17 Şubat 2018 Cumartesi

Esir şehrin Vandalları - ORHAN GÖKDEMİR

Cumhuriyet tarihinin en yüksek bedelli projesiydi, dediklerine göre. Para büyük olunca hukuk da önünde küçülüp, silindi. Üçüncü köprü ile ulaşılan üçüncü havalimanının ihalesini, Çevre Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu için gereken 10 günlük yasal askı süresi dolmadan, 3 Mayıs 2013’te gerçekleştirdiler apar topar. İhaleyi 22 milyar 152 milyon Euro‘luk teklif veren Cengiz-Kolin-Limak-Kalyon-Mapa Ortak Girişim Grubu kazandı.

Özetle AKP, AKP’nin özel görevli müteahhitlerine verdi ihaleyi. 25 Aralık yolsuzluk soruşturma dosyasındaki iddialara göre, ihalenin sahipleri Mehmet Cengiz ve Cemal Kalyoncu, daha önce de iktidarın talimatıyla Sabah-atv’nin içinde olduğu medya grubunu satın almıştı. Gereken para Binali Yıldırım’ın koordinatörlüğüyle işadamlarının oluşturduğu bir havuzdan sağlanmıştı. Bu kez bir havuz söz konusu oldu mu bilemiyoruz. Malum o tarihten sonra ortalıkta iddia makamı falan kalmadı. Artık sadece övgü ve koruma makamları var!

***

İstanbul Metropolitan Planlama Merkezi tarafından hazırlanan ve İstanbul’un anayasası olduğu söylenen 2009 tarihli İstanbul Çevre Düzeni Planı’nda her şey var fakat iki şey yoktu. Olmayan şeylerden biri Boğaz’a üçüncü köprüydü. Planın açıklanacağı gün zamanın Başbakanı Tayyip Erdoğan İstanbul üzerinde helikopterle turlayarak parmağıyla köprünün yapılacağı güzergâhı işaret etti. Böylece İstanbullular şehre planda olmayan bir köprü daha yapılacağını öğrenmiş oldu. Olmayan şeylerden ikincisi ise üçüncü havaalanıydı. Daha doğrusu planda bir üçüncü havaalanı vardı ama yapımı için belirlenen yer Silivri-Gazitepe’ydi. O da Başbakan’ın zorlamalarıyla Kuzey Ormanları sınırları içine alındı. İnşaat Silivri’de değil şehrin son yeşillik alanı Kuzey Ormanları’nın üzerine yapılacaktı.

Başbakan Erdoğan, eleştiriler üzerine havalimanının yapılacağı bölgeyi şöyle tarif etmişti: “Televizyonlarda dinliyorum ‘bu kadar ağaç kesiliyor’ diye. Oraları gezip görse diyecek ki adeta savaştan çıkmış bir coğrafya. Çünkü daha önce oraları taş ocakları, kömür ocakları gibi yerlerdi.” Hâl buyken ÇED raporuna göre alan doğal yapısını geri kazanmıştı. Yani orman olmuştu yeniden. Nitekim projenin yapılacağı alanın yüzde 72’si orman, yüzde 8’i göl, yüzde 6’sı mera, fundalık, tarım arazisi, sadece yüzde 14’ü maden sahası olarak tespit edildi. Ormana bakıp içindeki bu yüzde 14’ü görüyorlardı. Çünkü gözlerini rant karartmıştı; doğayı görmüyor, ormanı bilmiyorlardı.
Sekiz yıl sonra sonuç ortada. Ormanın yerinde büyük bir çöl uzanıyor şimdi. Ne ağaç, ne göl, ne su, ne kuş, ne kurt, ne kıyısına terkedilmiş öksüz köpekler, ne börtü, ne böcek kaldı. Mandalar bile terk edip gitti bölgeyi. İnşaatın bir ucu Terkos gölüne dayandı, bir ucu Karadeniz’in dalgalı kıyılarını yırtıp geçti. Alibey, Pirinçcı barajlarının su toplama havzası tehdit altında. 700 bin ağacı kestiler, iki milyonunu da taşıdılar inanılacak olursa. Nereye, belli değil? Tayakadın girişinde büyük tomruk dağları karşılıyordu yoldan geçenleri yakın zamana kadar. Ayakta kalmış ağaçlar ise inşaatın tozundan dumanından kızıla çalmaya başlamıştı çoktan.

***

Bu arada basit bir “ayrıntı”ya da değinelim. İnşaat boyunca dört yüz işçi öldü iddiası üzerine Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı bir açıklama yaparak yürekleri soğuttu. Sadece 27 işçi ölmüştü. Lafı bile edilmez! Açıklamanın ardından “birkaç işçi daha” cinayete kurban gitti.
Binlerce işçi, yüzlerce mühendis, bini aşkın Tayyiban kamyonu, iki bine yakın iş makinası dur durak bilmeksizin kesintisiz çalışıyor bölgede. Bu yıkımın bedeli hane başına bin lira. Hepimizden alınan o bin liralar yandaşın cebine akıyor. İhaleler pazarlık usulüyle ve bölünerek veriliyor. Yüksek maliyetli ihaleler tamamlanıyor, düşük alınan ihale için sonradan ikmal ihalesi yapılıyor. Bu sayede 1 liraya yapılacak iş 5 liraya geliyor. Şu kadarını aktarayım: Havalimanının denizden 90 metre yüksekte yapılması gerekiyordu. Bu 5 milyar Avro civarında hafriyat maliyeti demek. İhale yapıldıktan sonra 90 metrelik kot 30 metre düşürüldü. 2,5 milyar Avro anında uçtu gitti.

Sadede gelelim; Havalimanının inşası sona erdiğinde, yıllık 150 milyon yolcu kapasitesine sahip olacak. 7 bin 650 hektarlık devasa bir alanı 350 bin ton demir çelik, 10 bin ton alüminyum, 415 bin metrekare cam ve tonlarca beton ile dolduracaklar. Bunlar, dünyanın en yoğun havalimanından bile beş katı büyüklüğe işaret ediyor. Ne olacak, bütün dünya İstanbul’a mı taşınacak diye düşünüyorsunuz değil mi? Hayır tabii. Bu abartının nedenini projenin mimarlık tasarımını yapan İngiliz şirketinin sözcüsü açıklamıştı zamanında. Projede ağırlık yapının ortasında dükkânlar ve iş merkezi gibi çözümlere verilmişti. Havaalanı dedikleri büyük bir alışveriş merkezinden ibaret anlayacağınız.  

Peki, ismi ne olacak bu içinden uçak kalkan AVM’nin?
Havuz basınına göre İstanbul Grand Airport olacaktı. Sonra Osmanlı döneminin ilk sivil pilotu olan Vecihi Hürkuş’un ve Mevlana’nın adı uçuruldu.
Ne oldu peki? Recep Tayyip Erdoğan!

