15 Ocak 2018 Pazartesi

Aman Tanrım, Meltem’le Haluk nasıl boşanır! - TAYFUN ATAY

Okuyunca “simülatif” bir hüzün kapladı içimi: Meltem’le Haluk boşanıyor!.. 
İlk kez 2002’de seyrimize sunulup bunca yıldır bizimle olan “ÇocuklarDuymasın”ın efsane çifti, Pınar Altuğ ve Tamer Karadağlı tarafından canlandırılan “Meltem”le “Taşfırın Haluk”tan bahsediyorum. 

Birol Güven yaratısı bu aile sitkomu unutulmaz karakterler kazıdı hafızalarımıza: Artık “Taşfırın” babasının kollayıcı kanatlarından sıyrılıp “Survivor’un yolları taştan” türküsü tutturmuş “Havuç” (Furkan Kızılay) mesela... Sonra “Taşfırın Haluk”la zıtlık temelinde biçimlendirilmiş “LightSelami” (Özgür Ozan). Ve Selami’nin eşi, Meltem’in hem yakın arkadaşı, hem de daha “eli maşalı” hali, “light” kocasını tir tir titreten “Dominant Teyze” Gönül (Zeyno Günenç). 

Bir dönem “Siyaset Meydanı”na da konu(k) olmuş dizinin bugün kurgusal akışında “boşanma” temasına gelip oturması çarpıcı, anlamlı ve tartışılmaya değer. Çünkü başlangıçta, bırakın “kurgu”da boşanmayı, kurguya can katanlar gerçek hayatta bile buna yeltenemezdi! Unutmak mümkün mü mesela 2003 yılında “Meltem” yüzünden Pınar Altuğ’un başına gelenleri?! 

Kocası askerdeyken bir sevgilisi zuhur etmiş Altuğ’un bu “yasak” ilişkisi, dizideki “rol”le irtibatlı tepkilere yol açtı! Hiç kimse dizide “Haluk’un gül gibi eşi”, iki çocuk annesi “Meltem”e böyle bir ilişki yakıştıramıyordu!.. 
Yapımcı derhal devreye girdi. 

Birol Güven, kurgudaki anne rolüyle uyarlı şekilde gerçek hayattaki ilişkilerini düzene koymazsa Altuğ’un dizi yaşamının sona ereceğini duyurdu. 
Durum açıktı: Kurgu tabii ki gerçek hayattan çıkmaktaydı. Ama sonrasında gerçek hayatın gidişatını da kurgu belirlemekteydi!..

Biçare Pınar, hem “Bugüne kadar Meltem karakterine yakışmayacak hiçbir şey yapmadım” dedi, hem de “dizinin namusu”na hiç mi hiç halel getirmeyeceği güvencesi verdi. 

Meltem, Pınar’ı yutmuştu! 

Peki, bir simgesel (ve imgesel) karşılığı “Meltem” olan bu yapıt bize ne mesaj vermekteydi? 

Türkiye’nin eski ama eskimeyen kültür ikiliğini; Doğu-Batı, gelenekmodernlik, şehirlilik-kırsallık, “özgürleşmiş- modern kadın” ve “gelenekselmaço erkek” ikiliklerini, uçlarda değil ortalarda karşıtlığa sokan bir komediydi “Çocuklar Duymasın”... 
Çalışan, özgür bir kadın ve o kadına bağlı ama aynı zamanda “kodu muoturtan” cinsten, öte yandan modernlik formatının da içinde komik gelgitlerle dolu bir koca... 
Maçoluğun da karikatürize edilişi (“Taşfırın Haluk”), feminen yanlarını bastırmayan, anlayışlı, “yumuşak” erkekliğin de karikatürize edilişi (“Light Selami”)... 
Ancak “Taşfırın”ı aslileştirip merkezileştirirken “Light Selami”yi ikincilleştirerek ustaca verilen “Heyt be, son tahlilde Taşfırın” mesajı!.. 
Yani inceden inceye, kadının toplumsal yükselişine itiraz etmiyormuş, hatta destekliyormuş görünerek yine de “eril iktidar”ın; geleneksellikten modernliğe (kapitalizme) geçiş halindeki ataerkilliğin onanması... 
“Çocuklar Duymasın” buydu. Birol Güven de budur. 

Fakat bir zamanlar ne aldatma, ne de boşanma, dizinin tematiğinde mizahi olarak dahi yer almazken neden şimdi alıyor? 

Çünkü aradan 15 yıl geçti ve 2000’ler başında boşanmalar, şehirli orta ve üst tabakalarda artış içindeyse de tümden bizim “yeni normal”imiz haline gelmemişti. Şimdi ise dindarmuhafazakâr şehirli kesimlerde bile boşanmalar olağandışılıktan uzaklaştı, yadırganmaz oldu. 

“Çocuklar Duymasın”da bugün boşanma “ana tema” haline gelmişse, bu altyapı üzerinden anlaşılıp okunabilir. 

Doğru, Birol Güven muhafazakârdır. Ama bir diziyi, kurguyu, öyküyü ayakta tutanın da hayatın “dinamiği”ne (değişme/sorun/çatışmalara) dayanmak olduğunu biliyor. Hayata değmeyen kurgu, alıcı bulmaz. 

O yüzden hayatımızın içindeki boşanma gerçeğine kayıtsız kalınamıyor “Çocuklar Duymasın”da. Dün ekrana gelen bölüm de Haluk ile Meltem’in boşanma için hâkim karşısına çıkışlarıyla şekillendi. 

Siz bu yazıyı okurken Meltem’in “Boşanmak istiyorum Hâkim Bey” sözünü Haluk’un tamamına erdirip erdirmediğini öğrenmiş olacaksınız, ama ben yazarken bunu bilmiyorum. 
Bilmiyorum, ama ihtimal de vermiyorum. 

Dediğim gibi Birol Güven, iyi bir muhafazakâr arkadaşımız ama işini de iyi bilir ve yapar. Bir dönem “evliliğe rehabilitasyon ünitesi” nev’inden dizi yapmışlığı da var. (Malûm, dinbaz- statüko hanidir boşanmalara dur deme yolunda evliliği sağaltım niyetli dizi projelerine de destek vermekte.) 

Ben, Güven statükoyu sarsmaz diye düşünüyorum. 
Belki kâğıt üstünde ve kısa vadede Haluk’la Meltem’i boşandırsa bile fiilen bağı kopartmaz, zamanla da evliliği “rehabilite” cihetine gider diye tahmin ediyorum. 
Er ya da geç “Taşfırın”ı “Tutku”nun kancasından da kurtarır sanıyorum. (“Tutku” [Gülin İyigün] tebriki gerektiren isimlendirmeyle, Haluk’a kafayı takmış genç, “taze” kadının adı!) 

Bakalım haklı mıyım, yoksa Birol Güven beni yanlışlayıp mahcup mu edecek?.. 
Bilemiyorum, ama ederse bu, benim için “mutlu bir mahcubiyet” olur!..

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Repliklerimiz fısıldaşır dururlar - Ayşe Emel Mesci

1969’da Dormen Tiyatrosu’ndaydım, ama Şehir Tiyatrosu’na geçmem söz konusuydu. O arada Çetin İpekkaya, Münir Özkul’u efsaneleştiren “Sersem Kocanın Kurnaz Karısı”nı LCC salonunda sahneye koyacaktı, Satenik rolünü de bana önerdi. İlk provalara gidişimi, gencecik bir oyuncu olarak Münir Özkul ve Suna Selen ile karşılaşmamı hiç unutamam. Daha sonra Şehir Tiyatrosu kadro başvurumu kabul etti, Satenik rolünü de bu yüzden oynayamadım. Ama hemen ertesi yıl iki filmde yolum Münir Özkul ile kesişti: “Yavrum” ve “Dikkat Kan Aranıyor”.

‘Karar 71’ 
Büyük oyunculuğunun yanı sıra, çok sağlam insandı Münir Ağabey. Sözünün eriydi. İBŞT’deki yerinden yönetim döneminde, sevgili Hayati Asılyazıcı genel sanat yönetmeni iken, ben de Fatih Şehir Tiyatrosu ekibindeydim. Başımızda da Münir Özkul vardı. Hem bir ağabeydi, hem de bir usta. 1980’e doğru giderek hızlanan o sıcak ve kanlı günlerde, Burçin Oraloğlu, Cengiz Gündoğdu’nun yazdığı bir oyunu sahneye koydu: “Karar 71”. Oyun, 1971 darbesine giden süreci, Mahir’leri, Deniz’leri sahneye çıkararak anlatıyordu; herhalde Darülbedayi’nin tarihinde gördüğü en politik oyunlardan biriydi. O günün siyasi ortamı içinde kapalı gişe oynamaya başladık; salon her gece miting alanına dönüyordu. Bu durum haliyle bazı çevreleri rahatsız etti. Oyuncular birer ikişer rapor alıp ayrılmaya başladılar. Münir Ağabey ise biletleri hemen satılan oyunu kaldırmaya hiç yanaşmadı, baskılara pabuç bırakmadı. Rapor alanların yerine başka oyuncular ellerinde tekstle sahneye çıktılar. Sonunda bir gün geldi, 7. oyuncu da rapor aldı. Cengiz Gündoğdu’nun canına tak etmiş olmalı ki, “Oyun artık bu halde oynanamaz” dedi. Münir Ağabey’in cevabını hiç unutmayacağım: “Senin yüreğin zayıflamış Cengiz; bilet satılmış, seyirciniz gelmiş, perde kapanmaz.” 

