18 Ocak 2018 Perşembe

Saç örtüsü, kimlik örtüsü için mi (idi)? - İBRAHİM Ö. KABOĞLU

11 Ocak Perşembe -15 Ocak Pazartesi; beş günde altı toplantı: 
Anayasacılığın Küresel Krizi (Ankara Barosu Uluslararası Anayasa Kurultayı), 
Grev Yasakları ve Sendikal Hakları (Birleşik Metal-İş) ve Anayasa Çalışma toplantıları (Kadıköy), 
OHAL Değil Demokrasi (Batman Demokrasi Platformu) ve 
OHAL’de Yeter Forumu (CHP, Ankara).

Korku toplumunun dört bileşeni
Ben bir avukatım; ama adımı söylemiyorum, içinde bulunduğumuz ortam ve koşullar nedeniyle…” Başı örtülü kadının sözleri, katıldığım toplantıların ortak paydası olarak görülebilir.
Neden? Çünkü Ankara-Batman ve İstanbul hattında gerçekleşen toplantıların, -farklı toplumsal katman ve sınıflar katılmış olmakla birlikte- konuşma ve tartışma eksenlerinin benzerliği kayda değer. Yıllardır o kadar toplantıya katıldım; Kuzeybatı-Güneydoğu hattında bu denli benzer sorunlarda birleşildiğine tanık olmadım, OHAL ve Anayasa ikilisi ile sosyolojik ve psikolojik boyutları bakımından.


1-OHAL uygulaması: Kötüye kullanım, keyfilik ve kabus üçlüsünde OHAL; hukuk, ahlak ve insanlık dışı işlem ve eylemler yoluyla Türkiye halkının üzerine çökmüş durumda. Yapılabilecek başlıca ayrım; iktidar yanlıları ile muhalifler arasındaki eşitsizlik. Çünkü iktidar yanlısı veya kraldan çok kralcı (AKP-Gülen ittifakı kalıntıları) olanlar farklı. Bu nedenle, eşit yurttaşlık, siyasal iktidar yanlısı ve muhalifi olanlar ayrımı bakımından da gerekli. OHAL’de yaratılan derin ayrışma, etnik köken ayrımcılığını, iktidar yanlısı olmayanların ödediği bedeller karşısında ikinci plana kaydırmış. İktidar adına, “OHAL yurttaşa uygulanmıyor” şeklindeki konuşmalar, OHAL mağdurlarını yurttaş yerine koymamak anlamına gelmiyor mu?

2-Anayasal ihanet üçlüsü: ‘Aykırılık, ihlal ve suç’, anayasasızlaştırma özeti. Anayasa dışı işlem ve uygulamaları görmek için, hukukçu veya anayasacı olmaya gerek yok; AK Parti’ye oy vermeyen yurttaş olmak yeterli. Kuşkusuz oy verenlerin bir kısmı görüyor olabilir; ama dudaklarını kıpırdatamaz: İstanbul, Ankara, Bursa, Balıkesir ve Düzce belediye başkanlarını ‘bağırta-inlete ve ağlata’ götürme tarzı, iktidar blokunda parti-lider totalitarizmi yaratmış durumda: ‘İçtimai biat’. Kısacası, toplumun üzerine örtülen ‘kara şal’, kendisine “ak” deme pişkinliğinde kararlı partinin eseri; kanun dışı/anayasa dışı/hukuk dışı işlem, uygulama ve eylemler eşliğinde örülen ‘şal’.

3-Toplumsal kırılmalar: Bir yanda ayrıştırma ve ötekileştirme, muhalifleri terörize etme; öte yanda yandaşları silahlandırmaya özendirme yönündeki düzenleme, söylem ve uygulamalar, değindiğim üçlü hatta ‘korku toplumu’ kavramı ile özetleniyor.

4-Psikolojik travma: Bunun boyutlarını görmek için Batman’da Hak ve Adalet Platformu Sözcüsü Dr. Ö. F. Gergerlioğlu’nun -ad vererek- tanıklıklarına gerek var mı? Ankara Barosu toplantısında konuşma gereksinimi duyan, ama kimliğini açıklayamayan avukatın durumu, psikolojik travmaların boyutları hakkında yeterince fikir veriyor.

Demokratik toplum için…
Dört başlığı somutlaştırma gereği, çıkış yollarına da işaret etmekle daha iyi anlaşılabilir:

1-Parti ve lideri güdümünde toplum
Karşılaştırma ve benzetmeler tuzağına düşmeyelim derim, “Padişahlık mı geliyor? Kenan Evren döneminden farkı ne? Hitler Faşizmi değil mi?” vb. sorular yöneltenlere. Herhalde “yeni Türkiye” sloganı ile kurulmak istenen yapıyla böyle bir durum kastediliyor olsa gerek: Sivil-askeri ve dinsel nitelikteki baskıcı ve toptancı yönetimlerden esinlenilerek ‘parti ve lideri güdümünde bir toplum’ yaratma hedefi.

2-Ağzını kapatmak için…
Tam on yıl önce yeniden alevlendirilen başörtüsü tartışmalarında, ortaya konan çekincelerden biri, örtü serbestliğinin başı açıklar üzerinde ayrımcılık riski; ikincisi ise, erkeklerin kadınların başörtüsünü kendi hâkimiyetlerini pekiştirmek amacıyla politik araç haline getirmeleri idi. Oysa hedef daha fazlası imiş: Kadın fikrini ve kimliğini de yok etmek; bütün toplumu ümmete çevirmek.

3-Yatay ilişkiler, umut kaynağı
Batman’da, bir eğitimcinin, “5.dönemi beklemek gerekir; iyice dibe vurması ve demokratik dalga ile iktidarın elde edilmesi için” deyişi, benim OHAL’in 3. Evresi saptamama karşılık: “Hayır, o zaman muhtemelen bu tür birlikteliklere de olanak kalmaz; o nedenle demokrasi-anayasa diyalektiği kurma zamanı, 4. Evreyi engellemek için.”
16 Nisan öncesi, 6771 sayılı Kanun üzerine bilgi karartması, resmi baskı yoluyla sağlandı. Ne var ki, tehlikenin farkında olanların hepsi, bilgilendirme etkinliğine dört elle sarılmadı. Şimdi bunun zamanı. 70 gün gibi kısa zaman dilimine sıkıştırılmış olmasa da, dakikalar bile çok değerli.