***

Engels “İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu”nu yazmaya giriştiğinde İngiltere canla başla Dünyanın atölyesi olmaya çalışıyordu. Hiç durmadan üretti, ürettiklerini yeni Dünya’yı yağmalayan İspanya ve Portekiz’e satarak kazandı, gelişti ve ilerledi. Sonunda Dünyanın atölyesi olmaktan Dünyanın efendisi olmaya geçiş yaptı.

ABD için durum tamamen başkaydı. Onun gözü atölye olmakta değil Dünyanın bankası olmaktaydı. Bizimkilerin Kâbe’si-kıblesi orasıdır. Haliyle umutsuzca bir üçüncü dünya bankası olmaya çalışıyorlar. “İstanbul’u finans merkezi” yapacağız teranelerin kaynağı işte bu. Her yere yaptıkları AVM’lerin, köprülerin, tünellerin, gökdelenlerin, havaalanlarının “esbap-ı mucibe”si böyledir.

Çünkü üretmeden olmayacağını bilmezler, öğrenme şansları da yoktur. Tek yol kalıyor geride, yağmalamak. 15 yıldır yaptıkları tek numara İstanbul’un rantını yağmalamaktan ibaret. Bu yağma nedeniyle AKP döneminin İstanbul’u tam bir ucubeye dönüştü. Nüfusu belli değil şehrin, gireni çıkanı belli değil. İstanbullu her sabah savaşa gider gibi çıkıyor evinden, savaşarak dönebiliyor evine. Dünyanın en mutsuz, en bedbaht, en kaotik kentini yarattılar az zamanda.

Şöyle anlatayım yaratılan şeyi. Osman Gazi Köprüsünden Körfez’e nazar atarak geçiyorsun. Biraz ileride karşına “Yavuz Selim Köprüsü” çıkıyor. Trafik varsa kır direksiyonu, “Fatih Sultan Mehmet Köprüsü” çıkar karşına. Olmadı, tut “15 Temmuz Demokrasi Şehitleri Köprüsü” yolunu. Beklersin ama sabırlıysan mutlaka geçersin, korkma. Devam et. Atatürk Havaalanı yakında kapatılıyor canım. Sağa çark edersen Recep Tayyip Erdoğan Havaalanına ulaşacaksın. “Ne yapayım ulaşıp da” deme. Alışveriş yaparsın, dolaşırsın, selfie çekersin, Avrupalıları kıskandırırsın…

İlla uçmak mı istiyorsun. Bilgin olsun, Batı’ya doğru yollar kapandı. Bin uçağa, yallah 

Suudi Arabistan’a!

Orhan Gökdemir / SOL

Mussolini’nin dönüşü - Nilgün Cerrahoğlu

Halet-i ruhiyeyi en iyi art arda vizyona giren filmler anlatıyor… 

Churchill’in dünyaya meydan okuyan “tek adam”lık sınavı ile ülkesini Hitler’e karşı savaşa sokan hamlesini anlatan, “En Karanlık Saat” bunlardan biri örneğin. 
Beri yanda “tek adamlığa” mizahla yaklaşan iki film var: 
Stalin’in Ölümü” ve İtalya’da “Sono Tornato/Döndüm” başlığı ile gösterilen “Mussolini’nin Dönüşü”… 
Birbirinden farklı olan bu filmlerin tümü gerçekte ufukta yeniden beliren “güçlü adam sendromu”nu sorguluyor. 
Karşımızda Stalin’den Mussolini’ye uzanan ve “Demokrasi, diğer rejimler hariç en kötü yönetimdir” sözleriyle bilinen Churchill’den geçen geniş bir yelpaze var. 
Martta Türkiye’de de gösterilecek “Stalin’in Ölümü”nden geçen yazımda bahsetmiştim. Bugün biraz da “Mussolini’nin Dönüşü”ne göz atalım… 
İlginç rastlantı, İtalyan asıllı yönetmen Armando Iannucci’nin imzasını taşıyan “Stalin’in Ölümü”, bir “diktatörün ölümü” ile başlıyordu. 
Luca Miniero’nun “Mussolini’nin Dönüşü” ise kurşuna dizilerek öldürülen ve Milano’nun “Loreta Meydanı”nda ayaklarından tersyüz edilerek asılan “Duçe”nin… “öbür dünyadan dönüşü” ile başlıyor… 
 
Duçe ile selfie keyfi 
Mussolini, günlerden bir gün Roma’nın en yoğun göç alan Esquilino Mahallesi’nde, birden paraşütle inmiş gibi uyanıyor. 
Etrafında top oynayan ve Roma aksanıyla İtalyanca konuşan koyu renk göçmen çocukları görünce affalıyor. 73 yıl arkadan gelmenin kafa karışıklığı ile geride bıraktığı ülkesinin, Afrikalıların işgalinde kaldığını düşünüyor. 
Stalin’in Ölümü” gibi “Mussolini’nin Dönüşü” de baştan sona “kara mizah”… 
Ancak Iannucci “mizah”a sağlam ve güçlü bir diktatörlük eleştirisi adına baş vururken; İtalyan komedilerinin ünlü yönetmeni Miniero, bunu daha çok toplumun “yön kaybı”nı betimlemek için kullanıyor. . 
Mussolini’nin, ülkesinin aldığı yeni şekil karşısında nasıl aklı karışıyorsa, İtalyanların da kafa karışıklığına düştüğü anlatılıyor filmde. 
Duçe”, örneğin açık bir arabayla, ayağında çizmeler ve askeri üniforması ile başkent sokaklarından geçerken, kimi İtalyan “sol yumruklarını” kaldırıyor; kimi de faşist selamı çakıyor. 
Şef”, halka karıştığında, faşizmi tanımamış genç kuşaklar etrafını alıyor ve şuursuzca “diktatörle selfie” çekiyorlar. 
 
