13 Şubat 2018 Salı

Nabi Şensoy, Türkiye’nin yetiştirdiği en önemli diplomat!.. - FİKRİ SAĞLAR

Geçtiğimiz hafta İzmir’de yeri doldurulamayacak değerli bir insanı yitirdik...
Eşim Serap’la ve onu tanıyan tüm dostlarıyla birlikte; iyi bir eşi, başarılı bir büyükelçiyi; gıptayla bakılan, uluslararası arenada ses olmuş, Türkiye’yi eksizsiz temsil etmiş bir diplomatı kaybettik. Kültür Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı, aziz arkadaşım Gülgün Şensoy’un çok ama çok sevgili eşi Nabi Şensoy’u cuma günü İzmir’den sonsuz yolculuğuna uğurladık.

                                                                    •••

Okul arkadaşları, Dışişleri Bakanlığı’nda çalışan meslektaşları, birlikte görev yapmış bakanları, siyasiler, onu tanıyan ve seven yurttaşlar, dostları ile ailesi, hüzün içinde camide buluştuk.
Ve…
Yaşamın zor taraflarını ve de en sevdiği konusunu Fenerbahçe’yi her gün büyük bir mutlulukla paylaşan kardeşi Melih Şensoy’la birlikte Nabi Şensoy’u hüzün içinde toprağa verdik… Ülke bir değerli evladını daha kaybetti. Acımız yüreğimizi yakıyor…

                                                                      •••

Nabi Şensoy çok iyi bir insandı. Dost canlısıydı. Ailesine düşkündü.
Görev adamıydı. Yurtseverdi. Yeri geldiğinde sevecen bir halk adamıydı. Sakin, dikkatli, çalışkan, dünyayı takip eden, kıvrak zekâsıyla sorunları önceden sezen, ona göre önlemler alan, samimi ve nezaket kurallarını çok iyi bilen bir diplomattı. İyi bir entelektüel, birikimli bir sanatseverdi.
Sözünü sakınmadan söyler, kırmadan dökmeden karşısındakini ikna ederdi.Doğru bildiği ve haklı olduğu konularda taviz vermezdi...
En zor koşullarda bile verilen görevi yerine getirmek için büyük çaba gösterir, bunu yaparken bile insan ilişkisine saygı gösterirdi. Eşi Gülgün’e olan düşkünlüğü, birlikte yaptıkları hizmetler ABD’de ses getirmişti. Obama Ailesi’nin sevgisini kazanan Gülgün Şensoy arkasında iz bırakan bir sefire olmuş, Türkiye’yi Nabi Şensoy’la birlikte olağanüstü düzeyde temsil eden ender diplomat ailelerinden biri olmuşlardı...

                                                                    •••

Nabi Şensoy, 1980 sonrası ülkemize görkemli hizmetler yapmış bir büyükelçidir!..
Çok başarılı bir kariyeri vardır. Diplomasi tarihimizde ender rastlanan görevler yüklenmiştir. 1970 yılların sonlarına doğru Türkiye’nin Küba Büyükelçiliği’ni Nabi Şensoy kurmuştur. Yeni bir misyon yaratmak, Dışişleri Bakanlığı’nda çok önemsenen, aynı zamanda da çok zor bir görevdir.
                                                                     •••

Şensoy çok az kişiye verilen hizmetler üstlenmiştir. 1990’da İspanya Büyükelçisi olarak atanmıştır. 1995’de Siyaset Planlama Genel Müdürü, 1997’de Müsteşar Yardımcısı olmuştur. 1998’de ilişkilerimizin en fırtınalı döneminde Rusya Federasyonu Büyükelçisi olarak atanmıştır. 2006 Ocak ayında ise ABD Büyükelçisiolarak görevlendirilmiştir.
                                                                       •••

Görüldüğü gibi Şensoy’a; Madrid Büyükelçiliği sonrası dünyada da ender görülen ve de çok az sayıda başarılı Büyükelçiye nasip olan iki farklı kutup da görev yapma fırsatı tanınmıştır... Nabi Şensoy, hem Moskova hem de WashingtonBüyükelçiliği’nde bulunmuş, en kritik dönemde her iki ülkede de başarıyla ülkemizi temsil etmiş, ülkemizin haklarını savunmuş dostluklarımızı gelişmesine katkıda bulunmuştur…

                                                                        •••

Meslek yaşamı boyunca son derece başarılı işler yapan, diplomaside son dönemlerin parlayan yıldızı olan Nabi Şensoy9 Aralık 2009 günü Başbakan Erdoğan’ın Obamaile yaptığı baş başa görüşmeye Davutoğlu’nun alınmaması nedeniyle Dışişleri Bakanı’nın nezaketsiz davranışı sonrası görevinden istifa etmişti.
                                                                         •••

Ani istifanın gerekçesi ölümüne kadar Şensoy tarafından açıklanmamıştı. Sorumlubir diplomat olarak emekliliğinde de sessiz kaldı. Görev etiği gereği yaşananları o gün eşiyle bile paylaşmayan Şensoy’un istifası üzerine yalan yanlış çok şey yazıldı ve söylendi... Hepsi farklı ve yanlı görüşlerdi. İktidar goygoyculuğu arasında şerefli bir büyükelçinin neden böyle bir karar verdiği irdelenmedi bile!..

                                                                          •••

Oysa durum çok açıktı. Şensoy onurlu ve ahlaklı bir kişinin yapması gerekeni yapmıştı!.. Devlet umuru görmüş kişilikli bir davranışta bulunmuştu. O gün iktidarda olan şişmiş egolara haddini bildiren kararlı bir tavır sergilemişti. Sonradan görmelere(!) haddini bildirmişti. Hoş o gün durumu anlamak istemeyenler, bu gün doğruları yalanlamaya kalkacakları da açıktır. Oysa doğrular balçıkla sıvanamıyor!..

                                                                   •••
İşin gerçeği;
Önce şu iyi biline; Davutoğlu Nabi Şensoy’u kıskanmaktadır!. Şensoy, Turgut Özal’ın Özel Kalem Müdürlüğü’nü yapmış eğitimli ve donanımlı bir diplomattır. Diplomaside en alttan en üst düzeye varan çalışma ortamı sayesinde uygulamadan gelen engin birikimi vardır!.. Davutoğlu, anlaşılmayan teorileri ile Şensoy’un yanında çok eksik kalmaktadır!..
                                                                 •••

Ayrıca bilgisi ve birikimi nedeniyle Şensoy, Abdullah Gül’ün de özel önem atfettiği bir diplomat olmuştur... Bu gerekçelerle Gül; başbakan Erdoğan’ın Faruk Loğoğlu’nun Washington’daki görev süresinin uzatılması talebine karşı çıkmış, Nabi Şensoy’u Washington’a büyükelçi olarak göndermişti…
                                                                  •••

Gelelim ABD’deki Obama/Erdoğan baş başa görüşmesine. ABD’ye gelmeden Başbakan Erdoğan, Obama ile baş başa görüşme talebinde bulunmuştur. Bu talebi duyan Davutoğlu görüşmede yer almayı Büyükelçi Şensoy’a bildirmiştir. Şensoy ABD nezdinde girişimde bulunmuş ancak doğrudan Başbakan Erdoğan tarafından ABD yetkililerine “yalnız görüşmek” isteğinin iletildiği bilgisiyle karşılaşmıştır. Yani Türkiye Başbakanı’nınDışişleri bakanı da dahil olmak üzere görüşmede kimseyi beraberinde istenmediği anlaşılmıştır!.. “Baş Başa Toplantı” başladığında ilk olarak önceden kararlaştırılan talimat gereği ABD Dışişleri Bakanı Clinton salonu terk etmiştir.Karşılıklılık esasına göre Davutoğlu da masadan kalkmak zorunda kalmıştır!..

                                                                  •••

Toplantıya alınmadığı için Davutoğlu’nun nezaket ve ahlak kurallarını aşan sözleri üzerine Şensoy, bizzat Başbakan’dan gelen kesin ve gizli talimat gereği Davutoğlu’na “sizi Başbakan istemedi” dememiş, katılmamasının sorumluluğunu üzerine almıştır!.. Daha sonra, Davutoğlu’nun kıskançlık krizi sonrası ettiği sözleri onuruna yedirmeyen Nabi Şensoy istifa etme büyüklüğünü göstermiştir.

                                                                  •••

Yıllar önce dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, Beyaz Saray’da ABD Başkanı Baba Bush ile baş başa bir görüşme yapmıştı. O gün Özal’ın yanında sadece özel Kalemi Nabi Şensoy vardı. Özal’ın o toplantıya girmesini istemediği dönemin Dışişleri Bakanı Ali Bozer bu durum karşısında istifa etmişti... Dönemin Büyükelçisi değil!..