4-Uzman/sivil toplum ve siyasal toplum
Değinilen beş toplantı, ‘uzmanlık bilgisi/sivil toplum örgütleri etkinlikleri ve siyasal eklemlenmeler’ üçlüsünde kurulacak demokrasi-anayasa diyalektiği üzerine de somut ipuçları sağladı.
Bu diyalektik, hükümetin OHAL’i sürdürme ve kaldırma ikileminden daha güçlü. OHAL’de Yeter Forumu Sonuç Bildirgesi, haklı olarak, “OHAL derhal kaldırılmalı ve KHK düzenine son verilmelidir” çağrısı yapıyor.
Her ne olursa olsun, hukuka dönüş demokrasi ile mümkün ancak. Bunun da yolu seçimlerden geçiyor. Bu nedenle, OHAL’e karşı mücadele, aslında seçimlere yönelik demokrasi mücadelesinin bileşeni olarak görülmeli.
Hangi ortam ve koşullarda? 
İktidarın el değiştirmesini engelleme ereğinde AKP-MHP ittifak çalışmalarına Uyum Komisyonu dendiği bir ortamda.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU  / BİRGÜN

Dünyaya yeniden gelmek - NAZIM ALPMAN

Sevgili Aydın Boysan için Cumhuriyet Kitap Eki’ne ilan veren İş Bankası Kültür Yayınları aşağıdaki metni sayfaya koymuştu:
“Bütün yaşamıma iyi-kötü her türlü yanlarına zevk ve sevgi içinde sahip çıkıyorum. 
Bir daha dünyaya gelsem, bu hayatın tek bir dakikasından vazgeçmeden –belalar dahil- hepsini bir daha yaşamak isterim.
Amaaa, tamamen mutluluk içinde geçecek olsa bile, bir daha dünyaya gelip yaşamak istemem… 
Evet istemem. 
Bana mutluluk vermiş tüm insanlar, istinasız hepinize sevgiler ve minnetler sunarım.”


Aydın ağabeyin yukarıdaki metni “Paldır Küldür” adlı kitabından yapılmış bir alıntıydı. Onun arkasından oturup düşününce, hayatı hakkında değerlendirme yapmak bize düşmez. Ama görünen bir şey vardı ki bunu da kimse inkar edemez:-Aydın Boysan hayatı güzelleştiren bir büyük insandı!
Bu yüzden herkes onunla birkaç dakika geçirmek isterdi.

                                                                    •••

Dünyaya yeniden gelmek üzerine pek çok tez var.
Bu mümkün mü?
Bilemiyoruz.
Peki sen bu konuda ne düşünüyorsun Nazım Alpman derseniz, Aydın Boysan’ın bir iki adım uzağında durabilirim.
Bir defa yeniden dünyaya gelmek istemem, bu kesin.
Ama mecbursun tekrar gelip yaşayacaksın, başka çıkış yok denilirse o zaman oturup anlatırım:
Asla Türkiye’de dünyaya gelmek istemem.
Neden?
Öncelikle zor bir memleket…
“Dörtnala gelip Uzak Asya’dan
Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan bu memleket, bizim.”

Böylesi güzel memleket sevgisi dolu şiirleri yazan şairlerini hapislerde çürütebiliyorlar Türkiye’de… Sadece yukarıdaki dizelerin sahibi Nâzım Hikmet ile de sınırlı değil. Aydın, sanatçı, yazar, şair, tiyatro oyuncusu, sinema sanatçısı, akademisyen, doktor, mühendis ne kadar düşünen insanı varsa hepsine karşı ilan edilmemiş bir savaş sürdü durdu bu topraklarda.

Yine Nâzım Hikmet’in tespiti ile bu düşmanlığın boyutları şöyle anlatılıyor:

“Sana düşman bana düşman
Düşünen insana düşman
Vatan ki bu insanların evidir
Sevgilim onlar vatana düşman.”

Adına devlet denilen mekanizmayı elinde bulunduranlar diyorlar ki:
-Böyle şiirler yazma! Vatanımızı bölme…
Bunları neye göre söylüyorlar?
Kanunlar var.
Kanunları kim yapıyor? 
Meclis. Meclis’i kimler dolduruyor? 
Milletvekilleri. Milletvekilli milletin vekili olmadan önce ne yapıyordu?
Kasabada esnaf, şehirde bürokrat, başşehirde müteahhit… Şiirden, edebiyattan anlıyorlar mı? 
Şüpheli! 
Ama kanun yapıyorlar, o kanunlara göre sanat, edebiyat, şarkı, türkü alanlarında ürün verenleri demir parmaklıklar arkasına atıyorlar.
Ne için?
Vatan, millet için… Öyle söylüyorlar.
Kendileri inanıyorlar mı?
Emekli olduklarında inanmadıklarını ama öyle gibiymiş yaptıklarını itiraf ediyorlar. Olan ülkenin iyi yetişmiş evlatlarına oluyor.
Bu ülkede bütün dönemlerde iktidarda bulunanların tamamı gençleri düşman gibi gördüler. Düşmana nasıl davranılırsa, gençlere öyle davrandılar. Fişlediler, gözaltına aldılar, tutukladılar, hapislere attılar, işkence yaptılar, kurşuna dizdiler, idam ettiler!
Gençlerin cehennemi olarak formatlanmış bir ülkede yeniden dünyaya gelip de kim genç olmak ister ki?
                                                                   •••

Ben de Aydın ağabey gibi yeniden dünyaya gelmek istemem. Çok yorucu bir hayat sunuyor bu ülke…
Bu yüzden ülkemizin gençleri bile ihtiyarlamış hallere bürünürlerse ancak önleri açılabiliyor, fırsatlardan istifade edebilmelerine olanak sağlanıyor.
Ölümü kutsuyorlar. Oysa gençler önlerinde uzun bir hayat var. Buna göre haykırmaları gerekir:
-Yaşamak istiyoruz!
İhtiyarlar ise “hayır” diyorlar, canınızı feda edin, biz sizi gömeriz!
Eğer Nâzım Hikmet’in “Davet” şiirinin son bölümünü Anayasa maddesi haline getirebilirsek, gençlerin yüzüne bakabiliriz:

“Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür
Ve bir orman gibi kardeşçesine
Bu hasret bizim…”

Nazım Alpman / BİRGÜN

Ümit Kocasakal şimdiden kazandı!- ARSLAN BULUT

Türkiye'nin sadece iktidarda değil, muhalefette de güçlü liderlere ihtiyacı var diyorduk ki, İYİ Parti ve Meral Akşener hareketinden sonra CHP'den de bir ses geldi. Ümit Kocasakal, CHP Genel Başkan adayı olduğunu açıkladı.
Ümit Kocasakal, İstanbul Barosu Başkanlığı'na seçildikten sonra her seçimde oylarını artırdı. Bu başarıyı, hiçbir ayırım gözetmeden herkesin hakkını savunarak kendisine muhalif olanların da saygısını kazanmakla sağladı. Ergenekon, Balyoz gibi operasyonlarla Türkiye ele geçirilmek istenirken gerçek bir aydın cesaretiyle olayların üzerine üzerine gitti. Türkiye'ye giydirilmek istenen deli gömleğini parçalayanlardan biri oldu.
                                                                         ***
CHP'nin, ikinci cumhuriyetçilerin ve Atatürk ve cumhuriyetle sorunlu veya kavgalı olanların ileri karakolu veya toplanma yeri olmayacağını anlatan Kocasakal, "Genel Başkanın bu tür eylem ve söylemlere karşı ciddi bir tepkisini görmüş değiliz. Partiye genetik kodlarına aykırı yabancı 'virüs' ve yazılım yüklenmiş, partinin genetiğiyle oynanmış, gelenekleri bir kenara itilmiştir. Parti fiziki ve zihinsel bir işgal altındadır. Cumhuriyet Halk Partisi'nin, şimdi itilmeye çalışıldığı ülkenin üniter yapısı ile sorunlu HDP gibi bir yapıyla yakın çizgide olması, yan yana durması siyasi intihardır. Kurtuluş kuruluştadır, Atatürk'tedir. Kurtuluş, kurucu partinin özüne, gerçek kimliğine, fabrika ayarlarına geri dönmesindedir." şeklinde bir çıkış yaptı.