Perde kapanmadı gerçekten de, çıktı sahneye Münir Ağabey. Tıklım tıklım dolu salona kısa bir konuşma yaptı, birçok arkadaşın ellerinde tekstle oynayacaklarını söyledi. Bir anda sloganlar patladı: “Devrimci Münir Özkul!”

‘Bu sahne benim yatak odam’ 
Yürekli adamdı Münir Özkul. 12 Eylül darbesinden sonra, bu tarz dönemlerde hep olduğu üzere, tiyatronun başına Vasfi Rıza Zobu gelmiş, sıkıyönetimden gönderilen subaylar da prova izlemeye başlamışlardı. Önlerini Münir Ağabey’in çıkışı kesti: “Bu sahne benim yatak odam. Hiç başkasının yatak odasına girilir mi? Lütfen çıkın” dedi, görevliler çıkıp gittiler. Geleneksel ve dramatik tiyatroyu; komediyi ve karakter oyunculuğunu bütünleştirmeyi başarmış, emsalsiz bir sanatçıydı. Bildiğim kadarıyla, en çok oynamak istediği eser “Sahne Işıkları”ydı. Bir gün Fatih Tiyatrosu’nun çayhanesinde oturuyorduk. “Gel senle bir oyun oynayalım” dedi. “Nedir Münir Ağabey” diye sordum. “Bilmem seyrettin mi? Sahne Işıkları” dedi. Kalktık, Sinematek’e gittik. 23 yıl önce kalleş bir saldırıda yitirdiğimiz ve yeri bir türlü dolmayan sevgili Onat Kutlar’ın kurduğu; o sırada da Ahmet Sezerel’in işlettiği Sinematek, Sıraselviler’deydi. Ahmet bize özel bir gösterim düzenledi, ikimiz de salondan ağlayarak çıktık. Sonra araya darbe girdi, ne oyun kaldı ne Sinematek... 

51 yıllık sanat yaşamımda pek çok sanatçıyla karşılıklı oynadım. Ama bunların içinde ikisinin yeri bende ayrıdır: Münir Özkul ve Tuncel Kurtiz. Onlar ustalıklarını karşılarındakini yok etmek için değil, yumuşacık bir dokunuşla kendi yanlarında var etmek için kullanan dev aktörlerdir. 

“Artık kendimiz yoğuz... Seyircilerimiz de kalmadı... Ama repliklerimiz fısıldaşır dururlar sabaha kadar...” Hep fısıldaşacaklar Münir Ağabey...

Ayşe Emel Mesci / CUMHURİYET

Bi (!) daha yazalım, Akbilspor mu değil mi? - Arif Kızılyalın

2014 yerel seçilerine 10 gün kala dönemin CHP İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Mustafa Sarıgül, basının karşısına çıktı; konu spordu. 
Daha doğrusu AKP’li İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin spora olan gayrı-adil yaklaşımıydı. Sarıgül, sosyal belediyeciliğin önemine değinip önceliğinin halka spor yaptırmak olduğuna ilişkin klasik bir giriş taksimi sonrası sıra, o dönemin Büyükşehir Belediyespor adlı profesyonel futbol takımına geldi; Süper Lig’’e oynuyorlardı, iyi de bir kadroları vardı. 

Elindeki metne baktı, “İstanbul’da 1600...” dedi, durdu. Sayıya inanmamış olmalı ki danışmanlarına döndü, ‘okey’ aldıktan sonra devam etti: “İstanbul’daki spor kulübü sayısı 1611, kentimizde bin altıyüz küsur kulüp var. CHP iktidarında Süleymaniye Sirkeci’den Altınmızrak’a, Erok’tan Yücespor’a kadar 1600 takımın başkanı olacağım, sadeceBelediyespor’un değil... Sizleri birer şort, iki takım formayla kandırıp öte yandan tüm imkânları Büşükşehir Belediyespor için seferber etmeyeceğim” dedi. 
Konu ilginçti, eleştiri ağırdı... Medya ilgisiz kaldı (her zamanki gibi)... 
Ama AKP; daha doğrusu dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan ilgisiz kalmadı, CHP topu 90’a takmıştı çünkü. Tayyip Bey, 1611 kulübün etrafındaki - çoğu muhafazakar - kesimi kaybetmeme telaşıyla “Bir formül bulun” dedi ve seçimin ertesinde takımın ismi masa başındaki bir kongreyle İBB Spor ‘BaşakşehirFK’ oldu. 
Peki niçin Başakşehir’di kulübün adı ve 39 ilçe varken takım niye Başakşehir’e gidiyordu? 
Neden mi? 
Çünkü AKP’nin ‘imar-rant’ cenneti ilçenin ‘kamuya açık spor alanında’ bir spor tesisi inşa edilmiş, Monaco 2. Luis Stadı’nın küçük ölçeklisi bir yapı, yerleşim merkezinin göbeğine tek taş pırlanta gibi oturtulmuş, anahtar teslim Başakşehir FK’ya hediye edilmişti. 
Ne güzel değil mi? 
O güne kadar ekmek elden su gölden yaşadıkları için borçları yok, üstüne bir de hediye stat! Elbet statü değişikliğiyle AŞ modeline geçilip İBB Başkanvekili Göksel Gümüşdağ’ın patronluğa getirilişi de işin daniskası!.. Yıllarca iştiraklerden (İSPARK, İSFALT, KİPTAŞ) sınırsız destek gören hatta sosyal medyada adı ‘Akbilspor’a çıkan İBB Spor, şahıs malı oluvermişti bir anda. Şahıs dediysek Göksel Bey, aynı zamanda Tayyip Bey’in aile yakını ‘önemli’ bir şahıs! Görüldüğü üzere bir AKP projesiyle karşı karşıyayız!.. Gaziosmanpaşa Stadı’nı yıkan, Yıldıztabya Stadı’nı ranta açan, Pendik’teki sahalara villa diken zihniyetin futboldaki elit yatırımıdır BaşakşehirFK!.. 
Bu bilgilere yabancı değil Cumhuriyet okurları... Geçenlerde yazmıştık... 
Bir kez daha yazmak zorunda kaldık çünkü İstanbul’da onlarca, yüzlerce kulübün kapısına ecrimisil borcu, elektrik parası, su faturası yüzünden kilit vurulurken BaşakşehirsporFK, Barcelonalı Arda Turan’a 1.5 yıl için 10 milyon Avro’ya yakın para ödedi. 
Peki nasıl? 
Edebiyat eğitimim vardır, matematik bilgim sınırlıdır!.. Ancak bakkal hesabıyla araştırdım, Başakşehir’in bu yılki TV geliri 1.8 milyon, geçen yılki başarısından dolayı TFF’den 104 milyon katılım ücreti almış. Transfer gelirleri Romalı Cengiz Ünder dolayısıyla 11 milyon Avro civarında, 4 milyon Avro da UEFA’dan katılım bedeli gelecek sezon bitiminde... Bu rakamlara bakılırsa Arda, Barcelona’dan alınabilir! Ama aynı anda kadrodaki eski Arsenalli Adebayor’a 3.9 milyon Avro, ünlü sol bek Clichy’ye 2 milyon Avro, kadrodaki oyunculara ortalama 1 milyon Avro ödendiği düşünülürse söz konusu gelir kalemleri Arda’nın maç başı parasına bile yetmez! 

Çünkü bu takımın ortalama 2 bin seyircisi var; gişe geliri yok, maç biletleri Başakşehir’deki hayırsever (!) iş adamları ve belediyece Passolig kartlarına aktarılıyor. Forma satışı deseniz 500-1000, bilemediniz 2000 civarında,. Maç günü geliri çevredeki tavuk dönercilerle çiğ köftecilere endeksli yani kulübün maç günü kazandığı para ‘sıfır’!.. 

Öyleyse? 
Öyleyse Arda’nın transferi galiba 15 günde bir Başakşehir’e 1500, 2000 kişiyi taşıyan eski adıyla İETT, yeni ismiyle Ulaşım AŞ’ye yani ‘Akbil gelirlerine’ bağlı! Üzülerek söylüyorum, Akbilspor yakıştırması sosyal medya geyiği değil! 

Bu bağlamda Başakşehir; söz konusu yapılanmasıyla İstanbul’un 1611 takımının ekmeğiyle,Türk futboluna markalarıyla hizmet veren Galatasaray’ın, Fenerbahçe’nin, Beşiktaş’ın, Bursa’nın, Trabzon’un emeğine - haksız biçimde - ortak olmuştur! 


Konu sandığım kadarıyla ükenin yegane muhalefet partisi CHP’nin gündeminde. Hatta genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun önünde ciddi bir İBBOsmanlıspor dosyası var ama o da bu siyasi hareketlilikte BaşakşehirFK konusunu gündeme getirir mi bilinmez. 
Malum ülke - her alanda - elden giderken spora sıra gelmeyebilir...