‘Liberal dikta’ özlemi 
Filmde Mussolini ile ilk karşılaşanlardan biri olan genç bir belgeselci, Roma sokaklarında şaşkın şaşkın dolaşan “diktatörü”; Çizme’yi birlikte katederek belgesel çekmeye ikna ediyor. 
Yönetmen bununla güttüğü amacın, “İtalya’nın nabzını tutmak” olduğunu belirtiyor. Nitekim çok yerde figüran kullanmak yerine, Mussolini’yi gizli kamerayla filme aldığını ve gerçek halkla konuşturduğunu açıklıyor. 
Duçe”nin, saldım çayıra Mevlam kayıra… halkın arasına girdiği bu “nabız sohbetlerinde”, “tek adam arayışının” Çizme’de artık “tabu” olmaktan çıktığını ve düpedüz hortladığını görüyoruz. 
Bu sohbetlerde mesela Mussolini’nin “Diktatörlük ister misin” sorusunu yönelttiği bir pizacı; cahillerin özgüveni ile: “Tabii ya… Neden olmasın?” yanıtını veriyor: “Ama bu liberal bir diktatörlük olsun. Fazla koyu olmasın. Tek parti, en çok iki parti yeter!” 
Yönetmen Miniero döne döne meramının Mussolini’den çok İtalyanları anlatmak olduğunu vurguluyor. Çok ürkütücü bir saptamayla “Mussolini bugün sahiden dönse” diye devam ediyor: “4 Mart’taki seçimleri kolaylıkla alır!” 
Dün “Repubblica”da yayımlanan kamuoyu yoklamaları Miniero’nun bu saptamalarına hak verir nitelikte. 
Hiçbir partinin “çoğunluğu sağlayamadığı” anketlerde, göçmenlere karşı nereye çeksen oraya giden “muğlak” görüşleriyle bilinen popülist “5 Yıldız Hareketi” -yüzde 28’le- ilk parti konumunda. Oyları düşen -yüzde 22-merkez sol, ikinci sırada. 
Beri tarafta “siyasi ceset” gözüyle bakılan Berlusconi, yüzde 16’lık oy oranıyla siyasi panoramaya 3. parti olarak yeniden paraşütle iniyor. 
Dördüncü sırada da yüzde 13’le “Lega” partisinin ırkçıları var… 
Bu belirsiz tabloda “güçlü adam”a özlem artıyor. 
Repubblica”, İtalyanların yüzde 20’sinin kafadan bugün “Duçe” özlemi içinde olduğunu ifşa ediyor. 
20. yüzyılda İtalya faşizmin ilk labrotuvarı olmuştu. 

Umarız tarih yeniden tekerrür etmez.

Nilgün Cerrahoğlu / CUMHURİYET

Söyleminin esiri olmak - ALİ SİRMEN

Türk - Amerikan gerginliğinin doruk noktasında Washington kastedilerek söylenen, “Bunlar hiç Osmanlı tokadı yememiş” sözü, yandaş medya ile son dönemlerde iktidarın hışmını çekmemek için ne kokar ne bulaşır çizgisini gittikçe daha da belirgin hale sokmaya uğraşan yayın organlarının çok hoşuna gitmiş ve hemen hemen hepsi, bu sözleri manşete çekmiş. Milliyet, Türkiye, Yeni Şafak, Akit, Takvim, Akşam, Star, Habertürk, Sabah, Vatan, Güneş, İstiklal, Milat hep aynı manşeti seçmişler, Karar biraz söylem değişikliğiyle, “Washington’a tokatlı cevap” derken güdümlü filotillanın amiral gemisi Hürriyet, yandaşların en keskinleriyle arasına mesafe koyma âdetini sürdürürek “Bunlar hiç Osmanlı tokadı yememiş” başlığına birinci sayfanın biraz alt bölümlerinde yer vermiş. 

Medya bu tutumuyla, Afrin harekâtı başlarken, Başbakan Yıldırım’ın yayın kuruluşu yöneticilerini toplayarak, kendilerinden beklentilerini sıraladığı konuşmasında verdiği direktife uygun hareket etmiş ve istenen doğrultuda kamuoyu oluşturma, “kodu mu oturtur” iktidarın ABD’ye fırça çeken politikasıyla, kafa tuttuğu algısını oluşturma işlevini yerine getirmiştir. 

Osmanlı tokadı çıkışının Washington’da pek de ciddiye alınmaması ve bu hususun küçümseyici bir eda ile açıklanmasının aslında kıymet-i harbiyesi yoktur.

***
Çünkü, kimilerinin ABD’ye yönelik olduğu yanılgısına düştükleri bu sözler aslında dış hedeflere yönelik değil, ama iç tüketime dönük TC sınırları dışında konvertibilitesi olmayan bir çıkıştır. Kimsenin hakkını yemeyelim, mahalle kahvesi diplomasisi ülkemize bu iktidarın getirdiği bir yenilik olmayıp, Ortadoğu politikasını bir koyup üç alma temeline oturtan Özal’a kadar uzanan, bir yandan ülkemizi komik düşürürken, bir yandan da ulusal çıkarlar açısından tehdit oluşturan bir davranıştır. 

İçerideki kimi safındurların “aşkolsun!” diye övgü nidalarıyla karşıladıkları bu politikanın uluslararası kamuoyu ile siyaset ve diplomasi kulislerinde yarattığı izlenim ise şudur:
Türkler, başlangıçta çok sert çıkışlar yapsalar da aldırmayın! Bağırıp çağırırlar ama sonra bir şey yapmazlar.” 

Bir ülkenin hakkında böylesine bir kanaat oluşması yüzünden, kararlılığı, ciddiyeti konusundaki inandırıcılığını yitirmesi tabii ki onun ulusal çıkarlarıyla bağdaşmaz.
Bu durum, aynı zamanda, her defasında cafcaflı çıkışlarla coşan, dalgalanan iç kamuoyunda da ciddi travmalar yaratır. Filistin’e doğru afili afili yelken açan Mavi Marmara’nın uluslararası sularda uğradığı saldırı sonunda, yurttaşlarımızın korsan İsrail komandoları tarafından öldürülmeleri karşısında elimiz böğrümüzde kalakalmamız veya Ahmet Davutoğlu’nun “biz düşürdük!” diye şişine şişine ilan ettiği Rus uçağı olayının sonrasında, Moskova’nın hışmı karşısında sinişimiz ve özür sözcüğünü telafuz etmeden aslında pek de âlâ o anlama gelen, en yüksek düzeyde üzüntü beyanımızın yarattığı şoku gidermek amacıyla iktidar ile yandaş medya elverişli algıyı yaratmak için az mı uğraşmak zorunda kalmışlardı?
***

Tutarlı dış politikalarda kararlılık, sade vakur mesajlar ve azimli tavırlar ile bağırıp çağırmadan gösterilir. Diplomaside ağzını açıp gözünü yuman sallapati kahve üslubuna yer olmayıp, iki düşünülür bir konuşulur. Çünkü diplomaside her söylenen ülkeyi bağlar.
Şu bilge deyiş çok çarpıcıdır: “İnsan söylemediğinin efendisi, söylediğininesiridir.
Dış politikada söylemine esir düşmemeye özen gösterilir. 

Eğer, bu kurallara uymazsanız, size “gelin el ele verip, PYD ile PKK’yi çatıştıralım” diye alayı çağırıştıracak ölçüde gayri ciddi öneriler yapanlara “Biraz ciddiyet lütfen!” demek hakkını kaybedersiniz, çünkü ciddiyetsizlik yolunu ilk siz açmış bulunmaktasınızdır.
Ama dilerseniz yine de Osmanlı tokadı çıkışının etkisine inanmaya devam edin!

Ali Sirmen / CUMHURİYET

16 Şubat 2018 Cuma

Borsalar ve krizler - KORKUT BORATAV / SOL

Şubat’ın ilk on gününde uluslararası borsalarda panikler yaşandı. Şok, Wall Street’te başladı. S&P endeksi, Ocak sonu ile 7 Şubat arasında New York borsasında %10’u aşan bir değer kaybı belirledi ve hisse senedi piyasalarında uzunca süren bir yükselmenin son bulduğu ileri sürüldü.