                                                                        ***
İstanbul Barosu üyelerinin hepsi, adliye prizmasından Türkiye'nin sorunları üzerinde bilfiil saha çalışması yapan insanlardır. Dolayısıyla, gerçekleri ortaya koyup güven verdiğiniz zaman onların desteğini almak mümkün oluyor. Üstelik baro seçimlerinde bütün üyeler oy kullanıyor, yönetimin seçtiği delegeler değil.
Kocasakal da bu gerçeği bildiği için partilerdeki seçimlerde bütün üyelerin oy kullanması gerektiğini söylüyor. Böyle olsaydı, Kocasakal, yüzde 60 oyla seçilirdi. Fakat Türkiye'de parti yönetimine bir defa gelen lider, delege yapısını tamamen değiştirdiği için delegelerin oyuyla genel başkan değiştirmek Türkiye'de artık bir mucize olur!
Peki öyleyse, Kocasakal boşuna mı ortaya çıktı? Elbette hayır. Kocasakal'ın çıkışı, sadece CHP'nin değil, Türkiye'nin toparlanmasına, kendisine gelmesine, doğru yönü bulmasına katkı yapacaktır.
Nitekim o da "Benimkisi bir fikir ve vicdan haykırışı ve isyanıdır." diyor ki, seçilmese de bu mücadelede kazanacağı kesindir. Çünkü ne yaptığını bilen ve kitlelere güven veren, kararlı bir duruşu var! Hayırlısı olsun.

Sine-i millet hareketi bir bağışıklık sistemidir
Bu vesileyle bizim Ahmet Yavuz, Arslan Bulut, Birgül Ayman Güler, Dilek Akagün, Mustafa Önsel ve Nihat Genç olarak kurduğumuz, sine-i millet platformu hakkında da bilgi vereyim.
Ülkemizde siyasi kurumlar millî görevlerini yerine getiremiyor. Türk kimliği ve Türklerin egemenlik hakkı uluorta tartışılıyor! Milletin ekonomik yıkıma götürülmesinin sebebi de işte bu tartışmaya partileri mecbur etmektir! Halk umutsuzluğa sevk edilirken, bu arada emperyal projeler de sunularak, bu topraklarda Türk egemenlik haklarına son vermek gibi sinsi bir hedefe siyasi partiler üzerinden ulaşılmak isteniyor!
Siyasi partilerin bu projelere karşı bağışıklık sistemi yok! Aksine her partiye aynı virüsler sokuluyor!
Bu durum karşısında, düşüncede ve siyasette bir savunma hattı kurmak ve milletin katılımı ile mücadeleyi kazanmak gerekir. Kazanacağımız da kesindir. Çünkü, biz milletin bağışıklık sistemini harekete geçireceğiz. Milletin bağışıklık sistemi vardır. Yeter ki bu sistemi zamanında çalıştıralım.

Arslan Bulut / YENİÇAĞ

17 Ocak 2018 Çarşamba

Türkçülüğün son esası, ‘asimilasyon’ mu? - TAYFUN ATAY

Konda Araştırma Şirketi müdürü Bekir Ağırdır önceki gün Hürriyet’ten İpek Özbey’le söyleşisinde üç partinin baraj problemine sahip olduğunu söyledi. MHP, İYİ Parti ve HDP bu partiler. Bunların ilk ikisi bağlamında perşembenin gelişinin çarşambadan belli olduğunu hesap ederek yol tutmuş bir siyasi şahsiyet de Devlet Bahçeli
Geçen hafta, Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi partisinin aday göstermeyeceğini ve AKP “Reis”Erdoğan’ı destekleyeceklerini açıklayan Bahçeli, bir anlamda      “Başbuğ”“Reis”le ikame ettiği de söylenebilecek bu simgesel jestiyle MHP’yi silerken, siyasi kişilik olarak kendi silinme riskini bertaraf etmeyi hedeflemiş görünüyor.

***

1 Kasım 2015 tekrar-seçiminde, beş ay önceki 7 Haziran seçimlerinde aldığı oydan (yüzde 16.3’ten yüzde 11.9’a) dramatik düşüş paralelinde AKP’ye kaybettiği oylarla onu yeniden tek başına iktidar kılan MHP’de Bahçeli’nin gidecek yerinin neresi olacağı aslında o zamandan belliydi denilebilir. AKP idi bu yer... 
MHP’de parti-içi tartışma, çekişme ve kırılma, nihayetinde ortaya İYİ Parti’yi çıkardı. Kimilerinin umduğunun aksine İYİ, yeni bir “merkez-sağ” çekim merkezi olmak hak getire, sağ seçmen bloku üzerinde sarsıcı bir etki dahi oluşturamadı. Ancak onun MHP’yi “yiyeceği”, gayet açık şekilde belli oldu. 
İşte şimdi İYİ’nin MHP tabanında bir oy bölünmesi yaratmasıyla her iki partinin de yüzde 10 barajına takılma riski, anket tahminleriyle karşımızda.

***

Aslında Devlet Bahçeli’nin 1 Kasım’da MHP’yi terk edip AKP’ye giden seçmenin yolunu izlediği söylenebilir!.. 
7 Haziran seçimleri sonrasında Bahçeli hiçbir koalisyon seçeneğini ve teklifini uygun bulmayıp adeta tekrar-seçimin önünü açtığında bir bakıma bindiği dalı kesti. 
Çünkü özellikle taşrada AKP seçmeniyle muazzam geçişlilik içindeki MHP tabanı, bıçak kemiğe dayanmış bir sabırsızlıkla iktidar istiyordu. Bahçeli hükümet ortaklığına yanaşmayınca onların hayal kırıklığı büyük oldu. Aynı kültürel-ideolojik mayadan hısım-akrabaları yıllardır AKP’li olduğu için iktidar nimetlerinden ha bire yararlanırken hâlâ MHP’ye gönül vermeyi sürdürüp sürüm sürüm sürünen bu seçmen, “gayrı yeter” deyip gitti AKP’ye oy verdi tekrar-seçimde. (1 Kasım seçimleri öncesinde Orta Anadolu illerini arşınladığımda bu eğilimi çok net gözlemleme imkânı buldum.) 
Dolayısıyla ilkin önemli bir seçmen kitlesi iktidara kaçtı MHP’de. Şimdi de Bahçeli, elbette Akşener’in yarattığı kötü hava koşullarının da etkisiyle sığınmakta iktidarın kanatları altına... 7 Haziran seçimleri sonrasından bugüne yaşananlar, Kürt coğrafyasının yangın yerine dönmesi ve tabii “15 Temmuz” da tuzu biberi bu “vuslat”ın...

