23 Ocak 2018 Salı

Geçim derdi memleket meselesi - SERKAN ÖNGEL

Türkiye ağır bir savaş atmosferinin içinde. Birkaç gün önce Cumhurbaşkanı Erdoğan, Kütahya’daki AKP olağan il kongresinde yaptığı konuşmada, Afrin operasyonunun başladığını duyurdu. Aynı toplantıda taşeron işçilerin taleplerine ise sert cevaplar verdi.
“İşçilerin hepsi hakkını almıştır. 1 milyona yakın insanın şu anda kadroları verilmiştir ama siz hâlâ orada 10 kişi-15 kişi burada anlayamamışsınız. Bütün bu yaptıklarımız birilerini şımartmasın. Kimsenin yapamadığını, cesaret edemediğini, AK Parti iktidarı olarak bizler yapmış ve 1 milyona yakın şu anda taşeron olayındaki elemanların hepsini kadrolarını vermek suretiyle iş sahibi yaptık… Ne yapıldığını bilmeden, sloganik bir gençlik biz istemiyoruz.”

Cumhurbaşkanı Erdoğan bir süredir büyük bir heyecanla Afrin’e yönelik müdahalenin sinyallerini veriyordu. Memleketin gündemi bu müdahaleye kilitlenmiş durumda. Ancak anlaşılan geçim derdi seferberlik çağrılarının bile üzerine çıkıyor.

Taşeron işçilerin sorunları, asgari ücret zammı konusunda memnuniyetsizlik, sanki savaş gündemi ile örtülmeye çalışılan geçim gündemini bir biçimde dayatıyor.

Hatırlayalım, 2017 yılını yoksullaşarak kapatan asgari ücretliye yapılan artış, asgari ücretliyi tatmin etmemişti. Erdoğan, “Beyefendiler beğenmiyor. Şimdi 14,3 artışla 1603 liraya çıktı. Ya eline diline dursun,nereden nereye. Bu rakam asgari ücretin evli olmasına çocuklarının olmasına göre değişebiliyor. Bu asgari ücrete 100 lira da işveren teşviki uyguluyoruz” şeklinde konuşarak asgari ücreti beğenmeyenlere çıkışmıştı.
Memleket gündeminin neden savaşa kilitlendiğini bu tepkiler ve bu tepkilere karşı yükselen öfkeden anlamak mümkün.

Bir süredir Erdoğan’ın Afrin’e seslenişi, Ümit Yaşar Oğuzcan’ın duygu yüklü şiiri “bir gece ansızın gelebilirim” ile geliyordu.

Bu sözler Tarık Akan, Münir Özkul, Emel Sayın, Zeki Alasya; Metin Akpınar, Kemal Sunal ve Halit Akçatepe’nin “Mavi Boncuk” isimli muhteşem filminde, bu şiirden bestelenmiş şarkıyı, coşkuyla söyledikleri görüntüleri geliyor aklıma. 
“Aşk bu, bilinir mi nereye varır/
Ne durdurur özleyeni, seveni/
Bakarsın ansızın gelebilirim/
Bu kadar yürekten çağırma beni.”

Oysa meydanlarda söylenen sözlerin, heyecanı dışında, şiirdeki ile bir ilgisi yok. Mehtere durduk mu arkasına takılan çok olur gibi bir durum görünmüyor.

Sanki savaş geçim derdi ile savaş gündemi arasında yürüyor. Yoksa kim böyle bir dönemde, hangi cesaretle hak talebinde bulunabilir ki?

Oysa taşeron işçilerin, asgari ücretlinin sesine bir ses daha ekleniyor şimdi. Metal sektöründe 130 bin işçiyi kapsayan grevin ayak sesleri. Bu grev Bakanlar Kurulu kararı ile yasaklama tehdidi altında. Birleşik Metal İş Sendikası grevin yasaklanması tehdidi için diyor ki;
“Bu büyük bir saldırı anlamına gelecektir. Önümüzdeki günler birçok gelişmeye, saldırıya açık. Bu nedenle Birleşik Metal-İş Sendikası olarak yasaklama ihtimaline karşı, işçi sınıfının ortak kazanımı için ortak mücadelesini önemsedik ve önerdik. Greve ortak çıkmayı ve grev yasağına karşı ortaklaşa direnmeyi önerdik. Bunu tarihsel bir sorumluluk olarak üstlendik.

Ancak gelinen noktada diğer sendikalardan bu konuda resmi yanıt gelmese de tüm metal işçileri bu çağrımızı destekliyor… 30 işyerinde 12 bin üyemizle almış olduğumuz grev kararını tüm metal işçileriyle beraber 2 Şubat tarihinde hayata geçireceğimizi, eğer bu grevimiz yasaklanırsa grev yasağını tanımayacağımızı sizlerin aracılığı ile bir kez daha kamuoyuna duyuruyoruz.”

2018 yılına girerken asgari ücret, taşeron işçi sorunu gündemin ön sıralarında yer aldı. Aynı dönemde, yeni silah sistemlerini almak için savunma sanayine aktarılacak ilave kaynağın muhtemelen 17-18 milyar lira olacağı hükümet yetkilileri tarafından dillendirilmiştir. Savunma ve güvenlik hizmetlerine bütçeden ayrılan pay yüzde 30 artırıldı. 
Geçim ile savaş arasındaki ilişki burada net değil mi? 
Bütçede tercih geçimden değil savaştan yanaydı.
Şimdi metal işçisinin çağrısı geçim derdinin çığlığıdır. 
O çığlığa sahip çıkalım.

Serkan Öngel / BİRGÜN

22 Ocak 2018 Pazartesi

Sular çekildiğinde…- ERK ACARER

19 Aralık sabahı, tecrit ve F tipi uygulaması için başlatılan ölüm orucu eylemlerine karşı 20 cezaevine birden operasyon düzenlendi. İkisi asker 32 kişi öldü. Operasyona ‘Hayata Dönüş’ ismi verilmişti.

Afrin’e gönderilecek bir füzenin üzerinde ‘Zeytin dalı’ yazısı okunuyor. Demek ki devletin çelişkileri de müstehzi duruşu da değişmiyor.

•••

Tufan sürerken, Nuh beyaz bir güvercini gemiden uçuruyor. Güvercin gemiye gagasında hiçbir şey olmadan dönüyor. Bir süre sonra, aynı güvercin tekrar gemiden havalanıyor. Dönüp küpeşteye konduğunda ağzında bir zeytin dalı tuttuğu görülüyor.

Demek ki sular çekilmiş, Tanrı ile insan arasında barış sağlanmıştır. Hem beyaz güvercin hem de zeytin dalı böylece barışın sembolü sayılır.

•••

Kan, şiddet, duman, ateş, barutu kutsamanın anlaşılır bir tarafı yok. Huzur isteyenin vatan haini sayıldığı bir girdabın tam ortası… Gerçekte savaş değil barış isteyenin insanı ve toprağı her şeyin ötesinde sevdiği anlaşıldığında ne yazık ki çok geç olacak. İktidar pekiştirmek için ‘piyesle’, ‘ölümsüz şehitler’ yaratmaya çalışmak, sadece ‘birliktelik umudunu değil’, koca bir coğrafyayı da sarsacak.

•••

“Afrin’de ‘etek’ karaborsaya düştü” diyor biri. Ölümü, tek tipi, baharı değil kışı, birlikte yaşamak yerine savaşı kutsal sayan erkek toplum, bir türlü büyüyüp ‘adam' olamıyor. ‘Adamların coğrafyasında’ ise önce kadınlar ve çocuklar mağdur ediliyor.

•••

Savaşın öbür yüzü tecavüz, istismar, göç, şiddetin meşrulaştırılıp yeniden inşası ve bu inşaatın kara gölgesinde büyümeye çalışan kayıp kuşaklar demek. Cizre’de hendeklerin arkasında ‘savaşçılık oynayan’ çocuklar örnek.

•••

Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu Temsilcisi Doktor Gülsüm Kav; büyük bir sosyolojik çıkmazın altını, şiddetin giderek artışını hem nicelik hem de nitelik değiştirmesini 15 Temmuz’a dikkat çekerek aktarıyor: “Şiddetin dozunun, toplumu kadın ve çocukları etkilediğini görüyoruz. OHAL’den bu yana kadın cinayetleri arttı. 2017’de, bir önceki yıla göre mağdur sayısı, yüzde 25 fazlalaştı. Öldürülen kadın sayısı 409 oldu. Şiddet ise nitelik değiştirdi. Evine bomba atılan, parçalara ayrılarak öldürülen kadınlar raporlandı. Karısından öç almak için çocuklarını öldürenlere şahit olduk.” Görür ve kutsanır şiddet de toplumda bu şekilde karşılık buluyor işte.