12 Şubat Pazartesi çalkantı hafifledi. Borsa, önceki zirveye göre %7,5 civarında bir gerileme sonunda yeni bir patikaya yerleşmiş göründü. Endişeli, korkulu birkaç gün yaşandıktan sonra…
Bu çalkantı, dünya ekonomisine ilişkin iyimserlik ortamı yaygınlaşırken patlak verdi. Günümüzün finansal sisteminin bazı özelliklerinin yeniden algılanmasına da vesile oldu.  
Bu doğrultuda birkaç gözlem yapalım.

Şişen servetler, aksayan kazançlar…
Finansallaşmış bir sistemde mülkiyeti temsil eden kâğıttan varlıkların artışı, üretimdeki büyümeyi fazlasıyla aşabilir mi? Örneğin toplam finansal servet ile millî gelir arasındaki bağlantının zayıflamasından söz ediyorum. Stoklar (servet), akımları (gelirleri) aşar; ama, ne kadar?

Kapitalizmin yapısal olgunlaşması bu tür bir dönüşümü de içerir. Tarımda, ticarette, zanaatte şirketleşme geliştikçe “finansal” varlık türleri oluşur; yaygınlaşır.  
Batı kapitalizmi bu aşamayı geride bırakmıştır. Dolayısıyla, finansal servetler ile üretim tabanlı gelir akımları arasında istikrarlı bir bağlantının oluşması beklenir. Ne var ki, son elli yıl boyunca, finansal sistem adeta kendi başına şişmekte; bazen balonlaşmaktadır. Neden? Geleneksel kurumsal bankacılığı tasfiye eden ve tüm alacakları (varlıkları) ve borçları alınıp-satılan metalara dönüştüren ölçüsüz bir finansallaşma yüzünden…
“Her çıkışın bir inişi vardır”; ama aynı noktaya dönülmeden… Balonlar bazen sönmüş, bazen patlamış; ama artış eğilimi egemen olmuştur.

Bu haftaki borsa çalkantısı  da 2008 krizini izleyen finansal şişmenin zirvesinde patlak verdi. Evveliyatı nedir? Doug Henwood,  yararlı bir özet veriyor (LBE News, 8 Şubat).

Bir şirkete ait hisse senedinin “yükseklik” derecesi nasıl ölçülür? Fiyatını (F’yi) sağlayacağı umulan kâr, kira benzeri yıllık kazanca (K’ya) bölünüz. Brüt servet stoku ile gelir akımı karşılaştırılıyor. Elde edilen amortisman oranı (F/K) bir ölçüttür.  

Nobel ödüllü Robert Shiller, F/K oranını 1880 ile günümüz arasında New York borsasında işlem gören tüm hisse senetlerini kapsayan bir endeksle hesaplıyor. Belli bir yıla ait fiyatları, önceki on yılı kapsayan ve enflasyondan arındırılmış kazançların ortalaması ile karşılaştırıyor. 1950 sonrasının ortalama F/K oranı 17 olarak belirleniyor. Ocak 2018’deki oran ise  33,8’dir.

Bu değer, Shiller’in 157 yıllık serisinde sadece bir kez (Aralık 1999’da 44,2 ile) aşılmıştır. 2007’deki tırmanış, bu düzeye ulaşılmadan finansal krizle son bulmuş. Büyük buhranın arifesini  simgeleyen Eylül 1929’da ise F/K 32,6’ya tırmanmış.
“Amortisman süresi” olarak da yorumlanabilecek olan F/K değerlerinin tersi, yıllık getiri oranlarıdır. Buna göre, New York borsasının 1950-2017 ortalaması yıllık %5,9; Ocak 2018 ise %3’lük getirilere tekabül ediyor.

Borsanın “yükselme derecesi”ni, bir başka servet/gelir ölçütü de yansıtabilir: Hisse senetlerinin toplam değerinin milli  gelire oranı… Henwood, 1952-2017 döneminde New York borsası ile ABD milli gelirine bakarak bu oranın seyrini  veriyor. İlk otuz yıl boyunca %50’yi aşmayan bu oran, neoliberalizm sonrasında hızla tırmanmıştır. 2000’de %175 ile zirveye çıkmış; 2008 krizinde yüz puanlık aşınma, 2017’de hızla telafi edilmiş; önceki zirveye yaklaşılmıştır.

Şubat’ta patlak veren borsa şoku, bu oranı birkaç puan (tahminen %160 altına) indirmiştir. Kalıcı olup olmayacağını göreceğiz.

Ya kârların seyri?
F/K oranının paydasında yer alan şirket kazançlarının ana öğesi kârlardır. Kârların seyri, hisse senetlerini çekici kılmış mıdır? Bu alımların finansmanına da katkı yapmış mıdır? Henwood, bu sorulara da ışık tutuyor.  

Krizi izleyen üç yılda (2009-2012’de) vergilerden sonraki şirketlerin kârları yüzde 55 artmış; ücret ödemeleri ise %12’lik artışla sınırlı kalmıştır. Artan şirket kârlılığı, hisse senetlerine talebi de kamçılamıştır. S&P’nin Wall Street  endeks değeri aynı üç yılda yüzde 85 tırmanmıştır.

Kâr artışları 2012 sonrasında önce yavaşlamış; sonra gerilemiş; kâr oranı da 2014 sonrasında düşmüştür. Henwood, finansal olmayan ABD şirketlerinin 2012 sonrasında 8 trilyon dolarlık kâr elde ettiğini ve sadece 2 trilyon dolarlık net yatırım yaptığını belirlemiş. Geri kalan 6 trilyon dolar hissedarlara ya temettü olarak dağıtılmış,  ya da hisse senedi alımlarının ve şirket birleşmelerinin finansmanına tahsis edilmiştir.
Henwood, şirket  kârlarının, burjuvazinin sınıfsal işlevi olan sabit sermaye birikiminin dışına taşmasına dikkat çekiyor: “Mülk sahibi sınıf, gelecekle ilgilenmeye son vermiştir. Bu tür bir kapitalizmin mükemmel temsilcisi Trump’tır.”

Amerika’ya özgü borç tuzağı
Kâr oranlarındaki aşınma borsaya yönelişi frenlememiştir: Son üç yılda da hisse senedi alımları, kârları aşan bir tempoyla yükselmiştir. Borsaya girişler, dış yatırımları, millî geliri, kârları ve diğer gelir akımlarını nasıl aşabilir? Ancak borçlanılarak…
Şirket borçlanmaları, bir başka kâğıttan dünyayı besler. Devlet, şirket ve kişi borçlarından oluşan trilyonlarca dolarlık tahvil, senet ve bono piyasaları… Finansallaşmış bir kapitalizmin kritik özelliği buradadır. Mülk sahiplerinin net serveti, borçları dikkate alınınca aşınır; “eksi” dahi olabilir. Bu aşınma rantiyelerin, alacaklıların varlıklarındaki artışa tekabül eder.