***

MHP’nin (daha doğrusu Bahçeli’nin) AKP’ye bu yakınlaşmasını geçmişte Türkeş dönemindeki birtakım siyasi ittifaklarla aynı kefeye koyanlar var. Bence bu, ne 12 Eylül (1980) öncesinin “Milliyetçi Cephe”leriyle, ne de 1991’deki Refah Partisi ile MÇP arasındaki seçim ittifakıyla kıyaslanabilir bir durum. Onların hiçbirinde Türkeş’in MHP’si ( ve de MÇP’si) parti olarak kimliğinden ve “özgül”lüğünden bu ölçüde feragat etti. 

Bugün ortada bir koalisyon, birleşme, hatta iki farklı “element”in kaynaşması, yani “füzyon” dahi yok. 
Ortada “asimilasyon” var. 
1960’ların sonundan itibaren sivil Türk milliyetçiliğine “ocak” olmuş MHP’nin, Erbakan’ın Milli Görüş İslamcılığından gelip post-İslamist bir dinbaz savrulmaya uğramış Erdoğan AKP’sine Bahçeli marifetiyle özümsetilmesi var.

***

MHP, Cumhuriyet döneminde sivil Türk milliyetçiliğinin içinde piştiği “ocak”. 
Resmi Türk milliyetçiliğinin içinde piştiği “ocak”sa, malûm, Türk Ocakları’dır. Geç-Osmanlı döneminde orada bir siyasi ideal olarak benimsenip yaygınlaştırılmış Türk milliyetçiliği, ulus-devlet Cumhuriyet’le hayata geçti bu topraklarda. Ve milliyetçilik ideali, “Türkiye Cumhuriyeti” ile siyasi somutluk kazandığı için MHP’ye “sivil alan”da sadece Türk ulus-devletinin bekasını tehdit eden olgulara tepki kaldı; “komünist tehlike”, “bölücülük” gibi... 

Türk Ocakları’nın savunduğu milliyetçilik, ulus-devlet Cumhuriyet’le resmiyetin inhisarına geçince Türk Ocakları tarihsel işlevini tamamlamıştır. 

MHP’nin ideolojik tepkisellik olarak devletin bekasına tehditler karşısında savunduğu sivil Türk milliyetçiliği de artık AKP ve Erdoğan’ın inhisarında görünüyor. 
Bu da sadece Bahçeli’nin mi, yoksa MHP’nin de mi tarihsel işlevini tamamlayıp kendini AKP’ye özümsettiği anlamına gelir acaba?.. 
Bunu tartışmak gerek.

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Afrin’in gösterdiği acıklı hal - CEYDA KARAN

Suriye’de savaş çıkarıp ‘İhvan projesi’ devşireceğini düşünenlerin tasarımlarının hiçbirisi tutmadı. ABD’nin Ortadoğu’da nüfuzundaki azalma en bariz örnek. Son tahlilde ABD küresel bir güç ve kayıplarını tersine çevirme kapasitesi baki. Türkiye’nin durumu ise giderek içler acısı hal almakta.

 Eli kulağındaki Afrin operasyonu son örnek. Ankara, Afrin için yaratılmasına bizzat ön ayak olduğu ulusal güvenlik tehdidinden hareket ediyor. En başta düşündüğü operasyonun yeri de zamanlaması da düşündürücü.

***

Ankara, Afrin operasyonuna girişeceğini, ABD’nin SDG üzerinden 30 bin kişilik ‘Sınır Koruma Gücü’ kurma kararı üzerine açıkladı. Oysa Washington epeydir göstere göstere asli unsuru YPG/PKK olan SDG’yi silahlandırıyor. Şimdi bu sınır gücü, YPG üzerinden kuzeydoğuda Türkiye sınırında yaklaşık 500 km’lik alanda; kısa süre önceye dek IŞİD’le aynı yatağa girmiş Arap aşiretler üzerinden de Irak sınırında tesis edilecek. 
Sorun şu ki Afrin buralarda değil. ABD’nin değil, kuzeybatıda Rusya’nın operasyon alanında. Afrin’in YPG/ PKK’nin militan devşirdiği yer olduğu ise kâfi yanıt değil. Üstelik İncirlik’in Amerikan uçaklarına açık tutulması da tutarsız. 
İkincisi zamanlama... Afrin operasyonu tam da Rusya ile Suriye ordusunun İdlib’deki ‘el Kaideistan’a operasyona başlamasıyla gündeme geldi. 27 Aralık’ta Rusya IŞİD sonrası hedefini ‘El Kaidenin Suriye kolu Heyet Tahrir Şam’ı (Nusra) yok etmek’ olarak koydu. Türkiye Astana garantörü olarak İdlib’deki çatışmasızlık bölgesinin ‘temizlenmesi’ misyonunda başarı kaydetmemişken, toprak bütünlüğü ve egemenlik haklarını tanıdığı Suriye’nin ordusunun Rusya desteğinde hızlı ilerlemesinden rahatsız oldu. 
İronik olanı İdlib operasyonunun Ankara’da iki reflekse yol açması. İlki Esad’ın yine ‘terörist’ ilan edilmesi. İkincisi ise ABD’ye yine ‘bölgede aslında sizinle iş tutmak istiyoruz’ mesajıydı. ABD dikkate almadı. Tıpkı yıllardır ‘Rakkada sizinle çalışmak istiyoruz’ mesajlarını almadığı gibi.
***

Yani ortada bir trajedi var. Rusya ve ABD’nin Afrin ile ilgili soğukkanlı yaklaşımlarıyla iyice göze batıyor. 
Bu yazı yazılırken ABD’nin IŞİD ile mücadele temsilcisi Albay Dillon’un “Afrinbizim operasyon alanımızda değil” tepkisi yansıtıldı. Bu ‘Afrin’den bize ne’ demek. 
Türkiye, Rusya’dan yeşil ışık almadan Afrin’e giremez. Dolayısıyla operasyon başlarsa bu Moskova’nın YPG’nin ABD ile iş tutması karşısında ders verme ve Kürtleri Şam ile uzlaştırma hamlesine yorulabilir. Ama o zaman operasyonu sınırlı tutulmasının tercih edileceği açık. Zira Moskova’nın derdi Soçi’de kurulacak Ulusal Diyalog Kongresi.

