18 Nisan 2018 Çarşamba

Başlama vuruşu yine Bahçeli’den-KEMAL CAN

MHP lideri Bahçeli, defalarca yaptığını yine yaptı ve erken seçim çağrısıyla fişeği ateşledi, süreci başlattı. Üstelik de, 26 Ağustos olarak verdiği tarih, seçimin hayli erken yapılmasını ve sıkışık bir takvimi öngörüyor. Hazırlıklarına hız verilen cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi uyum yasaları ve cumhurbaşkanlığı seçimi için gerekli düzenlemelerin ramazandan önce Meclis’ten çıkartılması; haziran ortasındaki Ramazan Bayramı ardından da AKP’nin kongresini yapması gerekiyor. Seçimin Bahçeli’nin söylediği tarihe yetişmesi için YSK’nin en iyi ihtimalle 2 veya 3 ay hazırlık sürecine ihtiyacı olacağı düşünülürse, uyum yasalarıyla birlikte erken seçim kararının da yazdan önce Meclis’e gelmesi lazım.

Tıpkı 2002 seçim kararında olduğu gibi Bahçeli’nin kendi partisinde uzun uzadıya bir istişare yaptığını düşünmek için bir neden yok. Devlet Bahçeli’nin bütün erken kararlarında ve çıkışlarında olduğu gibi, milletvekilleri hatta parti yöneticileri bile haberi televizyonlardan öğrenmiş olabilir. Fakat, Bahçeli’nin Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan ve iktidar koalisyonunun önemli aktörlerinden tamamen habersiz, sürpriz bir çıkış yaptığını kimse düşünmüyor. Erdoğan’ın ve AKP yöneticilerinin ilk tepkileri de, büyük bir şaşkınlıktan çok, ihtiyatlı bir “karşılama” şeklinde. Parti yöneticileriyle konuyu değerlendiren Tayyip Erdoğan’ın, Bahçeli’yle görüşmesinin ardından son sözü söylemesi bekleniyor.

Hâlâ hafızalarda canlı olan ve “yeni Türkiye”nin yolunu açan 2002 çıkışı bir kenara bırakılsa bile, yakın dönemde Bahçeli’nin yaptığı erken hamlelere ve yarattığı sonuçlara bakılacak olursa; hemen hiçbirinin “boş” çıkmadığı kolayca görülebilir. 7 Haziran 2015’te hemen seçim gecesi yaptığı “koalisyonlara girmeyeceğiz” açıklaması Türkiye’yi 1 Kasım’a götürdü. “Filli durumu hukukileştirmenin zamanı geldi” diyerek başlattığı sürecin sonunda Türkiye 16 Nisan referandumu ile yeni bir rejimin kapısını açan anayasa değişikliklerini yaptı. “Baraj kaldırılsın” diyerek açtığı tartışmanın sonunda Türkiye “cumhur ittifakı” ile tanıştı. Ve Bahçeli, şimdi de erken seçim istiyor ve bu hamlelenin de “boş” çıkmaması büyük olasılık.

Erdoğan, aksini söylese de, süreklileşmiş seçim atmosferini sıcak tutmaktan hiç vazgeçmedi ve “erken seçim” gündemini muhalefete bırakmadan, örtülü biçimde “biz ne zaman istersek” havasında tuttu. Pek çok siyasi araştırmacı ve yorumcunun ve bazı AKP’lilerin konjonktürel gidişatın iktidarın aleyhinde olacağını söylemesine rağmen Erdoğan, zamanı lehine çevirebileceğine hep inandı. Küçük tasfiyelerle “metal dinlendirme”, Afrin ile “diriliş hamlesi”, teşvik paketiyle ekonomik “rahatlama”, özel düzenlemelerle avantajların “artması” ve zamanla muhalefetin “sıkışması” umudunu sürdürdü, aksini söyleyen anketlere bile yasak koydu. Fakat gelinen nokta Erdoğan’ın “özgüvenini” doğrulamıyor. Dolayısıyla asıl soru şu: İktidarda ismiyle müsemma bir rolü olan Devlet Bahçeli, Erdoğan ikna olduğu için mi yoksa Erdoğan’ı ikna etmek için mi devreye girdi? Tartışmayı başlatıyor mu, bitiriyor mu?

Başta ekonomi olmak üzere, pek çok alanda seçim baskısının taşınamaz hale gelmesi yanında, iktidar ittifakı partilerinin kadro ve tabanlarında da rahatsızlık potansiyelinin harekete geçmesi de bu çıkışta etkili. Çünkü, eş teşkilatlar haline gelen MHP ve AKP’de, seçim hedefiyle yoğun bir “meşguliyet” üretilmediği takdirde, sıkıntıların artacağı anlaşılıyor. MHP’nin, Erdoğan’ı destekleme konusunda vereceği fire zaman geçtikçe azalmıyor, artıyor. İyi Parti’nin yaptığı olağanüstü kongre ve ardından gelen medya ataklarıyla durgunluğu üzerinden atmış görünmesi ve Saadet Partisi’nin ittifaka ikna edilememesi yetmezmiş gibi, AKP’lileri “başka seçeneklere” ikna etmeye başlaması da önemli tehditler. HDP’de ısrarını sürdüren Kürt oylarının geri dönmesi değil giderek erimesi de zamanı negatif değişken haline getiriyor. Konjonktürel zorlukları seçmen üzerinde “istikrarsızlık tehdidi” olarak kullanma şansı da zamana yaymaya uygun görünmüyor. Ve öncülük görevi, başlama vuruşunu yapmak yine Bahçeli’ye düşüyor.

Kemal Can / CUMHURİYET

17 Nisan 2018 Salı

Atalet yürüyüşü - ORHAN GÖKDEMİR

2016 yılı Temmuz’u. AKP darbe girişimini bahane ederek Olağanüstü Hal ilan etti. Hâlbuki darbe başarısız olmuştu zaten. Kolluk tutacağını tutmuş, yakalayacağını yakalamış, kaçanı kovalıyordu. OHAL’in ne gereği var, belli değildi.

İkinci yılını doldurmakta olan bu uygulamaya darbe girişimini bahane gösterenlere hatırlatayım. AKP darbe girişiminden bir yıl önce İç Güvenlik Yasası çıkardı. Bu yasayla kolluğun yetkilerini genişletti. Düşünün, ortada bir olağanüstü hal yok, sıkıyönetim ilan edilmiş değil ama kolluk yetkileri olağanüstü genişletiliyor. Tek bir anlamı vardı düzenlemenin;  Olağanüstü hal ilan edilmeden, olağanüstü hal aygıtlarının kullanılmak istenmesi. Yani darbeden bir yıl önce AKP olağan hali çoktan olağanüstüleştirmişti.
Mesela bu kanunla, idarenin birer ajanı olan vali ve kaymakamlar özel yetkili savcılara verilen yetkilerle donatıldı. Yürütme, böylece, adli fonksiyonun bir kısmını üstlenmiş oldu. Ortalıkta henüz OHAL KHK’ları yoktu ama torba yasalar vardı. Araç ve üst arma için yargıç iznini kaldırdılar. Kolluğun silah kullanmasını daha da kolaylaştırdılar. O kadar faşizan bir düzenlemeydi ki belli suçlarda mülki amirlerin işaretiyle kolluk amirine gözaltına alma yetkisi bile verildi. “Al bunu al al” repliğinden hatırlayacaksınız. Bütün bunlar ortada dururken üzerine bir de OHAL ilan ettiler. O gün bugündür yürürlükte. Sıkıyönetim ilan etmediyseler sebebi hâlâ askerden huylanıyor olmalarıdır.

Bir hatırlatma daha. İki yıl önce OHAL düzenlemesi Meclis’te görüşmeye hazırlanırken Kılıçdaroğlu partisini serbest bıraktı. Yani CHP’li vekillerin kişisel kanaatine göre oy kullanmasını sağladı. Hâlbuki AKP’nin OHAL ilan ederek karşı darbe yaptığı gün gibi ortadaydı. Vekillerini hayır oyu vermeye çağırmaya cesaret edemedi, bugünkü tablonun oluşmasına dolaylı da olsa katkı yaptı.

Dün Kemal Kılıçdaroğlu’nun işaretiyle işte bu OHAL rejimini protesto eylemleri yaptı CHP’liler. “Adalet Yürüyüşü”ndeki hava yoktu meydanlarda. Çok sönük geçti eylem.

***

Mühürsüz 16 Nisan’ın, şaibeli referandumun yıldönümüydü dün. Bu konuda da konuştu Kılıçdaroğlu, “Bugün 16 Nisan mühürsüz seçimin, demokrasi ayıbının yıldönümü” dedi. Hafızası müthiş. Bir tek “ayıp”taki katkısını hatırlamıyor.

Hâlbuki bir yıl önce 16 Nisan’da milyonlar sandık başına gitmiş, AKP ve MHP'nin başkanlık ittifakına "hayır" demişti. Yapılan onca usulsüzlüğe ve YSK'nin son dakika “mühürsüz” müdahalesine rağmen Ankara ve İstanbul gibi kentlerde "Hayır" oyları öne geçti. Koşup o telaşla, daha oylar sayılmadan AKP’yi muzaffer ilan ettiler. Halk sokaklara döküldü, polis birçok yerde usulsüzlüğe tepki gösterenlere saldırdı. Herkesin gözü onun üzerindeydi. O gün ülkenin kaderini değiştirme şansını ellerinin arasında tutuyordu. Bütün bunlar olurken o çıktı, tuhaf, anlamsız bir açıklama yaptı. Sokaktaki CHP’lileri evlerine gönderdi. Tek vaadi YSK’ya itiraz etmekten ibaretti.

