısına çıkıyor.

Tren” de “aile” de 2019’a giderken olağanüstü önem kazandı. Maazallah demiryolunda bir kaza olur, aile içi çatışma şiddetlenirse menzile ulaşılamaz. Demokrasilerde siyasi partilerin gayet doğal sayacağı “muhalefete geçmek” denilen böyle bir sonucu, kendini “tren”e ve “aile”ye benzeten partilerin hazmetmesi imkânsızdır.
Raylarını OHAL’le döşeyen bu trenin varacağı istasyon belli. Belli olan bir başka şey de memleketin en az yarısının ne o trene binmekten ne götürdüğü istasyonda inmekten yana olduğudur.
O trende inenler binenler kavgası süredursun -ki “Erdoğan, Gül’e savaş ilan etti” analizlerinden şiddetlenerek süreceği anlaşılıyor- asıl önemli olan trene binmeyi ve gittiği istasyonu reddedenlerin ne yapacağı.
Başta ana muhalefet partisi CHP olmak üzere, o kesimlerin, 2019’daki kritik istasyona OHAL’de gitmeyi reddetmeleri şart. OHAL koşullarında yapılacak yolculuk ve seçimden sağlıklı bir sonuç çıkmaz.
O nedenle, KESK’in 14 Ocak’ta İstanbul Bakırköy Özgürlük Meydanı’nda düzenleyeceği “OHAL Değil, Demokrasi” mitingini, AKP trenine binmeyi reddeden herkesin “Adalet Yürüyüşü” gibi görkemli ve etkili kılma görevi var.

Ana muhalefet partisi de, son durağı keyfiliğe dayalı bir tek adam rejimi olmayan, ülkenin bütün insanlarının eşit ve özgür yurttaşlar olarak bir arada yaşadığı, işsizliğin ve yoksulluğun yenildiği, kadınların çocukların taciz edilmediği, tertemiz ve yemyeşil bir Türkiye’ye giden trendeyse, kendi sesini olanca gücüyle “OHAL Değil, Demokrasi” diyenlerin sesine katmalı.

Bir tren yolcularını indire bindire gidiyor, biz öbür trene bakalım!

 L. DOĞAN TILIÇ  / BİRGÜN

Ucuz petrol dönemi bitti fatura yine halka kesildi. - SEMİH GÜVEN

Petrol fiyatları 27 dolara kadar düştüğünde Türkiye’nin enerjide bağımlılığını azaltıcı adımlar atmayan iktidar, fiyatların yeniden yükselmesiyle 2017’de halkın sırtına 34 milyar liralık ek enerji ithalatı yükü bindirdi. 69 dolara kadar çıkan petrolün varil fiyatı cepleri daha da yakacak.

Enerjide dışa bağımlı olan Türkiye’nin enerji maliyetleri katlanarak artıyor. Dolarda ve petrolde yaşanan yükselişlerin hız kesmeden sürmesi enerji ithalatına ödenen faturanın son 1 yılda 9 milyar dolar artmasına yol açtı. Hükümet ise oluşan faturayı yurttaşlara yansıtmakta buldu. Elektriğe yüzde 8,9 zam yapılırken, yeni zamlar gelmesinden da endişe ediliyor.
Ukrayna krizi nefes aldırmıştı
2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesiyle birlikte Brent petrolün varil fiyatı 100 dolarlı seviyelerden başladığı düşüşünü Ocak 2016’da 27 dolara kadar sürdürmüş, Türkiye’nin enerji ithalatı da Ocak 2016’da aylık 2 milyar 246 milyon 125 bin dolara kadar düşmüştü. Enerji maliyetinde yaşanan düşüşe rağmen hükümet bu dönemde enerjide bağımlılığı azaltacak projeler geliştiremedi. Bu tarihten itibarense petrol fiyatlarında yükselişin başlaması, enerjideki faturanın istikrarlı bir şekilde kabarmasına yol açtı.