***

ABD’nin Suriye’de rejim değişikliği tutmadı ama Suriye’ye Kürtlerle ele geçirilen zengin tarım arazileri ve petrol yatakları üzerinden gevşek siyasi yapı hedefiyle tutundu. Suriye’nin kuzeydoğusundaki alanda uzun vadede ‘sıkışmışlık’ içinde. Rusya ile hem alan paylaşımı, hem Rus üslerine son saldırılarda görülen türden ve Washington’da cihatçı temsilcilerini ağırlamak gibi oyun bozucu hamle yapabiliyor. 
Rusya askeri başarısını siyasete tedavül peşinde. İdlib’de üslerinin dibinde el Kaideistan’ın sökülmesi vazgeçilmez hedefi. Bunu Batı medyasının ‘Halep tipi insani temalı’ saldırılarına yer bırakmadan Türkiye üzerinden çözümünü tercih ediyor. TSK’nin vekil güçlerle Afrin’e dalması Suriye ordusunun İdlib’de ilerlemesine katkı bile yapabilir. Şam şu aşamada ABD’yi daha tehlikeli bulurken, sabırlı davrandığı YPG’ye destek sunabilecek esneklikte.
***

Ankara, Rusya ile ABD’nin bilek güreşinde kendine hep alan açabildi. Ama stratejik hedefleri mütemadiyen çiğnendi. ABD ile bırakın Rakka’ya gitmeyi, güneyinde Lübnan büyüklüğünde YPG alanı buldu. Fırat Kalkanı ancak bu alanın Rusya ve Şam’ın işine gelecek şekilde denize çıkışını tutabildi. Neyi ne kadar tutabileceği meçhul. 
Sorun şu ki, bizim memleket için ‘tuzak’ gördüğümüz yerde diplomatik zekâdan yoksun birileri fırsat görüyor. Çünkü süreklileşmiş savaş üzerinden yapılabilen en iyi şey, iç siyasette güç konsolidasyonu.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Devlet binalara sığamıyor - ÇİĞDEM TOKER

Maliye, aralık ayı bütçe rakamlarını duyurdu. Böylece ocak-aralık dönemini içeren 2017 yılının tamamına ilişkin bütçe gerçekleşmeleri de değerlendirilebilir hale geldi. 
Yıl içinde Kamu İhale Kanunu’nun 21/b, yani davet yöntemli ihaleleri dolayısıyla sık sık gündeme taşıdığımız müteahhitlik harcamalarına bakalım. 

2017 yılının tamamında bütçeden müteahhitlere 38 milyar 180 milyon TL aktarıldı. (Bu tutar, 2016 yılında 33 milyar 687 milyon TL’ydi. ) 

Bir yıl öncesine göre yüzde 13.5 oranında bir artış bir yıl öncesine göre 4.5 milyar TL artmış. Bu kalem bütçede değişik alt başlıklarda listeleniyor. 
Kamunun müteahhitlik harcamasında ilk sırayı düzenli olarak “diğer giderler”alıyor. En yüksek tutarı bu başlık oluşturmasına karşın bu “diğer”in hangi işlere harcandığına dair bir açıklık yok. 

Yol yapım giderleri bile ikinci sırada geliyor. 
Geçen yıl, bütçeden yol projeleri için 15.1 milyar TL çıktı. Bu tutar 2016 yılında 13.3 milyar TL olduğunu dikkate alırsak, müteahhit şirketlere aktarılan kaynak 1.8 milyar TL arttı. Bu tutarın büyük kısmının davetli ihaleler yoluyla seçilmiş müteahhitlere ilişkin olduğu muhtemeldir.

Binalara sığamamak 
Müteahhitlik harcamalarında yol yapımından sonra ikinci sırayı hizmetbinaları alıyor. Ve bu kaleme yapılan harcamalar dikkat çekici biçimde son üç yıldır birbirine yakın bir tutarda gerçekleşiyor. Geçen yıl kamunun hizmet verdiği her türlü bina için müteahhitlere 9 milyar 170 milyon TL aktarıldı. Bu tutar, sırasıyla 2016’da 9 milyar 158, 2015’te de 9 milyar 225 milyon TL’ydi. Böylece son üç yılda hizmet binaları için müteahhitlerebütçeden aktarılan kaynak da 27.5 milyar TL’yi geçti.

Özel güvenlik 2 milyara koşuyor 
Hizmet binaları yapılması için son üç yılda aktarılan kaynak 9.2 milyar TL dedik. Doğal olarak bu binaların temizlik ve özel güvenlik işleri oluyor!.. 
Daha önce AKP iktidarının taşeron işçilerin kadroya geçirilmesi konusundaki yaklaşımıyla bağlantı kurduğumuz hizmet alımlarında, binalara paralel olarak büyük artış var. 
2016’da 2.7 milyar TL olan temizlik hizmeti alım giderleri 600 milyon TL artmış. 
Yani kamu binalarının temizliğini yapan müteahhit şirketlere bir yılda 3.3 milyar TL ödendiğinden söz ediyoruz. 
İlk kez 2009 yılında başlayan özel güvenlik hizmet alımındaki yıllık artış trendi sürüyor. Başlangıç yılında bütçeden aktarılan kaynak 169.5 milyon TL’ydi. Bu tutar 2017 bütçesinde 1.9 milyar TL’ye yükseldi. Özel güvenlik hizmetleri için, bütçeden 2015’te 1.1 milyar, 2016’da 1.5 milyar TL aktarılmıştı. Böylece devletin, şiddet tekelini, kaynak transferi yoluyla paylaştığı özel güvenlik sektörüne, son üç yılda aktarılan ödenek de 4.5 milyar TL’ye ulaşmış oldu. 
Bu alımın başladığı 2009 yılından itibaren yapılan toplam aktarım ise yaklaşık 7.4 milyar TL’ye ulaştı.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

‘Dünyanın ilk büyük portre fotoğrafçısı’ - METİN CELAL

Jules Verne’in Aya Seyahati’nin kahramanı Michel Ardan’ın adı Fransız fotoğrafçı Nadar’dan esinlenilmiş. Nadar’la Jules Verne’in birlikte balon yolculuğu yaptığı da biliniyor. Aslı adı Gaspard-Félix Tournachon olan Nadar karikatürist, roman yazarı, gazeteci ve baloncu olarak biliniyor ama esas ünü ve kalıcı eserleri fotoğrafta vermiş. 

1820’de doğan Nadar çok meraklı, maceracı, kâşif ruhlu biri. İlk fotoğraflarını 1853 yılında çekmiş. 1858’de havadan fotoğraf çeken ilk insan olmuş. Yeraltı fotoğrafçılığının da öncüsü. Fotoğrafçılıkta ışık tekniklerini ilk deneyen de Nadar. 
1874’te, fotoğraf stüdyosunu kurmuş. Portre fotoğrafları çekmeye başlamış. Çağının tanınmış bütün isimleri stüdyosunda ona poz vermiş. Claude Monet, Charles Baudelaire, Sarah Bernhardt, George Sand, Gérard de Nerval,Louis Pasteur, Théophile Gautier, Jules Verne, Franz Liszt, Peter Kropotkin, Alexandre Dumas Père, Gustave Doré, Gustave Courbet...Victor Hugo’nun ölüm döşeğinde çekilmiş unutulmaz fotoğrafını çeken de Nadar. 