Borç kâğıtlarından oluşan dünya, kendine özgü bir alandır. Borçlanma nedeniyle tahvil arzı arttıkça, mevcut tahvillerin fiyatları da düşer. DAVOS Forumu’nun yayımladığı 2018 Risk Raporu’na göz atalım: “2017’de 9 trilyon (dokuz bin milyar) dolarlık tahvil, piyasalarda negatif getiri ile dolaşımdaydı.” 
Niçin? 
Düşen tahvil fiyatları, faiz eklendiğinde dahi alım bedelini karşılayamayacaktır.

Piyasalarda tahvil fiyatlarının düşmesi, borçlanma faizlerinin yükselmesi anlamına gelir. 10 yıllık ABD tahvil faizleri önemli bir göstergedir ve kritik eşik %3’tür. 2 Şubat tarihli Financial Times’ta John Authers, bu bilgiyi ABD’ye taşıyor: “Faiz getirileri hızla yüzde 3’ü aşarsa, ABD şirketlerinin yüzde 12’si zombileşecektir; yani, kazançları, faiz ve vergi ödemelerini karşılayamayacaktır. Faizlerde hızlı bir artış, onlar  için yıkımdır.”
Niçin? 
Sadece yeni borçlanma maliyeti arttığı için değil. Daha da önemlisi, piyasa tahvil faizlerinin artması, servetleri tahvillerden oluşan çevrelerin portföylerindeki tahvil değerlerini düşürecektir… Ucuzlayan kâğıtlar, tahvil sahiplerinin varlığını aşağı çekecek; “rantiye zombiler için de negatif getiriler” söz konusu oluşacaktır.

Authers’in makalesinin yayımlandığı gün, ABD 10 yıllık tahvil faizleri %2,8’i aştı. Bir yıl önce bu oran %2,4’tü. Bu “küçük” fark, tahvil değerlerinde milyarlarca dolarlık aşınma anlamına gelir. Bu “kötü” habere, ABD ücretlerinde %2,9’luk bir artış bilgisi eklendi. FED’in faiz artışlarını tetikleyecek bir istatistik… Bu iki olumsuz bilgi, 2-12 Şubat’taki borsa çalkantısının tetikleyicisi oldu.

Çalkantının bitiminde (13 Şubat’ta) Financial Times baş yazarı Martin Wolf, “Piyasalarda aşırı iyimserlik keyif vericidir, ama tehlikelidir; abartılı risk almaya, varlık fiyatlarında balonlaşmaya,  finansal krizlere yol açabilir. Geçen haftaki çalkantı gerekliydi; keşke daha önce olsaydı. Biraz korku piyasalar için iyidir.”

Batı dünyasında ve ABD’de şirket borçlarının millî gelire oranındaki artışları, potansiyel finansal krizlerin kaynağı olarak vurguladı. Ona göre borsalardaki Şubat şoku, bu tehlikelere dikkat çektiği için yararlı olmuştur:

Biz de, borç tuzağına teslim olmuş; giderek parazitleşmiş bir kapitalizm için “korkunun ecele faydası yoktur” diyelim.  

Korkut Boratav / SOL

‘Bilimsel bilginin sahibi halktır’ - GÖZDE BEDELOĞLU

Sağlıklı ve dengeli bir çevrede, barış ve huzur içinde yaşamak haktır. İnsan doğaya karşı sorumluluğu olduğunu kabul etmeli, onurlu ve iyi bir hayat sürme hakkına sahip çıkmalıdır.Yaşam alanlarında sürdürülen sağlığa zararlı faaliyetler başta olmak üzere çevreyle ilgili her bilgiye erişebilmeli ve karar alma süreçlerine katılabilmelidir. Türkiye toplumunun bu hakkı kamu otoriteleri tarafından istikrarlı bir şekilde gasp ediliyor. Kendini halk sağlığına adamış, barış savunucusu bir bilim insanı olan Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun mücadelesi ve başına gelenler, halkın sağlıklı bir çevrede yaşama hakkının, halk için ve halk adına yönetime gelenler tarafından nasıl bile, isteye engellendiğinin açık ve acı tarihini yansıtıyor.

•••

Barış imzacısı olduğu için Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile ihraç edilmeden önce Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalışmalarını sürdüren Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu, Türkiye’nin en büyük sanayi bölgesi olan Kocaeli’nin Dilovası ilçesinde görülen kanser kaynaklı ölümlerin artışıyla ilgili yaptığı araştırmayla şimşekleri üzerine çekmişti. Hamzaoğlu, Dilovası’nda 10 yıl ve daha uzun süre yaşayanlarda kanser nedeniyle ölme riskinin, 10 yıldan az yaşayanlara göre 4.4 kat daha fazla olduğunu tespit etmişti. Ekonomik gelişme adına doğal kaynakları zehirlemekten imtina etmeyen, dolayısıyla halkın, insanın en temel hakkı olan yaşam hakkını elinden alan bir yönetim anlayışıyla yüz yüze olduğunu göstermişti.


•••

Sonuçlar açıkça ortaya koyuyordu; Dilovası’nda kanserden ölümler Türkiye ve dünya ortalamasının üç kat fazlasıydı. Bölgede sanayi kuruluşlarının kapasite artırmasına ve yeni yatırımların yapılmasına izin vermek; toprağı, suyu, havayı ve halkı zehirlemeye devam etmek demekti. Kapasite artışına da, yeni yatırımlara da izin verildi. Bir halk sağlığı uzmanı olarak Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu araştırmalarını sürdürdü. Dilovası’nda yaşayan annelerin sütünde ve bebeklerin ilk kakasında ağır metaller bulduğunu kamuoyuna açıkladı. Zehirlenme henüz anne karnındayken başlıyordu. Bu korkunç gerçek karşısında dönemin AKP’li belediye başkanı İbrahim Karaosmanoğlu’nun ilk tepkisi Hamzaoğlu’na hakaret etmek oldu: ‘Şarlatan’! Mahkeme, Karaosmanoğlu’na hakaretinden dolayı ceza verse de, Hamzaoğlu’nun Dilovası ile ilgili raporu kamuoyuna açıklamasını tahrik olarak değerlendirdi.