Arif Kızılyalın / CUMHURİYET

Gönüllü askerlikten savaş karşıtlığına: Unutulan bir yazar: John Dos Passos - MUSTAFA K. ERDEMOL

Nelere tanık olmuşsa, o güne kadar savunduğu, herhalde savaşı da kutsayan, ne kadar görüşü varsa hepsini terk etmesi askerliği sırasında olur. Koca bir düş kırıklığıdır yaşadığı. Herkesin düş kırıklığı keşke Passos’unki gibi olsa. Bu düş kırıklığı çok değil iki yıl sonra, 1919’da, “One Man’s Initiation”, dört yıl sonra da  “Three Soldiers” adlı harika kitaplar yazdırır ona.

Onun için Birinci Dünya Savaşı sonrası “kayıp kuşağın en iyi yazarlarından”dır dendi ama o sonraki dönemlerin “kayıp yazarlarından” biri oldu aslında. Oysa yazdıklarıyla bir zamanlar gerçekten çok ama çok ses getirmiş bir yazardı. Bugün anımsayanı çok azdır.

1896’da bugün, yani 14 Ocak’ta doğmuştu Portekiz asıllı ABD’li yazar John Dos Passos. Zengin bir ailenin çocuğu olmanın tüm nimetlerini yaşadığı söylenir. 1907 yılında üniversiteye başlamadan önce Ortadoğu’yu da kapsayan altı aylık bir mini dünya turu yaptığına göre herhalde doğrudur söylenen. 25 yaşındayken İstanbul’a da gelmişliği vardır. Yaşadığı zenginlik kafasında nasıl fırtınalar estirmişse, ABD’li olmak nasıl bir “kendine güven kazandırmışsa”, kafasında kavak yellerinin estiği zamanlardır da tabii, gönüllü olarak kalkar Birinci Dünya Savaşı’na katılır 1917’de.

Savaş bu, çatapat oyunu değil. Nelere tanık olmuşsa, o güne kadar savunduğu, herhalde savaşı da kutsayan, ne kadar görüşü varsa hepsini terk etmesi askerliği sırasında olur. Koca bir düş kırıklığıdır yaşadığı. Herkesin düş kırıklığı keşke Passos’unki gibi olsa. Bu düş kırıklığı çok değil iki yıl sonra, 1919’da, “One Man’s Initiation”, dört yıl sonra da “Three Soldiers” adlı harika kitaplar yazdırır ona. Savaş anılarından oluşan bu kitaplarda savaş karşıtı görüşleri yer alır bol bol. Muhteşem kitaplardır gerçekten.

Bir burjuva çocuğu olarak savaşta aslında eline silah alıp savaştığı söylenemez. Sağlıkçıdır askerde. Ambulans şoförüdür. Ama bu görevde gördükleri bile savaştan nefret etmesine yetmiştir. Savaşa gönüllü katılmasına yol açacak “savaşkanlığa” aslında hiç sahip olmadığını anlamasına da…

Savaş sonrası durum da bu önemli yazar için sorgulanması gereken olgularla doludur. Önceleri “fildişi kule”de yaşarken asla fark etmediği yoksulluk, eşitsizlik, ırkçılık, artık nereye baksa gördüğü olumsuzluklardır. Koca bir toplumu kemirdiğine inanır bunların. Kendi toplumunu incelemeye başlaması bunları fark etmesiyledir. Marksizm’le buluşması tabii ki kaçınılmazdır.

Nicola Sacco ve Bartolomeo Vanzetti, Amerika Massachusetts’te yaşayan iki İtalyan’dı. Cinayetten, gasptan suçlanmış, önce 7 yıla mahkûm edilmiş, sonra da 23 Ağustos 1927’de, aslında anarşistlere gözdağı vermek için, idam edilmişlerdi. Hâlâ suçlu olup olmadıkları net değildir. ABD adaletinin en utanç verici davalarından biriydi Sacco ve Vanzetti Davası. Dönemin büyük ‘insanseverleri’ bu iki talihsiz göçmene destek verdiler, idamlarını durdurmak için çok uğraştılar. Dönemin Papası XI. Pius bile affedilmelerini istemişti. Albert Einstein, H. G. Wells, George Bernard Shaw’ın yanı sıra hayatlarının bağışlanması için çırpınanların arasında John Dos Passos da vardı. Buna benzer onca adaletsizlik Passos’un ele aldığı konulardı.

Manhattan Transfer adlı romanındaki tekniği dönemine göre benzersizdir. “Kamera gözü” tekniği derler eleştirmenler. Koca bir kente adeta kuş bakışı bakar, kenti öyle tasvir eder. Herhalde bu nedenledir hiçbir ayrıntıyı atlamaz oluşu. Eskilerin “velut” dedikleri çok üretken bir yazardı. Ne demek kırk iki roman yazmak? Öyküler, şiirler, biyografiler bu rakama dahil değildir.

Talihi mi yoksa talihsizliği mi bilemem ama iki savaşı da gördüğü için iki savaş arasındaki ABD toplumunu çok iyi gözlemleme şansı oldu John Dos Passos’un. Romanlarının hemen hepsinde “Amerikan Rüyası”nın hiç de insanca olmadığına vurgu yaptı, toplumsal adaletsizliğe meydan okudu. Düşünceleri en çok “The 42nd Parallel (1930)”, Nineteen Nineteen (1932)”, “The Big Money (1936)” adlı roman üçlemesinde görülebilir. 

Büyük ama gerçekten büyük yazardı. Jean Paul Sartre onun için “Çağdaş en büyük yazar” derken haklıdır elbette. Yine Sartre’a göre “ölümü de en iyi anlatan yazar Passos’tur.”

Ölümü gerçekten iyi anlatmış mıdır bilemem ama “kendisini en iyi öldüren yazar” bence odur. Geniş kitlelerce sevilmesine yol açan muhalifliğinden, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra vazgeçmesi, Amerikan milliyetçiliğine savrulması “siyasi ölümü”dür.


Fiziki ölümü ise daha sonra, 28 Eylül 1970’dir.

MUSTAFA K. ERDEMOL / BİRGÜN

Tarım, hayvancılık, ekonomi: Ne yerli ne de milli! - FATİH YAŞLI

Türkiye bankacılık sisteminin yüzde 47’si, borsanın yüzde 65’i yabancıların elinde, 2002’de 129 milyar dolar olan dış borç stoku yüzde 239 artışla 2017 Eylül’ü itibariyle 438 milyara yükselmiş durumda, toplam ithalat ise 2017 yılında bir önceki seneye göre yüzde 17,9 artarak 210 milyar dolara ulaşmış.

Cumhuriyet’ten Emre Deveci’nin haberinde sadece bunlar değil başka rakamlar da var. Türkiye’nin dış yükümlülükleri 2002’de 147 milyar dolarken bugün 666 milyar dolar civarında. Dış varlıklar aynı dönemde 226 milyar dolara, net uluslararası yatırım açığı ise 440 milyara dolara yükselmiş. Türkiye’nin dış yükümlülüklerinin milli gelire oranı 2002’de yüzde 62 civarındayken bugün ise yüzde 83’ler civarında.

Buradan vardığımız sonuç ne peki? Çok basit, “yerli ve milli iktidar” döneminde Türkiye’nin borcu rekor düzeyde artmış, iktisadi varlıklarının kontrolü yabancılara geçmiş, ithalatı rekor kırmış, velhasıl Türkiye ekonomisinin bağımlılığı artmış, emperyalizm Türkiye ekonomisi üzerindeki kontrolünü muazzam derecede artırmış, derinleştirmiş.

•••

Türkiye’de buğday üretim alanı 2002’de 9.300 bin hektardı, 2016’da ise bu alan 7.780 bin hektara geriledi, 1,5 milyon hektar arazide artık buğday ekilmiyor ve Türkiye buğday ithal ediyor. 2002-2016 arası izlenen yanlış fiyat politikaları nedeniyle 1 milyon hektar arazide artık arpa ekimi yapılmıyor ve Türkiye yem ithal ediyor. Üretim son on beş yılda baklagiller, nohut ve kırmızı mercimekte üçte bir, yeşil mercimekte üçte iki oranında azaldı. Türkiye artık baklagiller, nohut ve kırmızı mercimeği ithal ediyor.

2002’de 7 milyon 210 bin 770 dekar alanda pamuk üretebiliyorken, 2016’ya geldiğimizde bu 4 milyon 800 bin dekara düştü. 2002’de dekarda 113 kg fındık alınırken, 2016’da fındık verimliliğinde dekarda 66 kg’a kadar gerilendi. 2005’te 113 milyon zeytin ağacı varken bu sayı 2016’da 171 milyon ağaca yükseldi ama zeytincilik adım adım bitiriliyor, Tunus’tan zeytinyağı ithal etmekten bahsediliyor. Tütün sektöründe 2002 yılında 405 bin olan üretici sayısı bugün 56 bine düşmüş durumda, üretim ise 159 bin tondan, 62 bin tona geriledi, tütün üretimi ve tütüncülük bitme noktasına geldi.

Bu rakamlar, Çiftçi-Sen’in rakamları. Hemen bir ek yapalım: 2 Aralık 2017’de Resmi Gazete’de yayımlanan “İthalat Rejimine Ek Karar” ile kuru fasulye, barbunya, börülce ve nohutta gümrük vergisi sıfıra indirildi, yani bu ürünlerin ithalatı kolaylaştırıldı ve yerli tarıma bir darbe daha indirildi, tarımda ithalata bağımlılığın derinleşerek devam edeceği bu uygulamayla bir kez daha görüldü.