•••

Kötü izler toplumu böyle sarıyor. Savaş bugünü de yarını da etkileyen çok ağır bir fatura yani. Her yönden tablonun ağırlaşma olasılığı yüksek. Türkiye’nin bir bölümü ‘kahraman Türk askeri güzellemesi’ yaparken, bunların tabutlarla geri dönecek kendi evlatları olduğunu unutuyor. Dahası ‘iktidarları için’ savaşa karar verenlerin çocuklarının çürük raporlarını, askerde değil dünyanın farklı yerlerinde eğitimde olduklarını hafızasından siliyor.

•••

Şüphesiz hafızadan silinen başka şeyler de var. ‘Terör’ koridorunu yıkmak için bir milyondan fazla sivilin yaşadığı alana yönelik bir operasyon var. Oysa ‘sivili olmayan’ IŞİD’e ‘aynı sınırda’ ne kadar müsamaha gösterildiği açık. Üstelik savaşa Afrin’den sınıra bir taş bile atılmadan karar verildi. Suriye savaşı bağladığından beri delik deşik olmuş, tel örgüsü dahi yıkılmış sınırlardan sadece IŞİD’ci, cihatçı Türkiye’ye girip çıkmadı. Bu koridor, ülkede gerçekleşen pek çok katliamın yaşanmasına da neden oldu. 

•••

Türk ordusu, Afrin’e cihatçılarla yürüyor. Çeteler Suriye’ye aleni, neredeyse davulla zurnayla, göstere göstere taşınıyor. ÖSO’nun tüm dünyada meşru sayıldığına vurgu yapılıyor. Demek ki dünya bileşende yer alan Nurettin Zengi Tugayı militanının 12 yaşındaki bir çocuğun boğazını kesmesini ve Humus’ta bir Suriyeli askerinin kalbini çıkarıp yiyen El Faruk Tugayı komutanı Halid Abu Sakar’ın yaptığını da ‘ılımlı’ görüyor. Egemenler, istediklerini alıp alandan ayrıldıklarında ılımlı gençler bize kalacak. Yani şeriat ordusu da meşrulaşmıştır artık.

•••

Tek adamın bekası için yürütülen savaş, kimini çok heyecanlandırıyor. Kimi umursamıyor. Bazıları, geri döndükleri kodlarındaki ‘milliyetçilik’ ruhu ile coşuyor. ‘Bir gelecek planı’ ya da ‘vatan haini diyebilirler’ korkusuyla, iktidarın parçalanmış bohçasına yama olma gayretinde olan da var.
Çok basittir oysa. ‘Savaş, kan ve gözyaşıdır. Tam da Nazım’ın söylediği üç sütuna kapkara haykıran puntoları cesaretle hatırlama zamanıdır. Vatan hainliği barış istemekse…

•••

Beyaz güvercin gitti…

En kötü ihtimal derinleşecek ve içinden çıkılamayacak kaostur. Bir avuç toprak, nefes alabilecek hava bulabilirsek, gelecekte katmer katmer koparılan, bir türlü kabuk bağlamasına izin verilmeyen yaralarla uğraşacağız. Artan şiddet, umutsuz çocuklar, meşrulaşan yapılar ve her geçen gün birlikte yaşamın biraz daha sekteye uğradığı kırgınlıklar…

Önce suların çekilebileceğini umut etmek lazım. Ancak bu durumda bile tahribattın büyük olduğu görülecek.

Erk Acarer / BİRGÜN

Afrin: Tam Amerika’nın istediği gelişmeler - İLKER BELEK

Dertleri başkanlığı kapmak. Bahçeli ile ittifakı sağlamlaştırmak. Akşener’e kaçan MHP seçmeninin hiç olmazsa yüzde bir kaçını geri getirmek. 
Olur mu? 
Olur.
Her Kürt “çözüm” süreci AKP’ye oy kaybettirdi ve savaşı tırmandırdığı her dönemde AKP oyunu yükseltti. Şimdi bu hesap üzerinden ilerliyorlar.
Tabi bir de neredeyse tamamen dışlanmış bulundukları Suriye sahnesinde yeniden rol kapma telaşı var. Özellikle Esad’ın İdlib’e güneyden hızla girişi bu bakımdan belirleyici oldu.
“Terör”se eğer, 
Oslo’da, İmralı’da, masalarda kendileri bu hale getirdiler. Suriye’deki savaşın büyümesi için ne gerekiyorsa yaptılar. Yani YPG’nin Suriye’de gelişip, yerleşmesine kendileri katkı koydular.
“Terör örgütlerini yok etmek”se eğer, 
Afrin’de mi olacak bu iş? YPG’yi esas destekleyen ABD değil mi? Ne yani, diyelim Afrin’i diledikleri şekle çevirdiler, sonra doğuya mı yönelecekler, Menbiç derken, Rojava’da ABD ile mi savaşacaklar? Üstelik ABD buraya yapılacak her tür saldırıya karşılık vereceğini deklere etmişken. Ayrıca daha birkaç gün önce,  sahada ABD ile çalışmak istediklerini açıklayan Erdoğan değil miydi?
Çözümsüzlük üstüne çözümsüzlük.
                                                               *****

Bu işten en çok ABD kazançlı çıkacak. “Afrin ilgi alanımızda değil” diyerek sinsice AKP’nin Afrin’e girmesine izin vermesi boşuna değildi. Yani onayı Rusya’dan önce ABD verdi.

Ama evveliyatı var: ABD Rusya’nın Suriye’ye girişiyle birlikte süratle irtifa kaybetmişti. Sonrasında bütün yatırımını Kürt kartına yapmış, Erdoğan’ın Rakka’ya YPG ile değil kendileriyle yürüme önerisine kulak tıkamış, El Bab’dan hareket etmeye niyetlenen TSK konvoyunu YPG’ye teslim ettiği Menbiç’te durdurmuştu. Rusya ise askeri başarılarını, dolaylı olarak Esad’ı da dahil ettiği Astana ve Soçi üçlü zirveleriyle taçlandırmıştı.
ABD bir süredir Rojava Kürtlerini Esad rejimini devirmek amacıyla kullanacağını ve hatta bunun için ordu kuracağını da dillendiriyor. Rusya’nın tek Suriye yaklaşımına karşı Suriye’yi bölmek ABD stratejisinin esas ekseni olarak şekilleniyor.

AKP’nin Afrin hamlesi işte bu plana destek sunuyor. Rusya’nın kendi sahasındaki Afrin’e yönelik AKP operasyonuna göz yummasıyla birlikte Kürtler’in Suriye’de ABD dışında “güvenebileceği” bir aktör kalmamış bulunuyor. Kürtlerin hem ABD’ye hem de Rusya’ya oynayan “esnek” politikası Afrin’le birlikte zeminini yitiriyor. YPG’nin, hava saldırıları başladığında, Rusya’nın en az Türkiye kadar suçlu olduğu yönündeki açıklaması da tam bu gerçeğe işaret ediyor.

Hep söylediğimiz gibi Rusya izin vermemiş olsaydı AKP parmağını kıpırdatamazdı. ABD ile aralarında bir süredir sessiz bir mutabakat söz konusu: Doğu Suriye ABD’nin, batı ise Rusya’nın. Şüphesiz sayısız belirsizlik mevcut. Ve bunların başta geleni de ABD denetimindeki Kürt bölgesinin nasıl statülendirileceği konusu. Afrin operasyonu bu belirsizliğin dağılmasına yarayacak süreci de tetiklemiş oluyor.

Afrin konusunda takınılacak tutum Putin’in Suriye sahasındaki en zor kararıydı. AKP’ye izin verdiğinde Kürtleri ve Rojava’yı ABD’ye terk etmiş, böylece Suriye’nin bölünmesini kabullenmiş, Astana’da Türkiye ve İran’a onaylatmış olduğu Suriye’nin birliği mutabakatını kendi eliyle yırtıp atmış ve Suriye’deki bütün tarafların katılımıyla önümüzdeki günlerde Soçi’de gerçekleştirilecek zirveyi sabote etmiş olacaktı. Ki durum an itibariyle bu doğrultuda gelişiyor. İran AKP’ye operasyonu durdurma çağrısı yapıyor, Rusya-İran-Türkiye bloğu geriliyor.

