9 Nisan 2018 Pazartesi

Ticaret savaşları ve ötesi - ERGİN YILDIZOĞLU

Dünya ekonomisinde korumacılık çabaları geçen hafta hızlandı. Açıklanan önlemler uygulamaya konursa, ABD ile Çin arasında başlayacak “ticaret savaşları”, ittifaklar zincirinin, ekonomik modellerin dayanıklılığını sorgulayan bir hegemonya savaşına dönüşebilir.

ABD’de mali piyasalar kaygılı 
Trump yönetimi, 8 Mart’ta demir, çelik, alüminyum ithalatına vergi koyacağını açıkladı. Önlemlerin, Çin’in yanı sıra ABD’nin Kanada ve AB gibi ittifaklarını da etkileyeceği belli oldu. ABD de, son Ulusal Güvenlik Strateji belgesinde birinci rakip olarak saptanan Çin’in dışında kalan ülkeleri muaf tutabileceğini açıkladı. Böylece “ticaret savaşları”na gidecek bir süreç başladı. Çin yönetimi, havacılık ve otomotiv sektörünün yanı sıra, tarım (özellikle soya fasulyesi), domuz eti üretimini hedef alan önlemlerle cevap verdi.
 
Çin’in açıkladığı önlemler, muhafazakâr parti seçmeninin yoğun olduğu sektörleri hedef alıyor, bu yıl yapılacak ara seçimleri etkileme potansiyeli taşıyor. Bu da, Trump yönetiminin ne kadar ince hesaplar yapabilen bir siyasi rakiple karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Trump, 4 Nisan’da, Çin kaynaklı elektronik, havacılık, makine imalat ürünlerine yönelik, 50 milyar dolarlık yeni bir korumacılık paketi, sonra da 100 milyar dolarlık ek bir paket açıklayarak süreci daha da tırmandırdı. 

Hafta kapanırken, Halkın Günlüğü yorumcuları, Çin’in “küreselleşmeyi, serbest ticareti korumak için” gereken cevabı vereceğini yazıyor; ABD’ye “Ateşle oynama” diyor. ABD borsaları düşmeye devam ediyor. Hafta kapandığında, mart başından bu yana DowJones, S&P 500 ve Nasdaq indekslerinin kayıpları sırasıyla, yüzde olarak, 4.3’e, 5.5’e, ve 8.6’ya ulaşmıştı. 

Ticaret savaşları” olasılığı mali piyasaları etkiliyor; muhafazakâr partinin seçmen tabanını korkutuyor, soya fasulyesi üreticilerinin temsilcilerini harekete geçirerek siyasi sonuçlar üretmeye başlıyor. Trump yönetiminin, muhafazakâr seçmeni kaybetmemek için tarıma destek getirme olasılığı, Latin Amerika ve Avrupa ülkelerinin tarım üreticisine karşı “rekabet avantajı” getireceğinden, “ticaret savaşlarının” kapsamını genişletme potansiyeli taşıyor. Kısacası, “öngörülemeyen sonuçlar yasası” işliyor, kontrolden çıkma potansiyeli, yüksek bir “ticaret savaşları” olasılığı artıyor.

Kim kazanır? 
Trump, “Ticaret savaşları kolay, hemen kazanırız” diyor. Bunun için ABD’nin uluslararası ittifaklarının, ülkesindeki ekonomik modelin, “ticaret savaşlarının” basıncına dayanabilmesi gerekiyor. Neoliberal küreselleşme içinde, korumacılık önlemlerinin etkileri hızla ilk anda hedeflenen sınırları aşarak ittifakları da vurmaya başlıyor. Önlemler, tüm ekonomik modeli tehdit eden siyasi sonuçlar yaratıyor. 
ABD’de devletin ne mali kaynakları, dış ticarette korumacılıktan etkilenecek sektörleri destekleyecek kadar güçlü, ne de yapısı, mal ve emek piyasalarını denetleyerek riskleri sınırlamaya uygun. ABD yönetimi, istikrarlı, homojen bir kadrodan da yoksun. Buna karşılık, Çin devleti, merkezi bir örgütlenmeye, uzun dönemli plan yapmaya yatkın istikrarlı, homojen bir liderliğe, güçlü bir devlet kapitalizmine, bunu destekleyecek 3 triyon dolarlık rezervlere sahip. 

Çin devleti bu mali kaynağı kullanarak, yapay zekâ, kuantum bilgisayarı, uzay araştırmaları, genetik mühendisliği gibi stratejik alanlarda ABD ile rekabet edecek sanayileri, araştırmaları destekliyor; talep yetersizliğinde sıkıntıya düşen firmaları yaşatabiliyor, ya da tasfiyelerini yumuşak biçimde gerçekleştirebiliyor. 
ABD devletinin benzer bir kapasiteye ulaşması için çok ciddi hukuki, yapısal, hata kültürel değişiklikler geçirmesi gerekiyor. Ancak, “bu değişiklikleri finanse edecek kaynak ve toplumsal mutabakat var mı” sorusu bir yana, ABD ekonomisinin tüketici talebi, devlet harcamaları, çoğu Çin tarafından satın alınan borçlanmayla finanse ediliyor. Diğer bir deyişle Çin’in elinde, ABD’ye karşı kullanabileceği bir koz daha var. 

Eğer, “ticaret savaşları” başlarsa hızla kontrolden çıkarak açık bir hegemonya rekabetine dönüşmesi kaçınılmaz.

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

Kim ulan bu Elon Musk?! - ANIL ABA

Kapitalizmde her boğa piyasanın ilahlaştırdığı, siparişle yazılmış biyografisi kitapçıların kişisel gelişim raflarında satılan, bir kült figürü vardır. 90’larda bu figür Bill Gates idi. 2000’lerde Steve Jobs, 2010’lardaysa önce Mark Zuckerberg sonra da Elon Musk oldu. Adamın güttüğü iki tane keçi, ıslığı dağları tutuyor.


Aynen böyle sormuştu bir videosunda Barış Özcan. Tabii siz de, haklı olarak, Barış Özcan’ın kim olduğunu soracaksınız muhtemelen. Ben size söyleyeyim: Google’da 5 dakika arama yapıp bulabileceğiniz bilgileri 10-15 dakikalık videolar halinde etkileyici bir prodüksiyonla anlatarak izleyicisinde geçici aydınlanmalar yaratan “YouTuber.” Modern zamanlarda icat edilen meslekler var ya hani; sosyal medya uzmanı, Twitter fenomeni, motivasyon konuşmacısı, yaşam koçu, fata fiti mentoru falan gibi… Dün yok, bugün var, yarın olmayacak işler. Ortamlarda “içerik üreticisi” de diyorlar, böyle söyleyince kulağa daha az dandik geliyor herhalde, bilmiyorum. Neyse, uzattım, konu bu değil…

İşte Elon Musk o kadar zengin olmasına rağmen gece gündüz demeden çalışıyormuş da… Vay efendim insanlık adına neler neler yapıyormuş da… Tek başına NASA’ya kafa tutuyormuş da… Anıtkabir’de fotoğraf çektirmiş de… Steve Jobs’unkinden bile daha büyük bir vizyonu varmış da… 

Parayla kendi reklamınızı yaptırmaya kalksanız en fazla bu kadar olabilir. Aslında “içerik üreticisi” Barış Bey’in çektiği videoya özellikle mana bulmamak lazım, zira ana-akım burjuva medyasında sürekli “Elon Musk yine dâhilik yaparken” minvalinde haberler yapıldığından içerik üreticilerinin içerikleri, haliyle, bunlardan farklı olmuyor.

Elon Musk dâhi bir mucit mi?
Bize icatçı bir bilim insanı diye pazarlanan Elon Musk aslında ne bir bilim insanı ne de kendisinin herhangi bir icadı var. Elektrikli araçların 1832 senesinde at arabası şeklinde, 1885 senesindeyse sedan benzeri kasayla ilk prototipleri yapılmış. 19. yüzyılda icat edilmişse de seri üretimle son kullanıcıya ulaştırmanın da önemli bir katkı olduğunu pekâlâ düşünebiliriz. Ancak onu da 1998 senesinde Toyota, hibrit Prius modeliyle, zaten yapmıştı. Tesla, tüketiciye ilk arabasını 2013’te sattı. Yani Tesla üretilen en son elektrikli otomobillerden biri.

Tesla’nın, tipik bir elektrikli aracı yarı fiyatına üretip daha geniş kitlelere ulaştırması da önemli bir katkı sayılabilirdi. Fakat Tesla X bildiğimiz lüks araç. Baz modeli 100 bin dolar. Donanımına göre 150 bin dolara kadar çıkıyor. Üstelik kalitesiz, zira yakın fiyata satılan Tesla model S ile Mercedes S-Class karşılaştırıldığında Mercedes’in kasa, tasarım ve malzeme kalitesi dahil bütün özellikler açısından Tesla’ya fark attığı görülüyor.

Öte yandan Tesla yüksek fiyatına rağmen yüksek performans da göstermiyor. 100 metre hızlandırma yarışlarında sürekli geçiliyor. En son, neredeyse yarı fiyatına satılan, Jaguar’ın elektrikli arabası I-Pace’ye geçilmişti. Şimdilik Tesla’nın tek artısı batarya performansının diğerlerinden bir tık yüksek olması gibi duruyor. Ancak o fark da yavaş yavaş kapanıyor. Kısacası Tesla araçları, teknolojik imajına karşın, verdiğiniz parayı hak eden bir araba almış hissi vermiyor.