                                                                  •••

Yıllar sonra aynı muameleye muhatap olan Davutoğlu pişkince yerinde oturur, iktidarın nimetleri uğruna hiçbir şey olmamış gibi hareket edince, Özal olayını yaşayan Nabi Şensoysonradan görmelere ders verir gibi devlet adamlığının farkını göstermişti... Davutoğlu değil, kendisi Washington Büyükelçiliği’nden istifa etmişti!.. Ne mutlu ki O’na; dürüst, namuslu ve onurlu insanlar için örnek oldu!..

                                                                    •••

Nabi Şensoy şerefli insanlara çok anlamlı bir vasiyet bıraktı!..
“Dik duramayan, onurunu koruyamayanları bilin ki birileri, işi bitince buruşturup atarlar!..”

Fikri Sağlar / BİRGÜN

Elektrik dağıtım şirketleri krizde: Toplam borç 45 milyar dolara ulaştı-MUSTAFA MERT BİLDİRCİN

Hükümetin özelleştirdiği elektrik dağıtım işini üstlenen şirketler iflasın eşiğine geldi. Elektrik şirketlerinin toplam borcunun 45 milyar doların üzerine çıktığı öğrenildi.

Türkiye ekonomisinin içinde olduğu darboğazdan etkilenen elektrik dağıtım şirketlerinin borçlarını ödemekte zorlandığı ortaya çıktı. Ülke genelinde yer alan 21 dağıtım bölgesini iki ya da üç şirketli konsorsiyumlar oluşturarak yöneten şirketlerin borçlarının 45 milyar doların üzerine çıktığı öğrenildi. Elektrik dağıtım altyapısının özelleştirilmesiyle elde edilen 13 milyar dolarlık gelire karşın, sektörün yalnızca ihale bedeli kaynaklı borç yükünün 10 milyar dolara ulaştığı kaydedildi. Özelleştirme sürecinde 1.80 TL düzeyinde olan doların bugün 3.81 TL’ye fırlamasından olumsuz etkilenen elektrik dağıtım şirketlerinin yaşadığı mali sorunlar, sektörün finansal sürdürülebilirliği konusunda soru işaretleri yarattı. Elektrik dağıtımını üstlenen aktörler, peşi sıra “halka arz”larını duyurarak, kaynak yaratma telaşına düştü.

Özelleştirme gerekçeleri çöktü
AKP hükümetinin, “Kayıp ve kaçak oranlarını düşürmek” iddiasıyla özelleştirdiği elektrik dağıtımını üstlenen şirketler iflasın eşiğine geldi. Şirketlere, otomatik fiyatlandırma uygulamasının yanı sıra yurttaşa pahalı elektrik satışı garantisi verilerek yapılan özelleştirmeler, sektörün kendi içinde dahi sorgulanır hale geldi. Özelleştirmelerin yapıldığı günden bugüne aradan geçen yedi yılda kayıp kaçak oranlarında azalma yaşanmazken, elektrik üretim maliyetlerinde de öngörülen düşüş sağlanamadı.

Şirketlere kıyak mı? 
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nın 2016 yılı verilerine göre, sadece Urfa’daki kayıp kaçak elektrik miktarı Atatürk Barajı’nın ürettiği elektrik miktarının üzerine çıktı. Meskenler için yüzde 8,8 oranında zamlanan elektrik ücretleri, ülkedeki yoksulluğun daha da derinleşmesine yol açtı. 2018 yılına yönelik yapılan elektrik zammını 2017 yılı faturalarına yansıtan bazı dağıtım şirketlerinin haksız kazanç elde ettikleri öğrenildi. Vergilerden düşülerek yüzde 34,9’dan yüzde 36,1’e çıkarılan dağıtım bedeli ise, “Batmak üzere olan dağıtım şirketlerine kıyak mı yapılıyor?” sorusunu gündeme getirdi. Tüm bu yaşananlar, ekonomik çıkmaza giren şirketlerin yaşadığı buhranın faturasının yurttaşlara ödettirilmeye çalışıldığı yorumlarına neden oldu.

Borçların altında kaldılar
Özelleştirmelerin bir diğer gerekçesi olan, “Kamu kaynaklarının yetersizliği” ise TEDAŞ’ın devri öncesinde kamu bütçesinden yapılan yatırımlar ile tartışılır hale geldi. Uzmanların hesaplamalarına göre, elektrik dağıtımının özelleştirilmesi sürecinde elektrik kurulu gücü yüzde 67 oranında arttı. Türkiye’deki toplam kurulu güç 70 bin megavatı aşarken, son on yılda elektrik üretimi yatırımları 60 milyar doları buldu. Döviz kurunda yaşanan artış ve bozulan ekonomik göstergeler ise şirketleri iflasın eşiğine taşıdı. Yatırımların gerçekleştiği dönemde elektriğin kilovatsaati 9 dolar düzeyindeyken, 2018 itibarıyla bu sayı 5 dolara geriledi. Yıllık cirosu 15 milyar dolar olan dağıtım şirketleri, 45 milyar doları bulan borçların altında kaldı. Borçlarını 15 yılda ödemeyi planlayan şirketlerin mevcut gelirleriyle bu borçlarını ödemesinin 30 yılı bulabileceği öğrenildi.

Kesinti süreleri uzadı
Elektriğin özelleştirilmesine dair tepkiler üzerine AKP hükümetinden yapılan, “Özelleştirme kalite ve şeffaflık getirecek” açıklaması da karşılık bulmadı. Borç batağındaki şirketlerin yurttaşa sunduğu hizmet sorgulanır duruma geldi. Yapılan yatırım harcamalarının sistemin iyileştirilmesinde herhangi bir yarar sağlamadığı görüşünde birleşen uzmanlar, elektrik kesintisi sürelerinde iyileşme yaşanmadığını kaydetti. Kimi kentlerde 24 saati aşan elektrik kesintileri yaşandı.

                                                                    ***
‘Ellerini vatandaşın cebine soktular’
Hükümetin enerji politikalarının baştan aşağı yanlış olduğunu söyleyen CHP Kocaeli Milletvekili ve TBMM Enerji Komisyonu Üyesi Tahsin Tarhan, “Yanlış yönetim anlayışının ve özelleştirme adı altında yandaş şirketlere peşkeşin bedelini yurttaş ödeyecek” diye konuştu. Borç batağındaki dağıtım şirketlerinin, “kayıp kaçak bedeli” adı altında elektrik faturalarına büyük bedeller yansıttığına dikkati çeken Tarhan, “Şirketler elini vatandaşın cebine sokmuş durumda” ifadelerini kullandı. Türkiye’deki enerjinin yaklaşık yüzde 70’inin dışa bağımlı olduğunu vurgulayan Tarhan, “Enerjide teknolojinin gerisinde kaldık. Yenilenebilir enerjiye yatırım yapılması gerekirken, her alanda olduğu gibi enerjide de ranta dayalı yatırım yapılıyor” dedi. Yakın zamanda bu şirketlerin iflasına tanıklık edileceğini savunan Tarhan, “Şu anda hükümet bankalar aracılığıyla şirketleri ayakta tutmaya çalışıyor, ama bu yeterli olmayacak” görüşünü paylaştı.

                                                                   ***
Hangi şirketin ne kadar borcu var?
» İstanbul Avrupa Yakası’nda hizmet veren ve AKP’ye yakınlığıyla bilinen Cengiz Holding’in yanı sıra Limak Holding ve Kolin İnşaat ortaklığıyla işletilen Boğaziçi Elektrik Dağıtım A.Ş.’nin (BEDAŞ) borcunun 1 milyar doların üzerine çıktığı iddia edildi. 

» Özelleştirme kapsamında 21’e ayrılan bölgelerin birincisinde faaliyet gösteren ve altı milyona yakın yurttaşa elektrik hizmeti veren Gediz Elektrik Dağıtım şirketinin borcunun 650 milyon lirayı bulduğu ileri sürüldü. Bereket Enerji bünyesinde bulunan şirketin, borçlarını yapılandırmak için bankalarla görüştüğü kamuoyuna yansıdı.

» Cengiz Holding, Kolin İnşaat ve Limak Holding tarafından işletilen bir diğer kuruluş olan Akdeniz Elektrik Dağıtım Şirketi’nin kredi borcunun 500 milyon liranın üzerine çıktığı öne sürüldü. Antalya’nın yerel gazetelerine yansıyan haberlerde, şirketin bankaya olan borçlarını ödeyemediği ifade edildi. 

» TEDAŞ’ın 12 No’lu dağıtım bölgesinde hizmet veren Uludağ Elektrik Dağıtım şirketinin 2016 yılı sonu itibarıyla bankalara olan borçlarının 691,1 milyon liraya ulaştığı kaydedildi. Şirketin ticari borçlarının ise 346,5 milyon liraya ulaştığı ifade edildi.