Ertesi gün mühürsüz oyları geçerli sayan YSK’ya itiraz ettiler. Reddedilecekleri daha başından belliydi.

Bu ataletine tepkiler artınca daha tuhaf bir açıklama yaptı. "Karşı taraf silahlıydı. Bu tür duyumlar aldık. Partideki arkadaşlarla o gece (referandum gecesi) bunu tartıştık. Ve sürekli eylem, protesto gösterileri için vatandaşlarımıza ‘sokağa çıkın’ çağrısında bulunmadık. Çok vahim olaylar çıkabileceği endişesi nedeniyle, bu sorumluluğu almamaya karar verdik" dedi.

Fakat dün sokağa çağırdı aynı kitleyi. Arada AKP’nin silah bıraktığını duymuş olmalı. Tuhaf, sırlı danışmanları var, biz ne bilelim!


Bir tuhaflık daha. CHP’lileri sokağa çağıran Kılıçdaroğlu eyleme katılmak yerine bir oteldeki önemsiz sempozyuma katılmayı tercih etti. Yani “Adalet Yürüyüşü”nde “tek başıma yürüyeceğim kimse gelmesin” diyerek yürüyüşün kitleselleşmenin önüne duvar ören Kılıçdaroğlu, dünkü eylemlerin önüne de katılmayarak duvar örmüş oldu. Parti lideri değil, parti duvarıdır.

***

Sonunda, o olup biteni seyrederken mühürlü-mühürsüz atı alan Üsküdar’ı geçti. Artık ne Meclis kaldı, ne hükumet. Başbakan zavallı bir memur derecesine düşürüldü, boş salonlara bakarak kendi kendine konuşup duruyor. Milletvekillerinin hali ondan daha perişan. CHP’nin çok ünlü vekillerinden biri memleketinde etrafındaki 10 kişiyle eylemdeydi dün. Belli ki kareye girenlerin yarısı kendi kişisel mahiyetiydi. soL, bu eylem yapıldığı sırada AKP ve CHP'li vekillerin mutsuzluğunu haber veriyordu. İşsiz kalan zavallılar son umut kapağı belediyelere atmaya çalışıyordu yazıldığına göre. Bakın İstanbul’a, CHP’nin müstakbel başkan adayları milletvekili sayısını çoktan aşmış durumda.

Bu arada işsiz kaldığını idrak edemeyen tek kişi yine Kemal Kılıçdaroğlu. “Seçimi kazanacağız niye boykot edelim” diye mırıldandı geçen gün. Belli ki ortada kazanabileceği bir seçim olduğunu sanıyor. Bitti seçim. Meclis, İsmail Kahraman eğlensin, cumhuriyetin ölüsü üzerinde tepinsin diye açık tutuluyor. Bakanlar kurulu falan hikâye. Sarayda sayısını bilmediğimiz danışmanlar ordusu bakanların işini üstleneli yıllar oluyor. Yani “demokrasi” koca bir yalandan ibaret.

CHP lideri ne yapıyor buna karşı diyecek olursanız, söyleyeyim. Sevgili Mehmet Ali Çelebi’ye oyları çaldırmama görevini yükledi. Oylar çalınmasın diye sandık bekleyecek arkadaşlar. Seçimi çaldılar hâlbuki. Yapılabilecek tek şey seçim hakkını geri almak için mücadele etmekten ibaret. 
  
***

Ülke imam hatiple doldurulup, baştan ayağa dinselleştirilirken “Medine Vesikası”nda ilk insan hakları belgesi bulabilen bir liderdir hazret. Hâlbuki İslam olmayanları kandırma belgesidir o. İç politikası bu. Dış politikası ise ülkemize sığınmış Suriyelileri Suriye’ye savaşmaya göndermek üzere kurulu. Ne zaman Suriye politikası patlasa AKP’yi rahatsız etmemek için zavallı sığınmacılara laf söylüyor. Üç milyon insanı savaşa göndersinlermiş! Kimin safında kime karşı söylese de öğrensek. Öyle cahilce bir lakırdı ki kahvehanede söylesen ayıplarlar insanı. Danışmanlarının başına gelenleri, verdiği Yenikapı fotoğrafını terbiyemden hatırlatmıyorum. Sadece onlar değil, partisine yönetici seçtiklerinin çoğu ya AKP eskisi ya İslamcı artığı. O kadar sağıcı ki, sonunda Meral Akşener ve Temel Karamollaoğlu bile onu sollamayı başardı.

Önceki gün çıktı Karamollaoğlu hakkındaki gözlemlerini aktardı. Şöyle dedi, “Türkiye’nin sorunlarını sağlıklı analiz ediyor. İktidarın, sorunların kaynağı olduğunu da gösteriyor.” Kendisinin hiç yapamadığı şeylerdir bunlar.

***

Kendi seçiminde oy kullanmayarak Türk siyasal tarihinde çığır açan beyefendi, dün de kendi eylemine katılmayarak siyasal çizgisine sınıf atlattı. Halkımız bugüne kadar çaresizlikten gidip gidip işte bu atalete verdi oyunu. Tek beklentisi AKP’yi durdurmasıydı. O ise kaybettiği her seçimden sonra koşup AKP’yi iktidara ittirdi.
Ama sonunda oyun bitti. Bir kifayetsizin uzun “atalet yürüyüşü” dramatik bir şekilde sona ermek üzere. 

Siz de bu siyasal atalet üzerinden AKP’nin değirmenine su taşımaktan yorulmadınız mı? Peki, ne duruyorsunuz?

Orhan Gökdemir / SOL

Kolektif emperyalist cephe kaybederken - İBRAHİM VARLI

Emperyalist barbarlığın son örneği olan Suriye saldırısı yaklaşmakta olan tektonik kırılmanın öncü sarsıntısı. ABD, İngiltere, Fransa “şer üçgeni”nin Libya ve Irak saldırılarında olduğu üzere uluslararası hukuku hiçe sayarak gerçekleştirdiği saldırı, yaklaşmakta olan büyük çarpışmanın ilk raundu.

İkinci Dünya Savaşı sonrasımda mutlak bir güç olarak tarih/siyaset sahnesine çıkan ABD’nin gerileyen hegemonyasına bağlı olarak, liderliğini yaptığı emperyalist, kapitalist düzende de yarıklar oluşuyor. ABD’nin gücü azaldıkça yeni aktörler doğan boşluğu doldurmaya soyunuyor. ABD’nin küresel güç dengeleri bağlamındaki ‘hegemon güç’ konumu zedelenirken, Çin’in ekonomik gelişimi, Rusya’nın askeri güç projeksiyonlarında ABD’ye kafa tutma kapasitesi Washington’ı rahatsız ediyor.

Milenyum çağı olarak adlandırılan yirmi birinci yüzyıl, iki büyük dünya savaşına sahne olan yirminci yüzyılı aratmayacak bir küresel hegemonya mücadelesine tanık oluyor. Latin Amerika’dan Asya Pasifik’e, Güney Çin Denizi’den Ortadoğu’ya, Doğu Avrupa’dan Kara Afrikası’na bu kapışmanın izlerini görmek mümkün.

ABD, İngiltere, Fransa, Japonya ve AB’den müteşekkil “kolektif emperyalist cephe” sadece Suriye’de değil yerkürenin dört bir tarafında istediği oyunu kurmakta zorlanıyor. Yemen, Doğu Ukrayna, Libya, Afganistan, Somali. Kriz cephelerinin tümünde ellerine yüzlerine bulaştırdılar. Suriye gibi lokal “kontrollü” saldırılar zevahiri kurtarma çırpınışları.

•••

Sovyetler Birliği’nin dağılmasının ardından liberal kapitalist düzenin “tarihin sonu” geldi mottosuyla “Soğuk Savaş” sonrası için kurguladığı tek merkezli “yeni dünya düzeni” iflas etti. Sadece 20. yüzyılın değil, 21. yüzyılın da Amerikan yüzyılı olacağı iddialarıyla kutsanan neo liberal düzenin tökezlemesinin yarattığı buhran sarsıntılara yol açarken, yeniden paylaşılmaya çalışılan küresel düzende aktörler kıyasıya bir kapışma içerisinde.
Soğuk Savaş’tan bu yana yeniden hızlanan yarışta ekonomik, siyasi, askeri çıkarların yollarını kesiştirdiği güçler arasındaki rekabet yükseliyor. Uluslararası sistem ve yerleşik güç dengeleri çalkantılı bir döneme girerken, nükseden rekabet yeni kriz dinamikleri yaratıyor.

Milyonların yaşamını yitirdiği, kentlerin haritalardan silindiği iki büyük paylaşım savaşına yol açan hegemonya çatışmasının 21. yy’a özgü bu versiyonunda hızlanan rekabet küresel aktörlere tehlikeli sularda kulaç attırırken, restleşmeler açık bir cepheleşmeye yol açmış durumda. ABD hegemonyası gerilese de kuşkusuz ki halen dünyanın en büyük hegemonik gücü ABD. Ve bu gücünü de birçok alanda fütursuzca kullanmaktan imtina etmiyor.