Roket ve diğer uzay teknolojileri de aynı şekilde. Hepsi daha önce Sovyetler tarafından icat edilmiş, test edilmiş, hali hazırda üretimi yapılan şeyler. Demem o ki ortada ne büyük bir icat var ne de olağanüstü bir inovasyon. Bulaşık makinesi gibi, biz sıradan insanların günlük hayatlarına dokunan bir ürün de yok. Kapitalizmin doğal akışında hep var olan yenilikler sosyal medyanın da gazıyla yerlere göklere sığdırılamıyor. Kapitalizm abartıdan beslenir, pireyi deve yaparak anlatır. Hatırlarsanız, bu aralar AVM’lerde Katarlı turistlere saati 50 liraya kiralanan Segway/Ginger millete “milenyumun icadı” diye pazarlanmıştı. Reklam ve pazarlamanın tek amacı insanları aldatmak ve yanıltmaktır. Sosyal medya da buna bir güzel çanak tutuyor.

Tesla borsada Ponzi mi çeviriyor?!
Instagram paylaşımlarına bakarak araba alınmaz. Bunun ikinci el piyasadaki ederi var; yetkili servis ağı var; yedek parça maliyeti var; kaskosu var; vergisi var; kaza testleri var; güvenilirliği var… İnsanların çoğu araba alırken bunları değerlendirir.

Tesla X bugün 100-150 bin dolar bandında. Üç sene sonra kaça satabileceğiniz belli değil. Mesela, Toyota gibi, dayanıklılığı ile nam salmış markalar var. Oysa Tesla’yı 10-15 sene kullanıp kullanamayacağınız belli değil. Servis ağı, henüz, yok denecek kadar az. Amerika’daki mevcut servisler bile “parçası üç ay sonra gelir” diyor. Markanın geleceğe güven verecek bir geçmişi yok. Çoğu kullanıcı ilk birkaç ayda olumlu geri bildirimde bulunsa da 30-40 bin kilometreden sonra arızaların sıklığı arttığı için kullanıcı memnuniyeti hızla düşüyor. Sigorta şirketleri (bkz. AAA) Tesla üzerindeki kasko primlerini yükseltiyor çünkü hem arıza hem kaza hem de hasar oranları normların üzerinde.

Bu sektörde küresel dağıtım ağı, yaygın yetkili servisleri, müşteri sadakati ve maliyet avantajı olan 100 yıllık şirketler var.

BMW, Fiat, VW, Chevrolet, Nissan, Audi hepsi elektrikli araç üretiyor. Böyle bir rekabet ortamında Tesla’ya ne kalır?

Pek bir şey kalmadığı ortada. Zira satışları yerlerde sürünüyor. Musk fon bulmak için sürekli “şu kadar satacağız, bu kadar kazanacağız” diye büyükten hedefler koyuyor ama bugüne kadarki üretim ve satış hedeflerini hiç tutturamadı. Tesla kurulduğu günden bu yana hiçbir seneyi kâr ederek tamamlayamadı. Tesla X’in satış fiyatı birim maliyetinin altında!! Yani Elon Musk, gelir akışı sağlamak ve tezgâhı döndürmek için arabalarını zararına satıyor (işte gerçek insanlık bu olsa gerek). Otomobilde en yüksek kâr marjı genelde E (executive) ve F (lüks) segment modellerdedir. Ancak modelleri düşürürken üretim maliyeti aynı oranda düşmez. Dolayısıyla Tesla lüks modellerde bile 5 yıldır zarar yazarken Amerikan orta sınıfına hitap eden, 35 bin dolarlık, Tesla 3 modeliyle bu yıl kâr edebilecek mi acaba?

Toplam zarar giderek büyüdüğünden şirket sürekli sermaye artırımına gidiyor. Peki yeterli satış ve gelir akışı yokken nasıl oluyor da Tesla borsada bu kadar yüksekten işlem görüyor? Musk, ciddi ciddi, telefonla ünlüleri falan arayıp para istiyormuş (bkz. Jay Leno). Yani Tesla borcunu borçla çeviriyor. Bunun finans sözlüğündeki karşılığı Ponzi’dir. Zaten neredeyse bütün Wall Street analistleri Tesla’nın Ponzi çevirdiği konusunda hem fikir. Tesla’nın borsadaki toplam piyasa değeri bugün General Motors’unkini geçmiş durumda ama gelin görün ki GM’nin yüzde biri kadar satış yapmıyor. Boş vaat duymaktan sıkılan yatırımcılar yakın zamanda şikayetlerini daha sert bir şekilde dile getirmeye başlayacaklardır.

Tesla şu haliyle çok tipik bir Veblen malı, zengin züppelerin gösteriş oyuncağı… Aynı fiyata orta model bir Porsche ya da yüksek model bir BMW almak varken ne idiği belirsiz bir Tesla alırken kaliteye değil gösterişe para veriliyor.

Diyeceğim, Tesla’nın bugünkü fiyatını açıklayacak somut ve mantıklı ekonomik temeller yok. Satılan tek hikâye Tesla’nın geleceğin arabası olacağı beklentisi. Bu da yüksek riskli bir bahis. Zaten gelinen noktada hiçbir büyük üretici Tesla’yı kendine ciddi bir rakip olarak görmüyor. Tesla’nın, en fazla, sektörde yavaş giden elektrikli otomobil çalışmalarını hızlandırdığı söylenebilir.

İnsanlığa hizmet tiyatrosu
Kapitalizmde zengin olmanın “kolay” iki yolu vardır. Birincisi tekel veya oligopol olmak. İkincisi de devletten ihale alarak vahşi rekabetin etrafından dolanmak. Rockefeller’den Bill Gates’e aşağı yukarı bütün zenginler bu iki yoldan zengin olmuşlardır.

Bir kere SpaceX’in, içerik üreticisi Barış Bey’in anlattığı üzere, NASA’yla rekabet ettiği falan yok; aksine, NASA ile iş birliği halinde ihale usulü çalışıyor. Uzay macerası özel müşterisi olan bir sektör değil. Dolayısıyla da kapitalistlerin devlet ihalesi almadan bu işe girmesi zaten imkânsız. Aldığı devlet ihalelerine karşın SpaceX’in operasyon kârlılığı yüzde 3’ün altında. Boeing’in yüzde 7, Lockheed Martin’in yüzde 14 marjında çalıştığı düşünülecek olursa SpaceX’in operasyonuna vasat bile diyemeyiz.

Hyperloop One projesinin makul olup olmadığı fizikçilerin tartışması. Ancak bunun alternatifi hızlı tren ve toplu taşıma olmalıdır. Fakat büyük “vizyoner” Elon Musk’ın ulaşım hakkındaki argümanları evlere şenlik: “Bence toplu taşıma acı verici. Berbat. Bir sürü insanla birlikte, istediğiniz yerde indirmeyen, istediğiniz zaman ilerlemeyen, istediğiniz yerde durmayan bir şeye kim binmek ister ki? Tam bir baş belası. Bir grup tanımadığınız insan var, içlerinden biri seri katil olabilir.” Eh tabii, araba satan bir iş adamından başka türlü bir yorum beklemek zaten ahmaklık olurdu.

Teknolojik otomobil, uzay araştırmaları, Mars’a seyahat gibi girişimler insanların gözlerini boyuyor. Fakat unutmayalım ki Elon Musk, sendikalaşmak isteyen işçilerini işten çıkaran çok tipik bir kapitalist. Tek amacı, ne pahasına olursa olsun, sizin paranızı kendi hesabına aktarmak suretiyle sermaye biriktirmek. Gelinen noktada restoran zinciri açmanın ya da akıllı telefon sektörüne girmenin pek bir anlamı olmadığından Elon Musk servetini arttırmak için oyunun kurallarının dışına çıkarak sistemi kandırmak zorunda. 

Eğer bugün Elon Musk “gerçekten” ilerici birtakım söylemlerde bulunuyor ve şirketlerinin Facebook hesaplarını kapatmak gibi sempatik birkaç hareket yapıyorsa bunun sebebi hâlâ Bill Gates, Jeff Bezos, Mark Zuckerberg ve Larry Ellison gibi zenginlerin gerisinde olmasıdır. Üst sıralara tırmanma potansiyeli var ve bu şansını zorluyor. Kapitalist rekabette geride olanlar her zaman oyunun kurallarını bozup yukardakileri sıkıştırarak kendilerine alan açmaya çalışırlar. Mesela doksanların başında Bill Gates “her öğrenciye bilgisayar” gibi gerçekten ilerici bir söylemde bulunuyordu. Zamanla tekel oldu; şimdi vergi vermeden servetini nasıl arttıracağının derdinde. Gates’i zengin eden Windows artık her yeni versiyonunda daha da kullanışsız hale geliyor. Zuckerberg gerideyken sunumlarında toplum için daha demokratik bir paylaşım ağı oluşturma vizyonunu anlatıyordu. Tekel olunca FaceBook profillerini şirketlere ve siyasi partilere satmaya, istihbarat sisteminin bir parçası olmaya başladı (bkz. Cambridge Analytica skandalı). Bugünün bütün tekelci bilişim kapitalistleri (Google, Apple, Facebook, Amazon) ilk başladıklarında küçük, sempatik ve naif birer start-up projesiydiler. Büyüdükçe hepsi gerici, tekelci ve statükocu oldu…

Reklam ve pazarlama balonu
Bu süreçte Musk, kendini ve girişimlerini sempatik göstermek için her türlü reklam ve pazarlama aldatmacasını kullanacaktır. Sosyal medyada izlediğiniz videoların ve okuduğunuz yazıların çoğu Elon Musk’un marka yönetiminin bir parçası. Nusret’in #saltbae kurgusunu hepimiz takip ettik. Sosyal medya bizlere gerçek-ötesi bir dünya sunuyor. Sizce Elon Musk hayatında Atatürk’ü duymuş muydu da Türkiye’ye gelince Anıtkabir’in önünde fotoğraf çektirmek istedi, yoksa o fotoğrafı marka danışmanlarının planladığı seyahat programının bir parçası olarak mı paylaştı?