» Osmangazi Elektrik Dağıtım, devletten aldığı elektriğin borçlarını ödeyemediği için Zorlu Holding’e satıldı. Eskişehir, Afyon, Kütahya, Uşak ve Bilecik bölgelerinde elektrik dağıtım hizmeti veren Osmangazi Elektrik Dağıtım’ın kamuya olan 120 milyon liralık borcunu ödeyerek devralan Zorlu’nun, yeni yatırımlar için bankalardan aldığı kredi borcunu ödemekte güçlük çektiği ileri sürüldü.


MUSTAFA MERT BİLDİRCİN / BİRGÜN

Devletin parası özel bankaya yatarsa - ÇİĞDEM TOKER

TBMM Plan Bütçe Komisyonu’nda bir torba tasarı var.
Adı: “Vergi Kanunları ile Bazı 
Kanun ve Kanun Hükmünde Kararnamelerde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanun Tasarısı”  Tasarı, pek çok yasayla birlikte “Kamu Finansmanı Borç Yönetimi Kanunu”nu da değiştiriyor. Daha doğrusu önce bir madde ekliyor, sonra bir başka maddeyi değiştiriyor. 
-Eklenen madde “tek Hazine kurumlar hesabı”. Amaç ise mevcut tek hesap kapsamını genişletmek. 
(Hani -yaşı yetenlerce-Erbakan’ın başbakanlığı döneminden hatırlanacak bir havuz hesabı vardı. Devletin bütünü hesapları “havuz hesap” denilen bir ortak hesapta toplanacaktı. Biraz onu hatırlatıyor.) 
-Değiştirilen madde çok önemli. Kurum paralarının, sadece Merkez Bankası değil “Türkiye’de yerleşik bankalarda da” nemalanacağı hükmü konuluyor. Buna birazdan geleceğim.
***

“Tek Hazine kurumlar hesabı: Kamu idarelerinin mali kaynaklarının bütçenin gelir ve gider hesapları ile ilişkilendirilmeksizin, karşılığı Hazine’den alacak kaydedilmek üzere toplandığı ve Müsteşarlık tarafından yönetilen hesabı.” 
Belli ki amaç, borçlanma maliyetini düşürmek. Nakitte de etkinlik sağlamak. 
Hazine’nin bağlı olduğu Başbakan Yardımcısı Mehmet Şimşek, konuyu AA’ya böyle değerlendiriyor. Ve vurguluyor ki: Fransa, İngiltere, Rusya, Avustralya gibi birçok ülkede Tek Hazine Hesabı sistemleri, merkezi/ genel yönetim sektörünün tamamını kapsarken, Türkiye’de sadece genel bütçeli idarelerin ödeme ve tahsilat hesaplarıyla sınırlı. 
Bu madde yasalaşınca, kurumların mali kaynaklarının hak sahipliği değil, yalnızca yönetiminin Hazine’ye geçeceğini söylüyor ve çok da önemli bir bilgi veriyor: İlk aşamada özel bütçeli kuruluşlar, düzenleyici ve denetleyici kuruluşlar, SGK ve İŞKUR ile özelleştirme, tanıtma fonu gibi bütçe dışı fonlar kademeli olarak kapsama alınacak. 
Sistem şöyle çalışacak: Kurumların günlük nakit ihtiyaçları, yeni bilgi-işlem altyapısı aracılığıyla her gün Hazine’de toplanacak. Hazine, kurumların nakit taleplerini günlük karşılayacak. Gün sonunda kalan bakiye Tek Hazine Kurumlar Hesabı’na aktarılacak.


Peki, faiz baskısı? 
Buraya kadar itiraz edilecek bir nokta yok. Fakat Başbakan Yardımcısı Şimşek’in açıklamasında, aynı değişikliğe bağlı olarak yapılacak “Türkiye’de yerleşik banka” eklemesine dair bir ifade olmadığını gördük. Oysa yazının girişinde belirttiğim gibi bu değişiklik epeyce önemli. Zira, yasa çıktığında SGK’nin parası Merkez Bankası veya onun muhabir bankası Ziraat Bankası’nda değil de, tanınmış bir holding patronunun özel sermayeli bankasında da nemalanabilecek. EPDK, BBDK veya BOTAŞ’ın gelirleri öyle. 

İşte izaha muhtaç kısım bu. 

Kamu kaynaklarının özel bankalarda nemalanması fikri, şeffaf olmayan pazarlıklara yol açabileceği gibi, nemalandırmayı özel bankada yapma inisiyatifi açısından AKP iktidarından bankacılık sektörüne doğru bir faiz baskısına da yol açma riskini taşıyor.Özellikle Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sık sık ve yüksek sesle faizlerin indirilmesini istediğini hatırlarsak, bu yeni düzenlemenin farklı dinamikleri gündeme getireceği öngörülebilir. 

Eğer böyle bir risk yoksa, bunun açıklanması lazım. 

Bir de tabii, borçlanma maliyetini düşürmek, nakit rezervinde etkinlik gibi ihtiyaçlarla yeni torba kanunlar geldiğini gördükçe insan sormadan edemiyor. 
Türkiye Varlık Fonu niye kurulmuştu sahi? 
Aradan bir buçuk yıl geçti de.

Çiğdem Toker / CUMHURİYET

12 Şubat 2018 Pazartesi

Demokrat sanatçının uşaklığı üzerine 'derkenar' - OSMAN ÇUTSAY

Açık yürekli olalım. Siyaset, bütün toplumsal alanların anası konumundadır. En azından bizim için. Malum; biz hep siyasetin “kim için” olduğunu sorarak başlarız işe. Emekçiler ve aydınlanma içerikli siyaseti hep de en üste yerleştiririz.
İyi.
Ama bunu sadece biz mi böyle yapıyoruz? 
Tam tersini iddia ederek, siyasetin belirleyici gücünü inkâra yeltenenler de benzer şeyleri yapmıyor mu?
En azından Avrupa denilen mezbahanın lüks yemek odasında de siyasetin önemi ve sanatın ona bağımlı gücü kabul görmüşe benziyor.
Nasıl mı?
Berlin’de geçen yılın son çeyreğinden bu yılın ilk ayına kadar sarkıp, 8 Ocak’ta sona eren ilginç bir sergi yaşandı. “Parapolitik” başlıklı sergide, belki de egemen sınıflar aradan yarım asır geçtiği için ve komünizmin emperyalist metropollerde “an itibariyle” bir tehdit oluşturmadığına, özellikle zengin mutfağında pek bir şansı bulunmadığına inandıklarından olmalı, her şeyi itiraf ettiler. Hikâye kısa ve öz: Soğuk Savaş’ta komünizme karşı sanatta açılan bir cephe örgütünün, “Congress for Cultural Freedom” (CFF), doğrudan CIA finansmanıyla hizmet verdiği, dünya kamuoyunu, daha doğrusu aydın adaylarını doğrudan etkileyebilecek birçok büyük sanatsal etkinliğin (sergilerin, konserlerin, dergilerin, “sanatçıların” vs.) arkasında bir istihbarat örgütünün yattığı 1967’de ortaya çıkmıştı. Berlin’deki sergi, ciddiye alınabiler bir eleştiri içermeden bu fasılları ortaya koydu. (Sergiyle ilgili bir haber Avrupa Kültür’de okunabilir: http://17.avrupa-kultur.eu) Özet olsun: Sanat pratikleri, sınıf mücadelesinin, daha açığı, doğrudan siyasi mücadelenin bir unsuruydu. O sergiye bir göz atmak bile bu saptamanın doğruluğunu teyit için yeterli.
Neyse...
Gelmek istediğimiz yer biraz ileride.

Oraya gelmeden şunu söyleyelim: Bu sitede Taylan Kara, yeni bir bitiş çizgisi çekti geçen günkü yazısıyla: “Birikim Dergisi ve 'liberal sol' düşüncenin bu topluma verdiği en büyük zarar nedir?”. Haklıdır: Bir liberal sol yağmacılar ordusu, yani cumhuriyete ve ilerici tarihimize düşman “demokrat sürü” bir etkisizleşme moduna girdi gerçekten. Bu “anomalist güruhun” en cahil başı Belge’nin bile huzuru yurtdışında aramaya başlaması, biraz da bu bozgunun tezahürü kabul edilmeli. Ama bunlar her yerde.