Fırsat değerlendirilemedi
2017 yılına girildiğinde Brent petrolün varil fiyatı 57 dolara kadar yükselince Ocak 2017’de enerji ithalatı bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 42,4 artışla 3.2 milyar dolara kadar yükseldi. Brent petrolde yükselişin günümüze kadar devam etmesi, faturayı daha da kabarttı. Türkiye İstatistik Kurumu tarafından en son açıklanan Kasım 2017 verilerine göre enerji ithalatı kasım ayında bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 46 artarak bu kez de 3.5 milyar dolara tırmandı. Ocak-Kasım 2017 arasındaki toplam enerji ithalatı ise bir önceki yıla göre 9 milyar dolar yükselerek 24.3 milyar dolardan 33,3 milyar dolara çıktı. Bununla birlikte dün itibariyle Brent petrolün varil fiyatının 69 dolara kadar yükselmesi enerji ithalatında faturanın daha da yükselmesine yol açacak. Yapılan araştırmalara göre petrol fiyatlarında yaşanan her 10 dolarlık artış Türkiye’nin ithalatını yıllık 5 milyar dolar daha yükseltiyor.

Halkın elektrik faturası 100 lirayı aşacak
Enerji ithalatında yaşanan sert yükselişin en büyük faturası halka kesilmiş durumda. Son 1 yılda benzinin litresi yüzde 8, motorinin litresi yüzde 15’i bulan oranlarda zamlandı. En son yapılan açıklamada ise halkın kullandığı elektriğe yüzde 8,9 oranında zam yapıldığı bildirildi. Elektrik Mühendisleri Odası’na göre yapılan zamla dört kişilik bir ailenin ortalama elektrik faturası 100 lirayı aşıyor. Yapılan zamda “dağıtım bedeli” payını yüzde 34,9’dan yüzde 36,1’e çıkarılması da zammın elektrik dağıtım şirketlerini ‘kurtarmaya’ yönelik olduğu iddialarını kuvvetlendirmişti. CHP Kocaeli Milletvekili Tahsin Tarhan, birçok elektrik dağıtım şirketinin borç batağında olduğunun konuşulduğunu Meclis’te verdiği soru önergesinde ifade etmişti.

Kuraklık yeni zam getirir mi?
Yüzde 12’ye kadar ulaşan enflasyon halkın alım gücünü eritirken, iğneden ipliğe yapılan tüm zamlara elektrik zammının da eklenmesi halkın ayakta kalmasını iyice zorlaştırıyor. Bununla birlikte elektrikte yeni zamlar geleceği endişesi de güç kazanmış durumda. Türkiye Ziraat Odaları Birliği tarafından yapılan açıklamada 2016-2017 tarım yılının son 44 yılın en kurak yılı olduğu bilgisi verilerek barajların hızla boşaldığı uyarısı yapıldı. İstanbul’daki barajların doluluk oranı yüzde 65’e gerilerken, bu oran Ankara’da yüzde 20’ye kadar düştü. Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı verilerine göre Türkiye’nin ürettiği toplam elektriğin 24,7’si barajlardan elde edilirken, Habertürk’te yer alan habere göre bu oran 2017’de yüzde 19,8’e kadar düştü. Buna karşın 2017 yılında elektrik tüketimi önceki yıla göre yüzde 5,1 artarak 289 teravatsaate çıktı.
***
Yabancılar-yandaşlar ihaleleri paylaştı
Türkiye’nin enerjide dışa bağımlı yapısını gerekçe gösteren iktidar, yangından mal kaçırırcasına ‘yerli enerji üretimi’ için yaptığı tüm ihaleleri yandaşlar ve yabancılar arasında paylaştırdı:

»Bin megavatlık Rüzgar Enerjisi Yenilenebilir Enerji Kaynak Alanları (YEKA) Siemens (Alman) -Türkerler- Kalyon Enerji konsorsiyumuna verildi.

»Konya Karapınar’da kurulacak bin megavatlık güneş enerjisi santral ihalesi Kalyoncu- Hanwha Grubuna (Güney Kore) verildi.

»Akkuyu Nükleer Santralı Rus enerji şirketi Rosatom’a satıldı. Rus şirket de hisselerinin yüzde 49’unu Cengiz Holding, Kolin ve Kalyon İnşaat şirketlerinin oluşturduğu konsonsiyuma sattı.

»Suudi Arabistan Mısır ortaklığı olan Al Aboud Holding, Burdur‘daki güneş santralını satın aldı.

»Türkiye‘nin en büyük yakıt doposuna sahip olan Petrol Ofisi şirketi 1 milyar 368 milyon avroya Hollandalı Vitol Group‘a satıldı.

Semih Güven / BİRGÜN