Kapitalizm, zenginin daha zengin olduğu, fakirin fakir kaldığı, hatta kimi zaman daha da fakirleştiği modern kölelik düzenidir. Kullanılan dilden tutun ideolojik aparatlara kadar her şey rıza üretmek ve sisteme meşruiyet kazandırmak içindir. İllüzyonun bir parçası olarak da sistem sürekli kot pantolonlu yeni zenginleri dâhi, gözü gönlü tok, hayırsever insanlarmış gibi gözümüze sokar. Basit ve gündelik kıyafetler onları sıradan insanlar, yaptıkları yalandan bağışlar da onları birer Noel Baba gibi gösterir.

Sonuç olarak, şu noktaların çok açık olması lâzım: 1) Tesla 10 yıldır zarar ediyor ve ancak Ponzi çevirerek varlığını sürdürebiliyor. Musk’ın gösteriş ve reklam için Falcon Heavy ile uzaya yolladığı Roadster arabası Mars’a indiğinde muhtemelen Tesla hâlâ zarar ediyor olacak. Şirketin kaldıraç oranı çok yüksek ve siyasi destek almadan iflastan kurtulması zor görünüyor. 2) SpaceX verimsiz. Serbest piyasa koşullarında iş yap(a)mıyor, devletten garanti kontrat almak suretiyle çalışıyor. Bu bir “başarı” değil, klasik burjuva siyasetidir. 3) Sermaye yarışına geriden başladığı için tepedeki tekelcilerin oyunlarını bozmaya çalışıyor olması Elon Musk’u ilericiymiş gibi gösteriyor. Masalar dönerse eğer, tıpkı diğerleri gibi, Musk da statükocu olacaktır.

Kapitalizmde her boğa piyasanın ilahlaştırdığı, siparişle yazılmış biyografisi kitapçıların kişisel gelişim raflarında satılan, bir kült figürü vardır. 90’larda bu figür Bill Gates idi. 2000’lerde Steve Jobs, 2010’lardaysa önce Mark Zuckerberg sonra da Elon Musk oldu. Medyada müthiş bir Elon Musk bombardımanı var. Adamın güttüğü iki tane keçi, ıslığı dağları tutuyor. Ortada somut bir şey olsa zaten bu kadar PR çalışmasına gerek olmazdı. Kıssadan hisse, abartacak bir durum yok. 

Geçiniz…

Anıl Aba / BİRGÜN

Dolar dolsa ne olur? - REMZİ ÖZDEMİR

Doların yükselişinden bize ne?
Dolsa ne olur dolmasa ne olur?
İşte bu sözler Türk ekonomi tarihine geçecek.
Başbakan Yıldırım tarafından söylenen bu sözler, Türk ekonomisinin nasıl yönetildiğini en iyi şekilde gösteriyor.

Başbakan Yıldırım bu sözü söylediğinde dolar daha 3 lira civarındaydı.  Kurdaki yükselişin ekonomide dengeleri nasıl bozacağı anlatılırken, başbakan tepki olarak bu sözleri söyledi.
Sonunda dolar geçen hafta 4 liranın üzerinde kapanış yaptı.
Sokaktaki vatandaş başbakan gibi düşünüyor mu bilemiyorum ama doların dolması tüm ülkeye büyük bir kriz dahası kâbus yaşatmak üzere.
Kurlardaki artış ilk olarak gıda devi Yıldız Holding'i etkiledi.
Ardından Doğuş Grubu da bankalarla masaya oturdu.
Baba yadigârı Garanti Bankası'nı yabancılara satan Ferit Şahenk, ağırlıklı olarak turizm ve gıda sektöründe yatırımlar yapmaya başlamıştı. Gelin görün ki, Ferit Şahenk de kurun kurbanı oldu.
Dev kuruluşların kur zararından dolayı sıkıntıya düşmesi ilk bakışta sokaktaki insanı ilgilendirmiyor.
O zenginin kendi problemi. Ancak öyle değil.
Gerek Ülker gerekse Doğuş, Türkiye'de on binlerce kişiye iş veriyor. Bu şirketlerde yaşananlara yansıyacak sıkıntı tüm ülkeyi etkileyecektir.
Benim dolarla işim yok diyenler de etkilenecektir. Hem de öyle bir etkilenecek ki, bu belki de 10 yıl sürecek.
Bir ekonomist 2000 yılında yaşanan ekonomik krizi kalp krizine benzetmiş. Kısa sürede ortaya çıktı ve şok etkisi yarattı.  Oysa bugün yaşanan kriz 2000 yılındaki krizden daha büyük ve şiddetli. Bugün yaşanan kriz için kanser benzetmesi yapılıyor. Kısa sürede öldürmedi ama çektiriyor. Anlaşılan o ki, beceriksiz bir ekonomi yönetimi Türkiye ekonomisini kansere dönüştürdü.

Bizi ne bekliyor?
Türkiye'de şu anda her şey bankaların sırtına yükleniyor. Faizi düşürüp daha fazla kredi vermesi için baskı yapılıyor. İyi de bankalar kredi olarak vereceği parayı iki yöntemle bulabiliyor. Birincisi mevduat ile. Türkiye'nin üçte 2'si borçlu ve neredeyse nefes bile alamıyor. Mevduat, dahası para çok az bir kesimin elinde bulunuyor. Onlar da en yüksek faizi veren bankaya gidiyor.
Bankaların ikinci kaynağı ise uluslararası piyasadan para bulma. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları Türkiye'nin kredi notunu çöp seviyesine getirdi. Her ne kadar hükümet bu notlar bizim için yok hükmünde dese de bize para verenler için öyle değil. Onlar bu kredi derecelendirme kuruluşlarının notuna göre para veriyor. En son Türkiye'nin en büyük bankası uluslararası piyasadan zor para buldu. Paranın maliyeti ise dolar bazında yüzde 4 seviyesindeydi. Bu bankanın 3.850 lira olan kurdan 3 milyar dolar borçlandığını dikkate alırsan, doların daha ilk haftasında 4 liranın üzerine çıkmasından dolayı 150 kuruş zarar ettiğini görüyoruz. Bankanın bu zararı çıkartması için doğal olarak daha yüksek faizle satması lazım.
O halde faizi indir diye baskı yapan hükümete ne yanıt verecektir?
Türkiye'nin bugün yaşadığı en büyük sorun üretememesidir. Üretim yok, doğal olarak da hazırdan yiyor. İhracat arttı diye seviniyoruz ama bu dış satımın yüzde 75'ini yine yurt dışından ithal ettiğimiz ürünlerle yapıyoruz.
Bu nasıl ticaret?
Kurdaki her 1 kuruşluk artış bundan sonra bize yani vatandaşa, sadece pahalılık olarak yansımayacak aynı zamanda iflas, işsizlik ve felaket olarak da etkisini gösterecek.
Allah yardımcımız olsun!


Kaynak Yeniçağ: Dolar dolsa ne olur? - Remzi ÖZDEMİR

8 Nisan 2018 Pazar

Yerli ve milli iktidar, ipotekli ülke, rehin gelecek - FATİH YAŞLI

Türkiye yönetici sınıfı İkinci Dünya Savaşı bitip Soğuk Savaş başlarken şevkle ve ihtirasla ABD’nin kollarına koşmuş, ülkeyi Batı bloğunun ileri karakolu haline getirerek komşusu Sovyetler Birliği ile uzun yıllara yayılacak bir düşmanlık siyasetini başlatmıştı. ABD’ye ve emperyalizme bağımlılığın sonuçlarını ekonomiden siyasete, eğitimden ulaşıma hep birlikte yaşayarak tecrübe ettik, halen de ediyoruz.

Şimdi ise benzer bir süreç Rusya ile yaşanıyor; ABD’yle ve Batı’yla arası giderek açılan iktidarın beka kaygısıyla bu sefer de Rusya’nın kollarına sığındığını, S-400 alımından Akkuyu’daki nükleer santrale uzanacak şekilde bağımlılık ilişkilerinin hızla derinleştiğini görüyoruz. Üstelik bu yapılırken, ABD ve Batı’ya bağımlılık mekanizmalarının tasfiye edilmediğini, NATO’yla, AB’yle, IMF’yle, finansal sermaye kuruluşlarıyla ilişkilerin koparılmadığını görüyoruz. Dolayısıyla geleneksel bağımlılık mekanizmalarının yanına bir de şimdi başta enerji sektörü olmak üzere Rusya’ya bağımlılık ekleniyor ki, buna ne “denge siyaseti” demek mümkün, ne de buradan bir “anti-emperyalizm” çıkarmak.

Bilakis, iktidarın sırf kendi bekası adına ve günü kurtarmak adına attığı bu adımlar, bu Kayserili halı tüccarı kafasıyla yürütülen dış politika, bu “denge siyaseti” diye yutturulmak istenen şark kurnazlığı, Türkiye’yi bir yandan iki taraflı bir bağımlılık ilişkisine soktuğu gibi, öte yandan da emperyalistler arasındaki güç mücadelelerine eskisine nazaran çok daha açık hale getiriyor. Yani ülkenin küresel güç mücadelelerinin oyun alanı haline gelme potansiyeli artıyor ki, bunun sonuçlarının neler olduğunu biz en iyi Suriye’de yaşananlardan, o devasa yıkımdan ve felaketten biliyoruz.