Çok kutuplu bir sürecin arifesindeyiz. Yeni bir “soğuk savaş” türbülansına girilmiş bulunuluyor. Ancak bu yeni savaş öncekinden temel olarak farklı. Bu yeni düzende karşımızda iki kutuplu, iki farklı sistemli bir hegemonya dengesi yok. Rekabet ideolojik olmaktan çok ekonomik, askeri ve politik. Hesaplaşma siyasi, ekonomik ve de en ideolojik silahlarla sürdürülüyor.

ABD, NATO ve AB üzerinden uzun süredir Rusya’yı askeri olarak, Çin’i ise son “ticaret savaşı”yla ekonoik olarak çevrelemeye çalışıyor. ABD’nin Doğu Avrupa’da kurmaya çalıştığı füze kalkanı projesi, NATO’nun Baltıklar’da artan askeri varlığı, AB’nin Doğu Ortaklığı projesiyle Rusya sınırlarına doğru genişlemesi gibi hususlar bu kuşatmanın bir yansıması. Gümrük vergilerinin getirilmesi, koruma kalkanının oluşturulması, ticaretin engellenmesi de ekonomik savaşın göstergeleri.

•••

Suriye, ABD emperyalizminin büyük darbe yediği bir savaş sahası. Birer yıl arayla yapılan iki saldırının temel nedeni buradaki istikrarsızlık üzerinden varlığını sürdürmek. Kaos, savaş, çatışma emperyal güçlerle onların taşeronlarının buralardan beslenmesi demek. Suriye’de savaşın birinci raundu biterken taraflar birbirilerinin güçlerini, reflekslerini ve de tepkilerinmi sınamış oldu. Hegemonya, nüfuz, paylaşım savaşı henüz bitmiş değil. Yeni saldırı ve müdahaleler de kapıda. Saflar sıkılaştırılırken, yeni cepheler oluşturulup yeni pozisyonlar alınırken, ABD emperyalizminin bölgeden çekilmesini safdillik olur.

İbrahim Varlı / BİRGÜN

Ortadoğu uzmanı Hüsnü Mahalli: Saldırılar artarsa en çok zararı Türkiye görür - MELTEM YILMAZ

Ortadoğu Uzmanı Hüsnü Mahalli ‘Suriye saldırısı, Batı’nın emperyalist ve saldırgan tavrını bir kez daha gösterdi. Saldırıların artması orta ve uzun vadede Türkiye’ye ve bölgeye ciddi zararlar verir’ diyor.

ABD öncülüğünde Suriye’ye gerçekleştirtirilen müdahale sonrasında uluslararası ilişlkilerin ne şekilde dizayn edileceği, söz konusu müdahalenin sonuçlarının ne olacağı sorusunu gündeme getirdi. konuyla ilgili gazeteci yazar ve Ortadoğu uzmanı Hüsnü Mahalli meselenin arka planını BirGün’e değerlendirdi. Mahalli’ye göre emperyalist Batı kontrolü kaybettiği için ne yapacağını şaşırmış durumda ve saldırının altında bu gerçeklik yatıyor.

»Öncelikle genel değerlendirmelerinizi alabilir miyiz? Bu operasyonun bölgesel sonuçlarını değerlendirir misiniz?
Bölgesel sonuçlar öncesinde bölgesel ön gelişmelere bakmak gerekir. Suudi Veliaht ve yakın gelecekte kral olması beklenen prens Muhammed bin Selman, 19 gün boyunca ABD’degörüşmeler gerçekleştirdi. Görüşmediği hiç kimse kalmadı. Bu da yetmedi 40 kadar Yahudi lobi örgütü lideri ile buluştu ve onlara ‘Peygamber de Yahudi bir kadın ile evlendi’ diyerek İsrail’e olan aşkını ilan etti. Dönmeden önce ABD ile kölelik anlaşması imzaladı. Bu anlaşma önümüzdeki 50 yılın gelişmelerine etki yapacak ve damgasını vuracak şekilde kurgulandı, planlandı. Muhammed Washington’dan ayrıldı bir gün sonra onun düşmanı Katar emiri Temim Beyaz Saray’da Trump ile poz verdi. O da kölelik anlaşmasını yeniledi.

»BAE emiri de bu hafta Beyaz Saray’da olacak.
Körfez’de iş tamam olunca Suriye’ye saldırı vacip yani elzem oldu. Çünkü bu ülkeler ve diğerleri ‘Arap Baharı’ sürecinde Esad’ı devirmek için hayal edilmeyecek işlere kalkıştılar. Bu iş için 137 milyar dolar harcadılar. Bunu ben değil Katar’ın eski Başbakanı Hamed Bin Casim söyledi . Adam’Esad’ı ortadan kaldırmak için hep birlikte Suriye’ye adam soktuk, orada savaşanlara silah ve para verdik ve Suriyeli subay ve önemli kişileri satın almak için milyonlarca para dağıttık ve hepsini Türkiye üzerinden yaptık’dedi. Sonuç ortada. Yani Esad yerinde duruyor ve son bir yılda çok güçlendi ve ülkeye neredeyse tamamen kontrol ediyor. Amerikalıların işgali altındaki PYD bölgesi hariç. Ayrıca TSK’nın kontrol ettiği bölge var. Şimdi saldırı sonucuna gelelim. Saldırı bir fiyasko. Ama önemli olan Türkiye’nin tavrı.

»Türkiye’nin tavrı sizce nasıl?
Ankara’da ABD aşkı canlandı. Türkiye düşmanları; ABD, Fransa ve İngiltere Suriye’yi bombalıyor ama Ankara seviniyor. Merak ediyorum bu ya da benzeri bombalamalarla Esad devirilip Suriye’de Kürt devleti kurulsaydı Ankara yine de sevinecek miydi?. Dolayısıyla bu saldırının en önemli sonucunu Türkiye’nin ABD ile olası ilişkileri ve Rusya ile İran’ın olası tepkilerine bakarak analiz etmek gerekiyor.

»Kimyasal silah deposunun imha edildiği ve hala kullanılabilecek kimyasal silahlar olduğunu ifade etti Pentagon yetkilileri. Devamı gelir mi?
Saldırının devamı yok ve olmayacak. Zaten bu saldırının kendisi çok komik ve aptalca. Hiç kimse ölmedi ve yalnızca 3 yaralı var. Vurulduğu söylenen yerlerde, yani kimyasal araştırma merkezlerinde, havaalanlarında ve askeri üslerde belki de robotlar çalışıyor ve görev yapıyordu. İşin komik tarafı Pentagon ‘kimyasal silah depolarını imha ettik ‘ diyor ama bu depolardaki kimyasallardan hiç kimse ölmüyor. Belki Amerikalılar un stoklarını kimyasal sanmışlardır.

»ABD, İngiltere, Fransa’nın suriye’deki hava harekatını değerlendiren Dışişleri Bakanlığı’nca “duma saldırısı karşısında tüm insanlığın vicdanına tercüman olan bu operasyonu memnuniyetle karşılıyoruz” denildi. Türkiye’nin bundan sonraki pozisyonu ne olacak?
Türkiye’nin beklenen tavrına en iyi karşılığı Saadet Partisi lideri Karamollaoğlu verdi. Ankara saldırıyı destek verebilir. İncirlik ve Kürecik’ten sınırsız destek verilebilir. Ama en azından bu saldırının Kandil gecesinde yapıldığını hatırlamalıydı. Amerikalılar özellikle. bu geceyi seçerek Sevgili Peygamberimizin Mirac’ından intikam almak istedi. Bu saldırı tüm Müslüman alemini hedef almıştır. 2003’te 19-20 Mart gecesi Amerikalılar camilerden yükselen ezan sesiyle Bağdat’ı bombaladılar. Saddam bir bayram sabahı idam edildi. Batı kindar, gaddar ve nefret doludur. İyi de onlarla işbirliği yapanlara ne demeli?

»Putin bu saldırının yıkıcı bir etkisi olacağını ifade etti. Uluslararası ilişkiler sistemi içeirisinde nasıl bir etkisi olacaktır?
Türkiye’nin tavrı ve olası pozisyonu çok şeyi etkiler. Ankara ABD ile dostluk ve geleneksel ittifakına döner Rusya ve İran ile ilişkilerini bozarsa bölgede ve dünyada çok şey değişir ve her şey Suriye, Türkiye, Irak ve tüm bölge açısından kötüye gider. Bölge yeniden kan gölüne döner. İsrail pusuda bekliyor. Suudilerle ‘stratejik ittifak’ çabası içinde olan İsrail bölgede belki tek söz sahibi olur. Ankara kendine göre plan yapıyor ama şimdiye kadar olduğu gibi bu planların hiç biri tutmaz ve ABD ve belki de İsrail PYD bölgesinde yani Fırat’ın Doğusunda Türkiye’ye sınır olur. Suriyeli İslamcılara güvenen Ankara bu güveninin işe yaramayacağını umarım kısa sürede anlar çünkü bölgede herkes Türkiye düşmanı. Yakında Katar bile düşman cephesine katılır ya da Türkiye o cephenin içinde kendini bulur. İşte o zaman cehennemin kapıları herkes için açılır . Etnik ve mezhepsel kavga ve savaşlar yeniden alevlenir radikal İslamcı örgütler piyasaya yeniden sürülür. Hikaye uzar gider ve dünya soğuk savaş dönemine geri döner ve herkes kendini bu kavganın içinde bulur. Ama en çok Türkiye bundan zarar görür.