Peki hayvancılıkta durum ne? 2010 yılına kadar Türkiye hayvancılığı kendine yeterli düzeyde olduğu için et ithalatı yok denecek düzeyde. Ancak 2010’da et ithalatı 22 milyon dolardan 518 milyon dolara fırlamış, 2011’de ise 2010 rakamları ikiye katlanmış ve 1 milyar 249 milyon dolarlık ithalat yapılmış. Yani sadece iki yılda 50 kattan fazla bir artış söz konusu. 2012’de 785 milyon dolarlık ithalat gerçekleşmiş. Sonraki üç yılda nispeten bir düşüş yaşanmış ama 2016’da et ve canlı hayvan ithalatı tekrar 477 milyon dolara yükselmiş. 2017 yılının ilk sekiz ayında ise 2016 rakamları geçilerek 568 milyon dolara ulaşılmış.

Peki tüm bunlar bize ne söylüyor? Cevap yine çok basit: “Yerli ve milli iktidar”, yerli ve milli tarımı da yerli ve milli hayvancılığı da bitirmiş. Küresel sermayenin, uluslararası tekellerin, IMF’nin ve neo-liberalizmin arzu ettiği istikamette izlenen politikalarla Türkiye tarım ve hayvancılıkta da ithalata bağımlı bir ülkeye dönüşmüş, köylü ve çiftçi açlığa ve yoksulluğa mahkûm edilmiş.

•••

Bahçeli’nin cumhurbaşkanlığı seçiminde aday göstermeyeceklerine ve Erdoğan’ı destekleyeceklerine dair açıklamasıyla, ittifak ve uyum yasaları için görüşmelerinin başlamasıyla, Gül ve Babacan isimlerinin giderek daha fazla zikredilmesiyle, Türkiye’nin 2019 ya da bu sene içerisinde yapılacak bir seçimin sathı mailine girdiği, Türkiye siyasetinin merkezine cumhurbaşkanlığı seçimi tartışmalarının yerleşeceği görülebiliyor.

AKP-MHP ittifakına BBP’nin de eklenmesiyle ortaya yeni bir Milliyetçi Cephe çıkacak ve bu cephe söylemini yerlilik ve millilik üzerine oturtacak, “biz ve onlar”, “milli ve gayri milli”, “yerli ve yabancı” ikilikleri üzerinden dost-düşman siyasetine ivme kazandırılacak. Yapılması gereken en önemli işlerden biri, tarımın, hayvancılığın ve Türkiye ekonomisinin gösterdiği üzere, bu cephenin ne yerli ne de milli olduğunu topluma doğru bir şekilde anlatabilmek, bu söylemi toplumsallaştırabilmek, bunu toplumsal muhalefeti etkili kılmanın bir aracı haline getirebilmek. Bir işçinin “Geçinemiyorum” diyerek Meclis önünde kendini yaktığı şu günlerde, ekonomi meselesine yerlilik ve millilik iddiasını da deşifre edecek bir şekilde, çok daha net, çok daha keskin bir şekilde odaklanmak gerekiyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Değiştirmek mümkün; ama nasıl? - ÖNDER İŞLEYEN

TBMM önünde bir işçinin kendini “Geçinemiyorum” diyerek yakması, halkın nasıl bir çaresizlik içinde olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bu çaresizliği üreten en önemli faktör hem toplumsal alan da hem de siyasal alanda durumu değiştirebilecek görülen bir kuvvetin olmaması. Bunun için ülkemizde muhalefetin de öncelikle bugünkü durumun değişmesine imkân tanımayan mevcut güçler dengesini bozacak bir kuvvet oluşturabilmesidir.

Kriz sonrasında dünyada tüm güçler yeni bir istikamet arayışında. Kapitalizm, küreselleşme istikametindeki kırılma sonrasında kriz içinde yolların tükendiği bir noktaya ilerleyişini sürdürüyor. Bu kaotik dönemin belirleyici öznelerinden birisi de isyan ve direnişlerle kendini ortaya koyan halk inisiyatifleri. 2008 krizi sonrasında Tunus’tan Tahrir’e, Gezi’den Brezilya sokaklarına, Wall Street’ten İspanya ve Yunanistan’a uzanan parlama noktalarının ardından Syriza, Podemos, İngiltere’de Corbyn’in çıkışı gibi bu arayışlar üzerinden siyasal seçenek oluşturma yönünde –başarılı-başarısız- denemeler de gerçekleşiyor. İran’daki son eylemler şimdi Tunus’ta başlayan direnişler bu dalgaların geçici bir parlamanın ötesindeki bir arayışın varlığını ortaya koyuyor. Ülkemizde de Gezi’nin sonrasında farklı biçimlerde kendini göstermeye devam eden, en son Hayır hareketinde bir kez daha görülen bu değişim dinamikleri üzerine düşünme ihtiyacını ortaya koyuyor.

Sıkışma
İran’daki eylemler üzerine başta BirGün’ün sayfalarında olmak üzere önemli değerlendirmeler yapıldı. Halk eylemlerinin çıkış noktası işsizlik ve geçim sıkıntısına dayanıyor. 2009’de Yeşil Hareket’in, seçimlerde oylarının çalındığı gerekçesiyle başlayan eylemlerden farklı olarak yoksulluk merkezli bugünkü direniş İran’ın mevcut yerel ve uluslararası güç dengesi içindeki müdahalelerle birlikte şekillendi. Ruhani liderliğindeki ‘reformcu’ kanatla, Ahmedinejat’ın temsil ettiği ‘sertlik yanlıları’ arasındaki mücadelenin bir boyutunu oluşturduğu diğer ucunda da Trump’ın açık biçimde ortaya koyduğu üzere direnişi rejim değişikliği doğrultusunda bir iç savaşa yöneltme doğrultusundaki müdahalelerin hızla devreye sokulduğu karmaşık bir durumdan söz ediyoruz. Halk eylemlerinin bu güç dengesi içinde kendisine bir yol açabilmesi hiç de kolay olamıyor. Özellikle rejimin yıllardır uyguladığı baskılarla solun örgütlü güçlerinin ezildiği bir tabloda, aşağıda biriken tepkinin daha önce Mısır ve Tunus’ta olduğu gibi gerçek bir değişimin önünü açabilmesi mümkün olamıyor. Öte yandan da bu isyan dalgasının geri çekilmesi ‘kontrol altına alınması’ ya da ‘sönmesi’ anlamına da gelmiyor. İran’daki durum da böyle. Emperyalizmin baskısı ve İslamcı molla rejiminin farklı kanatları arasında sıkışan halk inisiyatifi şimdilik bir yol açamamakla birlikte rejimin eski biçimde devam etmesinin imkânsız olduğunu ortaya koydu. Ancak yıkıcı enerji kendi kurucu siyasetini ortaya koyabilmekten uzak kaldı. Bu aslında isyan hareketlerinin bir karakteri olarak öne çıkan bir durum. Ortadoğu’da özellikle ABD’nin Tunus’tan Mısır’a ve Libya’dan Suriye’ye müdahale biçimleri göz önüne alınırsa buna da karşı çıkabilecek bir istikamet ve halkın örgütlülüğü geliştirilmeksizin bu krizin halk inisiyatifi lehine aşılabilmesi de kolay görünmüyor. Bu noktada sol hareketin bu isyanları toptancı bir yaklaşımla bakarak içindeki farklı dinamikleri görmeksizin koşulsuz biçimde desteklemesi ya da emperyalizmin müdahale arayışlarına bakarak reddetmesinin ötesinde bir dip dalgasının üzerindeki hareketlerin deneyimlerine sahip çıkan ve bunlar arasındaki bir dayanışma hattının nasıl gelişebileceği üzerine kafa yoran bir noktada durması gerektiği de görülüyor.


Kriz
Tunus’ta şimdi ortaya çıkan eylemler açısından da durum farklı değil. Tunus, Ortadoğu’daki isyanın işaret fişeğinin ortaya çıktığı nokta. Bin Ali’nin diktasına son veren Tunus halk eylemleri sonrasında bu isyanın üzerinden iktidara gelen Müslüman Kardeşler’in orada tutunmasına da imkân tanımadı. Bu bakımdan örgütlü muhalefetin görece daha kuvvetli olduğu bir yerden söz ediyoruz. Ancak, Tunus’ta eylemlerin bir iktidar değişimi doğrultusunda gelişme imkânının olmadığı noktada, bugünkü iktidar da eskinin bir biçimi olmanın ötesine gitmiyor. Tunus’ta şimdi başlayan isyan dalgası da İran’a benzer şekilde hayat pahalılığı ve yoksulluk temelinde gelişiyor. Hatırlanırsa, ilk isyan da seyyar satıcı Buazizi’nin kendini yakmasıyla başlamıştı. Bugün de isyan aynı hattan bir yol aramaya devam ediyor. Buna şimdi Yunanistan sokaklarında, dün iktidara taşıdıkları –ve bir yol açma imkânını heba ederek kapitalizmin çürümüş düzeni içinde konumlanan- Syriza’ya karşı emekçilerin sokaklardaki taleplere bakıldığında da bunu görmek mümkün. Bu durum bir kısır döngüyü değil süreklilik kazanmış bir arayışı ifade etmekle birlikte muhalefet hareketinin krizini de işaret ediyor. Çözüm yolu olarak görülebilecek bir düzen alternatifinin henüz gelişmediği bir durumda muhalefet krizi de sürüyor. Bu halk eylemlerinin parlamalar sonrasında kalıcı ve uzun süreli bir mücadele ile düzen ve iktidar değişimi doğrultusunda gelişim gösterememesi gibi öte yanda Syriza ya da daha önce Latin Amerika deneyimlerinde de görüldüğü üzere alternatif programlara yönelmekle birlikte devletin dönüşümüne ilişkin bir program ve strateji yoksunluğundan kaynaklanan yenilgilere de yol açıyor. Kuşkusuz tüm bu sorunların hızla çözümünü beklemek yanıltıcı olacaktır ancak bunları görerek yeni ilerleyiş noktalarını oluşturulması da acil bir ihtiyaç olarak ortada duruyor.