Sanat ve edebiyata geleceğiz. Son dönemde pek bir pohpohlanan yazıcılardan Burhan Sönmez, Türkiye’den haberdar olduğunu sanan bir cahil Alman gazeteciye -hadi daha fazlasını söylemeyelim- istediği yanıtları verdi. Onlar Süddeutsche Zeitung’da konuştular, birbirlerini yemlediler, biraz tarih bilinci ve ahlaka sahip insanlarımız ise herhalde yerin dibine geçtiler. “Demokratlar” elbette gönenmiş olabilir; hiç şaşırmayız, yakışır. “Büyük romancı ve pek bir solcu” Burhan Sönmez, Alman medyasına yana yakıla Türkiye’nin önünde çok karanlık bir dönem bulunduğunu “herhangi bir ışık göremiyorum” diye anlatıyor. Nedenini de ekliyor: “Güç sahipleri Türkiye’de liberal değerlere ve demokrasiye inanmıyor. Güce inanıyorlar ve bu gücü elde tutmak için her aracı kullanıyorlar. Yalanı, yolsuzluğu ve ölümü de...” Buradaki güç, iktidar olarak da anlaşılmalı. Hazret Türkçe neler söyledi, Almancaya nasıl girdi, bunu tartışmanın yeri burası değil.
Başka bir yerdeyiz.


Bu İslamcı Türkiye’nin bundan daha değerli bir yazara, sanatçıya vs. ihtiyaç duymadığı kesin. Demokrat sürü, İslamcı Ankara’nın tetikçisiydi; hâlâ da öyle. Dolayısıyla, burada da Sönmez ve kendisine sorular yönelten AB demokrasisini birlikte düşünerek, yani sadece İslamcı Ankara ve Burhan Sönmezgilleri değil, tüm bir küresel sistemin aktörlerini içerecek biçimde değerlendirerek baktığımızda, “tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş” ifadesinden başka bir şey eklemek gerekmiyor. Murat Belge hiç kıskanmasın, önemli döneklerimizden babasını yine hayırla yad etsin: Burhan Sönmez, biraz daha cahil bir Burhan Belge’dir en fazlası...

Bunlar böyle.
Gelmek istediğimiz yer ise şu: Bu satırların yazarının “sanat politolojisi” kavramıyla düşünmeye çalıştığı alanlar, tüm sanat pratikleri, siyasetin bir parçasıdır ve liberal sol denilen kiralık katiller ordusunun karşısında, 1989 öncesindeki sosyalist cumhuriyetlerin büyük birikimini de arkamıza alarak, yenilerde büyük bir devrimin içine doğru yöneldiğimizi görüyoruz.

Bir devrimci siyaset adamımızın saptamasını sadece bir sözcüğü değiştirerek alıp, meseleyi tartışmaya açabiliriz: “Sanat parayla yapılıyor ve sanat para için yapılıyor. (...) Paranın saltanatını sona erdirmek, sömürü düzenini ortadan kaldırmak için yapılan sanatı çıkarın, sanatta ahlak yoktur.”

İlgilisi hemen anlamıştır: Kemal Okuyan yoldaşımız son Boyun Eğme’de (9 Şubat 2018) “Ahlaksız Siyaset”i yazdı. Çok güzel yazdı. Orada siyaset üzerine yaptığı bazı saptamalar, bizce, aynen egemen sanat pratiklerine taşınabilir. İddiamız şudur: Türkiye ve dünyadaki tüm sanat pratikleri, çürümüşlük ve kapitalist sömürüye uygun “insan yaratma” anlamında bir nükleer çürütme santralı olarak, ahlaksızlık (“insan insanın kurdudur”) üretiyor. Sadece sömürü düzenine ve paranın saltanatına karşı açıkça bu alanda direnenler, bu saptamanın dışında kabul edilebilir. Ama onlar da jeolojik oluşumları, toprağı ve ürünleri nitel bir biçimde değiştiremiyorlar. Siyasal şiddete ihtiyaçları var. Yukarıda sözünü ettiğimiz “Parapolitik” sergisi bunun itirafıydı.

Mesele, bu büyük bataklığın, bu artıdeğer sömürüsünün imha edilmesidir.
Demek ki, şu liberal ve her biri diğerinden daha demokrat sürüyle vakit geçirme hakkımız bulunmuyor. Ama kendimizi de saklamayalım. Bunların tek ahlakı para ve sömürüdür, dedik. Bunu sola bulayarak yapmak zorundalar; ancak öyle yutturabiliyorlar çünkü. Bizim için trajik olan mesele, çok uzun olmayan bir süre önce pek pahalıya ödediğimiz (“1989”) olayların ve aktörlerin solun içine hâlâ sızmayı sürdürebilmesidir. 

Bunları affedemeyiz, solun içinde hiç göremeyiz, aramızda kesinlikle tutamayız. Kapitalizmin yağma ordusunda sorumlu yerlerdeler. Yalçın Küçük Hocamızın ve Orhan Gökdemir’in kulakları çınlasın: Bunların her biri bir başka azgınlıkta “azap”... Ama çöküş dönemine de girdiler. Entelektüel şiddetimiz bunları fena vurdu, vurmayı da sürdürüyor.
Meseleye döneceğiz. Kemal Okuyan’dan el alarak yineleyelim ve öyle bitirelim: Bu edebiyat ve sanat içinde, kapitalist sömürüye açıkça cephe alanlar ve üretimleri dışında, kimse insani bir ahlak, bir tutarlılık, bir zenginlik aramasın. Kendimizi aldatmaya bir son verelim. 
Azınlığız.
Bu, iyidir. Hem de çok iyidir.  

Osman Çutsay / SOL

Dip dalgasının enerjisi birikiyor - ÖNDER İŞLEYEN

Bugün toplumdaki dip dalgasının yaratılan OHAL ve savaş ikliminde yaşadığı geri çekilme, bir sönme noktası olarak görülmemeli. Dip dalganın kendini kimi zaman HAYIR’daki gibi kolektif hareketle dışa vurduğu gibi bugünkü ortamda “Geçinemiyorum” diyen işçilerin çığlıklarında ifade bulduğu bir birikim içten içe yanmaya devam ediyor.

Afrin Operasyonu kimse için beklenmedik bir adım değildi. Aksine Afrin, uzun zamandır AKP-MHP ittifakının, milliyetçi reaksiyonu depoladığı kızıl elmaydı. Operasyonla birlikte, önceden hazırlanmış devasa bir propaganda makinasına işlerlik kazandırılarak, biriken reaksiyon milliyetçi bir dalgaya dönüştürüldü. Propaganda makinasının ürettiği görüntüde çatlak yaratabilecek eleştiri ve bilgi dolaşımını engelleyecek bir baskı eş zamanlı olarak devreye sokuldu. Bu şekilde tüm ülke Saray’da toplu izleme seanslarının yapıldığı TRT’nin savaş dizilerindeki bir atmosfere doğru itildi.

Bir askeri hareketle oluşturulacak zafer havası AKP-MHP ittifakının 2019 siyasetinin olmazsa olmaz ihtiyacı. İslamcı-milliyetçi cephe, 2019 Başkanlık seçimi sürecinin taşlarını döşerken beklenen adımlardan birisi de Afrin’e yönelik askeri bir müdahaleydi. 

Bu atmosferin öncelikli sonucunun, toplumsal sorunların üzerinin örtülmesi, siyasetteki farklılıkların ortadan kaldırılması ve muhalefete yönelik yeni bir baskı dalgasının başlatılması olacağını tahmin etmek güç değildi. 

Bugün, ‘gazilik’ unvanı önerilen Erdoğan’ın, ‘kamuflaj giydirilmiş’ fotoğrafları eşliğindeki ‘ilk hedefiniz Afrin’ manşetlerinden 15 Temmuz’dan bu yana üretilmeye çalışılan ‘kurucu liderlik’ ya da yenilmiş yeni-Osmanlıcılığın ihya edilmesi çıkmaz... Ama bu ortam izlenen siyasetlerin oluşturulacağı olumsuzlukları şimdilik gizlenebilmesini sağlayabiliyor.

• • •

İslamcı-milliyetçi cephe, 7 Haziran öncesinden başlayarak oluşturduğu ittifakını 1 Kasım seçim sürecinde sınayarak, 15 Temmuz sonrasında derinleştirdi. Başkanlık sistemine geçişle bir eşik daha atlanmış görünse de bu cephe mevcut krizi aşabilecek bir kuvvete ulaşamadı. Toplumsal-sosyal sorunların yoğunlaşması, toplumun en az yüzde 50’sinin siyasal İslamcı rejim karşısındaki direncinin kırılamaması, bölgesel temeldeki sorunları aşabilme kabiliyetinin azalması gibi nedenlerle AKP-MHP ittifakı giderek dozu arttırılan bir baskı ortamında ülkeyi idare etmeye çalışıyor. 