Sadece bu mu peki? Elbette ki hayır. İktidarın kendi bekası adına ve günü kurtarmak için attığı her adım, Türkiye’nin geleceğinin ipotek altına alınması, rehin verilmesi anlamına geliyor. Akkuyu nükleer santrali için yapılan anlaşma için Cumhuriyet yazarı Çiğdem Toker’in “kapitülasyon” demesi boşuna değil, Rusya’ya üretilecek elektriğin kilovat saati için 8 yıl öncesinin kuru dikkate alınarak 12.5 centten 15 yıl boyunca alım garantisi taahhüt edilmiş durumda ve kurun bugünkü hali de gelecekte ulaşacağı değer de ortada. Atıkların ne yapılacağı, finansmanın nasıl sağlanacağı, Rus şirkete kimin ortak olacağı gibi başlıklar da yine durumun vahametini ortaya koyar nitelikte.

Akkuyu’da “yerli ve milli nükleer” için temel atılırken, Şeker fabrikalarının satışına başlanmasını anti-emperyalizmin ve bağımsızlıkçılığın neresine koyalım peki? Cuma günü Kırşehir şeker fabrikası 330 milyon liraya Tutgu Gıda’ya, Bor şeker fabrikası ise 336 milyon liraya Doğuş Gıda’ya satıldı. Sırada diğer fabrikalar var, onların da satışı yine “yerli ve milli” bir şekilde gerçekleşecek, buna da en çok küresel gıda tekelleri, şeker şirketleri sevinecek. Tüm bunlar olurken inşaata, betona bağımlı ekonomide, istatistiklerin çarpıtılmasına da başvurularak, mucizelerden söz edilecek, “Kıskananlar çatlasın” denilecek.

Dün Cumhuriyet’teki köşesinde Erinç Yeldan, ülkenin geleceğinin nasıl betona gömüldüğünü rakamlarla anlatıyordu. Son yedi yılda Türkiye’nin milli geliri 772 milyar dolardan 851 milyar dolara yükselmiş; ancak dış borç stoku 2010’da 291 milyar dolarken, 2017 sonunda 437 milyara çıkmış. Yani milli gelirde 78 milyar dolar artış olurken, bunun iki katı düzeyinde, 146 milyar dolarlık borçlanma yapılmış. İnşaat sektörünün yarattığı katma değer ise birikimli olarak 26 milyar dolara yükselmiş, yani son yedi yıldaki milli gelir artışının üçte birini inşaat sektörü gerçekleştirmiş. İnşaata son yedi yılda yapılan yatırım ise 551 milyar dolar olmuş. Yani hem borçla büyünmüş hem de paralar betona yatırılmış.

Peki bu paralar kimin cebinden çıkmaya devam edecek? Hasta yatış garantisi verilerek yaptırılan hastanelerde o kadar hasta yatmadığında, araç geçiş garantisi verilerek yaptırılan yollardan, tünellerden, köprülerden o kadar yolcu geçmediğinde, havaalanlarına o kadar uçak inmediğinde, kur alıp başını gittiğinde ve elektriğin fiyatı giderek yükseldiğinde ne olacak? Aradaki farkın hepsi tıpkı şimdi olduğu gibi, sizin bizim cebimizden çıkmaya, üstelik katmerlenerek artan bir şekilde çıkmaya devam edecek.

Velhasıl, kendi bekası adına, siyaseti, ekonomiyi, kurumları, toplumsal yaşayışı çökerten, ülkenin ve toplumun geleceğini ipoteğe veren, rehin alan, “Benden sonrası tufan” diyen, kişiselleştikçe rasyonalitesini yitiren bir iktidarla karşı karşıyayız. Herkesin hesabını kitabını buna göre yapması, olağan ve sıradan bir hükümete muhalefet ediyormuşçasına icra edilen bir siyaset anlayışından hızla uzaklaşması, “olağanüstü zamanlar”a uygun bir “olağanüstü muhalefet”e girişmesi lazım.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN

Kooperatifler üzerine düşünmek - HAYRİ KOZANOĞLU

Bugün Türkiye’de, tüm dünyada olduğu gibi çok uluslu şirketler öncülüğünde kapitalist küreselleşmeye, piyasa toplumuna, müştereklerin özelleştirilmesine, kitlelerin karar alma süreçlerinin dışında bırakılmasına karşı; “kamuculuğu, kolektif mülkiyet biçimlerini, üretenlerin yönetmesini” savunmalıyız.


Geçten haftalarda Hopa Çay Kooperatifi’nin düzenlediği, “Halk İçin Kooperatifleşme Çalıştayı”na katıldım. Bu vesileyle kooperatifler üzerine tekrar düşünme fırsatı buldum. Toplumsal muhalefetin alternatif bir mülkiyet biçimi olarak kooperatifler konusunu etraflıca tartışmaya açmasında yarar bulunduğu kanısındayım.

Bilindiği gibi ilk kooperatifler Sanayi Devrimi sırasında; toprakların çitlenmesi, köylülerin yerinden yurdundan edilip kentlere göç etmek zorunda bırakılması karşısında, “bir savunma ve dayanışma” aygıtı işlevini görür. 1844’te İngiltere’de kurulan Rochdale Kooperatifi aracılığıyla ücretli emekçiler, işsiz kalan artizan işçiler, ticari entrikaların kucağına düşen tüketiciler, “üretim ve tüketim” üzerindeki kolektif kontrollarını artırmak amacıyla yolu koyulurlar. Bugün hala geçerliliğini koruyan, kooperatiflerin “özerk; gönüllülük esasına dayanan; benzer sosyal, ekonomik ve kültürel gereksinimleri ve özlemleri karşılamayı amaçlayan; ortak mülkiyet ve demokratik kontrole dayalı” yapılar olduğunu beyan eden Rochdale İlkeleri ortaya konur.

Greig de Pevter ve Nick Dyer-Witheford günümüzde müşterekler ve kooperatiflerin soldaki tartışmaların odağına oturmasını şöyle açıklıyorlar(1):

Müştereklere olan ilgi neoliberalizmle birlikte canlandı. Küresel sermayenin 20. yüzyılın sonundaki saldırısını göğüslerken; özelleştirmelere, kuralsızlaştırmalara ve çeşitli mülksüzleştirmelere; Asya, Latin Amerika ve Afrika’da çiftlik arazilerinin çitlenmesinin ve kırsal nüfusun tarım şirketleri, enerji mega-projeleri ve inşaat müteahhitleri tarafından yerinden edilmesine; gübre zehirlenmesinden, benzeri uygulamaların bazı türleri yok etmesine ve iklim değişikliğine karşı ekolojik mücadelelere; parasız ve açık-kaynak yazılım hareketlerine ve fikri mülkiyet hukukuna karşı “yaratıcı müşterekler” karşı çıkışına; bitkilerin, hayvanların ve insanların gen haritalarının şirket mülkiyeti altına alınmasına direnişlere kadar bir çok alanda teorisyenler ve aktivistler müşterekler kavramı etrafında bir eleştiri zemini yakaladılar. Müşterekler, farklı mücadeleleri, sermayenin eski ama devam eden ilkel birikimine ve onun futuristik ve yüksek teknolojili yeni birikim ufkuna karşı birleştiren kavram haline geldi. İşçi kooperatifleri de küresel kapitalizme karşı mücadele ederken, yeni alternatifler ortaya koyma çabası içerisinde bir umut kaynağına dönüştü.

Arjantin’de 2001 krizi sırasında FaSinPat, “patronsuz fabrika” deneyimi de çağdaş bir örnek olarak hafızalara kazındı. FaSinPat Arjantin’deki 400- üyeli, işçilerin mülkiyetinde ve kontrolünde bir seramik fayans fabrikasıdır. Lokavt karşısında, işçi düşmanı bilinen işverene karşı örgütlenirler, uysal sendika bürokrasisini de alaşağı ederler, kanunsuz bir biçimde fabrikaya girerler ve bağımsız bir biçimde üretime başlarlar. Meclis formunu da işyerinde demokratik karar vermenin politik modeli olarak benimserler. Mahkemede uzun bir mücadeleden sonra, seramik işçileri kooperatif olarak üretime devam hakkı elde ederler. Bizde de trikotaj işçilerinin benzer bir süreç sonunda kurdukları Özgür Kazova İşçi Kooperatifi, aynı eksende önemli bir deneyim olarak incelenmeyi ve desteklenmeyi hak ediyor.