Alternatif 
Büyük ölçüde kendiliğinden nitelikli protesto hareketleri kimi noktalarda siyasal alternatiflere dönüşebilme yolunu girmişse de bir alternatif haline gelebildiğini söyleyemeyiz. Protestoların alternatif kanallarda kalıcı ve örgütlü biçimler alabilmesinin nasıl sağlanacağı tam da bugün muhalefet krizinin anahtarı niteliğinde. Bu noktada politik ve toplumsal alternatifleri üretmeye yönelik bir değişim stratejisine yönelik tartışmalardan –ve bu yöndeki kimi adımlardan- da söz edebiliyoruz. Birinci adım olarak halkın söz talebinin karşılık bulacağı parlamento dışı bir zeminlerin oluşturulması yönünde bir dinamizm gelişiyor. Tüm direniş hareketlerinde damgasını vuran taleplerden birisi tam da yeni bir demokrasi arayışı. Türkiye’de parlamentonun açık biçimde devre dışı bırakıldığı bir durumla birlikte genel planda da temsili demokrasinin sınırlarının daraltıldığı yeni otoriterleşme biçimleri karşısında direniş meydanlarının bir demokrasi meydanı haline getirilmesi, herkesiz söz hakkının olduğu kolektif bir yaklaşımın bu meydanlara hâkim kılınması demokrasinin parlamento sınırlarının ötesindeki bir ufukla ele alınmasına imkân tanıyor. Parlamentoyu değişimin biricik aracı olmaktan çıkaran ve değişimi öncelikle toplumsal alandaki hareketler üzerine kuran yaklaşımla alternatif halk örgütlülüklerinin inşasını hızlandırmaya ihtiyaç var. Bir baskı gücü olarak muhalefetin ötesinde kurucu-alternatif odaklar içinde çoğalan bir hareketlenme de ancak gündelik sorunlara yanıt üretebilecek çoklu mücadele araçlarının, halk örgütlülüklerinin geliştirilmesiyle mümkün olabilir. Pek çok yerde halkın kendi sorunlarına birlikte yanıtlar üretmeye başladıkları alternatif ekonomik ve sosyal örgütlenmeler de geliştiriliyor. Bu türden toplumsal örgütlenmelere yönelerek, isyan dalgalarındaki değişim taleplerinin kendi istikametini bulmasının yolları açılabilir. Buradaki bir diğer tartışma noktası da toplumsal örgütlenmelerle siyasal özneler arasındaki ilişkinin yeniden biçimlendirilmesi ihtiyacı. Toplumsal hareketlerin politik iktidar mücadelesinden azade bir mikro alan mücadelelerine bükülmesi de yaygın bir durum. Politik dönüşümü, iktidar mücadelesini dışlayarak gelişen bu mücadeleler de kuşkusuz kimi deneyimler ortaya çıkarsa da gerçek bir dönüştürücü güç haline gelemiyor. Bu noktada toplumsal hareketler ve halkın kendiliğinden direniş inisiyatifleriyle siyasal hareketleri ortak bir zemine çekebilecek olan zeminlerin nasıl oluşturulacağı sorusu da bu dönemdeki temel konulardan birisi. Söz verilmeyenlerin sözünü icra edeceklerini, direnme potansiyellerini birleştirecekleri –ve elbette oligarşik yönetimler karşısında ikili iktidar stratejisinin nüveleri olacak komite-Konsey deneyimlerinin işaret ettiği- güncel formlar oluşturulması buna bir yanıt olabilir. Türkiye’de Gezi’nin sonrasındaki Haziran fikrinin işaret ettiği meclisler bu noktada önem kazanıyor. Mahalle komiteleri oluşturma, kooperatifleşmeler ve siyasal-toplumsal hareketlerin ortaklaştığı siyasal zeminlerin oluşturulması yönündeki arayışları başka coğrafyalarda da görüyoruz. Bunlar önceki dönemlerden farklı olarak toplumsal alandaki ihtiyaçlar nazarında farklı örgütlenmelerle bunların belirli biçimlerde –ve bir değişim politika ve stratejiyi etrafında- birbiriyle ilişkilendiği bir yeni tip örgütlenme biçimlerini zorluyor.

İstikamet 
Bunlar üzerinden Türkiye’deki duruma bakarsak, devrimci direniş potansiyelinin geliştirilmesi noktasında farklı yönlerde –ancak bütünleşik- adımlara ihtiyaç olduğunu da görüyoruz. İslamcı faşizmin kurumsallaşma adımlarını yoğunlaştırdığı ancak toplumu ikna edebilme kabiliyetinin azaldığı bu aralıkta en önemli boşluk halen alternatifsizlik olarak öne çıkıyor. TBMM önünde bir işçinin kendini “Geçinemiyorum” diyerek yakması, halkın nasıl bir çaresizlik içinde olduğunu ortaya koymaya yetiyor. Bu çaresizliği üreten en önemli faktör hem toplumsal alan da hem de siyasal alanda durumu değiştirebilecek görülen bir kuvvetin olmaması. Bunun için ülkemizde muhalefetin de öncelikle bugünkü durumun değişmesine imkân tanımayan mevcut güçler dengesini bozacak bir kuvvet oluşturabilmesidir. Parlamentodaki muhalefet güçleri dahil toplumdaki arayışa yanıt verebilecek, Hayır’da görülen ilerici tepkileri kapsayabilecek bir durumdan uzak. Böyle bir ortamda, OHAL’i altında sonucu önceden ayarlanmaya çalışılan bir seçime doğru ülke sürükleniyor. Pek çok karşı çıkış olsa da bunlar toplumun arayışına yanıt verecek bir kuvvet merkezi olarak öne çıkmıyor. Öte yandan muhalefetin siyasal İslamcı rejim karşısında istikametten yoksun kalması halkın sağ siyasetlere ve başkaca güçler eliyle gerçekleşecek değişimlere bel bağlamasına neden oluyor. Muhalefet hareket içinde de tutarsızlıklar ve savrulmaların ortaya çıkması tam da bir alternatif istikameti işaret eden ve onun kuvvetini oluşturan bir odağın eksikliği içinde gerçekleşiyor.


Türkiye’de şimdi Hayır’ın bir adım daha ilerisine geçerek solun bağımsız sesini yükselteceği bir kuvveti oluşturmasının yollarını aramak gerekir. İsyan ve direniş hareketlerinin genel planda yaşadığı sıkışmanın ülkemizde de Gezi sonrasındaki pek çok uğrakta karşımıza çıkan zoraki istikametlerin ötesine geçebilmek ancak böyle bir alternatif ortaya konularak başarılabilecek. Sonunda bir fikir, ancak halkın ihtiyaçlarına, somut sorunlara yanıt verebildiği oranda etkili olabilecektir! Bugün halkın siyaset arayışına yanıt verecek bir kuvvet oluşturmak aynı zamanda uzun süreli bir mevzi mücadelesinin adımlarını toplumsal örgütlenmeleri çoğaltarak atabilecek bir devrimci siyasetle ülkenin istikametini değiştirmek pekala mümkün!

ÖNDER İŞLEYEN / BİRGÜN

14 Ocak 2018 Pazar

Haşişiler - MEHMET KUZULUGİL

15 Temmuz’dan sonra yeniden günün konuları arasına girdi. Gülen militanları vesilesiyle. Sümüklü fanila fetişisti topluluk, Hasan Sabbah’ın fedailerine benzetiliyordu.

Hasan Sabbah. Nızarilerin önemli ismi. Şia’t Ali’de köklenen çok sayıda hareketten biri Nızariler. Sabbah çevresinde yaratılan hikayelerde bol abartma var. Hareketin mensupları sadece kendi siyasi tarihlerine değil, dinsel doktrine ilişkin de fazla yazılı iz bırakmamaya dikkat etmiş. Ya da belki bu izler derinlemesine araştırmalar öncesinde pek görülür durumda değilmiş. Böylece Hasan Sabbah ve Elemût isimleri çevresinde uydurulan etkileyici hikayeler, gerçeğin önüne çok geçmiş.