Bu da iktidarın ayakta durmak için pedalı sürekli çevirmek zorunda olan bir bisiklet sürücüsüne dönüştürüyor. Tarih, her pedal çevirişinde şiddetin dozunu artırarak ilerleyebilen, politikayı artık askeri yöntemlerle sürdürebilen iktidarların sonunda yükselttikleri dalganın altında kaldığını gösteren nice derslerle dolu. AKP, tarihten dersler alabilecek sınırın çoktan geçmiş olabilir ama daha önemlisi muhalefetin çıkaracağı dersler olmalı.

Muhalefet pasifleştiriliyor
AKP-MHP cephesi, ‘milli ve yerli’ vurgusu üzerinden muhalefeti pasif bir destekçisi haline getirmeye ve kriminalize etmeye çalışıyor. CHP, uzunca zamandır bu cephenin hışmından kurtulabilmek adına, kritik eşiklerde iktidar politikalarına eklemlenmeyi tercih ediyor. CHP, ne kadar söylerse daha fazlasının isteneceğinin ve ne yaparsa yapsın iktidarın hışmından kurtulamayacağını görmeden boynunu uzatmaya devam ediyor. Günün sonunda “Atı alan Üsküdar’ı geçince”, “Bunu iç siyasete alet etmeyin” demek siyasetin konusu olmaktan çok mizahın konusu olabiliyor. 

CHP, halen AKP’den bağımsız bir yerlerde kurucusu olduğu kurumsal bir devlet mekanizmasının var olduğuna inanmaya devam ediyor! O hayaletin peşinden gittiğini zannederken AKP’nin peşine takıldığının farkına dahi varamıyor. Böyle bir durumda gerçekleşen Kurultay, -içinde politika tartışmaya çalışanları da gölgeleyerek- isimler üzerinden ilerleyen büyük bir salı grup toplantısının ötesine geçemedi. Siyasal İslamcı rejim karşısında mücadeleye ve geleceğe dair tek bir politikanın dahi ortaya konulmaması muhalefet krizinin boyutlarını ortaya koymaya yetiyor.

OHAL altında her şeyin önceden ayarlandığı bir seçim sürecine doğru sürüklenilmesinin önüne geçecek ortak bir mücadele, topluma güven kazandıracak en önemli noktalardan biri. Siyasal İslamcı rejime karşı halkın direnme potansiyelini yükseltmek ve alternatif oluşturmak bu mücadeleler içinde birleşerek gerçekleşebilir.

AKP, şimdi yerle yeksan edilmiş Suriye’deki dağılmış durumun yarattığı riskleri savuşturacağı iddiasıyla bir operasyon gerçekleştiriyor. Bu politikanın toplumsal meşruiyeti ‘devletin bekası’ tartışması ve anti-Amerikan bir görünümle kazanılmaya çalışılıyor. Erdoğan’ın bir zamanlar eş başkanlığını üstlendiğini övünerek söylediği BOP’un amacı dün Irak’ta şimdi de Suriye’de gerçekleşen dağılma ve parçalanmaydı. 

Orta Doğu’nun etnik ve mezhepsel iç savaşlara sürüklenerek dağıtılması, enerji havzaları ve geçiş alanlarına el konulması ‘demokratikleşme ve sınırların aşılması’ olarak sunularak bölge halkları birbirine kırdırıldı. Bugün de Suriye’de emperyalizmin yarattığı dağılma içinde insanların kendilerini etnik kimliklerine göre böldüğü; Türk’ün, Kürt’ün, Arap’ın, Alevi’nin, Sünni’nin birbirine kırdırıldığı bir 21.yüzyılın içindeki
Ortaçağ karanlığı hüküm sürüyor. 

AKP, ABD’nin bu yıkım politikalarının parçası olarak Suriye iç savaşının en aktif unsurlarından birisi oldu. Suriye’de ülkemizi de içine alarak gelişen etnik-mezhepsel dağılma dalgasını böyle yaratıldı. Bugün, izlenen siyaset de bir ucunda Rusya ile çelişkili bir ilişkiye yaslanan öbür yanında ABD’ye ‘bölge politikamızı seninle yürütmek isteriz’ sözlerinin karşılığını oluşturacak güç ortaya koymaya çalışan bir noktada sürüyor. ABD ile Menbiç tartışması bir yana, Rusya ve rejimin etkinlik alanındaki bu gelişmeleri yeni hamleleri için bir fırsat olarak da değerlendiriliyor. 
Deyrez Zor’daki petrol kontrolü üzerinden ABD’nin rejim güçlerini bombalaması, İsrail’in devreye girmesi, IŞİD’in toparlanmaya başladığı haberlerinin sıklaşması ABD’nin yeni bir hamleye hazırladığının işaretleri. Önümüzdeki günler bu çelişkiler içinde ittifakların yeniden şekillendiği bir duruma açık ilerliyor. 
AKP’nin bu vesileyle içeriye yönelik uyguladığı basınç muhalefet hareketi içinde tutarlı bir politika ortaya konulabildiği oranda bu basıncın kırılabilmesi pekala mümkün. AKP politikasını ABD karşıtlığı olarak göstererek arkasına dizilmek de öbür ucunda ABD’nin bölge politikalarına eklemlenerek Kürt hareketinin izlediği politikaya yaslanarak da doğru bir siyaset geliştirmek mümkün olamaz. 
Ortadoğu’da ABD’nin yarattığı dağılma içinde ABD politikalarına bağlı olarak yürütülecek siyasetleri destekleyerek bölge halkları için daha çok yıkımdan başka bir sonuç üretmez.

Bu konuda gündeme gelen iki hattaki savrulma dahi muhalefet hareketinin bu iki odağın dışında bir noktadan kurulması ihtiyacını ortaya koyuyor. Topluma bir çıkış yolu sunmayan siyasetlerin etrafında toplanarak kazanmanın mümkün olmadığını da gören bir birleşik bir muhalefet odağına duyulan ihtiyaç ortada durmaya devam ediyor. Bugün toplumdaki dip dalgasının yaratılan OHAL ve savaş ikliminde yaşadığı geri çekilme, bir sönme noktası olarak görülmemeli. Dip dalganın kendini kimi zaman HAYIR’daki gibi kolektif hareketle dışa vurduğu gibi bugünkü ortamda “Geçinemiyorum” diyen işçilerin çığlıklarında ifade bulduğu bir birikim içten içe yanmaya devam ediyor.

Birlikte başarabiliriz
Bu birikimin açığa çıkması ve siyasal bir güç olarak örgütlenebilmesi muhalefetin izleyeceği mücadelelere bağlıdır. Muhalefetin belirleyeceği doğru strateji, 2019’un taşlarını dizen AKP-MHP cephesinin barikatlarını geriye doğru itecek bir mücadeleyi adım adım geliştirerek bu iklimi dağıtabilir. Daha önce “demokrasi” ve “değişim” propagandasıyla şimdi de “yerli” ve “milli” propagandasıyla iktidarını sürdüren siyasal İslam’ın, ülkeyi nasıl neoliberal dönüşüm içinde emperyalist tekellerin gizli işgaline açtığı tüm sonuçlarıyla gün gibi ortada. ABD’nin askeri üsleriyle sınırlı olmayan bir bağımlılığının... Tarımda uluslararası tekellerin hâkimiyet kurduğu... Ülkenin enerji ve iletişim başta olmak üzere stratejik kurumlarının elden çıkarıldığı... Hastanelerin şirketleştirildiği... Yollarının, tünellerinin şirketlerin zenginlik kaynağına dönüştürüldüğü... Böyle bir bağımlılık zincirini yaratmış iktidarın millilik ve yerlilik üzerinden oluşturduğu hatları kırmak hiç de zor değil. 

Öte yandan 2019’a giderken OHAL altında her şeyin önceden ayarlandığı bir seçim sürecine doğru sürüklenilmesinin önüne geçecek ortak bir mücadele, topluma güven kazandıracak en önemli noktalardan biri. Siyasal İslamcı rejime karşı halkın direnme potansiyelini yükseltmek ve alternatif oluşturmak bu mücadeleler içinde birleşerek gerçekleşebilir. 2019’a giden bu süreç öncesi ve sonrasıyla siyasal İslamcı rejimi halkın birleşik mücadelesi ve öz gücüne dayanarak yenmenin gerçek yollarını da açacaktır.


Umutsuzluk ve çaresizlik içinde saklanan umudu açığa çıkarmak... Başka türlü olabileceğini hayal etmeyi mümkün kılmak... Bir çıkış umudu taşıyamayan mevcut siyaset dengesini bozacak yeni bir siyaset, yeni bir odak oluşturarak bunu birlikte başarabiliriz.