Kooperatifler ve diğer kolektif mülkiyet biçimleri 
Temelde üç çeşit kooperatif vardır:

İnsanların yiyecek, yakacak gibi ürünleri birlikte satın aldıkları veya konut sahibi olmaya çalıştıkları (çoğunlukla yazlık) tüketici kooperatifleri,

Üreticilerin tohum, gübre gibi girdileri birlikte sipariş ettikleri ve araç-teçhizatı ortak kullandıkları (traktör, biçerdöver) üretici kooperatifleri,

İşçilerin mal ve hizmetleri kolektif ve adil biçimde üretmek için kurdukları ve yönettikleri işçi kooperatifleri.(2)
Piyasaya endeksli, kara ve bireysel çıkara yönelik özel mülkiyet biçimine karşı; kooperatiflerin, savunmamız gereken kolektif mülkiyet biçimlerinden sadece bir tanesi olduğunu unutmamalıyız. Kamu mülkiyeti veya ulusal mülkiyet, yerel yönetim mülkiyeti ve kooperatifler özlemini duyduğumuz sosyalist toplum modelinde de yer yer birbiriyle rekabet eden, yer yer dayanışma ilişkisi içerisinde bulunan ekonomik birimler olarak var olabilirler. Üretimin niteliği ve sektörü de hangi mülkiyet biçiminin öne çıkacağını belirler. Örneğin, bir petrol rafinerisi çok büyük yatırım gerektirmesi ve ulusal güvenlik kaygılarını da gözetmesi niteliğiyle kooperatif modeline değil ulusal mülkiyete yatkındır. Ne var ki, domatesin veya fındığın üretici kooperatifi örgütlenmesiyle daha verimli olması beklenir.

Geçen yıl İngiliz İşçi Partisi’nin uzmanlara hazırlattığı, “Alternatif Mülkiyet Modelleri” başlıklı raporda üç kolektif mülkiyet biçiminin öne çıkan yönleri şöyle özetleniyor(3):

Kooperatifler: Bu mülkiyet tarzının istihdama istikrar kazandırma, üretkenliği artırma ve firmaları demokratikleştirme potansiyeli bulunuyor. Özellikle finansa erişim sağlamak için bireysel başvuru yerine kooperatif formu avantaj sağlıyor.
Yerel Yönetimler: Belediyeler öncülüğündeki kurumsal yapılara hizmet kalitesini geliştirmek ve ekonomik refahın ülkenin belirli bölgelerinde yoğunlaşmasının önüne geçmek anlamında gereksinme duyulur. Hisse sahipleri ve şirket patronlarının karını maksimize etmeyi hedefleyen firmaların yerine, artık değeri sosyal amaçların gerçekleştirilmesi için seferber eden kuruluşlar ancak yerel yönetimler şemsiyesi altında var olabilir.

Ulusal Mülkiyet: Ekonominin uzun vadeli planlanması, altyapının modernizasyonu, sağlık ve toplumsal bakım hizmetlerinin kalitesinin yükseltilmesi ve iklim değişikliğine karşı mücadele bağlamında düşünülürse ulusal şirketler öne çıkıyor. Devlet mülkiyetinin geçmişteki fazla merkezileşmiş, gücün şirket bürokratları ve elitlerde toplandığı kötü örnekleri göz önüne alınarak, demokratik hesap verebilmenin geçerli olduğu yeni formlar tasarlamak zorunluluğu bulunuyor. Yönetimde hem çalışanlara, hem de yöre halkına ve verilen hizmetleri kullanan yurttaşlara söz hakkı tanıyan alternatif modeller denemek gerekiyor.

Kapitalist toplumda kooperatifler 
Kooperatiflerin hem kapitalizme meydan okuyan, hem de sistemi uyum sağlayan ikili bir karakteri vardır. Çünkü bir yandan özel mülkiyete karşı kolektif bir zihniyeti temsil ederler; baskıcı bir rejimde dahi, halkın yönetim kapasitesini artırmak, dayanışmacı ve eşitlikçi bir yapı kurmak için anlamlı ve önemlidirler. Diğer yandan kapitalist rekabet sistemi içerisinde ayakta kalabilmek için temel ilkelerinden taviz verebilirler; sonunda kapitalist işletmeler suretinde yapılar ortaya çıkabilir.

Karl Marx da kooperatif modele önem verir ve 1864’deki bir yazısında kooperatif hareketini şöyle över(4):
Bu büyük toplumsal deneyimin değeri üzerine ne söylesek abartmış olmayız. Lafta değil pratikte, modern bilimin ilkelerine uygun biçimde, efendiler sınıfının varlığına gereksinim duymaksızın büyük ölçekte üretimi gerçekleştirebileceklerini göstermişlerdir.

Evet Marx, köle emeği, serf emeği gibi ücretli emeği de geçici ve alt düzey bir form olarak kabul ediyor ve birleşik işçilerin bedenleri istekli, zihinleri hazır ve kalpleri şen emeği karşısında kaybetmemeye mahkum olduklarına inanıyordu. Öte yandan, kooperatif sistemin kapitalist toplumları stratejik düzeyde dönüştürebilme kapasitesi bulunduğunu düşünmüyordu. İşçi sınıfının en büyük görevi politik iktidarın fethedilmesiydi.

Jessica Gorbon Nembhard kooperatiflerin temel amaçlarını, herkes için sürdürülebilir ekonomik refah yaratmak; yoksulluğu, milyarderleri, ekonomik eşitsizliği, ırkçılığı, cinsiyetçiliği ve ayrımcılığı ortadan kaldırmak; ekonomik faaliyetler, sermaye ve kolektif refah üzerindeki yerel demokratik kontrolü artırmak şeklinde tanımlanıyor. Kooperatiflere dayalı dayanışma ekonomisinin temel ilkelerini ise şöyle sıralıyor(5):

-ekonomik demokrasi;
-insani toplumsal ve ekonomik değerler;
-adil, sömürüye dayanmayan ilişkiler;
-demokratik katılım;
-çeşitlilik;
-hakkaniyet;
-ekolojik sürdürülebilirlik;
-çalışma onuru;
-görünmez üretkenliğin görünür hale getirilmesi (özellikle çocuk yetiştirme,     yaşlıların bakımı ve ev işleri konularında);
-sermaye üzerinde demokratik kontrol;
-varlıkların mülkiyetinin, refah birikiminin, gelir ve refah dağılımının kolektif hale getirilmesi.

AKP rejimine karşı kooperatif seçeneği
Bugün Türkiye’de, tüm dünyada olduğu gibi çok uluslu şirketler öncülüğünde kapitalist küreselleşmeye, piyasa toplumuna, müştereklerin özelleştirilmesine, kitlelerin karar alma süreçlerinin dışında bırakılmasına karşı; “kamuculuğu, kolektif mülkiyet biçimlerini, üretenlerin yönetmesini” savunmalıyız. Ancak diğer yandan, AKP rejiminin tüm devleti kuşatması, kamuda cemaatlerin-tarikatların kadrolaşması, İslami yaşam tarzını bütün kurumsal yapılara dayatılması karşısında kooperatifler toplum için bir nefes borusu olmak anlamında, kooperatifler ülkemiz koşullarında özel bir misyon yüklenebilir. Demokrasi ve hoşgörü kültürünün yerleştiği; toplumsal cinsiyet, mezhep ve etnik ayrımcılıklarının sızamadığı; sözün, yetkinin, kararın kooperatif bileşenlerinde toplandığı, emeğin karşılığını bulduğu “başka bir yaşam” kurulabilir.

Hopa Çay Kooperatifi ve benzerleriyle, “Halk İçin Kooperatifleşme Çalıştayı”nda faaliyetlerini daha ayrıntılı öğrenme olanağı bulduğumuz Boğaziçi Mensupları Tüketim Kooperatifi, Kadıköy Kooperatifi, Dayanışma Kooperatifi ve Halkbeskop gibi tüketici kooperatifleri arasında daha sıkı bağlar kurulabilir. Temel demokratik değerleri paylaşan “üretim, tüketim, işçi” kooperatifleri arasında yatay ve eşdeğerlik temelinde bir ağ giderek yaygınlaşabilir.

Gelgelelim buralarda elde edilecek somut başarılar, AKP’nin gerici rejimine karşı verilecek siyasi mücadelenin nihai önemini unutturmamalı .Doğumunun 200. yıldönümünde, Marx’ın yukarıda hatırlattığımız sözleri kulağımıza küpe olmalı.

HAYRİ KOZANOĞLU / BİRGÜN

(1)George de Peuter and Nick Dyer-Witheford, Commons and Cooperatives, Affinities: A Journal of Radical Theory, Culture and Action, Volum 4, Number1, Summer 2010, S.30-56
(2)Margaret Rapp, The Cooperative Movement vs. Global Capitalism-Grassoots Economic Organizing 2016.
(3)Alternative Models of Ownership, labour.org.uk. 2017.
(4)Aktaran de Peuter and Dyer-Witheford.
(5)Jessica Gordon Nembhard, Building a Cooperative Solidarity Commonwealth, The Next System Project, Şubat 2016
.

Tarihte Osmanlı-Rus ilişkileri aynasında: ‘Çar’ Putin ve ‘Sultan’ Erdoğan dostluğu - TANER TİMUR

Tarihteki Türk-Rus ilişkilerinde de ilginç benzerlikler ve “tekerrür”ler var. Konumuz bu; şimdi tarihte panoramik bir gezinti yapalım.

Rusya Federasyonu Başkanı Vladimir Putin Türkiye’ye geldi; sıcak bir şekilde karşılandı; Cumhurbaşkanı Erdoğan’la birlikte Akkuyu Nükleer Santralı’nın temelini attılar. Sonra İran Cumhurbaşkanı Hasan Ruhani’nin de katılımıyla üçlü bir “zirve” yapıldı; Suriye’nin geleceği konuşuldu.


Her şey güzel, her şey uyumluydu; tek uyumsuz nota ekonomiden geldi. Döviz kurlarında özel bir ayrışma yaşanıyor, dolar dünyada düşerken, Türkiye’de rekor üstüne rekor kırıyordu. Afrin’de Türk bayrağı çekilirken piyasalarda Türk lirasının çöküşü acı ve açıklanması gereken bir rastlantı olmuştu. 