Öte yandan izin vermese bir süredir izlemekte olduğu global ölçekli politikayı çizmiş olacaktı: Türkiye’nin AKP üzerinden ABD-NATO’dan uzaklaştırılarak, yedeklenmesi, NATO’nun sıkıntıya sokulması. Putin bu taktiği Erdoğan’ın özür mektubundan beri dikkatli biçimde uyguluyor. Rusya’nın hedefi ABD karşısında güçlü bir emperyal pozisyona yerleşmek. Bunun için AKP’nin dış politikadaki büyük hata ve açmazlarını şimdiye dek ustalıkla değerlendirdi. ABD ile AKP arasındaki ilişkilerin bu denli açılmasında bu politikanın belirleyici etkisinin olduğu ortada.

Anlaşılan şu: Rusya Kürtleri ABD’ye teslim etmek pahasına AKP’yi yanında tutmayı tercih ediyor ve fazlaca ABD’ye yaklaşmış bulunan YPG’yi Afrin’de kaderine terk ediyor.
Afrin operasyonuna Suriye’nin savaşmakta olduğu Ahrar ve ÖSO dahil pek çok cihatçı örgütün katılıyor olması Rusya cenahında ilave zorluklar yaratacak faktörler olarak denkleme dahil oluyor. Bütün bunlar gelişmelerin şu anda ABD’nin istediği gibi gerçekleştiği izlenimi veriyor.
                                                               *****

Büyük güçler vekalet savaşına devam ediyorlar: ABD Kürtler, Rusya ise Türkiye üzerinden. Ortadoğu’daki bundan sonra sıcak savaş bölgesi olmaya en yakın aday Türkiye’dir. Üstelik AKP artık kendisini işgalci olarak niteleyen Suriye ile İdlib kuzeyinde burun buruna gelmek üzere.

Afrin’deki gelişmeleri büyük zafer olarak sunacakları, milliyetçiliği pompalayacakları kesin. AKP’ye kurmaya çalıştığı rejim için “zafer”le sonuçlanacak büyük bir muharebe gerekiyor. Ancak farkında değiller: Bir dönem Kürt çözümüyle bölgeye açılmayı planlıyorlardı, olmadı, milliyetçilik yalnızca küçülmeye hizmet edecek. Bu savaş bir vadede içeriye sıçrar. Afrin’in bombalanmasını, nerede yaşıyor olurlarsa olsunlar, Kürtlerin kendilerine yönelik bir saldırı olarak algılayacakları çok açık.

Tam ABD’nin istediği gelişmedir. Tam BOP’a hizmet eder:  ABD’nin planını bozuyoruz derken, ABD’ye hizmet etmek.

Bütün bunların nedeni Türkiye kapitalizminin Kürt sorununu ve o sorunun içine yerleştiği sorunlar yumağını çözecek kapasitesinin olmamasında.

İlker Belek /SOL

Layığı layığına: Arda, Başakşehir ve diğerleri - İSMAİL SARP AYKURT

"Burada artık zor olan, bu kadar kirin, kirli ilişkinin, kirletilmiş bir düzenin içerisinde ‘futbol’ diye bir oyunun varlığını ispatlamak. Elimizde somut olan tek bir şey var. Düzen devam ettiği müddetçe akbil ücretleri artmaya, Terimler, Ardalar, Emreler, Buraklar ve Rıdvanlar konuşulmaya ve kazanmaya, Başakşehir siyasi bir proje ve şirket olarak büyümeye devam ediyor olacak."

Arda Turan’ın ‘transferi’ yeni yılın ilk politik transferi olarak göze çarpıyor. Başakşehir’in bir proje olarak palazlandığı, kendine bir alan açtığı ve ‘boyundan büyük’ işlere giriştiği artık bilinenlerden. Bu anlamda futbol alanındaki gerici hareketliliğin ekonomik ve politik olarak bir üst evreye tırmanmakta olduğu görülüyor.

Yılın ilk siyasi transferi gerçekleşti ve AKP futbolcusu Arda Turan, kendisi zaten bir proje olan AKP’nin proje futbol takımı Başakşehir’e imza attı.  Aslında bunun bir transfer olduğunu söylemek zor, bu bir buluşma seansına daha çok benziyor. Hem de gecikmiş bir buluşma bu. Çünkü Arda Turan’ın Evetçiliği ve gericiliği kendisini iki takımda oynamaya ikna etmiş olmalıydı. Bunlardan birisi Osmanlıspor diğeri ise Başakşehir idi. Kasımpaşa biraz daha geride duruyor gibi görünüyordu. O, ikincisini tercih etti, birincisi Osmanlı, diğerine göre hem başarısız kalmış, hem de ‘eskimiş’ Gökçek’in gölgesinde kalmıştı. O da iki metropolün iki AKP’li futbol takımı projesinden İstanbul ayağına dâhil oldu. Bu anlamda bunun bilinçli bir tercih olduğunu bilerek durumu kavramak gerekiyor. Bu, başlı başına siyasi bir futbolcu ‘transferidir’…

Bir diğer durum, genelde futbol çevrelerinde konuşulduğu gibi aktarırsak, bu ‘tercihin’ futbol oynayabilme ihtiyacının giderilmesi açısından yorumlandığını gösteriyor. Ancak bu yorumun altının doldurulması gerekiyor. Barcelona’da oynama şansı bulmuş ve bu kulübe 41 milyon Euro bedel ile transfer edilmiş bir oyuncunun neden bir sonraki transferinin Başakşehir olduğu sorulmaz mı? 
Futbol oynamanın tercihi neden Başakşehir oluyor? 
Bir açıdan başka bir ‘talibin’ olmaması da mümkün, ne de olsa Barcelona’da uğurlayan ya da bir mektup yazan bile olmadı Arda’nın ardından. İz bırakanlar unutulmaz derler ama, iyi izler olmasa gerek bunlar, ya da hiç bırakamamış olmak. Bunu bilemeyiz, ancak futbol realitesi göz önüne alındığında Barcelona’dan Başakşehir’e transfer olmanın futbol literatürü sınırları içerisinde tek bir açıklaması var. Bu, hızlı bir savrulmanın ardından gelen dibe çöküştür. Bu anlamı ile gerici Arda Turan açıkça bir gerileme dönemindedir. Ve bu durumun bu noktaya gelişini hazırlayan, Arda’nın nemalandığı ve her fırsatta kendisini karakterize eden gerici özelliklerini ikirciksiz bir şekilde aldığı AKP tarzı ‘spor’ anlayışıdır.  Bu zaten dibe vurmuş bir siyasi görüntünün futboldaki izdüşümüdür. İzdüşüm, Arda Turan’da somutlanmıştır.

Arda bu ‘çöküş emarelerini’, İspanya’da yeniden üretmiş ve milli takım prim kavgaları, gazeteci dövme ya da Evet videoları çekme vb. görevleri onu ister istemez Başakşehir’e bağlamıştır. Başakşehir’de buluşulan Emre Belözoğlu ile diğer gerici kadro ve yöneticiler, kendi arkadaş ve  evlatları olan Arda’yı ivedilikle bağırlarına basmışlardır.  Bunda bir anormallik yoktur. “Bu sadece Başakşehir’in değil, Türkiye’nin transferi” diyen AKP’li başkan Göksel Gümüşdağ ise bu açıklaması ile Türkiye’yi siyasi, diplomatik ve ekonomik bir açmaza sürükleyen iktidarın gölgesinin Başakşehir futbol kulübünün üzerine düştüğünü bizzat dile getirmiştir. Bu durum, transferin ‘politik’ bir hedefle yapıldığını göstermektedir.

Peki, Arda Turan’ın Başakşehir’e gelişinin ekonomik boyutları nasıl irdelenmelidir? 
Bu kadar yüksek bir ücrete Barcelona’da top koşturmuş bir oyuncunun Başakşehir gibi ‘sonradan görme’ bir futbol kulübüne transferi nasıl mümkün olmuştur? 
Barcelona futbol kulübü Başkan Yardımcısı Jordi Mestre’nin  “Türk kulübü tüm maaşı üstlenecek” dediği gerçeğinden hareket edilirse ve Arda Turan’ın Barcelona’da yıllık 8 milyon Euro ücret kazandığı da ortada ise bu ücret nasıl karşılanmaktadır? 
Gümüşdağ bunu söyle açıklıyor. “Bunu yapmak zorunda değiliz ama özellikle şeffaflık adına yapmak istiyorum” diyerek güncel veriler paylaşıyor. Açıklama şöyle: “Arda Turan yarım sezon için 2 milyon Euro artı bonus, önümüzdeki sezon için de 4 milyon Euro artı bonus olarak sözleşmesini imzalamıştır. Ayrıca oyuncuyu satın alma opsiyonu ilk olarak bizde. Barcelona’ya hiçbir ödeme yapmadan aslında Arda’nın borservisinin yüzde 25’ine ortak olduk”.