»Esad’a göre Batı kontrolü kaybettiği için saldırdı. Suriye Cumhurbaşkanı bundan sonra ne yapacak?
Batı yalnızca kontrolü değil aynı zamanda aklını da kaybetti sonra da çıldırdı. Saldırının hiç bir gerekçesi ve mantığı yok. Söylenen her şey yalan. Suriye Devleti Doğu Guta’nın yüzde doksanını kurtarmış geriye az bir bölge kalmış ve bu bölgenin boşaltılması için militanlarla görüşmeler anlaşmayla son bulmuş ama Esad yine de kimyasal kullanmış. Ruslar kimyasal saldırının düzmece olduğunu kanıtladı. D.Guta’dan tüm militanlar ve aileleri çıkıp Cerablus, El-Bab ve İdlib’e geldiğine göre hiç biri çıkıp da kimyasal saldırı izlerini göstermedi. Pentagon’un vurduk dediği kimyasal tesis 2013’ten bu yana çalışmıyor. BM Kimyasal Silahları Denetleme Örgütü bu tesisin çalışmadığını ve deposunda hiçbir malzeme bulunmadığını rapor etti. Ayrıca Örgüt’ün müfettişleri Şam’da inceleme yapmaya hazırlanırken üç ülke Şam’a saldırıyor.

»Özetle her şey yalan ve emperyalist ülkeler bildik karakterleriyle saldırıyı gerçekleştirdiler.
Adamlar Esad’ı devirip Suriye’ye diz çöktürmek için 7 yıl uğraştı ama boşuna. İran ve Hizbullah Suriye’ye sahip çıktı. Suriye halkı dünyada benzeri olmayan bir mücadele ile onlarca ülkenin desteklediği 300 bin yerli ve yabancı teröriste karşı savaştı ve kazandı. Dünya tarihinde bunun bir benzeri yok. İsrail’in korkusu ise Lübnan’daki Hizbullah ve Suriye’ye gelen İran Devrim Muhafızları. Her ikisinin elinde en az 200 bin bin füze var ve bunlar İsrail’i haritadan silmeye yeterli. Bana göre Suriye ve bölge savaşlarının merkezinde İsrail var ve İsrail’in korkusu bu füzeler. Durum böyle olunca ve Eylül 2015’ten sonra Rusların Suriye’ye gelmesinden sonra Esad çok daha güçlendi. Rusya ve İran asla Esad’tan vazgeçmez. 7 yıldır bunu söylüyorum ve yazıyorum. Herkes tersini söyledi bazıları da Esad’ın üç ay içinde devrileceği iddiasına girdi.. Boşuna çünkü azman ve uzmanlar hiç bir şey bilmiyor. 7 yıldır hiç bir konuda yanılmadım ve tüm ön görülerim doğrulandı. Esad devrilmeyecek ve orta ve uzun vadede o ve onun cephesi kazanacak. Emperyalist ülkeler çaresiz ve onların ihanet içindeki bölgesel yandaşları perişan.

***

Programı yayından kaldırıldı
»Son olarak Halk TV’deki programınız yayından kaldırıldı.
Program Ayşenur Arslan’ın ben de onun daimi partneri idim. Kanal yönetimi ‘Doğan Medyaya yönelik operasyondan sonra biz de yeni bir yapılanmaya gidiyoruz’ dedi ve Maniki Dünya programını durdurduğunu söyledi. Farklı tekliflerde bulundum ama Ayşenur’un devam edeceği Medya Mahallesi’nde de bana yer olmadığını söylediler. Özetle bu kişisel olarak bana yönelik bir operasyondu. Birileri benim gerçekleriminden rahatsız. Yoksa insanların bilgiye ve doğru analizlere gereksinim duyduğu bir zamanda bana ambargo koymak akıl işi değil. Hele hele muhalefetin sesi konumundaki Halk TV’de.

MELTEM YILMAZ/BİRGÜN
RÖPORTAJ

Tarihi temize çekme vaktidir - ŞÜKRAN SONER

Suriye’de sahnelenen, kirlilik üzerinden madalyonun hangi birine verileceği saptanamayacak oyunlarda, yine çok kritik, çok çarpıcı, gerçeklik adına en büyüğünden yalanların pazarlandığı, çok adımların atıldığı bir günü daha yaşadık. BM, NATO, Amerika, AB, Rusya, İran, Türkiye.. adına yine siyah ile beyazın, görünen gerçeklik ile kuyruklu yalanların birbirine karıştığı, sadece çıkarların sürdürülebilmesi adına, bölge halkları, ülkelerinin insanlarına ödetilen ağır bedellerin umursanmadığı, “kazan, kazan..” üzerinden savaşların en güncel, stratejik atakların anlamlarını okuyabilmek için çırpındık.. Ekonomik güç, çıkar savaşları pusula, en ileri teknolojinin ürünü dehşet silahlı gücün tehdidi ile de yetinilmeyip, acımasızca kan akıtılarak sahnelenen oyunda, kitlelerin çok etkili güdülenmesi, en ilkel düşmanlıklar, ayrımcılıklarda birbirlerine kırdırılmaları strateji olunca.. oyunların bozulmasında bölge halklarının akıllarını başlarını devşirmeleri dışında bir çıkış kalmıyor. 

Türkiye, Osmanlı’nın paramparça edilmesinin üzerine, Anadolu topraklarında direnerek Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş, kurtuluş, kuruluş savaşları destanlarının üzerine  Atatürk devrimciliği ile, laik Cumhuriyet değerleri, kazanımlarıyla özel, tuzakların altından kalkabilecek öncelikli ülke konumunda. Gelin görün ki emperyal güç odaklarının bu kirli oyunlarında en çok İslam dünyası, Ortadoğu ülkeleri, aslında tüm sömürülen yoksul dünya İlkeleri için, önderlik yapabilecek dinamikleriyle Lozan’dan günümüze parçalamanın yollarının arandığı, hedef tahtası ülke konumunda.

***

Tamam laik Cumhuriyetin parçalanması yolunda günümüze uzanan çok fazla oyun, tuzağa karşın, paramparça edilmiş, iç savaşlar bataklığına çekilmiş ülkeler listesine hâlâ yazılamadı. İçimizdeki her türden alt kimlik ayırımcılığında, parçalanma tuzaklarında, tetikçilik yaptırılan inanç odakları, terör örgütlenmelerinin her türünün kullanıldığı pek çok plan, proğram, oyun sahnelenmesinden aldığımız yaralar ise çok.. Emperyal çıkarların maşası siyasi partiler, en çok da sağ iktidarlar kullanılarak, askeri, sivil dikatörleşmelerin her türünden oyunların sahnelendiği güçler eliyle, ülkenin gelişimine, kazanılmış haklarının gasplarında oynadıkları bilinçli ya da bilinçsiz fark etmez, rollerle kayıplarımız yaşamsal.. 

Dün 16 Nisan’ın, kestirmeden dünyanın rejimi demokrasi sayılabilen ülkeleri içinde en garabet, bir benzeri olmayan, demokrasinin olmazsa olmaz ilkelerinin tümünü ayaklar altına alan, adı başkanlık, otoriterleşme, Saray, tek adam yönetimi rejiminin yaratılması yolundaki, oylatılması bile şaibeli, adı referandum sonuç metninin yıldönümüydü. CHP “OHAL değil, demokrasi istiyoruz” sloganı ile ülkenin 81 ilinde birer saatlik oturma eylemi ile, Saray, tek adam rejiminin bu ucube referandum metni ile oylanıp yasallık kazanmadan, fiilen çok daha vahim hak-adalet-hukuk ihlalleri ile yaşama geçirilmesi olgusuna karşı duruş sergiledi...

İstanbul’dan tanıklığımla iki sahneyi paylaşmalıyım.. Cumhurbaşkanlığı kimliğini hukuksal sorumluluklarıyla ayaklar altına almış, söz konusu tek adam rejiminin geçiş hukuku maddelerinden yararlanarak AKP Genel Başkanı kimliği ile AKP’nin baştan tüm örgütlerini yaratma seferberliğine çıkmış Erdoğan’ın katıldığı Fatih ilçe kongresi evimin dibinde İstanbulspor Tesisleri’nde cumartesi günü yapıldı. Günler öncesinden kamu kaynakları, bizim paralarımızla hovardaca hizmet seferberliği başladı. Kapatılamayacak kirlilikler için, Erdoğan fotoğraflı, parlak sözlerle süslenmiş dev afişler kapak, yollar, taşlar onarılıp her taraf temizlenip süslendi. Spor tesisi tüm hizmetleriyle bir gün öncesinden, önündeki yol da araç geçişlerine, minibüs seferleri iptal edilerek kapatıldı. Burnumun dibinde nasıl bir yasal genel kurul yapıldığına da tanıklık edemedim..
CHP İstanbul örgütünün Taksim’de düzenlediği miting için metrodan indiğimde ise yayalar için Taksim çıkışının yasaklandığı anonsu ile karşılaştım. Metro ile gelmiş tek tek yolcular için dahi, Gezi Parkı çıkışı dışında olanak kalmamıştı. Meydanda Cumhuriyet Anıtı’nın polis kordonuna alındığını söylemek anlamsız bir ayrıntı mı? Eylemi düzenleyen CHP yönetimi, milletvekilleri ortalıkta yoktu. Tek tek gelmiş, meydanda dağılmış CHP’liler tanıdık yüz görünce, eylem saati geçtikten sonra dahi bir umut izin verilebileceğinin bekleyişi içinde olduklarını söylüyorlardı. Otobüslerle ilçelerinden gelmiş ya da toplu metroyla gelmeye kalkışanların tümünün yolları yine polis gücü ile kesilmişti. Akıl edip bizim haberci arkadaşları telefonla aradığımda onlardan bilgi babında öne geçmiş olarak, Fransız Kültür Merkezi önünde ancak toplanmaya izin verildiğini öğrendim. Tek tek gazeteci kimliğimle galibe eylemin başlamasından bir yarım saat sonra ancak oraya ulaşabildim. Kısa bilgilenmelerle sadece otobüslerle gönüllü gelmişlerin özünde Taksim Meydanı’nı doldurabilecek bir kitleyi oluşturmuş olabileceklerini, ancak Taksim alanı dışında her tarafa dağılmış kaldıklarını öğrendim. Önceden yapılmış gaz sıkılacağı, şiddet kullanılarak dağıtılacakları baskısının altında, kararlılıkla bölgeye gelebilmiş ve simgesel bir protesto eylemini gerçekleştirebilmiş olmanın bilgeliği ile, galiba çoğunluk kadınlar olarak birbirlerine olsun görünebilmiş olmanın, sorumluluklarının gereğini yerine getirme, sloganlarını atabilmenin kendileriyle barışık halleriyle dönüş yollarında selam verip, anı, selfi fotoğrafları çekip durdular...