Kuşkusuz daha çok bir Çarlık imajı sergileyen, özgürlüklerden yoksun, çeşitli yaptırımların hedefi ve diplomatları birçok ülkeden kovulan bir ülkenin, “Batı müttefiği” bir ülkede yarattığı jeo-stratejik sarsıntı bu çöküşe yabancı değildi. Türkiye’nin yıllardır konuşulan “eksen değiştirme” politikasının bundan daha anlamlı bir resmi olamazdı. 

Aslında bu resimde geçmişteki Osmanlı-Rus ilişkilerini çağrıştıran bazı renkler de vardı ve Putin’in “Çar”, Erdoğan’ın da “Sultan” giysileriyle sunulduğu bir dünyada, bu ilişkileri hatırlamanın bazı yönleriyle bugünü de aydınlatabileceğini düşündüm. “Tarih tekerrürden ibarettir” demişler; gerçekten de tarih tekerrür ediyor, bazen trajedi bazen de komedi şeklinde. Tarihteki Türk-Rus ilişkilerinde de ilginç benzerlikler ve “tekerrür”ler var. Konumuz bu; şimdi tarihte panoramik bir gezinti yapalım.

•••

Rus tarihi de Türk tarihi gibi göçlerle başlamıştır. Bir kısım Slav aşiretleri 12. yüzyılda Moskova’ya yerleşmiş ve hedefleri de bu yerleşimden sonra hep “denizlere açılmak” olmuştu. Büyük Petro döneminde Ruslar Baltık kıyılarına ulaşana kadar, bu bölge, yüzyıllar boyunca Germenler, Finliler, İsveçliler ve Slavlar arasında kanlı kavgalara sahne oldu. Baltık kıyıları da Ruslar için sadece ilk hedefi teşkil etti.

Slavlar Moskova-Novgorod-Petersburg hattında ilerlerken, önce Tatarlarla karşılaşmış ve yenilmişlerdi. Cengiz’in torunu Batu Han 1238’de Moskova’yı işgal ve tahrip etmiş; Slav beylikleri de böylece uzun süre Altınordu hanlarının vesayeti altında yaşamıştı. Bu vesayetten ancak III. İvan (1440-1505) zamanında kurtuldular. Arkadan IV. İvan (1530-1584) geldi ve ilk Çar unvanını taşıyan hükümdar oldu. Rus Devleti’nin temelleri de onun zamanında atıldı. Bir yandan köylü üzerindeki baskıyı artırıyor, öte yandan da topraklarını genişleten bir fetih politikası izliyordu. İlk yerel (feodal) Meclisler (Zemski) onun zamanında örgütlendi; Kazan hanlıkları onun zamanında ilhak edildi; Volga nehri ile temas da yine onun zamanında sağlandı. 

IV. İvan’ın adı “Grozny İvan” idi; Batılılar bunu dillerine “Korkunç İvan” diye çevirdiler. Gerçekten de katı mutlakiyetçi bir yönetim kurulmuştu; Çar’ın ölümünden kısa bir süre sonra, Birleşik Krallık Kraliçesi Elisabeth’in Rusya’ya gönderdiği elçi, “Çarlık yönetimi Türk yönetimine çok benziyor” diyor, “Rusların Türkleri taklit etmeye çalıştıklarını” iddia ediyordu. Her iki “tiranlıkta da her şey hükümdarın çıkarına uygun şekilde yapılıyordu”. Rusya’nın Batı’ya açılması, Büyük Petro’dan da önce, Boris Godunov döneminde başladı.

•••

Aslında Boris Godunov (1551-1605) toplumsal planda çelişkili bir politika izledi. Bir yandan köylüleri iyice toprağa bağlayarak feodal bağları (serfliği) güçlendiriyor, öbür yandan da İngiltere ile ticareti teşvik ederek bu bağların tasfiyesine zemin hazırlıyordu. Batı’dan öğretmenler getirtiyor, genç Rus öğrencilerini de Batı ülkelerine, okumaya yolluyordu. Henüz Ruslar Osmanlılarla doğrudan ilişkiye geçmemişlerdi; fakat Godunov’un din ve Kırım Hanlığı politikası ilerde bu alanda etkileri kuvvetle hissedilecek uygulamalar oldular.

Boris Godunov ılımlı bir din politikası benimsemiş, ülkesinde Lüterci Protestanların kilise açmalarına izin vermişti. Fakat bu konuda daha da önemli girişimi Rus Patrikhanesi’ni İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesi’nin vesayetinden kurtarmak oldu. Böylece bağımsızlığına kavuşan Rus Kilisesi Balkan halklarını etkileme potansiyeline de kavuşmuş oluyordu. Bu potansiyel 19. yüzyılda gerçeğe dönüşecek ve Rus diplomatları, Engels’in deyimiyle, “halklara ‘özgürlük’, krallara da ‘istikrar ve huzur’ vaat ederken” Kilise bu konuda arkalarında önemli bir destek olacaktır. 

•••

Godunov Kırım’ın stratejik değerini anlamış ve onları Osmanlılara karşı kışkırtmaya başlamıştı. Oysa 15. yüzyılın ortalarında Osmanlı hâkimiyetine giren Kırım Hanlığı Osmanlılar için çok önemliydi ve yaygın bir anlayışa göre eğer bir sultan arkasında bir veliaht bırakmadan ölürse, tahta Kırım Hanı geçecekti. 18. yüzyılın sonlarına doğru Kırım’ın kaybı da, Osmanlı tarihinde de ölümcül bir kırılma noktası teşkil etti. Gerçekten de 1768-1774 Osmanlı-Rus savaşını izleyen Küçük Kaynarca Anlaşması ile Ruslar Karadeniz’e iniyor, 1783’te de Kırım’ı ilhak ederek Boğazlar üzerinde baskı kuruyordu. 

Doğu Sorunu başlamıştı. 

•••

Yükselen Rusya karşısında acze düşen Osmanlı Devleti’nin artık Batılı büyük devletlere (“Düveli Muazzama”ya) dayanmaktan başka çaresi yoktu. Batı Avrupa için de Osmanlılar tehlike olmaktan çıkıyor, asıl tehlike Boğazları ele geçirerek Akdeniz’e sarkma potansiyeli taşıyan Rusya haline geliyordu. Bu tabloda Osmanlı Devleti Batı Avrupa ile Rusya arasında tampon devlet haline geldi ve Osmanlı ordusunu “ıslah ederek” Ruslar üzerine sürmek Düveli Muazzama için bir güvenlik önlemi oldu. İlginçtir ki Ruslar da “Osmanlı Islahat hareketleri”ni kendilerine karşı tezgâhlanan oyunun bir parçası olarak görüyorlardı. Rus diplomatları 1882’de yayınladıkları Rus resmi belgelerinde şu yorumu yaptılar: “1840’dan sonra Babıâlî, Canning’in klavuzluğu ile, İslamizmi Avrupa uygarlığı ile aşılayarak yenileme çabasına girişti. Bu girişim esas olarak bize karşıydı. Latin propagandası ve Polonyalı göçmenler de buna destek oldular.” Böylece 19. yüzyıl, Osmanlılar arasında koyu bir “Moskof düşmanlığı” içinde Türk-Rus savaşlarıyla geçecektir.

•••

Yine de bu uzun yüzyılda Osmanlı-Rus ilişkileri üç “dostluk” parantezi yaşadılar. Bunlardan birincisi Sultan II. Mahmud ile Rus Çarı arasında “Hünkâr İskelesi” anlaşması ile kurulan “dostluk”tu. Kendi valisi karşısında tutunamayan ve İngilizlerden de beklediği yardımı alamayan Sultan Mahmut çaresizlik içinde “yılana sarılmış”, Çar’ın himayesini kabul etmişti. O sırada Osmanlı sultanı için, asi paşanın cezalandırılması ve kırılan onurunun tamiri, her türlü düşünceden önce geliyordu. Öyle ki Fransız Elçisi M. Roussin, Paris’e yolladığı raporda, II. Mahmud’un “Mehmed Ali’nin cezalandırılması için imparatorluğunun yarısını vermeye hazır olduğundan kuşku duymadığını” iddia ediyordu. 

Hünkâr İskelesi Antlaşması aslında Osmanlıların ne istedikleri, ne de benimsedikleri bir şeydi. Üstelik Ruslar, antlaşmadan sonra da Osmanlı yöneticilerini kendi halklarının gözünden düşürmek ve zayıflatmak için sistemli bir çaba sarf etmişlerdi. Şöyle ki, Rus imparatoru, bir “dostluk gösterisi” içinde, kışladaki Osmanlı alaylarına madalya vermek istemiş, neden olarak da Osmanlı askerlerinin anlaşma sırasında Rus askerleriyle “kardeşçe ilişkilerini” ileri sürmüştü. Oysa gerçek durumun çok farklı olduğunu elbette kendisi de çok iyi biliyordu. Ayrıca madalya merasimi Ramazan ayına rastlatılarak, askerler büsbütün kışkırtılmak istenmişti. Nitekim Osmanlı yöneticilerinin bütün isteksizliklerine rağmen Rus Elçisi Boutenief, Çar’ın bu isteğini kabul ettirince Osmanlı askerleri de gerçekten ayaklandılar ve bahtsız sultana da bu ayaklanmanın elebaşlarından yirmi kişiyi idam ettirmek görevi (!) düştü. Bu tutumuyla, Sultan, halkın nefretini kazanıyor ve tüm otoritesini kaybediyordu. Kısa bir süre sonra da İngiltere’den ünlü elçi Stratford Canning geliyor; Babıali’de yıllarca sürecek bir İngiliz hegemonyası başlıyordu. Böylece Osmanlı-Rus dostluğunun bu birinci perdesi hazin bir şekilde kapandı.