Başakşehir’in yaklaşık 20 milyon Euro’ya ulaşan bir kiralama bedeli ile 2.5 yıllığına kiraladığı futbolcunun tüm ücretinin transfer olacağı kulüp tarafından karşılanacağı akıllara Başakşehir kulübünün kaynaklarının neler olduğu sorusunu getiriyor. 
Buna kısaca göz atmak gerekli.  Başakşehir naklen yayın gelirlerinde 4 büyük olarak adlandırılan takımlardan oldukça aşağıda görünüyor. Örnek olsun, kulübün naklen yayın gelirlerinde aldığı pay 1.8 milyon TL. Kulübün Makro, Medipol, THY, Intercity, Denizbank, Nike, Fakir, Kalyon, Vodafone, NEF, Temsa, Burger King vb. gibi sponsorlara sahip olduğu görülüyor. 
Ek olarak son iki yıl baz alınarak bakıldığında, transfer gelir-giderleri başlığında 2016-2017 sezonunda 8.8 milyon Euro zarar, 2017-2018 yılında ise 11.6 milyon Euro kâr görülüyor. 2017-2018 sezonunda kazanılmış bir 4 milyon Euro civarında bir Avrupa gelirinden de söz etmek gerekli.

Ancak Arda Turan transferi Başakşehir’in ilk transferi değil ki.  Daha önce takıma katılan Adebayor’un yıllık 3.9 milyon Euro, Gael Clichy’nin ise 2 milyon Euro’nun rahat üzerinde bir ücrete anlaştığı bilindiğine göre bu paraların nereden geldiğini sormak doğallaşıyor. Doğal olmayan şey ise bunu sadece sormakla yetinmek…

Maliyet konusunda ek ve kritik bir bilgi daha vermek gerekli. Daha önce kulübün sponsorları arasında saydığımız Makro İnşaat’ın yönetim kurulu başkanının yaptığı bir açıklama transferin ekonomisine dönük kimi ipuçları da veriyor. Makro İnşaat’tan Ercan Uyan ağzındaki baklayı çıkararak Arda Turan’ı Başakşehir takımına kendilerinin kazandırdığını söylüyor. Konuşmasında ‘keskin ve kokuşmuş bir milli değerler ve milli olma’ edebiyatı ile hem de… Sahi, milli değer diye mitleştirilen Arda Turan ve diğerleri sözde çok önemsedikleri milli takımda yapmamışlar mıydı prim kavgalarını? Toplumsal hafızamızın tazelenmesi gerektiği açık.

Beş aydır aktif futbolculuk yaşantısını noktalamış gibi görüntü veren bir futbolcuya verilen önemin sadece ekonomik olmayacağı ortada. Bunun bir diğer kanıtı Başakşehir kulübünün bir ‘aile ortamı’ olduğu vurgusunun ısrarla yinelenmesinde yatıyor. Bu defa söz sırası Abdullah Avcı’da idi ve Avcı, “Arda’nın burayı tercih etmesinin nedeni aile ortamı olması. Benimle, Emre (Belözoğlu) abisiyle, Göksel başkanla (Gümüşdağ) yıllardır beraber” diyerek projenin ilkeleri arasında ‘aile ortamı kurmanın’ da olduğunu aktarmış oldu. 
Ancak burada şaşırmanın bir anlamı yok. Bu ailenin üyelerini biz zaten iyi biliyoruz…

Peki tüm bunların anlamı ne? 
Bu transferin bir buluşma ve sahip çıkma, yeniden parlatma transferi olduğu ve buna politik bir manevranın da eşlik ettiğini görmek mühim. Gerek Başakşehir kulübünün nasıl palazlandırıldığı, kadrolarının ve oyuncularının sınırı çizilmiş bir politik çizgiden geldiği, Arda’yı biz getirdik diye övünen, transfere destek olduğunu söyleyenlerin tecavüzcü Ensar Vakfı konuşmalarında boy gösterdiği, gerekse de futbolun liberalizasyonunun hız kazandığı 90’lı yıllardan bu yana sermaye grupları ile futbol kulüplerinin birlikteliğinin Başakşehir ile birlikte başka bir evreye taşındığını tahlil etmek zor değil.

Burada artık zor olan, bu kadar kirin, kirli ilişkinin, kirletilmiş bir düzenin içerisinde ‘futbol’ diye bir oyunun varlığını ispatlamak. Elimizde somut olan tek bir şey var. Düzen devam ettiği müddetçe akbil ücretleri artmaya, Terimler, Ardalar, Emreler, Buraklar ve Rıdvanlar konuşulmaya ve kazanmaya, Başakşehir siyasi bir proje ve şirket olarak büyümeye devam ediyor olacak.

O halde soru şu; onlar devam ediyor tamam, peki biz ne zaman başlıyoruz?

İsmail Sarp Aykurt / SOL

Davos 2018: Görevimiz tehlike! - ERGİN YILDIZOĞLU

Dünya Ekonomik Forumu’nun, bu yılki Davos toplantısı için yayımladığı Global Risks 2018, raporu, sistem çapında bir çöküş olasılığına açık bir resim sunuyor.

Geçen yıldan bu yana 
Rapor, risklerin doğasında, geçen yıla göre kimi değişiklikler saptıyor. Geçen yıl rapor, “halkların, ekonomik siyasi düzene karşı yükselen tepkileri” (popülizm), “piyasa kapitalizminde kökten reformların”... “ülkelerin içinde ve arasında dayanışmayı güçlendirmenin gerekliliği” ile ilgiliydi. 


Bu yılki rapora göre, ekonomik, finansal, teknolojik, siyasi, ekolojik riskler, birbirlerini besleyerek gelişiyor. Bunların birinden kaynaklanan bir krizin diğer alanlara da yansıyarak “sistem çapında” bir krize yol açma olasılığını azaltacak bir uluslararası işbirliği ortamının zayıflığı, tehlikeli bir durumla karşı karşıya olduğumuzu düşündürüyor. Raporu okurken insan, teknolojik gelişmelerinüretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki uyumsuzluğun artık kontrolden çıktığını da düşünmeden edemiyor. 
Ülkelerin içinde ve arasında dayanışmayı güçlendirmek gerekiyor” saptamasının tarihsel bir anlamı var. Bir önceki küreselleşmenin iki savaş, bir finansal kriz, faşizm gibi felaketlerle yıkılmış olmasının arkasında “ülke içindeve ülkeler arasında dayanışmayı” ortadan kaldıran gelir dağılımı dengesizlikleri ve dünyanın kaynaklarının bölüşüm düzenindeki değişimler vardı. Birincisi finansal krizlere, finansal krizler kitlelerin tepkilerine, bu tepkiler faşizmin yükselmesine yol açtı. İkincisi, korumacılık eğilimlerine, bunlar da yeniden paylaşım rekabetine, milliyetçiliğe açıldı. İkisi birleşerek karşımıza soykırımları, küresel savaşları çıkardı. Bu arada dünya ekonomisi parçalandı, büyük bir parçası (SSCB, Çin ve Doğu Bloku) piyasa ilişkilerinin dışına çıktı. 

Rapor, bu yıla girerken risklerin artarak karmaşıklaştığını, birbirine bağlanmaya başladığını saptıyor. Rapor, yeni bir finansal krizin (merkez bankalarının müdahale enstrümanlarının da çok kısıtlı olmasından), 1930’ların finansal kriz => popülizm => savaş denklemini yine harekete geçirebileceğini söylüyor. 

Dünya Ekonomik Forumu üyeleri arasında yapılan anketin sonuçları da bu kaygıları yansıtıyor. DEF üyelerinin yüzde 93’ü 2018’de ülkeler arasında ekonomik siyasi çatışmaların artacağını, yüzde 79’u askeri çatışma olasılığının arttığını, yüzde 78’i büyük ülkelerin yerel çatışmaları içine çekileceğini düşünüyor.

Üretici güçler ve kapitalizm 
Yeni teknolojiler, emek biçimleri, dijital ağlar (DA) üzerinden oluşan toplumsal ilişkiler ve örgütlenmeler, üretici güçlerin gelişmekte olduğunu gösteriyor. Ancak, bu gelişme, kapitalist ilişkiler, öncelikler içinde kaldıkça, giderek canavarlaşıyor, tüm insanlığın geleceğini tehdit etmeye başlıyor. 