Son iki yüzyılda çok fazla belge ortaya çıkarılmış, ciddi tarih çalışmaları ile “hikayelerin” yerini tarihi gerçekler almış ama çok fazla bir şeyi değişmiyor.
Haşiş, Canabis’in bir adı. Hint Keneviri. Haşhaş (bildiğimiz afyondan farklı olarak) haşiş yutan anlamına geliyor. Çoğulu da Haşhaşin.
En azından pop eğilimli Türkçe okurun yaygın bir yanlışı bununla ilgili. Hasan Sabbah fedailerinin afyon (haşhaş) kullandıkları, bunun için kendilerine Haşhaşi denildiği “bilgisine” sahip olanlar çok. Yüksek ünvanlı akademisyenler bile var aralarında.

Asıl mesele ise bu değil.
Son iki yüzyılın çalışmalarıyla ulaşılan kesin kanaat şu: Hasan Sabbah fedailerinin kendilerine verilen uyuşturucunun etkisine girerek siyasal suikastler düzenledikleri, liderlerinin haşişi (Canabis) onlar için yarattığı sahte cennetlerin anahtarı olarak kullandığı, bu şekilde koşullandırdığı fedaileri, çoğu bir tür intihar olan suikast eylemlerine güle oynaya yolladığı doğru değil.

Sadece romanlara değil, siyasal söylevlere hatta tarih kitaplarına malzeme olmuş bu hikayenin kaynağında ne var derseniz. Bunların, Nızari fedailerin saldırıları karşısında dehşete düşmüş haçlı komutan ve askerlerince üretilmiş olduğu söyleniyor.

İşin özü şu: Mezopotamya – Arap Yarımadası – Güney Asya hattında farklı kültür ve dinlerin etkileriyle yoğrulan şiiliğin bir kolunda, Haçlıların anlayamadıkları ve dehşete düştükleri bir feda kültürü var.
Marco Polo’nun gezilerinde şahit olduklarından çok, dinlediklerine dayandırdığı meşhur cennet bahçeleri hikayeleri de bu feda kültürünü anlamlandırmakta zorlananların hayal gücünü ifade ediyor.
İşin aslı, Batı’da genel kabul gören haşiş hikayelerini destekleyen hiçbir kayıt olmadığı araştırmacılar tarafından vurgulanıyor.
Ve Batı kaynaklı bu hikayeler, bugün Erdoğan gibi sünni “liderlerin” bile fikrini oluşturabiliyor.

Şiilik, onun etkin ve radikal kollarına kaynaklık etmiş İsmaililik hakkında karşıt islam mezheplerinin kara propagandasında da çok yeri yok üstelik, “sahte cennet” masalının.
Asıl dehşete düşen ve Nızari fedailerinin güç kaynağını “yaşlı adamın” oyunları ile açıklayan, Batılılar.

Daha gerçek tarih yazımları, fedailiğin kaynaklarını dinsel kültürün geçmişten devraldıkları ile ve daha çok toplumsal çatışmanın dinamikleri ile açıklıyorlar.
Ne yazık ki bu, milyonlarca insanın Alamut’un gözüpek fedailerini cennet bahçeleri ile kandırılmış, esrarkeşler olarak bilmesine engel olmuyor.

Hay allah!
Oysa ben bugün Nâzım Hikmet’in TKP’den nasıl atıldığı, Sovyetlerde nasıl zulme uğradığı, sanatçı duyarlılığı yüzünden orta zekalı komünist örgütçüler tarafından nasıl itilip kakıldığı, şair Mayakovski’nin de zaten Sovyet rejimi tarafından “intihar ettittirildiği” gibi konularda yazacaktım!
Sadece Nâzım Türküsü nedeniyle günahlarının yarısını hilafsız affedebileceğimiz ama gevezelikten, artık hiçbir karanlık yanı kalmamış konulardaki eskimiş uydurmalara düşkünlüğünden bir türlü vazgeçmeyen Zülfü’nün Tuhaf bir dergideki tuhaf söyleşisinden hareketle…
Ve belki iki satırla bağlayacaktım.
Nâzım ne güzel söylemiş:
İnsanların türküleri kendilerinden güzel…

Mehmet Kuzulugil / SOL

Seyahat kültürü değişiyor - FIRAT TOPAL

Kafileler halinde yapılan, bilindik turistik ve tarihi mekânlarda fotoğraf çektirmekten ibaret olan seyahat kültürü artık neredeyse tamamen değişti. Yeni trendleri sizler için sıraladık.

Yeni bir yıl, kimileri için yeni seyahat hedefleri olabilir. “Travel itch” denen ve tam çevirisi “Seyahat kaşıntısı” olan kavrama bir bakalım. Sürekli uçak biletlerini, indirim kampanyalarını ve otel fırsatlarını gözlemek, bir kitabevine girdiğinde ilk olarak turistik rehberlerin olduğu reyonlara yönelmek, seyahat dergilerini karıştırmak ve tatil sırasında bile yeni tatilin planlarını yapmak başlıca belirtileri “Travel itch” dediğimiz şeyin. Bu kaşıntıdan mustarip olanlar ancak bulutların üzerine çıktıklarında rahat ediyorlar. Geçtiğimiz yıl özellikle dünya turizm sahnesine giriş yapan ülkelerin varlığı ile oldukça eğlenceliydi. Bundan yola çıkarak 2018’de kendisini hissettirecek seyahat akımlarını sizler için listeledik.

Keşfedilmemiş ülkelerin tadını çıkar
Hava ve demiryolu şirketlerinin seferlerine yeni rotaları eklemesi, bilet fiyatlarındaki rekabet ve bilgi teknolojisinin gelişmesi ile artık keşfedilmemiş olarak niteleyeceğimiz yerlerin sayısı giderek azalıyor. Seyahat severlerin birçoğu için turizmin karakterini kaybettirmediği, sokaklarda selfie çılgınlığının yaşanmadığı ve lokantaların turist menüsü tabelalarıyla dolup taşmadığı yerlere ulaşmak önemli hale geldi. İzlanda 20 yıl önce Birleşik Amerikalılar tarafından Avrupa uçuşlarında aktarma olarak kullanılan bir ülkeydi, bugün sadece onların değil tüm dünyanın en çok görmek istediği yerlerden birisi oldu. Çok değil 6 ay önce yerli turistler için Kars uzak bir ufuktu. Bugün Doğu Ekspresi trenlerinde yer bulmak imkânsız hale geldi. Arnavutluk, Slovenya, Gürcistan, Kosta Rika, Bhutan, Baltık ülkeleri ve hatta Andorra da böyle... Turizm artık Venedik gondollarından, Times Meydanı’ndan, Eiffel Kulesi’nden ya da Ayasofya’dan ibaret değil. Norveç’in kuzeyinde 1 saat boyunca kimseye rastlamadan araba kullanmak ve bir gölün kenarında kamp yapmak da turizmin önemli bir ayağı artık. Sizin için de böyleyse plan yapmak için doğru zaman. Önerdiğimiz ülke: Kosta Rika ve muhteşem güzellikteki doğal parkları.

Yerel halk gibi yaşa
Çoğu seyahat severlerin amacı, artık Roma’da Aşıklar Çeşmesi’nin önünde fotoğraf çektirmek değil. Zaten herhangi bir zamanda çeşmenin önünde Marcus Aurelius’un ordusundan daha fazla insan oluyor, isteseniz de hayalinizdeki fotoğrafı çektirmekte zorlanıyorsunuz.
Peki klişelerin dışına çıkanlar neler yapıyor? Yerli halkın katıldığı partileri, yemek yediği restoranları ve mesken tuttukları barları keşfediyorlar! Şehir merkezlerinden biraz uzaklaşmak, şehrin sakinleri ile girilen diyaloglar sonucu onların peşine takılmak zaten bilinen taktiklerdi, artık sadece bu işe odaklanmış internet siteleri bile kuruldu. Herhangi bir şehirde yaşayan tatilciler kendi şehirlerinde, turist kalabalıklarından soyutlanmış mekânları sıralamaya başladılar. Live Like a Local Guide bu sitelerin en ünlülerinden bir tanesi, ama bu platformlardan onlarca mevcut. Önerdiğimiz ülke: Japonya ve bitmeyen eğlencesiyle gece hayatı.

Sıcak plajlar değil soğuk ilgi çekiyor
Deniz, kumsal, güneş ve sahilde geçirilen uzun süreler… Artık tatil dendiğinde akılda beliren ilk imaj bunların olduğu bir fotoğraf değil. Dünya üzerinde soğuk diyarları keşfe çıkan insanların sayısı giderek artmaya başladı. Kış turizminden başka bir şey bu anlattığımız. Kanada 2016’da 20 milyon turist çekti ki bu son 14 yılın en büyük rakamıydı. Bu tür ülkelerin en büyük avantajı, soğuk havanın yıllar boyu turistleri uzak tutması sebebiyle doğanın bozulmadan kalmasıydı. 2016’ya göre yüzde 40 daha fazla turist kabul eden İzlanda hükümeti ise bu akıma karşı ülkenin doğal güzelliklerini korumak için bir dolu önlem almaya çalışıyor. Dolayısıyla 2018’de tatille ilgili “soğuk ülkelerden uzak durma” dogmasının da yıkıldığını göreceğiz. Önerdiğimiz ülke: Finlandiya, kar köpekleri ile Laponya’da yolculuk.