•••

“Osmanlı-Rus dostluğu”nda ikinci perde 1869 ve 1871 yıllarında Fuad ve Ali paşaların ard arda ölmeleriyle açıldı. Tahtta Abdülaziz vardı; İngiliz-Fransız baskılarından bunalmış olan Sultan, otoriter nazırlarının sultasından da kurtularak “özgürlüğüne kavuştuğunu” söylüyordu. Onun “ıslahat modeli” de Rusya idi. Şahsına özgü naiflik içinde Fransız elçisine Rusların nasıl başarılı “reformlar” yaptıklarını anlatıyordu. Üç yüz yıl önce Ruslar Osmanlıları taklide çalışırken, şimdi taklit sırası Osmanlılara gelmişti. Sultan Aziz, Damadı Mahmud Nedim Paşa ve Büyükelçi İgnatiev’in hazırladıkları tasarıları onaylayacak, ülke kalkınacaktı. Otuz yıl önceki “Reşit Paşa-Canning” ikilisinin yerini, bu kez “Mahmut Nedim-İgnatiev” ikilisi almıştı. 

Ne yazık ki kısa süren bu ikinci perde de hazin bir şekilde kapandı. 1875’te ülke borçlarını ödeyemez hale gelmiş, iflasa sürüklenmişti. Söylentilere göre Osmanlıları tek taraflı hareket etmeye ve müzakere masasına oturmamaya kışkırtan da İgnatiev olmuştu. Böylece kriz daha da derinleşiyor ve bu hengâmede Sultan da (intihar ya da cinayet) hayatından oluyordu. 

•••

Üçüncü perde Osmanlı İmparatorluğu fiilen tarihe karıştıktan sonra açıldı. Rusya ile Osmanlılar Büyük Savaş’ta karşı karşıya gelmişler, fakat Rusya daha çatışmalar bitmeden bir devrimle savaş alanından çekilmişti. Mağlup cephede yer alan Türkiye’de ise, ulusal güçler ise Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde yeni bir savaşı, bu kez bir varoluş savaşını başlatıyorlardı. III. Enternasyonal’in ikinci kongresinde (Temmuz, 1920) alınan karar, sosyalist bir devrimle ulusal bir devrimi antiemperyalist kavga temelinde birleştirmişti. Bu kez dostluk, Osmanlı-Çarlık ilişkilerinin riya ve aldatmacalarından uzak bir ruh içinde, İkinci Dünya Savaşı’na kadar sürdü.

Nazizm ezildi, savaş bitti; özgür dünya kazandı; fakat o da ne? Sovyet talepleri, Soğuk Savaş, ikili anlaşmalar, NATO derken Canning’in yerini Dulles almış, geleneksel “Moskof düşmanlığı” yeniden hortlamıştı. Menderes’in “Moskova ziyareti” şantajı; İnönü’nün “yeni dünya düzeni” umutları; Demirel’in Sovyet yapımı demir-çelik tesisleri?.. Hiçbiri para etmedi; Sovyetlerle sağlıklı bir ilişki kurulamadı. İşler ancak Rusya’da Putin, Türkiye’de Erdoğan iktidara gelip, ufukta “Çarlık” ve “Sultanlık” hayalleri görününce değişmeye başladı. Oysa kimse aldanmasın; emperyalist metropoller arasındaki kavganın kızıştığı bu günlerde, Türkiye-Rusya ve Erdoğan-Putin dostluğunun (dördüncü perde?), 1920’lerin Türk-Sovyet ve Lenin-Mustafa Kemal dostluğuyla hiçbir ilgisi bulunmuyor. ABD baskısı altında sıkışmış bugünkü AKP iktidarının Rusya kartı, daha çok II. Mahmut’un ya da Abdülaziz’in Rus çarlarından medet ummasını anımsatıyor. 
Ne demeli? 
Karşı devrimin kol gezdiği, 19. yüzyılın “Doğu Sorunu”nun “Ortadoğu Sorunu” olarak yeniden hortladığı bu günlerde hayallere kapılmanın ne âlemi var? 

Evet, tarih –ister trajedi ister komedi şeklinde olsun- tekerrür ediyor; fakat ne yazık ki bunun yükünü de daima aldatılan ve boş hayallere kapılan halk yığınları taşıyor..

Taner Timur / BİRGÜN

Akkuyu, Sinop nükleer güç santralları: Dışa bağımlı enerjide çıkmaz sokak - BİRGÜN/PAZAR

Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğin yarısı için, devletin garanti ettiği alım fiyatı olan 12.35 USD cent; piyasa rayicinin 2,5-3, rüzgar fiyatının ise 3,6 katıdır. Bu yüksek bedeli vatandaşlar ödeyecektir. Bu rakamın ucuz olduğunu iddia edebilmek için ancak ‘eğitim görmüş cahil’ olmak gerekir.

Geçen hafta Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Ankara’dan katıldıkları, abartılı bir gösteri ile Akkuyu Nükleer Güç Santralı’nın (NGS) inşaatının temeli atıldı. Güdümlü medya organları yanlış bilgilerle dolu haberlerle projeyi övmekte birbirleri ile yarıştılar.

Şimdi gelin, söylenen ve yazılan bu işi boş yalanların bir kaçını mercek altına alalım:
1. Akkuyu NES Türkiye’nin Elektrik Enerjisi Açığını kapatacak, Enerji sorununu çözecekmiş (!)
TMMOB Makina Mühendisleri Odası Enerji Çalışma Grubu’nun hazırladığı; Türkiye Enerji Görünümü 2018 başlıklı rapordaki verilere göre; 2017 yılı elektrik üretimi 295,5 GWh. Mevcut 85,200 MW kapasitedeki kurulu güçteki santrallar daha etkin ve verimli kullanılır ise ilave 100-150 GWh elektrik üretim imkanı var. Rapora göre, bugünden sonra yeni hiçbir elektrik üretim tesisi yatırımı yapılmasa bile, mevcut projelere, yapım ve yapım öncesi aşamalarındaki santrallar da eklendiğinde, kurulu güç 127.000 MW’ye ulaşabilecek. Bu kurulu güçle Türkiye’nin elektrik üretiminin yüzde 50 artarak 450 GWh’a ulaşması mümkün. Santralların tam verimli kullanılması durumunda ise, elektrik üretimi 550-600 GWh’a kadar çıkabilir. Bütün bu veriler, bırakın açığı, ihtiyacın üzerinde bir kapasitenin bulunduğunu, Akkuyu NGS’ye ve üreteceği elektriğe hiçbir ihtiyaç olmadığını ortaya koymaktadır.

2. Akkuyu enerjide dışa bağımlılığı azaltacakmış(!)
Bir Rusya Federasyonu devlet şirketi tarafından; teknolojisinden yakıtına, atığına; yapımından işletilmesine kadar her boyutta Rusya’ya bağımlı olan bu santralın kurulması halinde, Rusya ülkemizin doğalgaz, kömür ve petrol gibi enerji girdileri ithalatında üçte bir, toplam enerji arzında ise dörtte bir düzeyinde olan başat payını daha da artacak ve ilk sıradaki yerini daha da pekişecektir.

3. Nükleer santrallar elektriği ucuza üretirmiş(!) 
Bugün özelleşmiş elektrik piyasasında bir KWH elektriğin satış fiyatı 4-5 USD cent aralığında değişiyor. Son rüzgar YEKA ihalesini üstlenen grup kuracağı 1000 MW güçte rüzgar enerjisi santrallarında üreteceği elektriği 3.48 USD cente satmayı kabul etti. Akkuyu NGS’nin üreteceği elektriğin yarısı için, devletin garanti ettiği alım fiyatı olan 12.35 USD cent; piyasa rayicinin 2,5-3, rüzgar fiyatının ise 3,6 katıdır. Bu yüksek bedeli vatandaşlar ödeyecektir. Bu rakamın ucuz olduğunu iddia edebilmek için ancak ‘eğitim görmüş cahil’ olmak gerekir.

Akkuyu santralının yılda 38 milyar KWS elektrik üretmesi planlanmaktadır. Bunun yarısı olan 19 milyar kilowatsaat için devletin bir yılda ödeyeceği bedel 2 milyar 346 milyon ABD dolarıdır. Aynı elektriğin piyasa fiyatı olan ortalama 4.5 ABD cent/KWH’yi bedelle alsa, ödeyeceği miktar, 855 milyon ABD Doları olmaktadır. Yani vatandaşın cebinden fazladan yılda 1 milyar 491 milyon ABD Doları, on beş yılda toplam 22,3 milyar dolar yatırımcı Rus şirketine aktarılacaktır. Bu uygulamayı hangi sözcüklerle nitelendirileceklerine okurlar kendileri karar verebilirler.

4. Nükleer santrallar Türkiye’ye çağ atlatırmış(!) 
Yakıtından, atığına; yapımından işletilmesine kadar her boyutta Rusya’ya bağımlı olan ve bir Rus şirket tarafından işletilecek bu santralın; Türkiye’ye nükleer teknolojiyi getirmekle kalmayıp, geliştireceği ve çağ atlatacağını söyleyenler boş konuşmaktadır.