40 fotoğraftan oluşan “Nadar’ın Büyük Portreleri” sergisi 15 Kasım 2017 - 15 Ocak 2018 tarihleri arasında İstanbul Fransız Kültür Merkezi’nde sergilendikten sonra 24 Ocak’tan itibaren Cer Modern’de Ankaralı sanatseverlerle buluşacak. Sergi, Paris’teki Jeu de Paume tarafından, Mimari ve Miras Medyateği, Kültür ve İletişim Bakanlığı işbirliği ve Türkiye Fransız Kültür Merkezi desteğiyle gerçekleştiriliyor. Sergi küratörü Engin Özendes

Nadar çok değişik merakları ve işleri olan biri. Fotoğrafçılık mesleğine başlamadan önce genç yaşta tıp eğitiminin masraflarını karşılamak için gazetelerde çalışmaya başlamış, tiyatro eleştirileri yazmış. Tıp eğitiminden vazgeçip yazar olmuş, tefrika romanlar yazmış, editörlük yapmış. Kendine has mizah anlayışı ile yüzlerce karikatür çizmiş. Büyük gazetelerde yayımlanan politik karikatürleriyle ünlenmiş. 
Fotoğrafla ilgisi de “Le Pantehon Nadar” (Nadar Tapınağı) adlı albümü hazırlarken başlamış. Amacı Paris’in önde gelen 1000 aydınını dört taş baskı resimle tasvir etmekmiş. 250 yazar ve gazetecinin resmedildiği ilk levha yayımlandıktan sonra büyük ün kazanmış (bkz. “Fotoğraf Sanatının İlk Yıldız İsmi”, Serdar Darendeliler, İstanbul Art News, Aralık 2017). 

İlk levhayı hazırlarken tanıştığı yeni icat fotoğraf onu projesinden vazgeçirmiş ve ünlülerin portrelerini fotoğrafla kaydetmeye karar vermiş. Yaptığı her işe ciddiyetle sarıldığı, en iyisini yapmaya çalıştığı belirtiliyor. Fotoğrafa merak sarınca da hem teknik hem de estetik olarak araştırmalara giriştiği, farklılaşmaya çalıştığı biliniyor.
“Dünyanın ilk büyük portre fotoğrafçısı” unvanını kazandıran ve birçoğunu anımsadığımız portre çalışmalarında Nadar’ın “içten bir benzerlik arayışında” olduğunu belirtiyor Pierre Bonhomme sergi salonunda dağıtılan yazısında. Fotoğraf makinesini kullanımındaki ustalık ve psikolojik algılama becerisi sayesinde de amacına ulaştığını ekliyor Bonhomme.

Kendi alanlarının en büyük adları olmuş bu portrelerin sahiplerini biz hep bu fotoğraflardaki halleriyle anımsıyoruz. 1800’lerden günümüze gelen önemli belgeler bu fotoğraflar aynı zamanda. Sanat ve belge buluşuyor ve fotoğraf esas amacına ulaşıyor. 
Kuratör Engin Özendes iyi bir seçme yapmış. Yeterli sayıda fotoğrafla etkileyici bir sergi çıkmış ortaya. Serginin tek eksiği basılı belge eksikliği ve geriye bir şey kalmayacak olması. Pierre Bonhomme sözünü ettiğim bir dosya kâğıdına basılmış yazısından başka basılı malzeme yok. Oysa sergiyi gezdikten sonra bu fotoğrafları edinmek, tekrar tekrar bakmak istiyor insan. Küçük bir kitapçık basılabilirdi ya da Nadar’ın 80 yaşındayken gerçekleştirdiği retrospektifi için yayımlattığı “Ben Fotoğrafçıyken” kitabının son baskısı satışa sunulabilirdi. 

“Nadar’ın Büyük Portreleri” sergisi Cer Modern’de 21 Şubat’a kadar sürecek.

Metin Celal / CUMHURİYET

Sıtkı, Dilek ve bizim büyük çaresizliğimiz - FATİH YAŞLI

İnşaat işçisi Sıtkı Aydın, bundan beş yıl önce, çalıştığı Sinpaş Altınoran inşaatının 3. katından düştü. Firma, beyin travması geçiren ve yedi kaburgası kırılan Aydın’ı kendi deyimiyle “köpek ölüsü gibi kapıya bırakıp çekip gitti” ve 300 lira dışında tek kuruş ödeme yapmadı. Aydın Sinpaş’a dava açtı ve avukat masraflarını karşılamak için iki kere kredi çekti, beş yıldır devam eden davada herhangi bir gelişme sağlanamadığı için ise kredileri geri ödeyemedi.

Derdini anlatmak için Saray’a iki kere faks çekti, herhangi bir geri dönüş olmadı. Kadir Topbaş’la bir gün Gebze’de karşılaştı ve ona derdini anlattı, Topbaş “halledeceğiz” dedi ama bir sonuç çıkmadı. Aydın bunalıma girdi, olanca çaresizliğiyle elinde bir su şişesine doldurduğu benzinle Meclis’in önüne gitti ve kendini tutuşturdu.

Trakya Üniversitesi İngilizce Öğretmenliği Bölümü öğrencisi Dilek Özçelik, lenf kanseriyle mücadele ederken, 15 Nisan 2013’te Edirne’de ilacının temini için dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanından yardım istedi. Bakan ise Dilek’i dilenci sanarak ona para vermeye ve başından savmaya çalıştı. Dilek’in o gün Bakana verdiği yanıt upuzun bir çığlık ve kısacık bir insanlık dersiydi: 
“Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda.”


2013 aslında Bakan Erdoğan Bayraktar için de bir “kader yılı”ydı. 17-25 Aralık Operasyonu sonrası istifa etmek zorunda kaldı. Ancak daha da önemli olan canlı yayında söylediği şu sözlerdi: “Rüşvet ve yolsuzluk ifadelerinin bulunduğu bir operasyon sebebiyle istifa ediniz ve beni rahatlatacak deklarasyonu yayınlayınız şeklinde tarafıma baskı yapılmasını kabul etmiyorum. Etmiyorum çünkü soruşturma dosyasında var olan ve onaylanan imar planlarının büyük bir bölümü Sayın Başbakan’ın talimatıyla yapıldı.”
Sonrasında Bakan bu sözleri hiç sarf etmemiş gibi yaptı ve kaybolup gitti, ta ki birkaç gün öncesinde Trabzon’a yaptıracağı cami haberiyle gündem olana kadar. 

Evet, Dilek’in öldüğü günlerde Bayraktar, gazetelere düşen “30 milyon liraya cami yaptıracak” haberlerini yalanlıyor ve caminin maliyetinin 65 milyon lira olduğunu övünerek anlatıyordu. Elbette ki yine kimse “bir Bakan bu parayı nereden buluyor” diye sormayacak, elbette ki yine kimse “bu camide namaz kılınır mı” diye düşünmeyecekti.
Sadece 2016 yılında, tam 2006 iş cinayeti gerçekleşti, tam 2006 işçi, çalışırken yaşamını yitirdi. Bu ölümlerden 453’ü inşaat sektöründe gerçekleşti, tüm ölümlerin % 23’üne tekabül eden bu sayı, iktidarın ekonomideki lokomotifi inşaatı ölümlerin şampiyonu yapıyor ve aslında betonlar binaların temeline değil, işçilerin mezarına dökülüyordu. Bu yüzden işçi Sıtkı Aydın’ın yaşadıkları tam da “anlatılan senin hikâyendir” dedirten cinstendi, çünkü Aydın’ın yaşadıkları memleketin özeti gibiydi.