Risk raporunun dikkat çektiği “siber saldırı” olasılıkları, ekonomi (tedarik zincirleri, finans), temel hizmetler, savunma DA’ya bağlandıkça artan kırılganlıklar, DA çapında çöküş riskleri yaratıyor. Yapay zekânın savaş teknolojilerine yansıması öldürme kapasitesini artırırken, balık avlama gibi alanlardaki uygulamaları türlerin yok olması eğilimini güçlendiriyor. Dijitalleşmenin istihdam, dükkânlardaki satışlar üzerindeki olumsuz etkileri toplumsal çelişkileri derinleştiriyor. Sosyal medya, reklamlar ve “on-line” alışveriş hacmindeki artışlarla hızlandırılan tüketim, yalnızca çevre kirlenmesi, sera gazları ile küresel ısınma sorununu ağırlaştırmakla kalmıyor, psikolojik bozuklukları çeşitlendiriyor, uyuşturucu bağımlılığını, klinik-depresyonu toplumsal kriz düzeyine yükseltiyor. 

Çevre kirlenmesi, küresel ısınma, su, gıda krizlerini derinleştirirken, sosyal medya, hızlı iletişim, isyanları kolaylaştırdığı kadar, “büyük veri” üzerinden, devletlerin, denetleme, fiziki, simgesel şiddet uygulama kapasitesini de artırıyor. 

Teknolojinin, üretici güçlerin gelişmesi, kapitalist önceliklere bağımlı kaldıkça, “Risk Raporu”nun işaret ettiği riskler, sistem çapında krizlerden öte, insanlığın geleceğini tehdit ediyor.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Vurmalı çalgılar orkestrası, Fusive ve Wallerstein - TAYFUN ATAY

Afrin’de başlayan ve Menbiç’e uzanacağı anlaşılan toplu/ tanklı/tüfekli, ateşli/barutlu/ kanlı “Zeytin Dalı” harekâtı, adından da anlaşılacağı üzere, 1974 Kıbrıs “Barış” harekâtından esinlenme ve anıştırmaları akla getiren vurgulamalarla yol alıyor. Harekât üzerine temkinli, stratejik, puslu ve “pusu”lu bir mutabakat paydası da var içeride ve dışarıda... 
Şöyle ki Türkiye Genelkurmay’ı, harekâtın uluslararası hukuktan doğan haklar ve BMGK kararları çerçevesinde düzenlendiğini vurgulamış. Cumhurbaşkanlığı, Türkiye’nin işgal niyeti olmadığını vurgulamış. Cumhurbaşkanı, Suriye’nin toprak bütünlüğüyle, bağımsız ve müreffeh geleceğiyle ilgili en küçük bir menfi düşünceleri olmadığını vurgulamış. Başbakan, harekâtın amacının Kürtleri de, Arapları da, masum insanları bölücü terör örgütünün zulmünden kurtarmak olduğunu vurgulamış. MHP Başkanı, operasyonun çok önemli, adının dahi anlamlı olduğunu ve Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesi noktasındaki çabalara yol gösterici olacağını vurgulamış. Ana muhalefet partisi CHP’nin Başkanı, Türkiye’nin sınırlarında terör örgütünün konuşlanmasının hepimizin tepki göstereceği bir olay olduğunu vurgulamış. Pentagon, Türkiye’nin güvenlik kaygılarını anladıklarını söyleyerek bütün tarafların gerilimi tırmandırmaktan kaçınmasını vurgulamış. Rusya ise ilgili tüm tarafları itidalli davranmaya davet ederek Afrin krizinin tırmanmasına Amerikan yönetiminin provokatif adımlarının yol açtığını vurgulamış. 
Bunlara bakınca beni de bir suskunluk kaplıyor. Bazen suskunluk, en doğru cevaptır hükmünde!.. 
Fakat iki önemli sosyal bilimcinin eserlerinden pasajlar da zihnimde bu suskunluğa derin bir ürpertiyle eşlik ediyor. 
Bunlardan biri, Fransız siyasal antropolog Pierre Clastres’in “Devlete KarşıToplum” kitabı... Clastres, Güney Amerika kabile toplumlarındaki gözlemleri temelinde bir yandan bu eşitlikçi toplumların devleti yaratacak “iktidar” olanağını bir lidere, “şef”lerine vermeme hassasiyetlerinin altını çizer. Öte yandan, bu toplumlarda sadece “eşitler arasında birinci” olan, ama bunun ötesine geçme arzusu gösteren hırslı şeflerin başına gelenleri aktarır. Bir şefin liderlik ve “yetke”sini sürekli kılabilmesinin savaştan başka yolu yoktur. Ama sürekli savaş halinde yaşamak istemeyen kabile üyeleri, yeri geldiğinde böyle savaşkan bir şefi yapayalnız bırakıp onu iktidar arzusuyla savaş meydanında tükenişe de terk edebilmektedirler. 
Clastres bunu Yanomamö kabilesi şefi Fusive’nin hayli dokunaklı öyküsü üzerinden örnekler: 
“Fusive düşman topluluklara karşı düzenlediği ve yönettiği başarılı akınlarla kazandığı saygınlık sayesinde kabilesi tarafından şefliğe getirilmişti. Kabilesinin isteğiyle girişilen savaşları yönetmiş, savaşçılık konusundaki teknik yeteneğini, cesaretini, dinamizmini kabilesinin hizmetine sunmuş, toplumunetkin bir hizmetkârı olduğunu göstermişti. Ama savaşçının talihi öylesine kötüdür ki, başarıların arkası gelmezse, savaşta kazandığı saygınlığı kısa sürede yitirebilir. Onun için, bir savaşçının sürekli savaş dilemekten başka seçeneği yoktur. Şefin savaşma arzusu toplumun savaş isteğine denk düşerse toplum onu izlemeye devam eder. Ama şefin savaşma arzusunun gerçekleşmesi, barış isteği içinde olan bir toplumun ikna edilmesine bağlıysa (aslında hiçbir toplum sürekli savaşmak istemez), o zaman şef ile kabile arasındaki ilişki tersine döner. Güney Amerikalı savaşçı Fusive’nin yazgısı da bu oldu. İstenmeyen bir savaşı zorla kabul ettirmeye kalkıştığı için kabilesitarafından yalnız bırakıldı. Bu savaşı tek başına yürütmekten başka çaresi kalmamıştı.” 
Elbette Clastres’in Fusive örneği devletsiz kabile toplumları için söz konusu ama devletli toplumlarda da bu örnek üzerinden bazı çıkarsamalara varma imkânı yok mu hiç? Özellikle mutlak iktidarın süreklilik arzusunun, savaş haliyle kopuşsuz bağı açısından?.. 
Diğer çalışma, dünyada tarihsel sosyolojinin büyük ismi ImmanuelWallerstein’in ABD’de 11 Eylül (2001) olayı sonrası kaleme aldığı “AmerikanGücünün Gerileyişi” (2003) kitabı... Wallerstein, 2. Dünya Savaşı sonrası süper güç konumunda ABD’nin attığı her adımın (Vietnam’dan Soğuk Savaş’a kadar) esasen başarısızlık ve yenilgi getirdiğinden bahisle başlayıp 11 Eylül’ün bu gücün gerileme sürecinin önemli bir dönüm noktası olduğunu kaydettiği kitabında şöyle bir not da düşmekte: 

“ABD’nin önümüzdeki on yıl içerisinde dünya meselelerinde tayin edici güç olma konusunda gerilemeyi sürdüreceğine pek şüphe yok. Asıl soru, Amerikan hegemonyasının azalıp azalmadığı değil, ABD’nin zarafetle, dünyaya ve kendisine asgari zararı vererek düşmenin bir yolunu bulup bulamayacağıdır.” 
Wallerstein 10 yıl demiş. Biz, o kitabı yazdıktan bu yana 15’inci yılın içindeyiz ve işte Suriye’yi, Afrin’i acı acı, “zarafet”ten bucak bucak uzak, tecrübe ediyoruz!.. 
Ne dersiniz, zihnimde Clastres’in, Wallerstein’in yazdıklarının alçaktan uçuş yapması çok mu yersiz, anlamsız?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

‘PKK koridoru’... ABD’nin öncelikli hedefi Türkiye mi? - ORHAN BURSALI

Rusya izin verdi ve Afrin’e operasyon başladı. Dikkat edin, Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı Moskova’ya gittiler. Haritalar üzerinde tartıştılar, Türkiye’nin hedefleri üzerinde bilgi alışverişi sonucu Moskova izin verdi. Kim bilir belki de Beştepe’den bir sözlü mesaj da götürdüler. Bu görüşme önemli, içeriğini değil sonuçlarını biliyoruz. Ama Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinde durulduğu kesin. Nitekim, hükümet bu konuyu önemle vurguluyor.