Önder İşleyen / BİRGÜN

Orta’ya karışık Doğu! - Mine G. Kırıkkanat

Önce çıkarlar çatışır, sonra silahlar. Çıkarların ardında da insanlar vardır, silahların tetiğinde de… Çıkarların ardındaki adamların attığı ya da atamadığı imzalar, tetikteki ellere “ateş” ve “dur” emirleridir.
Emperyalizm, küresel egemenlerin ezelden ebede kökü kazınamayan, soyu kurumayan, çünkü her çağda sömürecek bir meta bulan ve doymak bilmeyen hegemonya tutkusudur.
Emperyalistlerin tepişmesi hiç bitmez. Sömürdüğü toprağa, şavulladığı ereğe rüşvet ve imzayla ulaştığı zamanlara barış, silahla eriştiği zamanlara savaş denir.
Barış zamanı, hasbelkader emperyalizmin çıkar alanında yaşamak gadrine uğrayan halkların kanını usul usul emmeye, canını bağışlayarak sömürmeye yarar. Savaşlar ise doğrudan kanını dökmeye, canını almaya.
Çıkarların ardındaki adamlar asla savaşmaz, savaştırırlar. Dolayısıyla hiçbir savaş, ister galip gelsin ister mağlup, hiçbir emperyalistin canına mal olmaz.
Ölenler daima emperyalistlerin tetikçileri ya da emperyalizme karşı dövüşenlerdir.
Ve barışta ya da savaşta, çıkar çatışması biteviye sürer…

***

Ortadoğu’da sömürgenlerin paylaşamadığı meta, geçen yüzyılın başından beri değişmedi: Doğalgaz, petrol…
Çıkar çatışması sadece metanın coğrafi sahipleriyle ona göz diken emperyalistler arasında değil; hepsinin birbiriyle dövüştüğü bir mücadelede, çok parçalı ve cepheli: Aramco’su, Exxon’u, BP’si, Rosneft’i, Total’i, Gazprom’u vb. uzayıp gidiyor rekabet listesi.
Enerji hammaddesi taşıyan tüm topraklarda zulmün altyapısı, bu dev şirketlerin kanlı elleridir.
Emperyalistler aralarında tepişirken dost, düşman birbirine karışır.
Örneğin Suriye’deki Esad rejimine koyu muhalif Türkiye, halen Esad rejimini destekleyen Rusya ile İran’la mutabık ve Esad’ı istemeyen ABD’ye karşı görünürken… Kendi sınırlarını YPG, PKK gibi emperyalist beslemelerden korumak amacıyla Suriye’ye girdi ve eğer askeri ereklerine ulaşırsa, besleme terörden temizlediği toprakları Suriye’deki beğenmediği Esad rejimine geri vereceğini söylüyor.

***

Böyle bir çelişki yetmiyor, Türkiye’nin ABD’nin bölgeyi karıştırıcı politikasına karşı müttefiki sandığı Rusya, “Zeytin Dalı Harekâtı” sırasında Türk savaş uçaklarına hava sahasını kapatabiliyor. Çünkü YPG ve PKK’yi hem ABD kullanıyor, hem Rusya…
En kısa özeti bile kafa karıştırıcı bir durum değil mi sizce de?
Üstelik Suriye’nin başına örülen çorabın yumağı, bu ilmeklerden ibaret değil.
Kimin eli kimin cebinde ve kimin silahını tutmakta, kime karşı kullanıyor, hiç mi hiç belli değil.
Suriye’de taraflar, çatışmacı iki emperyalist güç, ABD ile Rusya’nın arkasında cepheleşmiş görünüyor. Peki, tamam.
Ama ABD ile Rusya’nın çıkarları nerede çatışıyor, nerede birleşiyor kesin olarak belli mi?
Önümüzdeki hafta Ankara’ya üçüncü ziyareti beklenen ABD Dışişleri Bakanı Rex Tillerson’ın Putin’in yakın arkadaşı olduğunu biliyor musunuz?

***

Exxon Mobil’in eski CEO’su ve halen 150 milyon dolar düzeyinde hissedarı olmayı sürdüren Tillerson ve Putin, 90’lı yıllarda Sakhaline Adası’ndaki görevleri sırasında tanışıyorlar.

Putin, Yeltsin’in yerini aldıktan sonra Tillerson’ın yönettiği Exxon, Rusya’nın Rosneft’inden 11 ihale alıyor.
2011 yılında Putin ve Tillerson, kutup bölgeleri ve Sibirya’da petrol arama çıkarma çalışmaları için ortaklık anlaşması imzalıyorlar.
3.2 milyar dolarlık bu anlaşma, Rusya’ya Ukrayna yaptırımları uygulandığından beri donduruldu.
Ama her an çözülebilir…
***

Putin, 2012’de Tillerson’ın göğsüne kendi eliyle Rus Dostluk Madalyası taktı. Tillerson, 2014’te Rusya’ya konulan cezai yaptırımlara karşı olduğunu açıkladı. Geçen yıl ABD Dışişleri bakanı atandığında; başta kankası, en sıcak, candan, gönülden övgüleri Rus hükümetinden aldı!
Şimdi durup düşünelim: ABD Başkanı Trump, Tillerson’ı niçin Dışişleri bakanı yaptı? Sadece petrolcü olduğu için mi?
Hayır.
Rex Tillerson, Putin’in kankası ve Ortadoğu petrollerinin paylaşılmasından dondurulan Amerikan-Rus işbirliğini canlandırmaya; Rusya’yla anlaşabilecek belki de tek kişi olduğu için Dışişleri bakanı yapıldı.
Elbette verecek makamının hakkını.
Vah benim yapayalnız, zavallı ülkem Türkiye!

Mine G. Kırıkkanat / CUMHURİYET

Kriz içinde krizler... - ERGİN YILDIZOĞLU

Geçen hafta, dünya borsaları sallandı; Ortadoğu’da Küresel jeopolitiğin tektonik plakaları arasındaki çatlak derinleşti. 
 
‘Bir dönemin sonu’ 
Financial Times’ın araştırmasına göre, “piyasalardaki sakin dönemi bitti”. Geçen haftaki sarsıntılar (Vix –dalgalanma indeksi- 50’ye kadar çıkarak tarihsel bir rekor kırdı) bir yana, dünyanın önde gelen borsalarının bir aylık performansına bakınca, indekslerde, ABD’den Asya’ya, yüzde 6.5- 9.6 arasında gerilemeler görüyoruz. 
Borsalardaki sarsıntılar teknik nedenlerden mi, faizlere ilişkin beklentilerden mi, CBBC’de “Mad Money” Cramer’in deyimiyle “bir grup salağın marifeti” mi tartışması yoğun ama, taraflar bir konuda hem fikir: “Ekonomik temel sağlam”

Bu çelişkiyi aşabilmek için “ekonomiyi, ‘büyük durgunluktan’ çıkardığı varsayılan momentumun arkasında ne var” sorusuna cevap vermek gerekiyor. Cevap: Ucuz, kolay kredi (borçlanma). Uluslararası Ödemeler Bankası’nın (BIS) verileri, küresel borçların toplam hasılaya oranının geçen yıl yüzde 40 arttığını gösteriyor. Standard and Poors, dünya ekonomisinde, mali sektör dışındaki şirket borçlarının son 6 yılda yüzde 15 artarak GSMH’nin yüzde 96’sına ulaştığını hesaplıyor. Dünya Bankası verileri, önde gelen ekonomilerde tüketici harcamalarının, 2016 sonu itibarıyla GSMH’ye oranının, 2007 yılına göre arttığını gösteriyor. Kısacası küresel kapitalizm, birikim krizini hâlâ borçlanma ve spekülasyon ile yönetmeye çalışıyor. 2008’de geriye doğru bakıp, “güçlü büyüme serap mıydı” diye soranlar vardı... Kriz devam ediyor; borsalar daha çok sallanır! 
 
Sıcak temas başladı 
IŞİD temizlenince, The Times’ın deyimiyle esas “Büyük Oyun” öne çıktı. ABD ile Rusya’nın, İsrail ile İran’ın birbirlerinin kapasitelerini, kararlılığını test etme çabaları da geçen hafta, sıcak temasa dönüşmeye başladı. 


Çarşamba günü ABD ve Suriye (Rusya) güçleri doğrudan çatıştılar. Böylece vekâlet savaşları yerini doğrudan sıcak temasa bırakmaya başladı. Çatışmanın arkasından Rusya, ABD’yi suçlarken ABD, Suriye’de bir başka ülkenin toprağına, çağrılmadan girdiğini unutup “özsavunmadan”, Washington Post’taki bir yorum da ABD’nin Suriye’deki varlığının tırmanma sürecine girdiğinden söz ediyordu. Rusya da, İdlib üzerinde Sukhoi Su-25 uçağını düşüren MANPAD’ı, Cihatçı Al Nusra’ya ABD’nin verdiğine inanıyor. 