Sağlığa gelince… Bunu en iyi artık yoksullar biliyor. “Katkı payı” diye başlayan uygulamalara, röntgenden, ultrasondan, MR çekiminden, tahlilden istenen paralar eklendikçe kamu hastaneleri ile özel hastaneler arasındaki makas daralıyor, sağlık bütünüyle piyasanın insafına terk ediliyor, “paran kadar sağlık” temel ilke haline geliyor.
Peki millet aç ve yoksulken, millet inşaatlarda ve hastane kapılarında ölürken, yerli ve milli olma iddiasındakiler, kendilerine “milletin adamı” diyenler ne yapıyor? Saraylarda oturuyor, filolarına yeni gemiler, şirketlerine yeni şirketler, paralarına yeni paralar ekliyor, kaynağı meçhul paralarla cami yaptırıp kefaret ödemeye çalışıyorlar, tüm bunları yaparken de bunca açlığın, yoksulluğun, sefaletin üzerine dini ve milliyetçiliği örtüyorlar. Minarelerin ve bayrak direklerinin yükselişi ülkenin çöküşünü gizlemeye yarıyor, hamaset büyüdükçe uçurum derinleşiyor. Onlar “millet”ten olurken, milyonlarca insan sırf onlar gibi düşünmüyor diye, sırf kitap okuyor, tiyatroya, sinemaya gidiyor, medeni bir ülke, hukukla yönetilen bir ülke, bilimle yönetilen bir ülke, eşit ve adil bir ülke istiyor diye “elit” oluyorlar.

“Bizim büyük çaresizliğimiz” evet en çok da bu sahte ayrımdan, işçinin, emekçinin, yoksulun kendilerini sömürenleri “milletin adamı”, bu sömürüye hayır diyenleri ise “tuzu kuru elitler” olarak görmesinden kaynaklanıyor. 
Bu sahte ayrımın deşifre edilmesi, anlatılması, ortadan kaldırılması gerekiyor. Bu ise daha fazla “sınıf” demekten, sömürüden ve sömürü düzeninden daha fazla bahsetmekten, siyaseti emeğiyle geçinen insanların lehine ve onlarla birlikte yapmaktan geçiyor. Sıtkı Aydın’ın, Dilek Özçelik’in ve bizim çaresizliğimizi yenmemizin başka bir yolu bulunmuyor.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

16 Ocak 2018 Salı

Çağ yangını - ORHAN GÖKDEMİR

AKP iktidarını çatlatan 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonunun önde gelen kahramanlarından Erdoğan Bayraktar memleketi Trabzon’da devasa bir cami yaptırıyor. Kariyerine baktım, inşaat kokuyor. Kooperatifçilikle başlamış, oradan TOKİ’ye zıplamış. Dağa taşa yeterince zarar verdiğinden olacak Çevre ve Şehircilik Bakanlığına terfi ettirilmiş. Bugünkü çevresizliğimizde ve şehirsizliğimizde katkıları büyük.

Büyüklük hastalığı var zaten. İnşaatın büyüğünü makbul sayan bir siyasi geleneğin ahfadı. 20 bin kişilik olacakmış cami… Şöyle anlatayım oransızlığı: Şehrin ilçelerinden Araklı 47 bin, Arsin 27 bin, Beşikdüzü 21 bin, Çarşıbaşı 15 bin, Çaykara 12 bin, Düzköy 14 bin, Maçka 23 bin, Merkez ilçe 23 bin, Sürmene 25 bin nüfusa sahip. Yani irice Araklı’nın yarısı aynı anda namaz kılacak inşaat bitince. Çaykara ilçesi eksiksiz cem olsa yarısını anca dolduracak. Gören de sanır ki Trabzon’da namaz kılma krizi var, millet cami kuyruğunda. Allah zeval vermesin Erdoğan Bayraktar “açılın ben inşaatçıyım” nidalarıyla imdada yetişiyor.

Cami deyip geçmeyin. Yukarıda bir kubbe aşağıda üç beş halı değil mesele. AKP döneminde lüks inşaat gelenek oldu. Açık ve kapalı otopark olacak camide. Piknik ve spor alanları, kaykay pisti, trafik eğitim parkuru, go-kart pisti, çocuk oyun alanları, zemin satranç alanı, alışveriş alanı, süs havuzları, saat kulesi, çay bahçeleri, restoran ve kafeterya da lazım. Müzesiz olur mu? Dediklerine göre Erdoğan Bey'in camisinde “1461 Şehitleri Müzesi” de yer alacak. 1461’de şehit verildiği tartışmalı ama ne gam. Yani aslında bir AVM yapıyor büyüğümüz. Neden doğrudan AVM’de tapınmıyorlar muamma!
Bu büyüklükteki bir inşaatın maliyetinin 30 milyon lira olacağı söylenmişti daha önce. Erdoğan Bey çıktı, düzeltti; 65 milyon liraya mâl olacakmış. Sudan ucuz. Suyun kaynağı ne diye soramıyor tabii kimse. Ülkede para ve beton gani, bir tek mimaride ve sanatta eksiği var müminlerin. Sinan Genim örnek, birkaç mimar iltihak etti AKP’ye gerçi, onların da işleri başlarından aşkın. Kolayı var ama. Kopyala gitsin. Zaten Erdoğan Bayraktar Camisi de Tac Mahal’e benzeyecekmiş.

                                                                  ***

Babürlü hükümdarı Şah Cihan, Erdoğan Bayraktar’a ilham veren Tac Mahal’i genç yaşta ölen karısı Mümtaz Mahal için yaptırmış. O da mimar bulmakta sıkıntı çekmiş Erdoğan Bayraktar gibi. O zamanlar kopyalamak ayıp. Söylentilere göre Şah Cihan İstanbul’dan Mimar Sinan’ın talebelerini davet etmiş Hindistan’a. 20 yıl sürmüş inşaat, 20 bin işçi çalışmış. Sonunda bir camiden çok bir “aşk” anıtı ortaya çıkmış. E adam şah, aşk meşk de bir yere kadar. Gaddarlığı tutmuş inşaat sürerken. Söylenti o ki bu eserin bir benzeri yapılmasın diye yapı tamamlanınca inşaatta çalışan işçilerin kollarını kestirmiş.
Hindistan’dan döndük Trabzon’a. 17-25 Aralık fırtınasına oğluyla birlikte yakalanınca, “Ne yaptıysam Başbakan Tayyip Erdoğan’ın emriyle yaptım” deyip istifa eden, kısa bir süre sonra, “Bu ifademden dolayı liderimden ve dava arkadaşlarımdan özür diliyorum. Sayın başbakanımız 40 yıldır benim davamın lideridir” diyerek çark eden adam Tac Mahal’in çakmasını yaptırıyor şehrine. “Tamam da birader sen Şah Cihan mısın?” diyen yok. İşsizlikten, aşsızlıktan kıvranan bir şehirde oluyor bütün bu tuhaf işler. 20 bin kişiye iş bulmuyor mesela, 20 bin kişilik cami yaptırıyor. Düzenin temel formülüdür bu. Böyledir, günahlar arttıkça, düzen çürüdükçe mabetler büyür.