Türkiye’nin planlı bir enerji stratejisi olmadığı gibi, nükleer enerji ve nükleer teknolojinin kullanımıyla ilgili olarak; temel ilkeleri ve bu alanda görev yapacak kuruluşları tanımlayan ulusal politika ve strateji belgesi, yol haritası, eylem planı gibi yasal düzenlemeleri yoktur. Nükleer enerji ile ilgili bir stratejik bir yaklaşım olmadığı gibi, kurulmak istenen santralların saptanmasında, ülke şartlarına uygun ve transfer edilebilecek nitelikte bir teknoloji seçimi gibi ölçütler de bulunmamaktadır. Akkuyu’da Rusya, Sinop’ta Fransız-Japon, İğneada’da Amerikan-Çin kırması şirketler, dünyada örnekleri olmayan reaktörleri seçerek, ülkeyi deneme tahtası yapmakta beis görmemektedir. Nükleer yakıt, atık, risk gibi kavramlara aşina olmayan, nükleer santral kurmanın ve işletmenin ne denli ciddi bir iş olduğunu kavramayan, Rusya’da nükleer santrallarla ilgili lisans düzeyinde eğitim alan öğrencilerle santral işletmeciliğini yapabileceğini sananlara güvenilemeyeceği açıktır.

5. Nükleer santrallar Türkiye için stratejikmiş(!)
Strateji, stratejik yaklaşım, sistem analizi vb. kavramları anlamamış oldukları halde; strateji sözcüğünü çok sık kullanan bazı yöneticiler; nükleer santralların Türkiye için stratejik olduğunu da tekrarlamayı pek severler. Oysa Akkuyu NGS, Rusya için çok stratejik bir politikanın uygulaması iken, biçim için ülkemize atılmak istenen bir kazıktır.

Rosatom, Akkuyu’da yönetimi de, mülkiyeti de kendine ait olan bu santralı kurabilirse, bu örneği diğer ülkelerde de yaygınlaştırma ve çok sayıda ülkeyi kendine bağımlı kılma yolunda önemli bir adım atmış olacaktır. Bunun Rusya için stratejik bir kazanım olacağı açıktır.

Santralların yapımında, yerel müteahhitlere sus payı olarak bazı inşaat işleri yaptırılırken, işin en kazançlı kısımları Rus şirketlerince üstlenilecektir. Rusya’da devletin nükleer enerji kurumu Rosatom’un iştiraki Rusatom Energo International’ın Genel Müdürü Anastasya Zoteyeva’nun, Akkuyu Nükleer Santralı’nın inşasının Rusya ekonomisinde ciddi bir gelişme sağlayacağını ve Ruslar için binlerce istihdam alanı yaratacağını belirtmesi ve “Bu başta makine inşa, yan ürünler ve metalürji alanında trilyonlarca rublelik sipariş demek… Elbette Rosatom için de çok sayıda sipariş söz konusu. Neredeyse önümüzdeki 100 yıl için bu siparişleri alacağız” demesi, nükleer santralların kimin için stratejik olduğunu ortaya koymaktadır.

Bunun yanı sıra, Akkuyu NGS projesine, iktidar tarafından “Stratejik Yatırım” statüsü verilmiştir. Bu projede KDV istisnası, gümrük vergisi muafiyeti, vergilerden %90 oranında indirim, %50 oranında yatırıma katkı, KDV iadesi desteği, yatırım yeri tahsisi, faiz desteği vb. milyarlarca dolar bedelinde desteğin; yurttaşların sırtından yatırımcı Rus şirkete aktarılmak istenmesi de, santralın kimin için stratejik olduğunu gösteren ayrı bir detaydır.

6. Hukuki denetimden kaçmak mümkünmüş(!)
1980’lerden bu yana ülkemizde Turgut Özal’ın “Anayasayı bir kere delsek ne olur?”, “Benim memurum işini bilir?” gibi ifadeleriyle yaygınlaştırılan, idarenin işlemleri üzerindeki yargı yetkisini sınırlayan uygulamalar, bugünkü siyasi iktidar döneminde daha da yoğunlaşmıştır. Bir yandan idarenin işlemlerine karşı dava açma hakkı, doğrudan zarar görme gibi koşullarla sınırlanırken, bazı kişiler ve mahkemeler Anayasa Mahkemesi kararlarını bile tanımadıklarını ifade edebilmektedir. İdarenin işlemlerini iç hukuk denetiminin dışına çıkarmak amacıyla; Akkuyu ve Sinop projelerinde görüldüğü üzere, hiç gereği olmadığı halde şirketler arasındaki ticari anlaşmaları TBMM onayından geçirme, uluslararası sözleşme niteliği kazandırma ve ulusal iç hukukun denetimi dışına çıkarmaya çalışmak, bu tür sözleşmelerin toplum ve ülke çıkarları doğrultusunda değiştirilmesini güçleştirmeye yönelik bir yasal hile değil midir?

Öte yanda, Akkuyu NGS için verilen “ÇED uygundur” kararının ve dayandırıldığı yasal düzenlemelerin iptali için açılan davalarda hukuki süreç devam etmektedir. Davacı TBB-TTB-TMMOB ve yerel kuruluşların iptal talebi, Danıştay 14. Dairesi tarafından reddedilmiş ancak davacılar tarafından temyiz edilmiştir.

Peki ne yapmalı?
Akkuyu NGS ile ilgili olarak ÇED raporunun iptali için açılan davada, davacıların talebi üzerine, mahkeme tarafından ilgili makamlardan gönderilmesi istenen Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nın ülkemize yönelttiği sorular ve bu sorulara enerji yönetiminin verdiği yanıtlar, “gizli “olduğu gerekçesiyle Türkiye yurttaşlarından saklanmıştır. Bu bilgilere mutlaka erişmeli ve tüm toplumla paylaşmalıyız.
Pek çok ülkede, kamu kaynaklarının tahsis edileceği projelere ve yasal düzenlemelere dair kararlar, toplum yararının olup-olmadığını araştıran, ekonomik ve sosyal fayda maliyet analizi, maliyet etkinlik analizi gibi kapsamlı çalışmalara dayanmaktadır.

Bizler de,

-Toplum yararı ölçütünün, fayda maliyet analizi gibi yöntemlerin, ilgili kurumların lisans/ruhsat/izin verme süreçleri ile ilgili bilgilerin mevzuata eklenmesini,
-ÇED raporlarının, incelenen yatırımın çevresel, ekonomik ve toplumsal etkilerini gerçekten sorgulayan ve olası risklerin neler olabileceğini ve nasıl giderilebileceğini araştıran bir içerikte olmasını, başta yöre sakinleri olmak üzere yatırımdan etkilenecek tüm kesimlerin görüşlerini dikkate alarak hazırlanmasını, mevzuatta bu doğrultuda düzenlemelerin ivedilikle yapılmasını,

-Kapalı kapılar ardında, gizli görüşmelerle yapılan hiçbir anlaşma, geliştirilen hiçbir plan ve projenin, hangi gerekçe ile olursa olsun, ülke ve toplum çıkarlarının üzerinde olamayacağını, hiçbir bilginin ülkenin kurumlarından ve yurttaşlarından saklanamayacağını;

-Acele kamulaştırma denen, sermayenin enerji yatırımları için, yurttaşların oturdukları evlerden, topraklardan, çevrelerden koparılmasına, sürgün edilmesine dayanak olan yasal düzenlemenin iptal edilmesini, insan haklarına aykırı bu uygulamanın derhal sona ermesini,

-Enerji yatırımlarını teşvik iddiasıyla, ülkenin ve toplumun ortak varlığı olan verimli tarımsal arazilere, ormanlara, tarihi ve kültürel sit alanlarına enerji tesisleri kurulmasına izin veren düzenlemelerin iptal edilmesini; verimli tarımsal arazilerin, ormanların, tarihi ve kültürel sit alanlarının yok edilmesinin önlenmesini,

-Kullanılamayan bir hakkın hak olmadığı gerçeğinden hareketle, toplumsal adalet için, idari ve adli, tüm yargı süreçlerinin, halkın ve demokratik kuruluşların hatalı uygulamalara yasal itiraz hakkını sınırlayan, önleyen (hatalı yoruma açık “doğrudan zarar görme” şartı, yüksek dava açma harçları ve çok yüksek bilirkişi ücretleri vb. gibi) tüm düzenlemelerden arındırılmasını
-Bugünden sonra enerji üretim tesislerinin, kamusal bir planlama anlayışı içinde, esas olarak rüzgâr, güneş, jeotermal, biyokütle vb. yenilenebilir enerji kaynaklarına dayalı olarak ve toplum çıkarlarını gözetir biçimde kurulmasını, savunmalıyız.

Son söz
Verimli tarımsal arazilere, ormanlara, SİT alanlarına, yerleşim yerlerinin yakınına santral kurulmamalıdır. Trakya’da, Yumurtalık’ta, Eskişehir-Alpu’da, Çanakkale’de ve bir çok yerde kömüre dayalı termik santral, Sinop, Akkuyu ve İğneada’da nükleer santral, Doğu Karadeniz'de, Dersim'de, Alakır'da, Göksu'da, Türkiye'nin dört bir yanındaki HES’ler gibi; bölgede yaşayan halkın istemediği tüm projeler iptal edilmelidir.

Kirlenmeden, kirletmeden, barış içinde, eşit, özgür, adil, aydınlık bir dünya ve bağımsız ve demokratik bir Türkiye dileğiyle… 
Mücadeleye devam!

Oğuz Türkyılmaz - TMMOB MMO Enerji Çalışma Grubu Başkanı
BİRGÜN / PAZAR