Tek başına çıkılan seyahatler artıyor
Yıllar boyu seyahat firmaları, özellikle de tur şirketleri fiyat ve kontenjan politikalarını çiftler veya daha büyük kalabalıklara göre yaptılar. Ancak birçok otel son yıllarda tek kişilik oda fiyatlarını makul seviyeye çekmeye başlayınca ve tek kişi olmanın sayısız avantajı olunca tur şirketleri de solo kontenjanlar açmaya başladılar. 2017 yılında tüm dünyada yalnız seyahat edenlerin sayısı yüzde 40 oranında arttı. Dahası Türkiye’de sırt çantası ve çadırını kapıp yollara düşerek uzak diyarları gezenlerin sayısında da yukarı doğru bir ivme var. Özgür hareket edebilme, plana bağlı kalmadan gelişigüzel davranabilme, bütçe ve yolculuk gibi avantajları da düşünüldüğünde 2018’de ve sonrasında tek başına yolcuların sayısının artacağını söyleyebiliriz. Önerdiğimiz ülke: Bütçeyi de göz önüne alarak Güneydoğu Asya ülkeleri.

Otellere olan ilgi azalıyor
Airbnb, couchsurfing ve ev değişim platformları derken artık klasik otellerde konaklama anlayışı giderek cazibesini kaybetmeye başladı. İnsanlar gittikleri ülkelerde küçük bir otel odasına kapanmak yerine, tüm dairenin kendilerine ait olacağı ya da yerel halkla tanışabilecekleri konaklama imkânlarını tercih etmeye başladılar. Buna kayıtsız kalamayan booking.com ve Expedia gibi firmalar listelerine apartman dairelerini de almaya başladılar. Arkadaş grubunuz 4-5 kişi ise 150-160 metrekare apartman dairelerinde kalmak dahi otellerden daha ucuza gelebiliyor. Yunanistan’da havuzlu villalar kalabalık gruplar için oldukça ilgi çekici bir alternatif. Bazı ülkelerde airbnb’den kiralayacağınız oda fiyatları hostel fiyatlarıyla rekabet eder halde. 2018 seyahatlerinizi planlarken ilk seçeneğiniz apartman dairelerini kontrol etmek olmalı. Önerdiğimiz ülke: Tüm Akdeniz ülkeleri ve özellikle Portekiz.

Yükselen trend:Gurme seyahatleri
Sanırım son yıllarda en çok kendini gösteren trendlerden birisi de buydu ve 2018’de de etkisini artırmaya devam edecek. Fransa, İspanya ve Portekiz’deki şarap turları zaten bilinen, ama daha çok ekonomik açıdan üst tabakadaki insanlara hitap eden bir gastronomik yolculuktu. Şimdi ise değişik yemek kültürlerini tecrübe etmek isteyenler dünyanın dört bir yanında dolaşmaya başladı. Yemek kültürü ile ilgili programlar izlenme rekorları kırıyor. Bu akım iç turizmi de etkiledi ve özellikle Akdeniz, Güneydoğu ve Doğu Anadolu illeri hatırı sayılır turist çekti. Komşular ve Orta Doğu’nun geri kalanı da bundan nasibini alıyor. Önerdiğimiz ülke: Hint ve Çin lokantalarının tahtına göz diken Lübnan lokantalarındaki enfes yemekleri yerinde tatmak için 1,5-2 saatlik bir yolculuk yeterli.

Gelelim festival turizmine…
Hayatımda turist olarak katıldığım ilk festival 2008 Wacken Open Air heavy metal festivaliydi. 1.800 nüfuslu bu küçük kasabaya her yıl 4 günlüğüne tam 80 bin kişi akın ediyor ve bunların yarısından fazlası Almanya dışından. Bizde de son yıllarda Macaristan’daki Sziget Festivali popülaritesini artırmaya başladı. Festival turizmi artık sadece müzik festivalleriyle sınırlı değil. Film, yemek, kitap, sanat, çiçek ve alternatif festivaller de artık ülkelere giderek daha fazla turist çekmeye başladı ve bu sebeple ünlü festivallerin benzer temaya sahip olanları da seyahat listesine ekleniyor artık. Örneğin Nevada Çölü’ndeki Burning Man uzun süredir türünün tek örneği gibi biliniyor, ama aslında Burning Man dünyanın 10-15 ülkesinde düzenleniyor. Önerdiğimiz ülke: Peru. Haziran ayındaki Inti Raymi Festivali, şölen kelimesinin hakkını bir festival ancak bu kadar verebilir.

9-5’e elveda!
“Left job, sold everything, traveling the world” bu ve buna benzer kaç tane instagram biyografisi gördüm hatırlamıyorum. Kurumsal çalışma hayatına veda edip (tabii bunların bir kısmı işinden ayrılmıyor, kendini kapının önünde buluyor ama ben hiç biyografisine “kovuldum ve dünyayı dolaşıyorum” yazan görmedim, ha ama “patronumu kovdum ve tek gidişli bilet aldım” yazanı gördüm) sahip olduğu pahada ağır ne varsa satıp yollara düşenler. 2018’de de sayıları giderek artacak. Bu yolun sonu genelde 2 şekilde bitiyor. Para suyunu çekince kurumsal hayata dönüş ya da gidilen ülkelerden birisine yerleşme. İkincisi elbette daha cazip. Özetle, bu tür tilt topu misali oradan oraya savrulanların hikâyeleri giderek artmaya başladı. Önerdiğimiz ülke: Neresi olursa!

Karavan kiralamak
Toplu taşıma ve tur otobüslerinin içine tıkılmak yerine, araç kiralayarak gidilen ülkeyi dolaşmak zaten bir tercihten çok gerekliliğe dönüşmüştü ki artık bu akımda da seviye atlandı. Özellikle 2 ve daha fazla kişiden oluşan seyahat grupları için karavan oldukça cazip bir seçenek haline dönüşmeye başladı. Sonuçta otelinizi beraberinizde istediğiniz yere götürüyorsunuz ve bu bütçenize büyük bir katkı yapıyor. Bu araçların çok büyük olmaları da şart değil, 2 kişilik camper türü minibüsler de kâfi. Önerdiğimiz ülke: Kiralık araçla dolaşmak için yaratılmış ülke, İspanya…

Fırat Topal / BİRGÜN

Kapatıyoruz patron çıldırdı - ERK ACARER

Anayasa Mahkemesi’nin (AYM) tutuklu gazeteciler Şahin Alpay ve Mehmet Altan hakkında ‘hak ihlali’ gerekçesi ile verdiği tahliye kararı, yerel mahkemelerden döndü. İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi Alpay’ın, 26. Ağır Ceza Mahkemesi ise Mehmet Altan’ın tutukluluk halinin devamıyla ilgili hüküm kurdu.

•••

AYM’nin kararının diğer tutuklu gazeteciler ile ilgili ‘örnek teşkil edeceği’ umudunu yaşattığı sırada, yerel mahkemelerin, en üst hukuk kurumunun kararını tanımaması farklı bir ‘emsal’ oluşturdu. Bu ‘emsal’ ile Anayasa’nın sistematik ve kademeli olarak lağvedilmesi ile hukukun kırıntısının da rafa kaldırılmasında kritik bir eşik daha aşıldı. Türkiye ile ilgili yeni bir kırılma noktasına da böylece ulaşıldı.

•••

AYM, Cumhuriyet gazetesinin genel yayın yönetmeniyken tutuklu bulunan Can Dündar ile gazetenin Ankara temsilcisi Erdem Gül için de ‘tahliye’ vermişti. Bu karardan sonra konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, AYM’yi hedef alan açıklamasında ‘Saygı duymuyorum, tanımıyordum’ ifadelerini kullanmıştı.

•••

Dündar ve Gül kararı yaklaşık 2 yıl önce 25 Şubat 2016 tarihinde, üç hayır oyuna karşılık 12 oyla alındı. Hüküm için; halen cezaevindeki Cumhuriyet gazetesi İcra Kurulu Başkanı Avukat Akın Atalay şu değerlendirmeyi yapmıştı: “Anayasa Mahkemesi kararı herkesi ve her kurumu bağlar. 14. Ağır Ceza Mahkemesi’nin de tahliye kararı vermesi gerekir.”

•••

Atalay’ın dediği gibi oldu. MİT TIR’ları soruşturmasında tutuklanan gazeteciler, kararın ardından gece yarısı Silivri’den ayrıldı. İki yılda ‘değişen nedir?’ sorusunun karşılığı için derin analizlere ihtiyaç yok. Değişen; ‘Darbenin lütfu’ sonucunda ilan edilip, durmadan uzatılan OHAL ve çıkarılan KHK’lerin verdiği rahatlık, keyfilik.

•••

Anayasa mahkemeleri yürürlükte oldukları her ülkede, hukuk sisteminin bağımsızlığı ve teminatını simgeler. Kararları üzerine karar verilmez. Ne var ki esnaf ve muhtar jargonuyla yönetilen Türkiye’de gelinen nokta; ‘saygı duymuyorum’ sınırını aşıp ‘artık takmıyorum’ hududuna ulaştı.
Açıktır; artık Anayasa yok, hukuk yok, özgürlükler ve insan haklarına ilişkin garantiler yok.