Aslında Afrin Operasyonu, Suriye ve Rusya’nın da işine geliyor. Onlara da yarıyor. İznin temelinde bu var. Çünkü ABD’nin Suriye’yi PKK güçleriyle bölme operasyonunun batı kanadındaki parçası olan Afrin’i ABD ve PKK/PYD’den “kurtarmak” işini TSK üstlendi. Suriye ve Rusya için yeme de yanında yat.

Bu anlamdan bakarsanız, Türkiye’ye bir “vekâlet” üstlenmiş bile diyebilirsiniz. Ama Türkiye’nin, içeride yıllardır kanlı savaş verdiği, iç güvenlik tehdidi olarak ilan ettiği PKK ile 900 km boyunca “sınırdaş” olmasına yol açacak “Afrin Bölgesi”nin Ankara için ayrı bir önem taşıdığı açık. Operasyon, “kuşatılmışlık” endişesi yaratmıştır. PKK’nin, içeride sürdürdüğü “iç savaş”a, Suriye’deki egemen pozisyonundan alacağı güçle sınır boyunca hız kazandırması, şüphesiz ki ciddi bir “güvenlik sorunu” yaratıyor. PKK’ye hoş bakanların, yazar çizerken bu konuyu es geçmeleri şüphesiz ki doğaldır. PKK ile bir “barış”, “anlaşma” yapılmış değil ki?!

Es geçilen başka bir nokta, Suriye’nin “bütünlüğü”dür. ABD ve ABD severlerin de bu bütünlüğü es geçmeleri doğaldır. ABD’nin Suriye’yi parçalamak politikasını görmemek ya körlük veya daha doğrusu ABD politikasının uzantısı olmaktan kaynaklanır. Bunlara göre ABD masum bir şekilde orada duruyor, gel dersen gelir, git dersen gider. Ehh, PKK’ye de yardımcı olması kötü müdür!?
Bu bağlamda operasyonu yürütenler, konuyu “beka meselesi” olarak görmekte ve ABD’nin Türkiye’yi de parçalamayı hedeflediğini söylemektedir.

Ülkeyi ancak biz parçalarız
Çok çok uzun vadeyi bilemem, ama ne yakın ne de orta vadede, “Bizi parçalayacaklar” gerekçesinde bir haklılık payı göremiyorum. Bu ya büyük bir sanal korkunun ya da günlük politikanın bahanesi olabilir. Evet, PKK özellikle Güneydoğu’yu hedeflemiştir, düşüncesine ve eylemine göre burası “onun”dur.


Ama ABD’nin bir “PKK yönetiminde Kürt bölgesi” kuruyor olmasının temel gerekçesi ve hedefi Türkiye değil, esas İran’dır. Bunu planlarında, açıklamalarında görüyoruz. PKK/PYD’yi İran’a karşı kullanmak planları içindedir. Bunun temel taşlarını döşüyor. Fakat, bu dinamizmin, PKK’nin “savaş içinde” olduğu Türkiye’ye güçlü bir yan etkisi olacağı da kesindir. PKK çok güçlü bir “yurt”, üstelik ABD korumasında, kazanmış olacaktır. Bu durum çok ileride istenildiği gibi kullanılabilir!

Buna rağmen, Türkiye “parçalanabilirliği” en az ülkelerden biridir. Bunu ne ABD becerebilir ne PKK. Bunu ancak biz kendimiz becerebiliriz! İktidarın iç politikalarıyla!
ABD, Ortadoğu’yu sürekli karıştırıcılığının da bir aracını yaratmaktadır. Buradan kazancı, İslam dünyasını sürekli bir parçalanmışlık içinde tutmak ve daha sonra yazacağım, savaş sanayiine sürekli bir pazar yaratmaktır. 2016 dünya silah satışı 1.7 trilyon dolardır. Trump 400 milyar dolara yakın silah satmıştır Suudi Arabistan ve Katar’a.
 
‘Al oyna, kullan’ 
Afrin’in, ABD’nin bu aşamada kolayca vazgeçebileceği bir bölge olduğunu gördük. Afrin’de PKK konuşlanmasının, ABD için bir “deneme” amacı taşıdığı görülüyor. ABD’nin esas konuşlandığı yer Fırat’ın doğusudur. Afrin üçüncü derecede önemdedir. Kent savaşını girilirse eğer, orada kayıpların çok can sıkıcı olacağı açık olmasına rağmen, Afrin’i ABD’nin kolay gözden çıkarmasına bir neden aramalı mıyız? 

Prof. Emre Bağce, özetle, Afrin Türkiye’ye ve Suriye’ye sunuldu, ama buna karşılık Fırat’ın doğusundaki ABD 
-PYD/PKK üstelik 50 bin kişilik ağır silahlarla donatılmış ve eğitilmiş ordusuna ve işgaline meşruiyet kazandırabilir, esas tehlike budur, demektedir. 

Yani, “Bu zafer sana yeter, al oyna, iç siyasette kullan; bak Akdeniz’e uzanmıyor kuşak”...

Üç konu daha var: “Afrin iç siyaset ve seçimler..” “Suriye topraklarında gözümüz yok..” “Ve savaş sanayii...” 

Ama yazıyı şöyle bitireyim: Suriye’nin parçalanmasına yardımcı olanların ve kör ve yararcı işgalci politikalarının şimdi “bütünleme” yapmaları mümkün mü? 

Bakalım... 

Orhan Bursalı / CUMHURİYET

Atatürk diyorsanız eğer... - ERDAL ATABEK

Atatürk’ diyorsanız eğer, ‘akılcılık’ diyorsunuz demektir.
Akılcılık. Batı felsefesinde ‘rasyonalizm’ olarak bilinir.
Dogmalara karşı olmak demektir.
Önyargılara karşı olmak.
Hemen peşin hüküm verip ateş püskürmemek. 

Ya o ya öbürü’ demek yerine ‘düşünmek’. 
Atatürk’ diyorsanız eğer; 
eleştirel düşünceyi benimsiyorsunuz demektir. 
Eleştirel düşünce; 
bütün uygarlık kültürünü yaratan düşüncedir. 
Eleştirel düşünce; 
Aydınlanma kültürünün temelidir. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
askeriyim, yoldaşıyım, izindeyim, yolundayım derken, 
ayrılmayı değil, birleşmeyi amaç bileceksiniz. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
çağdaş uygarlığı hedef bilenlerin yanında olacaksınız. 
Atatürk’ diyorsanız eğer; 
Bağımsız Türkiye’yi, 
Laik yaşamı, 
Laik eğitimi, 
Adaleti hakla, hukukla arayanı, 
Eşit yurttaşlığı, 
Gelir dağılımı dengesini, 
İnsanın özgür yaşama, çalışma hakkını 
Savunanlarla aynı yolda yürümeniz gerekiyor.
Özgür akıldan yana olanlar, 
Eleştirel düşünceye sahip olanlar, 
bugün ülkenin bu durumunda, 
ayrışmanın tehlikelerini görür, 
birleşmenin zorunluluğunu anlarlar. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
bunu bilmek zorundasınız.
***

Ankara belediye başkanlığını Melih Gökçek nasıl kazandı? 
Anımsıyor musunuz? 
İki sol parti birbirinin oylarını aldı. 
Toplam oylarından daha az oy alan Melih Gökçek seçildi. 
Birçok yerde olan da benzer sonuçlardı. 
Solun birleşememesidir asıl felaket. 
Ya BEN ya O’ siyaseti ülkeyi bugünlere taşıdı. 
Hem BEN hem O’ diyemeyen siyaset, dinci sağı iktidar yaptı. 
Bugün de benzer bir tablo sergileniyor. 
Siz birbirinizin kusurunu ararken, 
bakın neleri gözden kaçırıyorsunuz: 
Ne oldu 17- 25 Aralık’ta ortaya çıkan kasalar, ayakkabı kutuları? 
Ne oldu referandum sonuçlarının çalınması? 
Ne oldu yuva çocuklarına Kâbe maketi ziyaretleri? 
Ne oldu Deniz Feneri yolsuzluğu? 
Ne oldu Ensar Vakfı skandalı? 
Ne oldu küçük kız çocuklarının 9 yaşında evlenmesi? 
Ne oldu yıllarca Fethullah Hoca olanın birden FETÖ örgütü olması? 
Ne oldu Anayasa Mahkemesi kararlarının hükümsüz sayılması? 
Ne oldu seçilmiş milletvekillerinin hapislere konması? 
Ne oldu gazetecilerin haksız yere hapislerde yatırılması? 
Ne oldu Akın Atalay’ın, Murat Sabuncu’nun, Ahmet Şık’ın hapiste tutulması?
Ne oldu bütün bunlar? 
Ne oldu dahası, dahası, dahaları? 
Atatürk diyorsanız eğer’, 
öncelikle ve hiç unutmadan bunları düşüneceksiniz.