                                                                ***

Öğrenciliği sırasında yakalandığı kanserle boğuşuyordu Dilek Özçelik. Birkaç yıl önce dönemin Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ı Edirne gezisi sırasında görmüş, karaborsaya düşen kanser ilaçlarının temini için yardım istemişti. Bayraktar soruna çözüm bulmak yerine bir miktar parayı Dilek’in cebine koyup başından savmaya kalkışınca tepkisi çok sert olmuştu. "Ben dilenci değilim. İnsanlık konusunda bir kez daha hayal kırıklığına uğradım. Görüyorum ki çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda" demişti yüzüne karşı. Geçen hafta çakma camisi konuşulurken Dilek’in ölüm haberi geldi.
Böylesine harlı bir yangına rağmen zifiri bir karanlık hüküm sürüyor, çok acı günlerden geçiyor ülke. Dilek hayata tutunmaya çalışırken Sıdkı Ayan adında bir başka yurttaş Meclis önünde geçim sıkıntısı nedeniyle kendisini ateşe verdi. Şans eseri ağır yanıklarla kurtuldu. Sordular, “Meclis önünde sesimi duyurmaya çalıştım. Benzini aldım, kendimi yakmak değildi amacım” dedi. Kim kendini yakmayı amaçlar ki zaten. Yoksulluğun gözü kör olsun…

Çakma Tac Mahal gibi albenili değil, basında kendine yer bulamıyor bu haberler. Şükür muhalefet partilerimiz var. Birinin lideri Meclis gündemine de getirdi konuyu. Şöyle dedi: “Dün TBMM'de bir kişi üzerine gaz yağı döktü ve ateşe verdi. Niye? Geçinemiyorum diye. Bir gencecik vatandaşımız üzerine akaryakıtı döküyor kibriti vuruyor. Gazetelerin birinci sayfasında bile yer almadı. O işçi kardeşime söyleyeyim Meclis'e niye geldin? Git Saray'ın önünde yak.”

Saraya nasıl ulaşsın da önünde kendini yaksın? Yenikapı Mutabakatına dâhil değil ki Sıdkı! Muhtar bile değil. Sıradan, yoksul, aç açık bir emekçi. “Müslüman mısın?” diye sormadılar bile yandıktan sonra, konuşmasın diye kapısına polis diktiler. Eyyy emekçiler, düzenin size sunduğu seçenek belli. Hiç çıkmayın evinizden, orada yakın kendinizi…
Sıdkı yandı. O kadar şaşkın ki, uygun yer bile seçemedi kendini ateşe vermek için. İktidar kızgın, muhalefet şaşkın. Dilek'in ağlamaklı sesi yankılanıyor her yanımızda. Efendiler, görüyorum çaresizliği hiç tatmamışsınız hayatınızda…

                                                                  ***

Ölen öldü yanan yandı ama Erdoğan Bey turp gibi, maşallahı var. Kader mi diyelim şimdi?
Bunları araştırırken soL’da Akif Akalın’ın “Kolesterolü düşürünce sorunlar bitiyor mu?” başlıklı yazısı geldi aklıma. Akalın’ın dediklerini özetleyeyim: Kapitalist ülkelerde tıp eğitimi almış hekimler, hastalarına kalp ve damar hastalıklarına karşı korunmaları için tansiyonlarına ve kolesterollerine dikkat etmelerini, sigarayı bırakmalarını söyler. Fakat bunlar o hastaları o hastalıklardan korumaz. Neden? Çünkü o hastalıkları belirleyen faktörler arasında eğitim düzeyi de vardır mesela. Yani kolesterol ilacı almanız yeterli değil, bir diplomanız da olmalı. Varsayalım eğitim sorunu da bir şekilde çözülmüş olsun. Üniversite diploması ile iş bulabilmelisiniz. Araştırmalara göre, eğer iş bulamazsanız, kalp hastalıklarından “ölme riskiniz” iş bulabilmiş olanlara nazaran “yüzde 63” daha yüksek. Özetle, hastaya ilaç verip göndermek çözüm değil, sosyal destek de lazım.
Kim verecek hastaya sosyal desteği, hekim mi? Hem evet, hem hayır. Akalın, bir zamanlar Sağlık Bakanlığı’nın adının “Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı” olduğunu hatırlatıyor. Demek ki “sosyal yardım”ın sağlık sisteminin zorunlu bir parçası olması gerek. Peki, bakanlığın adından “sosyal yardım”ı kim çıkardı? Akalın’ın sorusu…
Bakın, araştırın, o bakanlığın adından sosyal yardımı kim çıkardıysa Dilek’in katili o. Kim asgari ücreti 1600 lira olarak belirledi ve bunu da bir lütuf olarak sunduysa Sıdkı’yı yakan o. Sabah akşam sigarayı bırakın, içki içmeyin kampanyası yapıp, işsizliğe değinmeyen toplum düşmanları, halk düşmanları Dilek’i öldürenler, Sıdkı’yı yakanlar. Bu alçaklığı saklamanın tek yolu daha büyük daha büyük camiler yapmak, utanmaz piyasa düzeninin insanlara ettiğini kader diye yutturmak.

                                                                  ***

Dilek öldü, Sıdkı yandı. İkisinin de cehennemi bu ülke. O sırada 20 bin kişilik cami yükseliyor Trabzon’da Karadeniz’e karşı, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir eşitsizliğin anıtı gibi. Ülkenin her yanında hep bu görüntü. Günahlar büyüdükçe ibadethaneler büyüyor evet. Ahlak azaldıkça din çoğalıyor. Eşitsizliğin, açlığın, yoksunluğun ve yoksulluğun hüküm sürdüğü sefil mahallelerde Ortaçağ kaçkını tarikatlar cirit atıyor, camiye davet ediyor cehennemde yananları.

İlçe büyüklüğünde ibadethane neye yarayacak peki? Aptal avuntusuna... O kadar suç işlediler ki, iç huzurları sadece tanrıyı kandırabilme ihtimallerine bağlı. Akılları sıra, huzura vardıklarında, “çaldık, yağmaladık, hak yedik, adam kayırdık, çoluk çocuğu sapıklara teslim ettik ama bak senin için büyük mabet yaptık diyecekler” ve cennete gidecekler.

Peki ya siz, cehennemdekiler, çaresizliği yeterince tatmadınız mı hâlâ? 
Çakma Tac Mahal avlusundaki go-kart pistinde “la havle” çekerek daha ne kadar bu yüzsüzlüğü izleyeceksiniz? 
Neyiniz var zenginin tanrısına sunacak? 
Birbirinize tutunmaktan başka çıkar yol mu kaldı sanıyorsunuz?

Erdoğan Bayraktar 20 bin kişilik cami yaptırıyor memleketine. Bakmayın öyle, su sizindir, deniz sizsiniz!

Orhan Gökdemir / SOL