•••

Aşılan çıtanın eşiği, fiili olarak sadece yürütme ve yasamanın değil yargının da ‘tek kişiye’ bağlandığını anlatıyor. Uygulama biçimi artık neredeyse ‘Yeni Türkiye’nin resmi yönetim şeklini de ortaya koyuyor: ‘İki dudak arasında Cumhuriyeti.’

•••

Top çevirmek de ‘mış’ gibi yapmak da, Türkiye’de hukuk kalmış tavrıyla davranmak da sadece gerçeğin üzerini örtmeye hizmet ediyor. Ülkenin, kendini, OHAL ve KHK’lere yaslayan ‘büyük bir sorunu’ var. Bütün diğer sorunlar onun etrafında dönüyor. AYM’yi tanımayan, ‘kaosla’, sandık taşımalarla, şaibelerle, halkın meşru tercihlerini hiçe sayarak birkaç seçim birden kazanan iradeyi ‘hamasetle’ yenmek, ‘uyku modunda’ bıçağa teslim olmaktan öte bir mana ifade etmiyor.

•••

Tuhaf bir sistem kuruldu. ‘Kötünün üstü’, ‘daha kötü’ vakalar ile örtülüyor. Artık bölük pörçük hamlelerle top çevirmek yerine topu saray bahçesine geri atabilmek önemli.
3 gün arka arkaya ‘696 sayılı KHK’ hakkında konuşuldu ancak unutuldu. Misal olarak, iktidar ve Saray’ın DNA’larını tam olarak deşifre eden bu KHK hâlâ tartışılıyor, üzerine yazılar yazılıyor, eylemler konuluyor olmalıydı. Bu kadarını bile yapabilmek basiretine ulaşılmadı, ulaşamadık.

•••

Gerçekliği tekrar etmek can sıkıcı olabilir. Ne var ki artık farklı yollara ihtiyaç var. Sorumluluk siyasilerdedir. Böyle giderse, ‘panellerde buluşalım’, ‘tepkimizi koyalım’, ‘toplaşalım, dağılalım’, ‘anlık çıkışlarla gaz alalım’ devri de kapanacak. Çünkü böyle giderse ‘bunlar bile’ lüks sayılacak. Artık halkın birliğinin sağlanmasına ya da parlementoda daha radikal yollara ihtiyaç var.



Bir parantezle… Türkiye’de sistem her yönden çöktü. İktidarın yarattığı iklimin ağırlığı bir hastalık gibi yayıldı. Yozlaşma kişi ve kurumlara bulaştı. Göz önündeki hukukçular, gazeteci tahliyelerini sorgular oldu. Kelli felli meslek erbaplarının, çocukluk zaafları içinde hareket etmeleri anlaşılır gibi değil. Herkesin toplumsal ve vicdanî bir sorumluluk taşıması gerektiği dönemde, ‘buna var, ona niye yok?’ diye sormak yerine, ‘adalet herkese lazım’ şartı koşmak gerekmez mi?

•••

Bir girdabın ortasındayız. Anayasa Mahkemesi’nin, ilk hevesle verdiği ayara, ‘içinde farklı eğilimler’ tartışmasına aldanmayın. O ayarın üstünden iki gün geçti, bu saat oldu, ortada başka bir numara yok. Açıkçası, Ankara’daki ‘dükkânlarına’, çoktan ‘patron çıldırdı, kapatıyoruz’ yazısı asıldı. Gerçekte de bundan sonra ‘bir KHK sıkımı’ canlarının kaldığını söylemek abartı sayılmaz. Ne diyelim; bari hala müşteri varken başka dükkânlar kapanmasın.

Erk Acarer / BİRGÜN

Siz onları değil, onlar sizi seçti! - Mine G. Kırıkkanat

Bin yıllardır bereketin simgesi olan buğday, Anadolu topraklarında bir bitkidençok daha fazlasıydı. Bu topraklarda buğday demek gelenek demekti; kültürümüzün ayrılmaz bir parçasıydı. Buğday tüm Anadolu medeniyetleri için kutsaldı; ekmek yere düşünce öpüp başa konulması unutuldu. 

Ekmeklik buğday kepeğinin, ağrı kesici olarak kullanıldığı ve kas ağrılarına, romatizmaya, kabızlığa, kansızlığa iyi geldiği anımsanmıyor artık... 

Sahi, hayvanların mide ve bağırsak sorunları buğday saplarıyla giderilmez miydi?
Buğday eskiden yıkanır, durulanır, çimlendirilir, fermente edilir ve yavaş kabaran maya ile pişirilirdi. Bu sayede taninler, saponinler, sindirim enzim inhibitörleri ve lektinler gibi suda eriyen ve sıcağa duyarlı toksin ve anti-besin öğelerin seviyesi azalırdı. Dişlerin de düşmanı olan “fitik asit” kısmen parçalanır ve böylece hazım kolaylaşır, besin değeri artardı.
Şimdi hastalık sebebi oldu buğday...
Saplarının evin sıvasında, tezek yapımında kullanıldığı da anılarda kaldı.

Ne “yediğinizin”, size ne “yutturulduğunun” farkında mısınız?

“Tahıl ambarı” olarak bilinen Anadolu toprakları 23 yabani buğday türüne ve 400’den fazla kültüre alınmış buğdayçeşidine ev sahipliği yapmaktaydı.
Türkiye genetik kaynaklar açısından da dünyada önemli bir yere sahipti.
Güneydoğu Anadolu bölgesi, buğdayın yeryüzünde ilk kez evcilleştirilip dünyaya yayıldığı coğrafya olarak uygarlık tarihinde belirleyiciydi. Bereketli Hilal, idi!
Sadece Eskişehir’de büyük özveriyle tohum ıslah edilmedi, Atatürk Cumhuriyeti’nin o zorluk yıllarında Diyarbakır Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Diyarbakır 81”, “Dicle 74”...
Ankara Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Akbaşak”, “Topbaş”... Yeşilköy Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Köse Melez”, “Ekmeklik 69082”, “Makarnalık 68722”... Ege Tarımsal Araştırma Enstitüsü’nde “Cumhuriyet 75”, “Gediz 75”, “Ata 81”, “Ege 88” buğday tohumları ıslah edildi. Sadece buğday değil; mısır, arpa, çeltik, yulaf, patates, baklagil çeşitleri üretildi! 

Zamanla... Küresel tarım şirketlerinin baskıları sonucu bu yararlı çalışmalarsiyasi destek bulamadı.

Ya üretim? 

2001 yılında 49 milyon dolar olan buğday ithali, bugün 2 milyar dolara yaklaştı!
Bu inanılmaz artış AKP sayesinde oldu! 

Dört yıldır buğdayın fiyatı 80-100 kuruş arasında gidip geliyor. Mazottan gübreye kadar diğer girdilere yapılan zamlar karşısında buğday üreticisi bilinçli olarak zarar ettiriliyor.
Yetmiyor. Bakanlar Kurulu kararıyla buğday ve çavdarda yüzde 130 olan gümrük vergisi oranı yüzde 8’e düşürüldü. Mısır’da yüzde 30 olan gümrük vergisi oranı, yüzde 35’e düşürüldü. Arpada yüzde 100 olan oran, sıfıra indirildi. 

Gümrük vergisi niye bu kadar tepetaklak edildi: Köylü üretmesin! Oysa...
Buğday stratejik yaşamsal ürün. Ülkeler buğday üretiminin bir bölümünü her türlü riske karşı depoluyor. Türkiye Toprak Mahsulleri Ofisi, kuraklık ve savaş gibi nedenlerle uygun miktarda stok yapardı. 

AKP iktidarı IMF’nin “stok politikasını terk et” emriyle 2006 yılında stoklarındaki buğdayı çok ucuza elden çıkardı!

Ertesi yıl Türkiye’de kuraklık oldu. Buğday üretimi 21.5 milyon tondan 17 milyon tona düştü. Ve AKP gümrük vergisini düşürerek buğday ithal etti. 

Sonuçta, Türkiye’nin hububat gümrük duvarları yıkılarak tarımda ithal ürünlere bağlılığın yolu açıldı.

AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında buğday ekim arazisi 9.4 milyon hektardı. Bugün 7.2 milyon hektara düştü. 

Düşünün, kişi başına yılda 110 kilo ekmek tüketiyoruz. Pazar büyük. Neler yapılmıyor ki?

AKP dönemindeki buğday bozgunu yazmakla bitmez.*

***

Yukarıdaki satırlar, Soner Yalçın’ın son kitabı “Saklı Seçilmişler”den alıntıdır. Değerli meslektaşım Yalçın, bugüne değin pek çok önemli araştırmaya imza attı. Ama belki de en önemli eseri, bu kitap. Çünkü soframıza kurulan zehirli komployu anlatıyor!
Bu topraklarda doğan ve yaşamaya çalışan, hatta doğacak olan çocukların bile sağlığını bozan küresel suikastı; ülkemizi tümüyle ele geçiren gizli emperyalistleri, endüstriyel tarım lobisini ifşa ediyor.
Bugünlerde MHP ile yaptığı “milli ve yerli” ittifakla övünen AKP iktidarının; aslında ülkeyi, toplumu ve geleceğini “ithal ve yabancı” sömürüye damardan bağladığını gözler önüne seriyor!

 Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

*Saklı Seçilmişler/ Siz Onları Değil, Onlar Sizi Seçti, Kırmızı Kedi Yayınları, 2018