•••

Hamzaoğlu, bilimsel çalışmasını geniş kitlelere ulaştırarak halk arasında panik yaratmayı amaçlamakla suçlandı. İşini olması gerektiği gibi, en iyi şekilde yapma gayreti Kocaeli Üniversitesi tarafından disiplin cezalarıyla ‘takdir edildi’. Sanayinin yarattığı tehlikeleri ortaya koyan çalışmaları nedeniyle defalarca üniversiteden uzaklaştırılmakla tehdit edildi. Halk sağlığının korunması için yaptığı araştırmalarla hekimlik görevini yerine getiren Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu’nun elde ettiği sonuçları da muhatabı olan halka paylaşması, bir bilim insanı olarak elbette ki toplumsal sorumluluğunun bir parçasıydı. Sorumluluğun bundan sonraki muhatapları ise, halk sağlığı adına bir an önce çözüme yönelik çalışmaları başlatmakla yükümlü olan hükümet, valilik ve belediyede idi. Ancak işin o ayağı hep eksik kalacak, Hamzaoğlu somut adımlar atmamakta direnen bakanlık ve il yönetimine karşı kanserli hasta ve hayatını kaybetmiş kanser hastası yakınlarına tazminat davası açmaları önerisinde bulunarak mağdur edilen halka hak arayışında da yol göstericilik yapacaktı.

•••

Hayatını bilime, barışa ve öğrencilerine adamış bu değerli hocamız KHK ile çalıştığı okuldan ihraç edildi ama öğrencilerinden kopmadı. Kocaeli Üniversitesi’nden ihraç edilen 19 akademisyenin kurduğu Kocaeli Dayanışma Akademisi’nde derslerine devam etti. Savaşın bir halk sağlığı sorunu olduğunu açıklayan Türk Tabipleri Birliği Merkez Konsey üyelerinin gözaltına alınmasına, mesleki sorumluluğu gereği karşı çıktı. “Bilimsel bilginin sahibi toplumun kendisidir” diyerek halk sağlığı için yürüttüğü çalışmaların sarsıcı sonuçlarını paylaştı, kamuoyu ve hükümeti uyardı. Halkların Demokratik Kongresi (HDK) Eş Sözcüsü Prof. Dr. Onur Hamzaoğlu 9 Şubat’tan beri göz altında. O çıkıp yine dersini verir; toplumsal, mesleki ve vicdani sorumluluğundan bir adım geri atmaz. Biz de ya yaşam hakkımızı savunan hocamıza sahip çıkar, ya da anne karnında kanser olmaya devam ederiz.

Gözde Bedeloğlu / BİRGÜN

Bir kullanışlı işe yaramazın portresi: Mihail Saakaşvili - TEVFİK TAŞ / SOL

Clinton tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterildi, savaş provasına kalkışıp kravatını yedi, Gülen'den Türkçe ödülü aldı, Ukrayna'da emperyalizme hizmet için yeni görevlere soyundu... Bir kullanışlı işe yaramazın portresi: Mihail Saakaşvili!


2004'de ABD'den 'yeni kuşak' karşı-devrimci olarak Gürcistan'a ihraç edildi. O bir 'karanfil devrimcisi'ydi.
2005 yılında Hillary Clinton ve John McCain tarafından Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmişti.
Post-Sovyet dönemde Gürcistan'ı NATO ve AB'ye üye edecek, Rusya Federasyonu ile olan yeni rekabette vazife üstlenecekti. Güney Osetya'da savaş provası yaptı. Yanıt sert olunca kravatını yeme sahnesi ile dünya medyanın alay konusu oldu.
Savaş provası 2008'de tam bir fiyaskoyla sonuçlanınca, paraşütle indirildiği Gürcü siyasetindeki konumu 2012'de son buldu.
Fethullahçı Cemaat'in 2011'de ''Türkçe Ödülü''nü aldı.
2015'de yeni görevlere yelken açtı.
Gürcistan'dan kaçarak, Ukrayna'ya yerleşti. Ukrayna'nın Sovyet sonrası baş hırsızı Cumhurbaşkanı Poroşenko'nun danışmanı oldu. Poroşenko, Rusya Federasyonu'na karşı ona danışacaktı. Liman kenti Odessa'ya vali atandı. Ukrayna yurttaşlığı verildi el çabukluğuyla.
Uyuşturucu kaçakçılığının merkez limanı olan Odessa, Rus azınlığın denetim altında tutulduğu bir kent olmalıydı. Kendisi gibi kriminal olan İçişleri Bakanı Arsen Averkov ile canlı yayında yüze su atmalı derin tartışmalara girdi. Poroşenko'nun arkasından iş çevirmeye kalktı.
Ve 26 Temmuz 2017'de vatandaşlığı Poroşenko tarafından geri alındı.
Nikaragua devrimini bastırmak için seferber olan CIA'nın öyküsünü anlatan ''Ateş Altında'' filmindeki CIA ajanı rolündeki Ed Harris'in Sandinista devrimcilerinin zaferi üzerine, ''şimdi yeni göreve'' sahnesindeki gibi, Soros sponsorlu Saakaşvili yeni görevi için bir kez daha ''Heimatlos'' oldu.
Saakaşvili, emperyalist tetikçilerin de vatansız kalabileceğinin yeni bir örneğini sundu. Bir sonraki göreve kadar!

Tevfik Taş / SOL

Neoliberal devrimin Meydan katliamı - CEYDA KARAN

Batı’nın neoliberal yayılma maceraları giderek hazin bir görüntü arz ediyor. Ortadoğu’nun hali ortada. Bunun eski Sovyet coğrafyasındaki nadide örneği ise Gürcistan-Ukrayna hattında mevcut. Ve yaşananların perde arkası ortaya serildikçe, 2000’lerde ‘demokrasi devrimi’ diye yutturulanlar daha net anlaşılıyor.

***
Bu açıdan en trajikomik vaka, ABD’nin Kafkasya’daki adamı Gürcistan’ın eski devlet başkanı Mikhail Saakaşvili ve başına gelenler. 

Saakaşvili, 2004-2013 arasında yönettiği Gürcistan’da Bush yönetiminin gazına gelmiş, 2008’de, 1990’lardaki çözülme dalgasının özerk Güney Osetya ve Abhazya cumhuriyetlerine gözünü dikmişti. Karşısında Tiflis’in kapısına dayanan Rusya Federasyonu ordusunu buldu. RF işini bitirip çekildi, mağlup Saakaşvili de tarihe ‘kravatını kemiren lider’ olarak geçti. 

Tabii Saakaşvili’nin Tiflis’te görevinin bitimi tatsız oldu. Yolsuzlukla suçlandı. İmdadına 2014’te Ukrayna’nın ikinci ‘Turuncu Devrim’i yetişti. Ukrayna’ın yeni lideri Petro Poroşenko’nun davetiyle kapağı Kiev’e attı. 2015-2016 yıllarında Odesa valisi bile yapıldı! Fakat Poroşenko oligarşisine rakip çıkınca, ikinci ülkesinden de kovuldu.
 
Hikâyesi bir süredir dünyaya mal olmuştu. Ukrayna’da kurduğu yolsuzluk karşıtı muhalif hareketin PR’ı için canlı yayında ‘intihar şovu’ bile yaptı. Sonunda bu hafta ‘paketlenip’ Polonya’ya ‘postalandı’. Tabii Kiev’de bir restoranda kamuflaj kıyafetli birimler tarafından ele geçirilişini Facebook sayfasından paylaştı.