Şükran Soner / CUMHURİYET

Turist profili neden değişiyor? Fatma ÇELİK

1976 yılından beri turizm bilincini geliştirmek için kutlanan bir haftanın içerisindeyiz: 15-21 Nisan Turizm Haftası. Önceleri dolup taşan Sultanahmet'i, Eminönü'nü şimdilerde tenha gördüyseniz, ister istemez bir merak oluşuyor içinizde; 'Turizm ne durumda?', 'Neden yalnızca Orta Doğulu turist var?", "Avrupalı turist neden gelmiyor?'.. Haftanın önemi vesilesiyle, tüm bu sorulara yanıt bulmak için öncelikle verilere bir bakalım...

Veriler ne söylüyor?
TÜİK'in 2017 Turizm İstatistikleri uyarınca, ülkeyi ziyaret eden turist sayısı (ki bu sayı çıkış yapan yabancı ziyaretçiler temel alınarak hesaplanıyor), 2014 ve 2015 yıllarında 41 milyon civarında iken, geçen sene büyük düşüş yaşandığı gözleniyor. Her ne kadar 2017 verileri, 2016'dan yüksek olsa da 2016 yılı darbe teşebbüsü nedeniyle verilerin fazla düşüş gösterdiği bir yıl. Bu yüzden yalnızca 2016'ya göre yaşanan değişimle değil, önceki iki yıla da bakarak değerlendirme yapmak gerekiyor.
2017 yılında ülkemizi ziyaret edenlerin sayısı 38.620.346.

Ancak yalnızca bu veri ile turizm sektörünün ne durumda olduğunu yorumlamamız mümkün değil elbet. Ziyaret edenlerin seyahatleri boyunca ülkeye ne kadar döviz girişi oldu, yani turizm geliri ne oranda arttı veya azıldı ona da bakmak gerekiyor...

Turizm geliri için de öncelikle 2014 ve 2015 yıllarına bakarsak, gelirin sırasıyla 34,4 milyar $ ve 31,4 milyar $ olduğunu görüyoruz. 2016 yılında ise, bu miktar 22,1 milyar $ olarak gerilemiş. 2017 yılına gelindiğinde, %18,9 bir artma ile gelirin 26,3 milyar $ olduğunu görüyoruz.
Ziyaretçilerin kişi başı ortalama harcaması ise, 681 $ civarında.

Tüm bu sayılardan hareketle, Gayri Safi Millî Hasıla içerisinde turizmin payı, 2017 yılında %3,1. Yine 2014 ve 2015 yılına dönüp bakarsak bu oranın 2014'te 4,3; 2015'te ise 6,2 olduğunu görüyoruz. Yani millî gelir içerisinde turizmin payının düşüşte olduğunu söylemek mümkün.

Oysa önemli bir döviz kaynağı olan turizmin, cari açık veren ve döviz yoksunluğu yaşayan Türkiye gibi ülkelerdeki ekonomik önemi çok yüksek. Bu açıdan, turizm, hem bölgesel hem ulusal kalkınmada etkin bir oyuncu...

Turizm sektörüne ilişkin diğer bir veri olarak, Türkiye'ye ziyaretlerin hangi milliyetlerden yapıldığına da bakmak gerekiyor...

Peki, Türkiye'ye ziyaret, en çok hangi ülkelerden gerçekleşiyor?
Türkiye Seyahat Acentaları Birliği 2017 İstatistikleri geçen yıl Türkiye'ye en çok Rusya'dan ziyaretçi geldiğini gösteriyor. Rusya'dan gelen ziyaretçi sayısı 4,8 milyon. İkinci sıradaki Almanya'dan ise 3,6 milyon ziyaretçi geldiği belirtiliyor. Almanya'yı İran, Gürcistan ve Bulgaristan takip ediyor.

Burada dikkati çeken veriler ise şöyle...
Almanya, Türkiye'ye gelen turist sayısı olarak üst sıralarda görmeye alışık olduğumuz ülkelerden. Ancak son iki yılda ülkemize gelen Alman turist sayısında yüzde 50 oranında azalma gözleniyor. İsveç, ABD, Hollanda, Fransa, İngiltere de yine geçtiğimiz yıllara göre turist sayısında azalma görülen ülkeler...

Bunun yanı sıra, Iraklı turist sayısı geçen yıla göre yüzde 113 artış göstererek 896 bine ulaşmış. İran'dan gelen turist sayısının ise geçen yıla göre yüzde 50 artışla 2.5 milyona ulaştığı görülüyor. Suudi Arabistan'dan gelen ziyaretçi sayısı da 2017 yılında 651 bini aşarak yüzde 22 artış göstermiş. Kazakistan, Gürcistan, Bulgaristan, Azerbaycan, Ukrayna, Rusya ise yine turist sayısında artış yaşanan ülkelerden...

Bu değişimin sebebi ne?
Hatırlarsanız yılbaşında haberlerde ülkelerin vatandaşlarını Türkiye'ye git(me)me konusunda uyardığı haberlerini duyuyorduk sürekli. İşte bu haberlerin de temelin yer alan Batı Avrupalı turisti ülkemizden uzaklaştıran temel sebep; Türkiye'nin uluslararası alandaki imajı.

Çağdaş dünyada bireysel hak ve özgürlükler, kadın hakları ve demokrasi çok önemli kavramlar. Oysa Türkiye'nin bu alanlarda dışarıdaki imajının ne kadar zedelendiği ortada...

Avrupalı, modern ve çağdaş insanı temsil ediyor. Bu yüzden bu profil bizim için önemli.
Diğer yandan rahatlık ve imkânlar da turizmde çok önemli. Dünyada pek çok ülkenin metropolleri, gelişmiş metroları ve çokça şeritli otobanları ile turiste ulaşım kolaylığı sağlarken; İstanbul'a gelen turistlerde hep aynı yakınma: "İstanbul çok güzel ama trafik..."

Geçen yıl Rusya'da ve iki ülke arasında yaşanan krizler sebebiyle Rus turist sayısında gözlenen azalma geçti diye, turizm iyiye gidiyor denilemez. Özellikle de Uzak Doğu veya Amerika kıtası ülkeleri gibi Türkiye'ye coğrafi konumları hayli uzak ülkelerden vatandaşlar plajda güneşlenip gitmek için gelmezler. Bu yüzden fazlasını yapmak gerekiyor...

Kültür turizmini iyi tanıtmak, yabancı ziyaretçileri ülkemize gerçekleştirecekleri turizm hareketlerine teşvik etmek gerekiyor... Şehir içi yaşam standartlarını yükseltmek gerekiyor... Demokrasi ve insan hakları gibi kavramlara önem veren ülke imajını geri kazanmamız gerekiyor...
"Muasır medeniyetler seviyesine" çıkma hedefinden şaşmamamız gerekiyor... Görülüyor ki aksi bir tutum, turizmi dahi etkiliyor...


Fatma Çelik / YENİÇAĞ

16 Nisan 2018 Pazartesi

ABD ‘simülasyon’a dönüşürken… - TAYFUN ATAY

Şimdi olup bitenin miladı, 1991 Birinci Körfez Savaşı’dır aslında ve adı da Baudrillard tarafından konulmuştur.