İsrail, İran’ın Suriye’de, sınırları yakınlarında kalıcı üsler edinmeye başlamasını, Lübnan’da Hizbullah’a gelişmiş silahlar transfer etmesini önlemek için, bir süredir, Suriye topraklarında kimi hedeflere yönelik hava saldırıları düzenliyordu. Şimdi İran’ın cevap vermeye başladığı görülüyor. 
Cumartesi sabahı, İsrail, hava sahasına giren bir İran İHA’sını vurdu. Ardından Suriye’deki İran hedeflerine bir hava saldırısı düzenledi. İlk kez bir İsrail F-16 uçağı Suriye’den atılan bir füzeyle düşürüldü. Kimi gözlemciler, örneğin International Crisis Group, İsrail’in Hamas’ın zaaflarından dolayı kendini o cephede güvende hissederek, Hizbullah’a (İran’a) karşı Suriye’de doğrudan savaşa girmeye hazırlandığını düşünüyorlar. 
Haaretz’de Amos Harel, İsrail’in son hava saldırılarıyla ilgili olarak, “Ölenler arasında İranlı ‘danışmanlar’ da varsa, yepyeni bir durum oluşuyor demektir” diyordu. Jarusalem Post’ta yazan Yaakov Katz’a göre, İsrail ile İran arasındaki “gölgeler savaşı şimdi yerini açık savaşa bırakıyor”. 

Ekonomik kriz yeniden depreşirken Suriye’de savaş birçok cephede birden tırmanıyor, ABD-Rusya arasındaki jeo-politik saflaşma, sıcak temas aşamasına geçme eğilimi sergiliyor. 

Bu ortamda, AKP Türkiye’sinin hava sahası Rusya tarafından denetlenen bir alanda, kent savaşına dönüşürse büyük çaplı can kaybı yaratacak bir askeri operasyonu, ABD’yi de karşısına alarak başlatmış olması, cumartesi günü düşürülen helikopter, yaşamını kaybeden 11 asker, bölgedeki “tırmanma eğiliminin” Türkiye’yi de içine çekmekte olduğunu gösteriyor. 
Bunlar da bana, müflis Osmanlı için söylenmiş, “çocuklarımızı kumlarda değil kumarda kaybettik” sözünü anımsatıyor... Tarih ikinci kez de trajedi olarak tekrarlanıyor... 

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

10 Şubat 2018 Cumartesi

Ortadoğu’daki hayalet - ORHAN GÖKDEMİR

“Avrupa’da bir hayalet dolaşıyor: Komünizm hayaleti…” Komünist Parti Manifestosu böyle başlıyor. Devamında eski Avrupa’nın bütün güçlerinin, papa ile çarın, Metternich ile Guizot’nun, Fransız radikalleri ile Alman polis ajanlarının, bu hayaleti defetmek üzere kutsal bir ittifak kurduğu haber veriliyor.

Bu büyük metnin yayınından 150 yıl sonra bu kez Ortadoğu’da yeni bir hayalet dolaşmaya başladı. İslamizm hayaletidir bu. İlkinde olduğu gibi yeni Avrupa’nın bütün güçleri yine kutsal bir ittifak kurmuştu. Ama bu kez ittifakın amacı bu hayaleti defetmek değil, ete kemiğe büründürmek, hatta imkân olursa Müslüman Kardeşler kılığında Ortadoğu’nun emperyalizmin cetveliyle çizilmiş sınırlarında muktedir kılmaktı. Irak işgali ile başladılar, Arap baharı ile sürdürdüler. Türkiye, Mısır ve Suriye bu kutsal ittifakın marifetiyle neredeyse birer tekinsiz toprak parçasına dönüştürüldü. Ortadoğu merkezli bir inancın değil, Arap “kandurası”na bürünmüş emperyalist Batının hayaletiydi bu. Şimdi “gölgesi” büyük ölçüde Türkiye’nin üzerindedir.

20 gün önce bir avuç cihatçı paralı askerle Afrin seferine çıkılmasına bir de böyle bakılmalıdır. 2011 baharında Suriye’de ayaklanma başladığında bu savaşçılar “Esat zulmüne” başkaldırmış özgürlükçü güçler olarak görünüyordu. “Dış güçlerle” hiçbir bağlantıları yoktu. Batı sadece Suriye’ye özgürlük ve demokrasi getirecek bu güçlere insani yardım ulaştırmaktaydı. Yedi yıl sonra hayaletin üzerindeki kandura sıyrılıp düştü ve hayaletin keli göründü. Hayalet falan yok, Suriye’yi işgale yeltenen güçler ve onların paralı askerleri var. Özgürlük için isyan yok, yağma için cihat var.

                                                                ***

Nedir cihadın esası? 
“Kâfirlerle” savaş. 
Kâfirler kim? 
İslam’a inanmayanlar, puta taparlar, Sabiiler, Yahudiler, Hıristiyanlar, Mecusiler… Sonra bizim gibi “Münafık”lar. 
Teorisi böyle. 
Hâlbuki Müslümanları tepeleyen Yahudi İsrail devletiyle Müslüman Suudi Arabistan can ciğer kuzu sarması. El Kaide türevi cihatçılar yakın zamana kadar Hıristiyan ABD’nin himayesindeydi. Bir kısmı hâlâ öyle. Puta taparlar vaktinde silinip gitti. Fatura köle pazarında satılığa çıkarılan, tecavüz edilen bir avuç Mecusi-Ezidi ve Sabiiye kaldı. 
Bu karanlık tablonun ardında yaşanan tek şey ise Müslümanın Müslümanı boğazlaması. Kısaca cihat diyoruz. İşte teorinin her zaman pratiğe uymadığının manidar örneklerinden biri daha.


Cihadın pratikle örtüştüğü tek nokta ise ölmek, öldürmek, tutsak almak, boğazlamak, yakmak, yıkmak, yağmalamak, yalan, hile ve tuzak… Bakın Suriye’ye. Çok zor şartlar altında vatanlarını savunanlar bir yanda, girdiği bölgeleri yağmalayan, çalan, tecavüz eden cihatçı paralı çeteler diğer yanda. El Nusra, Şam İslam Devleti, ÖSO gibi tumturaklı laflara takılmayın. Bu grupların çoğunun sicili etnik ve dini katliam, işkence, infaz, adam kaçırma, hırsızlık, yağma, kötü muamele ve istismar suçlarıyla dolu. Hepsinin ortak hasleti Alevi düşmanlığı. Bir süredir Kürtlere de düşman oldular; Tabii ücreti mukabili. Ortadoğu’da dolaşan İslamizm hayaletinin evrak-ı metrukesi böyledir.

                                                                 ***

Söylenen şu: TSK Türkiye sınırlarına yakın bölgelerde kurulan kamplarda bu gruplardan bazılarını eğitti ve donattı. Bu unsurlara birebir muharebe eğitimi verildi; havan, roketatar, orta ve hafif makineli silahların kullanımı öğretildi. Eğitim tamamlanınca 30 örgütün katılımıyla üç kolordu şeklinde “Suriye Milli Ordusu” ilan edildi. Zaten Suriye krizi boyunca Türkiye bu örgütlerin kurulması, eğitilmesi ve donatılmasında rol almıştı. Dün Suriye’de rejimi değiştirme adına desteklenen bu örgütler bugün PYD’ye karşı savaşta öne sürülen kara unsurları olarak meşrulaştırılıyor, hatta halk nezdinde kahramanlaştırılıyor.

ABD de vaktiyle Suriye’de alan düzleyici güçler olarak bu cihatçı çeteleri organize etmiş ve desteklemişti. Bu desteğin tek sonucunun IŞİD’in güçlendirilmesi olduğunu anlayınca vazgeçti. Ortadoğu’da İslamizm hayaletini tahkim etmek için kurulan Avrupa’nın kutsal ittifakı, hayalet kendi sokaklarında dehşet yaymaya başlayınca dağıldı. Katar çekildi, Suudi Arabistan bir süredir kanlı ellerini temizlemekle meşgul.

Hayaletin peşinden giden tek ülke AKP Türkiyesi. İçeriyi İslamize etmekte ısrar ediyor AKP. Dışarıda cihada çıkma hevesinde ama gelin görün ki Ortadoğu’nun kıyısında terk edilmiş kimsesiz bir çocuktur. Elindeki bir avuç cihatçı ile sefere kalkışması gücünden çok çaresizliğinden. Üstelik bu cihatçı çeteyi yan yana pozlar vererek soktu Suriye topraklarına. Ne eğitim düzeyleri, ne savaş kapasiteleri biliniyor. Türkiye’de nerede, ne sıfatla bulunuyorlar soran yok. Bu unsurlara maaş ödeniyor mu, ödeniyorsa kaynağı ne, silah, araç, lojistik vb. askeri malzemeler nereden ve kim tarafından temin ediliyor, kim komuta ediyor, silah veriliyorsa kaydı var mı, suç işledikleri anlaşılırsa nerede ve nasıl yargılanacaklar belli değil.