***
Ama meselemiz bu değil. Saakaşvili’nin niçin şimdi ‘postalandığı’... Çünkü Saakaşvili’nin, Ukrayna’da 2014’te Batı ile Rusya arasında denge gütmeye çalışan Devlet Başkanı Victor Yanukoviç’in devrildiği parlamento darbesinin yolunu açan Meydan katliamı davasında ifade vermesi bekleniyordu. Çünkü Meydan katliamında hem protestoculara hem Berkut adı verilen polise ateş açan keskin nişancıları gayet yakından biliyordu.
***
İşte bu isimler 2017 sonunda bir İtalyan belgeseline konuştular. Gürcü ordusunun eski mensupları olan Alexander RevazişviliKoba Nergadze ve Zalogi Kvaratşelya’nın sorguları da, Meydan katliamına katılıp ortadan yok olan arkadaşlarının akıbetinden korktukları için Ukrayna yasaları uyarınca avukatları tarafından gizlendikleri yerden alındı. 

Ne mi anlatıyorlar? Saakaşvili’nin Gürcistan’daki ekibinden eski yardımcısı Mamuka Mamulaşvili tarafından nasıl devşirildiklerini, Kiev’e nasıl gittiklerini, Meydan katliamının nasıl planlandığını, bugün iktidara ortak neo-nazi hareketinden Rada başkanı olmuş Andrey Parubiy’in rolünü, eski Amerikalı asker Christopher Brian’ın yönetiminde hem protestoculara hem Berkut birliklerine nasıl ateş açtıklarını, kimlerin protestocular arasına karıştığını... 

Batı ana akım medyasında haberi aramayın, bulamazsınız. Çünkü Meydan katliamının suçu ‘Rusya yanlısı’ denilerek Yanukoviç yönetimine atılmıştı. Oysa fail ‘demokrasi devrimini’ yapanlardan başkası değildi!
***
Ukrayna’nın bugünkü hali ortada. 2004’te kendini yiyip bitiren ‘turuncu devrim’ yerine 2014’teki hâlâ sürüyor. Neo-nazi ortaklı bir iktidar, oligarşi, Rusofobi, bölünmüşlük eşliğinde ABD’den bol askeri yardım alınmasını sağlayan Donbas sorunu baki. 

Ukrayna uluslararası medyada liberallerin ‘demokrasi devrimi’ ve ‘özgürlük’ temalarıyla pazarlandı. Küreselleşmenin doğal sonucu Batı yanlısı yönetimlerin tesis edilmesiydi. Edildi işte!
***
Bu vesileyle Ergin Yıldızoğlu Hoca’nın yeni yayımlanan ‘Emperyalizm ve Jeopolitik-Kısa bir Tarihsel Teorik Giriş’ isimli kitabını okumanızı tavsiye edeyim. 

Emperyalizmin, kapitalizmin yapısal krizlerini aşma ve serbest piyasa inşa etme projeleri için eski SSCB mekânlarına ‘küreselleşmenin kaçınılmazlığı’ temasıyla girme ve sol adına ne varsa temizleme hamlelerinin teorik arka planını çok iyi izah ediyor. Rızaya dayalı (yumuşak güç) ile hegemonya tesis edilemezse, direnen güçler ekonomik-finansal yollarla yola getirilemezse, ekonomi dışı zor (askeri müdahaleler, darbeler, suikastlar) aygıtlarının nasıl asla tamamen devreden çıkarılmayacağını anlatıyor. Ukrayna örneğimiz zaten gözümüze giriyor.

Ceyda Karan / CUMHURİYET

Baba tarafından faşist bir Türk; Anne tarafından kalleş bir Kürt... - MİNE SÖĞÜT

Hangi genleri taşıdığınız, evet, önemlidir.
Ama sadece burnunuz, gözünüz, boyunuz posunuz değil...
Huyunuz da soyağacınızdaki insanlardan devşirilir.
Belki baba tarafından romantiksinizdir, anne tarafından mantıklı.
Babanızın babası endişelerden gelir, annenizin babası çalışkanlıklardan.
Anneanneniz komik olabilir, babaanne tarafınız suratsız. 

Muhtemelen hepsi savaşlardan yaralı, göçlerden eksikli, hayat hikâyeleri kayıplarla ve yoksulluklarla bezeli. 
Huylarını bilmediğiniz diğerleri... 
Kim bilir hangi duygularla, hangi topraklarda nasıl hayatlardan derlendi. 
Kayıtlara göre ister Gürcü olun, ister Kürt ya da Çingene veya Musevi...
Önemli olan hangi genetik köklerden geldiğiniz değildir. 
Genlerini taşıdığınız insanların nasıl hayatlar yaşadıkları ve yaşadıklarından nasıl etkilendikleridir. 
Çünkü bugün yaşadığınız hayat onların tercihleriyle şekillenir. 
Binlerce yıldır yaşayan ve ölen sayısız insanın korkuları, umutları, hataları, zaferleri, yenilgileri... 
Bugün içinde bulunduğunuz sistemi hep onlar belirledi. 
Dedenizin Beyoğlu nüfusuna kayıtlı bir Selanik göçmeni olması önemli değildir.
Ama 6-7 Eylül olayları sırasında ne yaptığı önemlidir. 
Rum komşusunun dükkânını yağmalayan bir insanın genlerini mi taşıyorsunuz? 
O dükkânın kapısında durup saldırganları kovalayan bir insanın mı? 
Nineniz? 
Kafkasya’dan yürüyerek Kars’a gelirken... 
O göç yollarında öksüz ve yetim bebekleri kendi bebeği gibi sırtladı mı? 
Yoksa onların rızkına göz dikip, kendi çocuklarını mı kolladı? 
Bir Kürt atanız bir Ermeni kızına tecavüz de etmiş olabilir; 
Bir Ermeni kızını bağrına basmış da... 
Düşmanla işbirliği yapanların soyundan mı geliyorsunuz? 
Savaşı bitirmek için uğraşanların soyundan mı? 
Eğer hikâye kötüyse aile içinde anlatılmaz. 
Bunların kayıtlarını e-devlette de bulamazsınız. 
Resmi kayıtlardan bir dedenizin Ermeni olduğunu belki öğrenebilirsiniz. 
Ya da bir ninenizin Süryani olduğunu... 
Atalarınızın göç yollarını görürsünüz. 
Hangi tarihlerde kimin nerede doğduğunu. 
Ama hiçbir devlet size onların nasıl hayatların içine doğduğunu anlatmaz. 
Hangi duygularla yaşadıklarını... Hangi zaaflara kapıldıklarını... Hangi hataları yaptıklarını... 
Savaşlar sırasında başlarına ne geldiğini... 
Nelerden korktuklarını, nelere sevindiklerini... 
Hangi yenilgilerle ya da zaferlerle biçimlendiklerini... 
Bir Türk’ün ya da Kürt’ün genlerini taşımanızdan çok daha önemli bir şey vardır. 
İyi bir Kürt’ün ya da Türk’ün genlerini taşımak. 
Vicdanlı bir Ermeni’nin ya da Yahudi’nin torunu olmak. 
Sağduyulu bir Gürcü’nün ya da Arap’ın soyundan gelmek. 
Bu hayatta, geçmişinizde nasıl insanlar olduğunu ve onlardan size geçen hangi duyguları kişiliğinizde barındırdığınızı resmen öğrenmeniz mümkün değil. 
Ama kendi kişiliğinize, değerlerinize, korkularınıza, isteklerinize bakarak bu konuda tahminler yapabilirsiniz. 
Bunun sonucunda, geçmişinizi değiştiremezsiniz ama kendinizi değiştirebilirsiniz. 
Diyelim ki... 
Baba tarafından faşist bir Türk; anne tarafından kalleş bir Kürt’sünüz. 
Bari bundan sonra... 
Sizden öncekilerin kim olduğunu unutun. 
Düşmanlıklardan, kinden, nefretten beslenen duygularınızı ayıklayın. 
Şu korkunç dünyada... 
İyi bir Türk, iyi bir Kürt, iyi bir Ermeni, iyi bir Çerkes, iyi bir Yahudi, iyi bir Çingene... olun 
Siz, siz olun. 
Her şeye rağmen... İnadına... Her koşulda... 
Mutlak bir barış için direnen iyi bir insan olun.