 Fransız sosyolog Jean Baudrillard, SSCB’nin yıkılıp “Soğuk Savaş”ın bittiği dünyada küreselleşen kapitalizmin tek kutbu olarak ABD’nin kabara kabara Saddam’a karşı başlattığı “savaş”ı değerlendirme yolunda “simülasyon”, “simülakr” kavramlarını işlerliğe sokmuştu. Onları açacağız birazdan ama önce Baudrillard’ın Birinci Körfez Savaşı üzerine meşhur yorumunu ABD, İngiltere ve Fransa’nın şimdi Suriye’deki füze saldırılarıyla titreşimli çerçevede kaydedelim: 
Baudrillard, “Körfez Savaşı olmadı” demişti. 
Ona göre ortada olan, televizyon ekranında bir “belirim”den öte bir şey değildi. 
Tabii ki “fiziksel” olarak savaşın yaşanmadığı anlamında söylemiyordu bunu. Kastettiği, kitleler açısından, bu “fiziksel” olayın savaştan ziyade “seyirlik” olarak alınmasıydı. 
Medya, savaşı “şov” olarak alımlanır, algılanır, duyumsanır ve anlamlanır hale getirmişti. 
Daha açık deyişle Baudrillard, günümüzde insanlığın adeta bir “elektronik yağmur ormanı”nda yaşarcasına maruz kaldığı medya sağanağında gerçekliğin anlamını kaybettiğini ileri sürmekteydi. Hayat, insanlar için artık bir parçası oldukları değil, sadece izleyicisi oldukları bir gösteriden ibaretti. 
İşte bu söylediklerini kavramsallaştırma yolunda zihnimize tutuşturmaktaydı simülasyon ve simülakr terimlerini Baudrillard. Simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi gösterme; diğer deyişle, gerçeklik adına bir “gösterge”. 
Simülakr da benzetim, temsil ya da herhangi bir şeyin “gibi”si… 
Yani sanat “gibi” düşünce “gibi”, din “gibi”, eğitim “gibi”, bilgi “gibi”, siyaset “gibi”, savaş “gibi” olarak karşınıza çıkan her şey “simülakr”dır. 
Netleştirmeyi bir testle sağlamaya çalışalım: Bugün bu ülkede “eğitim” gerçekten var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Bu ülkede “üniversite” var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Din var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Demokrasi var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var? 
Televizyonda izlediğiniz tartışma programlarında “tartışma”, “düşünce”, “bilgi” var mı, yoksa “simülakr” olarak mı var bunlar?.. 
Aynı doğrultuda sorduğumuzda, Suriye’deki füze saldırısında ABD ve Trump gerçekten var mı? Yoksa “simülakr” olarak mı varlar?! 
Sanırım bu sorulara cevapları yazarken Baudrillard’ın neden “Körfez Savaşı olmadı” dediği de açıklığa kavuşmuş oluyor. 
ABD’nin 20’nci ve 21’inci yüzyıldaki hali pürmelalini en doğru teşhis edenlerden Immanuel Wallerstein’in tabiriyle “Amerikan gücünün gerileyişi”nin, Birinci Körfez Savaşı’nın medya marifetiyle bir gerçeklikten “simülasyon”a dönüştürülmesiyle iyiden iyiye ivme kazandığı söylenebilir. Başta Amerikan halkı olmak üzere dünya, o savaşı ve savaşta atılan bombalarla yerle bir olan kentleri “film gibi”, patlamış mısır, kola, patates cipsleri eşliğinde rahat koltuklara yerleşmiş halde, havai fişek gösterisi izlercesine “tüketti”. (Evet, bu tam da endüstriyel anlamda bir “tüketim” idi.) 
Sonrasında hem bu savaşın, hem de onu izleyen İkinci Körfez Savaşı’nın “benzetimi” bilgisayar oyunları, çoluk çocuğun en gözde eğlenceliği de oldu. 
Bu, savaşın seyirleştirilerek oyunlaştırılmasıydı. 
Gerçeklik ekrandan ibaret, ekranın içindeki ise bir savaş simülasyonuydu. Ekran, her şeyi ama her şeyi kendisi için bir “temsil sahnesi”ne dönüştürürken tarih, din, siyaset, savaş ve başka pek çok şey de gerçeklik sahnesinden çekiliyordu artık. Baudrillard’ın deyişiyle bir “hiper-gerçeklik” içindeydik artık. 
Savaşın, şiddetin, ölümün böyle seyirlik, bir hiper-gerçek haline dönüştüğü dünyaya ilk “kristal” örnek Birinci Körfez Savaşı olduysa, en son, en taze, dumanı üstünde örnek de işte Suriye’deki füze saldırısı. İnsanlığı seyre öyle bir alıştırdılar, gerçekliği “şov”dan ibaret hale getirdiler ki Körfez Savaşlarından 11 Eylül’e, IŞİD’in kafa kesmelerinden Suriye operasyonuna kadar geniş bir yelpazede kim ne yapıyorsa çekici/etkileyici bir seyirlik (“spectacle”) olarak yapıyor.
Ve “Amerikan gücünün gerileyişi” de hâlâ ağırlıklı olarak onda merkezleşmiş teknoekonomik işleyişin onu giderek bir “simülasyon”dan ibaret hale getirmesiyle ayırt ediliyor. 
Hâlâ Üçüncü Dünya Savaşı ihtimali var mı peki?.. 
Elbette, bir “simülasyon” olarak neden yaşanmasın?!

Tayfun Atay / CUMHURİYET

Esas konu geleceğin hegemonya savaşları - Ergin Yıldızoğlu

Tam Suriye iç savaşı biterken, “kimyasal silahlar kullanıldı” iddiası ortaya atıldı, ortalık karıştı. ABD, İngiltere, Fransa, “Esad’ın işidir, cezasız kalmayacak” dediler. 
İngiltere denizaltılarını Doğu Akdeniz’e getirdi; Trump; füzeler geliyor gibi tweet’ler attı, Fransa, ABD ile eşgüdüm içine en uygun anda vuracağız dedi. Suudiler de “biz de, biz de” dedi. Rusya, Esad rejimi, uçaklarını, füze rampalarını yeniden konuşlandırdı. İsrail, İran’ın Suriye’deki, varlığına son vermek için fırsat bekliyordu. Bu garip koalisyon cumartesi sabahı 100 kadar füzeyle, önceden Rusya’ya bildirilmiş Suriye hedeflerini vurdu. Reuters’in Rus ve Suriye kaynaklarından aktardığına göre en az 13 füze havada vuruldu. ABD savunma bakanı Mattis’in “bir kereye mahsus” olarak nitelediği saldırı, İran ve Rus hedeflerinden de uzak durmuştu.


Ortada kimyasal silahların kullanıldığını kanıtlayacak, doğrulanabilir veriler yok. Yalnızca iddialar var. “Esad rejimi, tam savaşı kazanırken, tüm Batı blokunu birleştirecek, Ortadoğu’daki vasallarını karşısına alacak bir aptallığı neden yaptı?” “Putin, Batı blokunu üstüne çekecek bu aptallığa nasıl izin verdi, hem de İngiltere’de zehirlenme olayının ardından (yine kanıt olmadan) suçlandığı, yüzden fazla Rus diplomatının ABD, AB ülkelerinden kovulduğu bir dönemde” sorularının cevabı yok. Ortadaki tek açıklama, Bush döneminin “evil doers” kavramını anımsatıyor: “Putin ve Esad kötü, yapabildikleri için yaparlar!” 


Benim bunlara aklım yatmıyor. Trump (Soruşturmalar), May (Brexit) ve Macron  (grevler) ülkelerinde ciddi siyasi sorunlarla boğuşuyorlar, “dikkat dağıtmak için yaptılar” açıklaması anlamlı ama yeterli gelmiyor. Nükleer silahlara sahip iki “süper devleti” savaşın eşiğine getirebilecek, İsrail ile İran’ı doğrudan savaştırabilecek bir “çılgınlığın” arkasındaki mantığı ararken, gözüm başka yere doğru gidiyor.

Hegemonya savaşları 
ABD liderliğindeki Batı kapitalizmi bir “uzun ekonomik durgunluk” içinde. ABD’de, teknolojik gelişmelere karşın bir türlü açıklanamayan kronik bir “düşük verimlilik sorunu” var. Batı kapitalizmi, kronik talep yetersizliği ve borç yükü sorununu aşamıyor; halkları huzursuz. 

ABD liderliğinin, dünyada sorun çözücü, düzen dayatıcı etkileri 35 yıldır sürekli geriliyor; ekonomik modelini çalıştırmak için kurduğu IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, hatta BM Güvenlik Konseyi gibi kurumlar verimliliklerini kaybettiler. “Batı”, Afganistan, Irak, Libya’da başlattığı savaşları kazanarak düzen kuramadı. Kısacası ABD hegemonyasının gerilediği, yeni güçlerin “kurallara” uymak istemediği görülüyor. 
Bu “revizyonist” güçlerden Rusya, aslında bir yükselme değil, restorasyon çabası içinde. Rusya’nın ekonomik derinliği, mali, teknolojik kaynakları, nüfusu, bir küresel hegemonya adaylığına uygun değil. 

Buna karşılık Çin, ekonomik, teknolojik ve askeri olarak hızla yükseliyor. Çin ekonomisinin büyüme hızı, ABD’ninkinin neredeyse iki katı. Çin ekonomisi satın alma gücü paritesi (PPP) hesabıyla ABD ekonomisinin yüzde 119’na ulaştı; emek verimliliği de artmaya devam ediyor. Daha şimdiden dünyanın en büyük 20 ekonomisi için Çin, ABD’den daha büyük bir çekim merkezi. Çin’e yaptıkları ihracat, ABD’ye yaptıklarını geçti. Teknolojik gelişmelerde de Çin, ABD’yi yakalamaya başladı, kimi alanlarda geçiyor (Financial Times); “Tek yol Tek kuşak” projesi mekân düzenleme  kapasitesine işaret ediyor. Çin, “Çıkarlarını ve küreselleşmenin geleceğini korumak için savaşmaya hazır olduğunu” (Halkın Günlüğü, 08/04/2018) her fırsatta açıklıyor. 
Gerçek küresel hegemonya adayı Çin. Gelecekte, bir hegemonya savaşı olasılığı yüksek. ABD ve İngiltere, gelecekte, Çin’e karşı durabilecek, belki caydırıcı olabilecek, bir bloku şimdiden inşa etmek için, “uluslararası topluluk” kavramına dayanarak,  Rusya karşıtlığını bir katalizör olarak kullanmaya çalışıyorlar. Suriye’de izlediğimiz “çılgınlığın” arkasındaki mantık da bence bu...