***

Dr. Canan Kaftancıoğlu CHP İstanbul İl başkanlığına seçildi. 
Adaylığını koydu, mücadele etti ve seçildi. 
Hemen karşıdan, yandan saldırılar başladı. 
Ermeni yürüyüşüne mi katıldı? Soykırımcı oldu. 
Selahattin Demirtaş’la fotoğrafı mı var? Kürtçüdür. 
Atatürk’ün yoldaşıyım mı dedi? Askere karşı demek. 
İnsan hakları savunucusu, mücadeleci bir aktivist. 
Başarısını kutluyorum. 
Atatürk’ diyorsanız eğer, 
hepimiz aynı yolda, aynı hedefe yürüyeceğiz. 
Kemal Kılıçdaroğlu da, Muharrem İnce de, Ümit Kocasakal da, Canan Kaftancıoğlu da, sen de, ben de. 
Atatürk diyorsak eğer’...

Erdal Atabek / CUMHURİYET

21 Ocak 2018 Pazar

Afrin, doğaçlama diplomasi ve “istikrar”... - TANER TİMUR

Gerçekten de son aylarda Türkiye-ABD ilişkileri adeta kopma noktasına geldi ve varılan noktada, örneğin bir Suriye sorununda, AKP iktidarı kendi seçmenlerinin olağan desteğinden çok daha fazlasını arkasına almış görünüyor: “Yerli ve milli” duruşla “ulusalcı” duruşun kesiştiği noktadayız ve bu noktada Yeni Şafak ve Sözcü gazeteleri benzer manşetler atabiliyorlar.

Ülkede savaş rüzgârları esiyor: Afrin’e girdik, giriyoruz!

İlk işaret bir hafta kadar önce Beştepe’den gelmişti: “Kısa süre içinde Afrin ve Menbiç’ten başlayarak Suriye’deki terör yuvalarını birer birer dağıtacağız.” Şimdi de komut bekleniyor. Kimi iktidar sözcüleri Putin’in bizlere “Afrin operasyonunun kapılarını açtığını” yazdılar bile!

Olaylar şöyle gelişti: 6 Ocak’ta Rusya’nın Suriye’deki üslerine saldırılar olmuştu. Moskova, derhal Türk Genelkurmay Başkanlığı ve MİT’e bir mektup göndererek bu saldırıların İdlib’de Türkiye’nin sorumlu olduğu bölgeden kalkan drone yapıldığını bildirdi. Tam da o günlerde Suriye ordus u İdlib’e giriyor ve çatışmalardan kaçan siviller Türk sınırlarına yığılıyordu. Yeni bir göç dalgasının eşiğinde gibiydik. Bu koşullarda Rusya’ya saldırının zamanı anlamlı, Rusya’nın ikazı da ciddi görünüyordu.


İktidar çevrelerine göre saldırı bir kışkırtma idi: “İki ülke, Suriye’de Türkiye/Rusya işbirliğini hepten bitirebilecek niteliği olan çok ciddi bir kışkırtma hali ile karşı karşıya kalmıştı” (Yeni Şafak, 8 Ocak 2018). Rus uçağının düşürülmesinden sonra yapılan hataya bu kez düşülmeyecekti. Nitekim 11 Ocak’ta Putin’le Erdoğan arasında yapılan telefon konuşmasından sonra durum aydınlandı. Putin bu konuşmadan sonra yaptığı açıklamada şunları söylemişti: “Saldırıları kimlerin provoke ettiğini ve arkasındakileri biliyoruz. Bu işin arkasında Türk devleti ve Türk ordusu yok. Bu saldırılar, Türkiye dahil olmak üzere, Rusya’nın ortaklarıyla arasını bozmaya çalışanlar tarafından gerçekleştirildi.”

Her şey açıktı; fakat yine de ihtiyatlı olmak gerekiyordu: Durumu teyit için Genelkurmay ve MİT başkanları Moskova’ya yollandı. Bu konuda iyice emin olmak lazımdı. Suriye’nin kuzeyinde ve Fırat’ın batısında bugüne kadar ne yapıldıysa, Rusya’yla işbirliği veya en azından Rusya’nın yeşil ışığı ile yapılmıştı.

                                                                    • • •

Peki, ya Amerika? Tüm karşılıklı husumet dalgalarına rağmen bu emperyal gücün bu tablodaki yeri neydi? Bu soruya yanıt aramadan önce bu noktaya nasıl geldiğimiz konusunda üç ay önce yaptığım bir analizi burada aynen alıntılamak istiyorum. Türkiye-ABD ilişkilerinde varılan noktayı anlamamızda yardımcı olabilir.

• • •

Her şey yedi yıl önce başlamıştı ve gelişmeler –çok genel hatları içinde- şöyle oldu:
“Suriye Baharı, yabancı devletlerin müdahalesi ile uluslararası bir kriz halini alınca, başlangıçta Türkiye ile Rusya iki karşıt cephede yer almışlardı. Putin, Esad rejimine sempatisini gizlemiyor, ABD ile Türkiye ise zalim Esad’ı bir an önce alaşağı etmeye kararlı görünüyordu. Ne var ki Türkiye patronajı altında kurulan Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) bekleneni vermedi. Kısa bir süre sonra Suriye’nin önemli bir kısmı vahşet çetelerinin eline geçiyor ve Rusya’nın da savaşa katılmasıyla ortaya yepyeni bir tablo çıkıyordu. Kimyasal bombalar; düşürülen uçaklar; öldürülen elçiler. Tünelin ucu ancak kanlı kavgalardan sonra, Aralık 2016’da, Halep’in kurtarılmasıyla göründü.


DAEŞ Halep’ten kovulmuş, Putin ve Esad nihai zafere doğru büyük bir adım atmışlardı. Türkiye “ateşkes” için Rusya ile birlikte harekete geçiyor, Astana görüşmelerinin temeli atılıyordu. Bu yöndeki asıl gelişme, 4 Mayıs 2017’de, Rusya, İran ve Türkiye arasında imzalanan ateşkes anlaşması ile sağlandı. Buna göre Suriye’de kan dökülmesini önlemek için ülkede “çatışmazlık bölgeleri” kurulacaktı.

4 Mayıs (2017) anlaşması, sanıldığı gibi, Türkiye ile Rusya’yı bir cephede birleştirmiyordu. Aksine, görüşmelere iki ülke karşıt cepheleri temsil etmek üzere katılmış, “Rusya ve İran, Suriye Devleti’nin; Türkiye de muhaliflerin garantörü” olmuştu. Türkiye, sivil halkın (ve de onların arasına karışmış cihadistlerin) İdlib’e nakledilmelerine yardımcı olacaktı. Bu demekti ki savaş bitmiyor, son perde İdlib’e erteleniyordu. BM bölge temsilcisi Staffan de Mistura’nın Halep tahliye edilirken dediği gibi “Haleb’in yerini, İdlib alıyordu.” İdlib’in nüfusu iki milyonu bulmuştu ve bunun yarısı “nakledilenler”den oluşuyordu. İdlib, yeni bir göç dalgasına yol açacak bir barut fıçısı haline gelmişti.

2017 Temmuz’unda Suriye iç savaşında iki önemli gelişme daha yaşandı. Bunlardan birincisi Trump yönetiminin Esad rejimine karşı muhalifleri desteklemekten vazgeçmesiydi. ABD, 2015 ve 2016 yıllarında, “Timber Sycamore” adlı CIA operasyonu çerçevesinde bir sürü muhalif guruba bir milyar dolar civarında yardım yapmıştı. Şimdi bu yardım kesiliyordu. Karar, Trump’ın 2016 Kasım’ında Wall Street Journal’a söylediklerinin mantıki bir sonucuydu. Bu beyanatında, Trump, “Aynı zamanda hem Esad hem de DAEŞ’le savaşmanın ahmakça bir şey olduğunu” söylemişti.

Şimdi Esad’ın elini serbest bırakıyor, ilk hedef olarak DAEŞ’i seçiyordu. Esad, Rus şemsiyesi altında, savaşı kazanmıştı.

Aynı günlerde gerçekleşen ikinci önemli gelişme de İdlib’de Heyet Tahrir el Şam (HTŞ) örgütünün Ahrar al Şam’ı alt ederek eyalete hâkim olmasıydı. Böylece, Türkiye’nin yardımıyla, çoğu sivillerle beraber Halep’den İdlib’e naklonulan bu terörist grup Türk sınırlarında hegemonya kuruyordu. ABD’nin bölge özel temsilcisi McGurk da, yakınlarda, “İdlib bölgesi, 11 Eylül saldırılarından bu yana El-Kaide’nin en büyük barınma alanı haline geldi” derken, bu durumu kastediyordu. Şimdi, savaşın son aşamasında, Türkiye bunlarla karşı karşıyaydı ve 15 Eylül’de Astana’da Rusya ve İran’la yaptığı anlaşma çerçevesinde yaratılan “çatışmazlık bölgeleri”ne gözlemciler yerleştirecek ve barışı sağlamaya çalışacaktı. 