Mine Söğüt/CUMHURİYET

‘O’ da mı aldattı? - Meriç Velidedeoğlu

Önceki hafta, Erdoğan’ın isteğiyle sağlanan, Vatikan gezisinde Papa’ya, “Siz Katoliklerin Lideri, ben İslamın Başı...” diyerek başladığı konuşmasını TV ekranlarında izleyip dinledik. (5.2.2018) 

Evet öyle, “Baş”mış... 

Nasıl oluyor bu derseniz, birkaç yıl öncesine şöyle bir bakmamız gerek; yalnız önceden söyleyelim, “Baş” olmak çok hafif kalacak; çünkü, AKP Düzce Milletvekili F. Aslan, “2014” yılında Düzce’de yaptığı bir konuşmada, Erdoğan için, “Allah’ın bütün vasıflarını taşıyan bir lider!” demişti... Ve Erdoğan’dan hiçbir ses, seda çıkmamıştı... 
Ve bugün de, AKP’li Belediye Başkanı Dursun Ay’ınErdoğan için, Düzce’nin caddelerindeki billbordlara, “Ümmetin Lideri!” afişleri astığını, CHP Milletvekili Mahmut Tanal açıklamıştı. (Aydınlık, 21.1.2018) 


Ayrıca değerli dostlar, Erdoğan’a ülkesinde verilen bu “dinsel unvanları”, Vatikan ziyareti sırasında, “İtalyan basını” da dikkate almış ki, “Erdoğan, çeşnicibaşısıyla birlikte, ‘150’ kişilik heyetle, Roma’ya bir ‘Sultan’ gibi geldi!” diye bildirmiş... 

Koskoca İtalyan basını, “Sultan”ın, daha doğrusu, “Osmanlı Sultanı”nın, aynı zamanda “Halife” olduğunu da bilir herhalde; kuşkusuz “Papa Franesko”da... 
İtalya’da böyle karşılanan Erdoğan, Türkiye’ye dönüşte iyice coşacak -hep yaptığı gibi- yine bir şiir okuyacaktı; ülkenin şu gündeminde, şiirin içeriği “yiğitlik” olmalıydı, seçtiği ya da seçilip önüne konanı, AKP’nin İstanbul İl Başkanlığı’nda yapılan toplantıda okudu (10.2.2018) ve şiiri, çok ünlü olan şu dörtlüğüyle: 
“Akın var 
güneşe akın! 
Güneşi zaptedeceğiz 
güneşin zaptı yakını!”la noktaladı; ne şiirin, ne de şairinin adını söyledi; yalnızca “o malum şairin!” demekle yetindi; oysa okuduğu şiiri yazan, dünya çapında ünlü şairimiz, “Nâzım Hikmet Ran”dı... 

Ayrıca ortada -hadi “absürd” demiyelim-“garip” bir durum var, Erdoğan’ın seslendirdiği bu şiirde, gerçek bir savaşı belirten mısraların, sözlerin varlığının ülkenin gündemine uygun bulunduğu besbelli. Ne var ki, şairin ortaya koyduğu bu savaş, “emekçiler”in savaşımı, onların mücadelesi için... 

Nâzım Hikmet, “emekçilerin, emeğin savaşını”, “Kapitalizm’e karşı mücadelesini” dile getiriyor, “tüm dünya emekçileri adına!”... 

Kısacası, Erdoğan’ın bu şiiri, işçilerimizin, emekçilerimizin yaptığı toplantılarda okuması gerekir; yoksa “gülünç” bir durum oluşabilir... 

“Hata” bu şiirin içeriğinde değil kuşkusuz; okuyanda; daha doğrusu bu şiiri seçende, seçenlerde(!)... 

“Yazı burada noktalanmalı” diyorsam da, Nâzım Hikmet’in, emekçilere bir iki seslenişini daha anımsayalım; açlıktan, çaresizlikten, işsizlikten ne acıdır ki kendini yakanların çoğaldığı bu günlerde; ama yine de, Nâzım’ın “haklı” olduğu, şu dizelerden başlayarak: 
“Ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer” (...) 
“Kabahat senin, 
demeğe de dilim varmıyor ama 
kabahatin çoğu senin canım kardeşim”... 
“Gocuklu çoban kaldırınca sopasını 
Sürüye katılıverirsin hemen” 


Nâzım’dan bu yana, bugün, “gocuklu çoban”ın yapısı, durumu (yeri) çok değişti, “devletin tepesine oturan”dan, emekçinin, emekçilerin içine, arasına çöreklenene! değin... 

Ama yine de, “Biz topraktan, ateşten, sudan doğduk! (...) Neş’emiz sıcak! Kan kadar sıcak,” demeyi de unutmamalı... Kuşkusuz, “yok edin insanın insana kulluğunu” davetini de... 

Ülkemizin, bütün topluluğumuzun, tüm halkımızın, en çok ihtiyacı olan, “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür”, “ve bir orman gibi kardeşçesine”, “bu hasret bizim” çağrısını da... 
Bu “hasret”i duymayıp, kenara itenler, Nâzım’ı, anamazlar! 

Anmaya kalkışırlarsa, ortaya “gülünç” bir “durum” çıkar; daha yerinde bir söylemle “dökülür, saçılır!”... 


Bilmem katılır mısınız?

Meriç Velidedeoğlu / CUMHURİYET