Ergin Yıldızoğlu / CUMHURİYET

14 Nisan Suriye saldırısı: Herkes neden memnun? - BİRGÜN

Yedinci yılındaki Suriye Savaşı’nda Suriye Yönetimi’ne yönelik 2. ABD saldırısı bu kez İngiltere ve Fransa ile birlikte 14 Nisan Cumartesi sabaha karşı gerçekleşti. Acaba çıkacak mı denilen 3. Dünya Savaşı çıkmadı ama 3. Dünya’nın savaş alanı olarak kullanıldığı yeni bir askeri saldırı gerçekleşti. Saldırıyı gerçekleştirenlerin bu aşamasını tamamladıklarını söylediler. askeri eylemin niteliğine bakarak öncesindeki hangi öngörü veya beklentilerin yanlışlandığı, hangi analizlerin isabetli şekilde süreci okuduklarına bakarak Suriye’deki durumu, Suriye savaşının aktif unsurları olan ABD, Rusya, İran, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, İngiltere ve Fransa arasındaki ilişkileri anlamlandırmaya çalışacağız.


Meşru saldırı zemini olarak istihbarat raporu
Yine Birleşmiş Milletler mekanizmaları çalıştırılmadı. Yine Uluslararası bir soruşturma komisyonu sahaya gidip raporunu yazamadı. Hatta bu kez tek taraflı bir rapor dahi beklenmeksizin Trump, May ve Macron ve sözcüleri Suriye’de kimyasal silah kullanıldığı ve bunun Suriye yönetimince kullanıldığına dair kanıtı kendi istihbarı kaynakları olarak gösterdiler. Böylelikle ilk defa 3 ülkenin aynı anda başka bir ülkeye karşı kendi istihbaratlarını kanıt göstererek saldırı yürütmeleri ve saldırı meşruiyetini milli istihbarat teşkilatlarına dayandırmaları uluslararası hukuk literatürüne girmiş oldu.

Sınırlı tırmandırma: Rusya faktörü
14 Nisan öncesinde her gerilim döneminde olduğu gibi bir 3 Dünya savaşı çıkacağını ima edenler hiç az değildi. Ancak bu spekülatif görüşe katılmayanlar dahi geçtiğimiz gece yarısı-sabaha karşı gerçekleşen saldırıdan daha büyük ölçekli bir saldırı olacağını öngörmüştü. ABD öncülüğündeki üçlünün Suriye askeri üslerine ve askeri endüstri merkezlerine ciddi zarar verecek bir saldırı gerçekleştirmesi kuvvetle muhtemel idi. Öte yandan Obama’nın ilk kimyasal silah kullanıldı iddiası yayıldığında saldırıyı son anda iptal ettiği keza geçtiğimiz yıl benzer iddialar çerçevesinde Trump’ın 6 nisan 2017’de son derece sınırlı bir saldırı ile Al_shayrat hava üssünü vurduğu anımsandığında yükselen tansiyonun tehdit seviyesinde kalarak somut bir saldırıya dönüşmeyebileceği de gündemde idi. 14 Nisan 2018’de (dün) ortaya çıkan tablo ise tüm bu tahminlerin ortasında bir tablo ile sonuçlandı. 6 Nisan’dan askeri olarak biraz daha etkili ancak Suriye yönetiminin savaş kapasitesine zarar veremeyecek kadar da zayıf bir saldırı gerçekleşti.

Öte yandan askeri anlamının ötesinde Trump, Macron ve May cephesinden bakıldığında önemli bir siyasi güç gösterisinin gerçekleştiği söylenebilir. İngiltere’deki eski Rus ajanının Rusya tarafından zehirlendiği iddialarının ardından Trump’ın başlattığı Rus diplomat kovma yarışından ne kadar başarıyla çıktığı, birkaç istisna dışında tüm NATO ve NATO partneri ülkeyi nasıl aynı hedefe yöneltebildiğini görmüştük. Rus diplomatlara yönelik protesto ve sınırdışı hareketlerini takiben Rusya’nın nüfuz sahasına yönelik tek taraflı harekât gerçekleştirmesi, ABD’nin gücüyle (hele de yanına önemli NATO müttefiklerini aldığı zaman) hâlâ boy ölçüşecek bir odak olmadığını ortaya koydu.

Trump “Güçlü Amerika’yı geri getirme”, onu dosta düşmana gösterme konusunda düşük riskli ve düşük maliyetli bir gösteri gerçekleştirmiş oldu. Onun hanesine kendi beklentileri için bir artı daha yazılmış oldu. Rusya ile işbirliği yaptığı-yapacağı spekülasyonlarını yaparak onu görevden almaya çalışanlar karşısında da önemli bir psikolojik üstünlük elde etmiş görünüyor. Benzer yaklaşımları Londra ve Paris’teki yeni güç merkezleri için de söyleyebiliriz.

İngiltere ve Fransa
Şüphesiz 14 Nisan saldırısı İngiltere ve Fransa’nın yeniden Suriye oyununa dönüşlerinin de tarihi oldu. Arap Baharı sonrası başta Libya olmak üzere Ortadoğu gelişmelerinde çok daha görünür ve etkili roller alan İngiltere ve Fransa’nın süreç içinde sahadaki gelişmeler neticesinde etkilerini kaybetmeleri ile sonuçlanmıştı. İngiltere’de ikinci Demir Lady olmaya soyunan Theresa May ve Fransa’da Emmanuel Macron’un içeride ve dışarıda profil gösterme arzuları bu saldırı ile yerine gelmiş oldu.

İran kaynaklarına bakılırsa Fransa’nın üçlü arasında yer almasına karşın saldırı öncesinde Suriye sahasında bulunan İran’a (ve Hizbullah’a) ait hedeflere yönelik saldırı gerçekleşmemiş olmasında önemli bir rolü olduğunu not etmekte yarar var. Bize göre bu durum üçlünün anlaşmazlıklarını gösterdiği kadar bir sonraki saldırı dalgasının münhasıran ABD ya da İsrail tarafından bu hedeflere yönelik ayrıca gerçekleşmesi ihtimalini güçlendirmektedir.

İran kaynaklarına bakılırsa Fransa’nın üçlü arasında yer almasına karşın saldırı öncesinde Suriye sahasında bulunan İran’a (ve Hizbullah’a) ait hedeflere yönelik saldırı gerçekleşmemiş olmasında önemli bir rolü olduğunu not etmekte yarar var. Bize göre bu durum üçlünün anlaşmazlıklarını gösterdiği kadar bir sonraki saldırı dalgasının münhasıran ABD ya da İsrail tarafından bu hedeflere yönelik ayrıca gerçekleşmesi ihtimalini güçlendirmektedir.


Rusya
Suriye yönetiminin yanında olduğunu, yanında olduğu bir ülkenin dünyanın en güçlü devleti olan ABD tarafından dahi yıkılmasına izin vermeyeceğini gösterdi. Askeri savunma sistemlerinin uluslararası silah pazarında hala etkili ve alınabilir olduğunu duyurmuş oldu. Moskova ve Şam merkezli açıklamalara göre hava savunma sistemi atılan güdümlü füzeler karşısında yüzde 70 oranında başarılı oldu ki bu da fiyatlarına göre hiç fena bir sonuç almadıklarının işareti olarak sunuldu. Rusya’nın silah pazarındaki yerini korumasına hizmet edeceği düşünülen savunma sistemi başarısına ilişkin raporundan daha önemlisi elbette saldırı öncesi diplomatik-siyasi yaklaşımları ile ABD-Birleşik Krallık-Fransa üçlüsünü sınırlı bir saldırıya yöneltmeyi başarmış.

Öte yandan Rusya’nın Suriye’deki ateşkes sürecindeki iki önemli partnerinden birisi olan Türkiye’nin 14 Nisan saldırısını resmen desteklediğini bildirmesinden anlaşılacağı üzere Rusya’nın Suriye’de işleri yoluna koymak için önünde daha çok engel olduğu da görülmüş oldu.

Türkiye
Ruhani ve Putin ile sıcak fotoğraf karelerine giren Ankara’nın yeni kimyasal krizin ortaya çıktığı ilk günden itibaren bir yandan ikircikli, başka açılardan dengeleri gözettiği söylenebilecek politikası gerginleşen ortamlarda işinin ne kadar zor olduğunu bir kez daha gösterdi. Esad ile anlaşmasına ramak kaldı hatta aslında anlaştı ama kamuoyu ile paylaşmadıkları yönündeki açıklamaların ne kadar spekülatif olduğu bir kez daha görüldü. Türkiye (Katar’la birlikte) Rusya ile bölgesel yakınlaşması ile Suriye’de desteklediği güçler ve Suriye siyaseti (Esad’ın kademeli ya da doğrudan gideceği ve İslamistlerin güç kazanacağı herhangi bir formül) arasında bir uyum olmak zorunda olmadığına inanıyor. Bu durumun karşılıklı olarak bilindiği, kabul edildiğine de inanıyor. Ancak özellikle krizlerden sonra devletler dış siyaset ve ittifaklarını revize ederler ki, bu süreç Moskova’nın Ankara’ya verdiği krediyi düşürecek, aralarındaki güvensizliği derinleştirecek sonuçlar doğurmuş görünmekte.

Peki sonuç;
Trump, May ve Macron mutlu: hedeflerini düşük maliyetle gerçekleştirdiler ve bir sonraki hamle için içeride ve dışarıda güçlerini arttırdılar. Rusya en azından memnuniyetsiz değil: Çünkü daha kapsamlı bir saldırıyı daha sembolik bir saldırıya dönüştürme başarısı kendisine ait. Dostları Şam sokaklarında Rusya bayrağı sallıyor. Rus Genelkurmayı saldırı karşısında savunma silahlarının büyük başarı sağladığı reklamını ihmal etmiyor. Şam, “Saldırı bize zarar veremedi operasyonlarımız sürecek” diyerek olayı daha da büyütmeme taraftarı. Türkiye Rusya’dan sert bir nota yemeden Batı’ya göz kırpma fırsatını kullanmak suretiyle planlandığı gibi ilerlediği kanaatinde. Suudiler sahadaki güçleri için umut verici bir destek gelmesinden, Katar, Rusya ile yakınlaşan ama kendi desteklediği gruplara da sahada yer açan bir süreci idare edebildiği için memnun. İran yönetimi saldırıları kabul edilemez bulup en sert açıklamaları yapan devlet olarak belki de en az memnuniyet gösteren ülke olsa da o dahi olaylar bu kadarıyla kalırsa iyi diyecek gibi görünüyor.
Mutlu olmayan elbette savaş yorgunu Suriye halkı başta olmak üzere otoriter ve diktatöryal yönetimlerini sürdürebilmeyi bu gergin ortama borçlu olan Ankara, Doha, Riyad, Tahran yönetimlerinin baskı altında tuttuğu mazlum ve geçim sıkıntısı içindeki Ortadoğu halklarıdır. Herkesin savaş ve gerilim ortamına odun taşıdığı bu cehennemin yok edilmesinin Ortadoğu’da laiklik, demokrasi ve bağımsızlık prensiplerinde birleşen tüm güçlerin asgari müşterekte bir cephe kurmaktan başka bir yolu da yok..

Doç. Dr.Hakan Güneş 
İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi

BİRGÜN

15 Nisan 2018 Pazar

Suriye saldırısı: Kim kazandı, kim kaybetti? - FATİH YAŞLI

ABD Başkanı’nın Twitter hesabından Rusya’ya “Size yeni ve akıllı füzeler yollayacağız” diyebildiği, Beyaz Saray’da Trump gibi bir psikopatın oturabildiği tuhaf zamanlardan geçiyoruz. Elbette ki bu daha önceki ABD başkanlarını aklamak, ABD’nin eylemlerini başkanın ruh haline bağlamak ya da Trump öncesi ABD’nin dünya barışı için uğraşan, çabalayan bir ülke olduğunu söylemek değil. Ortada, “yeni” ve uluslararası kapitalist sistem açısından, emperyalizm açısından bile irrasyonel bir durum var, bunu görmek gerekiyor öncelikle.


Dünkü saldırıda ise şaşılacak bir şey yoktu, bağıra bağıra, göstere göstere geldi. Çarşamba günü bu köşede, Suriye’ye yönelik komplonun nasıl hazırlandığını, günbegün ve aktörleriyle birlikte anlatmıştık. Yaklaşık iki ay önce, Suriye ordusunun hızlı ilerleyişine paralel bir şekilde “kimyasal saldırı” üzerine konuşulmaya başlanmış, Fransa “Suriye’de kimyasal silah kullanılırsa saldırırız” diye açıklama yapmış, ABD Fransa’yı “Suriye’de daha etkili bir rol üstlenmeye ve Türkiye ile ilişkilerini derinleştirmeye” çağırmış, İngiltere eski bir Rus ajanı olan Skripal’e yönelik suikast girişiminden Rusya’yı sorumlu tutmuş, tüm bunların ardından da cihatçılar eliyle Duma’da bir kimyasal saldırı mizanseni tertip edilmişti. Sonunda ABD, İngiltere ve Fransa Suriye’ye saldırdılar.

Aslında son bir haftada yaşananlar bu üçlü açısından kolay geçmedi. Her şeyden önce inandırıcılıkları zayıftı, uluslararası kamuoyunu ikna etmekte ve harekete geçirmekte zorlandılar. Emperyalist bloğun parçası olan Almanya, İtalya, Hollanda gibi ülkeler saldırıya katılmayacaklarını açıkladılar. Rusya askeri seçenekler de dâhil bütün seçeneklerin masada olduğunu söyledi ve bu özellikle Pentagon’da saldırıya dair tereddütler yarattı, çünkü sahada Rusya’yla karşı karşıya gelinmesi halinde bunun nereye uzanacağını kimse kestirebilecek durumda değildi.

Ancak başta Trump’ın açıklamaları olmak üzere emperyalizm bir hafta boyunca öylesine el yükseltmiş ki, eğer hiçbir şey yapmazsa, amiyane tabirle madara olacaktı. Bu yüzden, ülkenin iletişim, ulaşım, su, elektrik altyapısını çökertip rejim değişikliğiyle sonuçlanabilecek ve Rusya’yla bir tür çatışmayı göze almak anlamına gelebilecek büyük bir saldırıyı göze alamasalar da, geçen yıl tam da yine Nisan ayında yapılana benzeyen, sadece füzelere başvurulan, ancak o saldırıdakinden yaklaşık iki kat daha fazlasının kullanıldığı bir saldırı gerçekleştirildi.

Eğer bu saldırı uzun vadeli bir askeri operasyonun ilk dalgası değilse -ki öyle değilmiş gibi görünüyor şu an- ortada emperyalizm açısından herhangi bir başarı bulunmuyor. Kendi içlerinde güçlü bir müttefiklik ilişkisi tesis edip tek ses olamadılar, bir kamuoyu yaratamadılar, Trump ve Pentagon arasındaki ihtilaflar bir kez daha açığa çıktı, saldırı Suriye sahasındaki herhangi bir şeye etki yapacak güçte değildi, Suriye ordu güçleri ve müttefikleri kayda değer bir zayiat vermedi, Suriye hava savunma sistemlerinin fena çalışmadığı görüldü, ABD ve müttefikleri Suriye hava sahasına uçak sokmaya ve bir hava bombardımanı yapmaya cesaret edemediler.

Rusya ise başından beri Trump’ın “çılgın” ve May’le Macron’un “kifayetsiz muhteris” hallerine karşı “aklıselim”i temsil etti. Putin soğukkanlıydı, Lavrov ve Zaharova iyi bir imaj çizdiler, savaşı mahkûm edip diplomasiye çağıran açıklamalar yaptılar. Esad da savaşın başından beri koruduğu vakur, metanetli tavrını muhafaza etti, sağlam duruşunu sürdürdü. Dolayısıyla Rusya’nın belki anlık olarak “karizmasını çizdirecek” ama reel olarak hiçbir dengeyi değiştirmeyecek bu sınırlı saldırıya askeri bir karşılık vermemesini bir zaaf ve zayıflık belirtisi olarak okumak yerine uzun vadede kazandıracak, akıllıca bir hamle olarak değerlendirmek akla çok daha uygun görünüyor.

Çarşamba günkü yazıyı bitirirken iki şeye bakmak gerektiğini söylemiştik. Bunlardan ilki saldırının kapsamı ve şiddetiydi, çünkü bu ne kadar büyük olursa Rusya’nın askeri yanıt verme ihtimali de o kadar artacaktı. Yukarıda da anlatmaya çalıştığımız üzere, “dostlar alışverişte görsün”den öteye giden bir saldırı olmadı ve Rusya da bu nedenle savaşı tetikleyebilecek bir yanıt vermedi.

İkinci olarak ise şöyle demiştik: “Gelişmelerin seyri, Ankara’da Putin ve Ruhani’yle fotoğraf verdikten üç gün sonra Doğu Guta gerekçesiyle Batı’ya Suriye’ye saldırma çağrısı yapan şark kurnazlığının pozisyonunu da belirleyecek. Dolayısıyla, daha önce de yazdığımız üzere, aynı anda ABD’yi ve Rusya’yı idare etmeye dayalı siyasetin de sınırlarına dayanıldığı daha net bir şekilde görülecek.”

Görülmüş olmalı, tüm o Rusya ve İran’la yakınlaşma, eksen değiştirme, anti-emperyalizm, yerlilik ve millilik iddiaları bir kez daha fos çıktı. Suriye’ye yönelik saldırı memnuniyetle karşılandı ve geçen yılki saldırı esnasında bu köşede yazdığımız “Tomahawk füzeleri ve özüne dönen İslamcılar” adlı yazıyı hatırlayarak söyleyecek olursak, “göklerden gelen karar”a uygun bir şekilde, kendisi bizzat bir emperyalizm projesi olan siyasal İslam’dan anti-emperyalizm falan çıkmayacağı bir kez daha tecrübe edildi.

Fatih Yaşlı / BİRGÜN