Bu arada Türkiye’ye yeni bir göç dalgasını önlemenin de yollarını arayacaktı. 7 Ekim’de, sanki bir fütuhat operasyonuymuş gibi ilan edilen “İdlip Harekâtı”nın amacı buydu”. 
(BirGün, 15 Ekim 2017).

• • •

Üç ay önce Suriye cephesinde durum buydu ve İdlib’de adeta “fırtınadan önceki sessizlik” hüküm sürüyordu. Sonunda fırtına da koptu: Suriye İdlib’te harekete geçiyor ve Beştepe de “Afrin!” diyordu. Ne var ki, Türkiye her ne kadar operasyonu “terörle mücadele” kapsamı içinde sunuyorsa da, Suriye bunu kendi topraklarına karşı bir saldırı olarak değerlendiriyor ve Dışişleri Bakanlığı şu açıklamayı yapıyordu: “Eğer Türk uçakları bir saldırıya girişirse, Suriye hava savunması herhangi bir Türk uçağı hedefini yok etmeye hazırdır.” Yani PYD/YPG’ye karşı girişilecek harekât kısa sürede bir Suriye savaşına dönüşme potansiyeli taşıyordu. Bölgedeki konumu ve Esad’la ilişkileri, Rusya’nın da böyle bir kapışmada Türkiye’nin yanında olmayacağının işaretiydi. Kaldı ki son olarak ABD Dışişleri sözcüsü de Türkiye’ye “operasyondan kaçınma” çağrısı yapmış ve “Türklerin şiddete başvurmak yerine DAEŞ’e odaklanması” temennisinde bulunmuştu.

Ne var ki son üç aydaki gelişmelere bakılırsa AKP iktidarının artık böyle temennilere kulak asacak hali yoktu. İktidara yakın bir yazarın yazdığına göre, “ABD’nin Kudüs kararından sonra artan anti-Amerikanizm Erdoğan ve AK Parti’ye yarar hale” gelmişti. (HaberTürk, 15 Aralık 2017).

ABD cephesindeki durum da buydu.

• • •

Gerçekten de son aylarda Türkiye-ABD ilişkileri adeta kopma noktasına geldi ve varılan noktada, örneğin bir Suriye sorununda, AKP iktidarı kendi seçmenlerinin olağan desteğinden çok daha fazlasını arkasına almış görünüyor: “Yerli ve milli” duruşla “ulusalcı” duruşun kesiştiği noktadayız ve bu noktada Yeni Şafak ve Sözcü gazeteleri benzer manşetler atabiliyorlar. Oysa yine bugünlerde ABD’de tüm demokratlar da Trump faşizmine savaş açmış durumdalar ve Türkiye’de yükselen anti-Amerikanizm bunlar arasında bir fark görmüyor. Bu durumda, kısasa kısas, onlar da hasıma husumetle yanıt veriyor ve farklı motivasyonlarla da olsa Türkiye karşısında ortak bir tavır sergiliyorlar.

Yoksa ipler tamamen kopuyor mu?

• • •

“Hayır!” diyor, Türkiye uzmanı Amerikalı tarihçi, ABD’ye şu sıralarda hâkim olan genel eğilimi yansıtan yazısında! Hayır, kopmamalı! ABD ile Türkiye her şeye rağmen anlaşabilirler ve anlaşmak zorundalar. Anlaşabilecekleri tek husus da zaten belli: İstikrar! (N. Y. Times, Nick Danforth, 10 Ocak, 2018).

Ulusal güvenlikle ilgili önemli bir düşünce kuruluşunda (Bipartisan Policy Center) yorumcu olan yazar, Erdoğan’ın “kuşatılma duygusu” içinde olduğunu ve bunun da kendisini yurt içinde daha sert önlemlere, dışarda da “anti-Amerikan retoriği katılaştırmaya” sevk edeceğini söylüyor. Böylece bir yanda tutuklanan gazeteci ve siyasetçiler, öte yanda Batı’yla her gün biraz daha gerilen ilişkiler bir kısır döngü yaratırken, ülkenin “sosyal dokusu ve ekonomisi” de her gün biraz daha kırılgan hale geliyor. Ve sonunda kaçınılmaz olacak büyük kriz ile de, ülke, “istikrar veya kaos” almaşıkları arasında sıkışıp kalacak! Yazar benzer görüşleri daha önce Washington Post’ta da ifade etmişti (17 Ağustos 2017).
“İstikrar veya kaos” ikilemi karşısında ABD’nin tavrı ne olabilir? Danforth bu ikilemin “Türkiye’yi Washington’a daha bağımlı hale getirmekten çok, Ankara’da Batı ile ipleri tamamen koparmanın Türkiye’nin çıkarına olacağına inananların gücünü artıracağını düşünüyor ve kendisi de “istikrar” fikrine katılıyor.

Peki, istikrarı kim ve nasıl sağlayabilir?
Bu konuda da yazarın yorumu şöyle: “İktidara nasıl sıkı sıkıya el koyduğu göz önünde bulundurulursa, Erdoğan’ın, ekonomi ne kadar kötü olursa olsun, seçimle iktidardan uzaklaşması olası görünmüyor. Eğer mutlaka iktidara asılırsa, düşüşü demokrasiye yumuşak geçişi kolaylaştırmaktan çok şiddetin yayılmasına yol açacağa benziyor. Bu koşullarda ülkeyi uçuruma doğru sürüklemek Amerikan ideallerine uygun olmadığı gibi, Türk halkının çıkarlarına hiç uygun değildir!”


O halde? 

O halde Türkiye’de istikrarı kim sağlarsa o desteklenecek ve bu koşullarda daha korkunç olan istikrarsızlığa (“kaos”a) karşı da, “Amerikalı siyasetçilerin öfkelendirici ve tehlikeli buldukları” Erdoğan, “başka birçok otoriter lider gibi”, istikrar uğruna desteklenecek! Böylece, Türkiye Cumhurbaşkanı, “her vesile ile kötülediği Amerikan sinizminin aslında başlıca yararlanıcısı” olacak! Bunları söyleyen ve önümüzdeki dönemde durumun daha da kötüleşeceğini tahmin eden yazar, siyaset yapıcılara Türkiye’deki otoriter rejime eleştiriler yöneltmek ve (kısmi) yaptırımlar uygulamaktan geri kalmamalarını da öneriyor.

• • •

Nick Danforth bu ürkütücü yorumu Afrin krizinden önce yapmıştı ve yorumu Amerikan kamuoyunu biçimlendiren çeşitli yorumlarla uyum halinde görünüyor. ABD’nin bir ileri bir geri attığı adımlar da (vize krizi, YPG/PYD ordusu, “Afrin bizi ilgilendirmez” çıkışı vb) yazarın yorumunu –ve “Amerikan sinizmi”ni- doğruluyor.

Danforth’un “istikrar” hakkında yazdıkları, yakın geçmişte yaşadıklarımızı hatırlayanların dudaklarında acı bir tebessüme yol açacaktır. Biliyoruz ki bu ülke 12 Eylül’e, ABD’nin “istikrar” kaygısı ile değil, ülkeyi destabilize etme (“kaos” yaratma) becerisiyle sürüklenmişti. O zaman Türkiye’de gerçekten antiemperyalist bir muhalefet vardı ve onlarla ABD çıkarlarına uygun bir “istikrar” mümkün görünmüyordu. 


Bugün ise, Beştepe’de -ABD’li siyasetçilere hakaret etse, vatandaşlarını hapse atsa bile- Amerikan sermayesine son derece saygılı bir Başkan oturuyor. 
Washington için önemli olan da bu değil mi?
Yine de Amerikalı yazar “Erdoğan’ın seçimle gitmesi olası görünmüyor” derken çok yanılıyor. Şimdilik gözler Afrin’de; “Türkiye hiç bu kadar yalnız olmamıştı” diyor başka bir yabancı yazar (Le Monde, 19 Ocak) ve gerçek demokratlar da “kaos”a düşmeden ülkede özgürlükleri kurtarmaya çalışıyorlar. Bu koşullarda 2019 seçimlerinin Türkiye’de insan haklarının geleceği açısından ne kadar önemli olduğunu her geçen gün biraz daha iyi anlıyoruz.

Taner Timur / BİRGÜN