Seferinin anlamı şu: Suriye iç savaşı ile birlikte Ortadoğu’daki İslamizm hayaleti de Türkiye’nin kucağına bırakıldı usulca. Artık İslamizm bir suç çetesi, cihat ise o şebekenin suç listesidir.
                                                                  ***

Kaldı ki İslamizm bugünün değil dünün hayaletidir. Gücü, gerçek sanılmasında ve şerrinden korkulmasındadır. Hüsnü kuruntudan ibaret olduğunun pek çok örneği var…
1909’da, 31 Mart gerici ayaklanmasından sonra II. Abdülhamit indirildi ve koltuğuna veliaht Mehmet Reşat oturtuldu. İttihat ve Terakki iktidardaydı, yeni sultanın payına “Meşrutiyet padişahlığı” düşmüştü ve bundan pek memnun görünüyordu. Daha taze bir padişahken büyük savaşın fitili ateşlendi. Ancak ülke Balkan Savaşları nedeniyle zaten darmadağın olmuştu. Müslümanları cihada çağırma fikri bu çaresizlikten esinlenmiş olmalı. 1914’ün bir sonbahar gününde cihat çağrısı yapan fetva şaşaalı bir törenle Fatih Camii’ne götürüldü ve cemaate okundu. Padişahın cihat ilan ettiğini öğrenen halk, bayraklar, sancaklar ve dualarla sokaklara fırladı, minarelerden salâ verildi.
Ancak büyük ümitlerle ilan edilen “Cihad-ı Ekber”in hiçbir işe yaramadığı çabuk anlaşıldı. Kimse ciddiye almamıştı fetvayı. Cihat ilan edildiğini öğrenen düşük sultan II. Abdülhamit’in, “Şevketlû biraderim yanlış yaptı; bu büyük bir silah idi, kullanılmadıkça daha da büyük görünürdü. Asla kullanılmamalıydı…” dediği rivayet olunur.

Büsbütün etkisiz sayamayız. İngilizlerin parasıyla beslenen ve onlardan “krallık” sözü alan Mekke Şerifi Hüseyin cihada karşı çıktı ve fırsattan istifade Osmanlıya karşı Arap isyanını başlattı. Halifenin cihat çağrısına kulak asmayan “Dünya Müslümanları” ise İngiliz ordusunun yedeğinde Osmanlı'ya karşı savaşmak için yollardaydı. Gerçeklikle bağı kopmuş inancın yol açtığı büyük hüsrandır.

                                                                   ***

Hüsran yine kapımızda. Ortadoğu’da dolaşan hayaletin Bedevi kandurası giydirilmiş emperyalist bir yalandan ibaret olduğunu bu ülkenin yöneticilerinden başka herkes görüyor. Onlar ise hayaletin başına Osmanlı kavuğu takıp, eline cihat fetvası tutuşturmakla meşgul. Ama işte görüyorsunuz, bir avuç nevzuhur “Azap askeri”ne kaldı işleri.  
Oyun bitti. Artık İslamizm bir suç çetesi, cihat ise o şebekenin suç listesidir.

Orhan Gökdemir/SOL

Avrupa’nın vazgeçemediği Erdoğan…- Nilgün Cerrahoğlu

Bir okurum, “Seneler geçiyor” diye yazmış ve kısaca eklemiş: 
Amerika’sından Almanya’sına, Vatikan’ına kadar kimse Erdoğana karşı duramıyor? Neden? Bu nasıl bir dünya? Sevilmemesine karşın hâlâ nasıl oluyor da bu işleri kotarabiliyor? Bunu dünya liderlerinin çapsızlığına mı, RTE’nin başarı hanesine mi yazmalı?” 

Çok haklı bir soru. 
Erdoğan’ın hafta başında ziyaret ettiği İtalya’da da aynı soru başka biçimde soruluyor: “Ona neden tahammül ediyoruz?” 

İtalya’nın deneyimli ve tanınmış Ortadoğu uzmanlarından olan Alberto Negri, gezinin başında tam bu başlık altında bir yazı kaleme aldı. 
 
‘Mülteci bombası’ tehdidi 
RTE’nin elinde mültecilerden oluşan bir insan bombası var” diyen yazı şöyle devam ediyordu: “Bu öyle bir bomba ki Papa’yı bile korkutuyor. Türkiye artık demokrasi görünümü altında olan bir otokrasi. Ama Avrupalılar ya tamamıyla sessiz ya da Erdoğan’ı rahatsız etmeyen tepkiler veriyorlar”.. 
Bu durumun bir açıklaması “mülteci bombası” ise, diğeri birebir okurumuzun değindiği üzere kuşkusuz ki “çapsız” Avrupa liderleri ve siyaseti. 
Avrupa siyaseti tümüyle “popülizm dalgası” tarafından rehin alınmış durumda. 
Vanası Erdoğan’ın elinde bulunan, her an açılabilecek göçmen ve mülteci akımından bu kerte korkulmasının başlıca nedeni de bu… popülizm dalgası. 
Aman göçmenler mevzusu açılır da… bundan popülist partiler ve aşırı sağ yararlanır” diye artık siyasi liderler ve siyasi sınıf ağızlarını açmaya korkuyor. 
Merkezdeki partiler, aşırı sağın rol çalmasından dehşetle çekiniyor. 
Sol”un da verecek hiçbir mesajı yok.
Özetle demokratik değerler ve siyasetin içi hepten boşalmış halde. 
Batı demokrasilerinin böyle içinin boşlamasıyla doğrudan bağlantılı diğer konu “küreselleşme”. 
Türkiye’de köpürtülen heyecanlı “yerli ve milli” söylevlerine karşın; ülke hiçbir zaman AKP yıllarındaki denli “küreselleşme” nin ayrılmaz parçası ve küresel piyasanın aktörü olmadı. 
Yazının başında sözünü ettiğim gazeteci Alberto Negri, Erdoğan’ın gezisini değerlendiren bir diğer yorumunda gene, “Erdoğan Avrupa için büyük bir parti (business)” diyerek bu olaya mim koyuyor ve acı bir kinayeyle “Erdoğan İtalya için müthiş bir alışveriş. Ortamı insan haklarıyla bulandırmaya ne gerek var” diye soruyor. 
 
İştah açan sofra 
Negri bu satırların altına-kısaca- şunları da ilave etmiş: “Erdoğan’ın (Roma’dan ayrılmadan önce Excelsior Oteli’nde) işadamları ve (İtalyan TÜSİAD’ı) Confindustria ile yediği yemek rastlantı değildir. Via Veneto’daki Excelsior, Ankara’nın müttefiği Katar’ın. Katar Yatırım Fonu ise aynı zamanda İtalya’daki en büyük gayrimenkul yatırımcısı. Yemeğe Confindustria Başkanı Vincenzo Boccia ve altyapı, inşaat şirketleri başta olmak üzere tüm büyük şirketler katıldı. Projeler arasında 150 milyon yolcu taşıması ve 2024’te tamamlanması beklenen İstanbul havaalanı var. (Ankara’nın) hedefinde (demiryolları, yollar ve Kanal İstanbul’la) ulaşımı güçlendirmek; sağlık sektörü, Türk otomativini sağlamlaştırmayı amaçlayan otomativ sektörü bulunuyor. Savunma projeleri, füzeler ve Augusta helikopterleri keza gündemdeki konulardan.” 


Eh bu kadar yağlı ballı müşteriyi görünce, ev sahibi de ne yapsın? 
Açmışlar kapıları… 
Şu sırada tam Nick Robins’in “küreselleşme”ye ilişkin büyük yankı getiren “Dünyayı Değiştiren Şirket/The Corporation That Changed the World” isimli kitabını okuyorum. 
Kitap “önce ticaret, sonra da iktidar” isteyen ve bu yolla Hindistan’ı denetim altına alan tarihi “Doğu Hindistan Kumpanyası”nın büyük geçmiş serüvenini anlatıyor. 
Robins, dünyanın tekrar büyük şirketler ve finans pazarlarının borusunun öttüğü bir “Doğu Hindistan Kumpanyası salınımı” içinde olduğunu anlatıyor. Küreselleşmenin, insan hakları kaygılarının üzerine çıktığını hatırlatarak: “Piyasanın gizli eli, gizli bir yumruk olmadan çalışmaz” diyor. 

Türkçeye H2O kitap tarafından kazandırılan “Dünyayı Değiştiren Şirket” i okumanızı şiddetle öneririm.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET